10 Nisan 2024 Çarşamba

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

CHP nasıl oldu diye soru sorabilirsiniz, çünkü faşist bir partiden nasıl ortanın soluna dönüştü?

Bu sorunun belki birden fazla yanıtı vardır ama benim okuduğum bilgilere göre sol olmasını 27 Mayıs darbesi sonrası gelişmelere borçlu. Çünkü daha öncesi hep tek adam, tek parti, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek hedef, tek diyerek giden teklerin partisidir ve parti kurucuların lider olmasına ve zaman göre biçim değiştirmez, bir siyasi bakış istikrarı vardır... CHP, Türkiye Cumhuriyeti ilkeleri ve ideallerini taşıyan ve temsil edendir.

CHP öncesi elbette Osmanlı İmparatorluğunun son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisidir. Onun idealleri, ideolojisi ve duruşunun hatta kadrosu ile devamı olan partidir ve ülkemizde cumhuriyet sonrası kurulan ikinci siyasi partisidir CHP! İlk parti Mustafa Kemal denetiminde kurulan TKP'dir... Hülle olarak kurulan partinin hilesi kısa sürede çıktığı için kendisini sessizce feshetmiştir, kurucularının önemi bir bölümü daha sonra Nazi partisinin Türkiye temsilcisi olacaklardır...

CHP kurulduktan sonra ülkemizde birden fazla parti deneyimi olmuştur. Bizzat Atatürk emri ve direktifi ile kurulan bu partiler kısa sürede, siyasi sahneden düşen sarayın taraftarların toplanma alanı olmuştur.  İzin ile kurulan bu partilerin "şeriat isterük" diyenlerin bulunmasına olanak verdiği için kısa sürede fesih edilmiş, İstiklal Mahkemesinde kurucuları ve şeriatı dillendirenler yargılanmış ve bir bölümü idam edilmiş, bir bölümü de Atatürk’ün izni ile siyasetten çekilmiştir...

Tek partiden çoklu partinin yer aldığı parlamentoya…

2. Dünya savaşı sonrası Türkiye tek parti tek ülke, tek lider söyleminden çıkmaya zorlanır... Ortamın atmosferi tek liderin neler yaptığını gösterdiğinden olsa gerek ülkemizde birden fazla partili sürece istemeyerek gitmiştir...

Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasasına göre girilen seçimden azdan biraz fazla oy alan mecliste çoğunluğu elde etmiş, biraz az oy alan ise mecliste küçük bir grup kuracak kadar vekili olmuş.. Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasası ilk denemede demokrat partiyi meclise çoğunluk olarak taşımış, İnönü'nün sağ partisi ikinci parti olarak meclise girmiş... Celal Bayar kendisini partiler üstüne taşımış ve tarafsız lider rolü oynamış, başbakan demokrat partinin tüm işlerinden sorumlu olarak ülkemize demokrasiyi getirmeye kollarını sıvamış... CHP'den gelen bu kadroların bir bölümü sosyalist geçmişleri de var, sosyalistlerin çıkardığı dergide yazılar yazan insanlar... Yani sanıldığı gibi sadece toprak ağaların temsilcisi değildir parti, heterojen bir yapısı var...

Demokrat parti tek başına ve meclis çoğunluğunu alınca bu yaratılan güç elbette baş dönmesine sebep olacaktır... İçinden çıktığı partinin özelliklerini de hayat bulacaktır elbette. Birden bu kadar gücü elinde görenlerin elbette niyetleri ile somut gerçekler arasında çatışmaya da sahne olmuştur... Tek parti, tek lider, tek vatan anlayışında olan bir liderin her düşüncesi, her kararı vatan içindir ve tartışılmazdır... Bu tartışılmaz kararlar ülkeyi ve partiyi de hedefinden kısa sürede taşıyacak ve geldiği partinin faşist anlayışına uygun bir yapıya döndürecektir... Tek lider ve tek doğru üzerine oturtulan devlet anlayışı, kendine göre bir eğitim sistemi de yaratmıştır. Osmanlı’dan beri gelen bir devlet anlayışı hep varlığını korumuştur. Tek lider hep var olmuştur.

Eleştirdiği her şeyi kendi çıkarı için kullanan bir parti...

Demokrat parti var olan CHP’nin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Geçmişten o güne kadar var olan tek adam rahatsızlığı ve tek doğru kavramının yaratmış olduğu handikaplara karşı ortak düşünce ve ortak aklı savunan ve Cemal, Enver ve Talat paşalardan bu yana gelen eleştirilerin hayat bulduğu bir partidir. Kökleri aynıdır ama duruşları farklıdır. Hepsi kök olarak aynı partiden gelmeleri, aynı kadro olarak cumhuriyeti kuranlardır. Silah arkadaşlığından aynı parti içinde siyaset yapan insanlardır. Kadro Dergisinden, sosyalist çevrenin çıkardığı Görüşler dergisinde makale yazanlardan oluşan bir muhalif çizgiyi de içinde barındırır… Başlangıçta hepsinin ortaklaştığı nokta demokrasidir. O yüzden işlemlerini içeren bir ismi parti adı olarak seçmişlerdir. Demokrat!

Parti kısa sürede bir lider partisine dönüşecektir.

İçinde yer alan solcuların da kısa sürede tek lider kavramına karşı duruşları ve seslerini çıkarması anlamına gelir...

Parti içinde yer alanların bir bölümü “hürriyet “isterler, eleştiri okları Menderes'e yönelmiştir...

Menderes'e karşı muhalif çizgiyi oluşturanlar “Eleştirdiğine çok benzedin” derken, uyarırlar ama Menderes ve çevresi bu eleştirilere kulaklarını kapatmıştır, hatta en ufak eleştiriyi kendisine ve partiye saldırı olarak algılamış, eleştiri yapanlar partiden ve Menderes çevresinden uzaklaştırılmış...

İhraç edilenler ve istifa edenler kısa bir süre sonra ayrı partiler kurmuşlar...

Seçimlere kısa bir süre kala 27 Mayıs darbesi olur...

Bilinen yassıada mahkemesi olur...

İdamlar olur, siyasetten uzaklaştırılanlar olur...

Yeni bir süreç başlar...

İnönü darbe sonrası ilk seçimi kazanır ama “topal ördek”tir. Eskisi gibi faşist ideoloji ile adım atacak konumda değildir...

CHP içinde bir tartışma başlar, bu tartışmayı demokrat partiden ayrılıp başka parti kuranlarda CHP üyesi olarak dahil olurlar... “Sol” kavram ortaya atılır...

Eski demokrat partisinden gelenler geçmişlerinden dolayı öne çıkamazlar ve genç çalışma bakanını önlerine alırlar ve Ecevit ortanın solu ile CHP'yi sola çekmeye çalışan birçok ilkeyi ortaya koyar...

Adalet Partisinin baskısı ile CHP içinde sol tartışmaya açılır...

AP/Demirel sağın tek temsilcisi olmak için tüm sağ politikaya sahip çıkınca CHP sağdan oy alamayacağını görmüş ve “seçeneksiz” olarak sağın soluna kaymıştır...

CHP seçeneksiz kaldığı için ülkenin bekası için “sol gibi” davranmayı seçmiştir ve bu sayede ülkenin kurucu partisinin sol bir çizgiymiş gibi bir algının oluşumunu sağlar...

“Karaoğlan” efsanesi sağ partiyi Demirel karşısında umut olarak kendisini ortaya koymuştur... CHP hiçbir zaman kurucu ilkelerinden vazgeçmemiştir...

Sadece algısaldır işler...

Deniz Baykal hizip olarak ortaya çıkmış olması onun sağ çizgiden uzaklaşmasını getirmemiştir...

İsmail Cem Özkan

 

5 Nisan 2024 Cuma

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Bugün Arter adı verilen bir sergi binasına gittim. Genelde modern - çağdaş sanat adı verilen eserler sergileniyor... Burası bir müze değil, normal sergiler var… Değişen etkinlikler yapılmaktadır ve düzenli olarak benimde içinde olduğum mail adreslere gönderilmektedir. Zaman zaman basın gösterimlerine de davetiyeler yapılmaktadır.

O alana gidene kadar sergi salonlarına girmenin paralı olduğunu bilmiyordum, burada gördüm! Gerçi ben modern sanattı pek sevmem, çoğu eseri de anlamam, içlerinde sevdiğim çalışmalarda elbette var ama genelleştirildiği an sevmediğimi bilirim, bana seslenmiyor… Belki de eğitimden kaynaklanan bir durum söz konusu. Kuşaklara harf takıldığı bir zamanda içinde bulunduğumuz genç kuşağın hayal dünyasında yarattığı imgelerine çok uzak olduğumdan kaynaklanıyor da olabilir. Bana seslenmeyen eserlerin olmamasını savunmam, aksine olmalıdır, çünkü beğeneni çok, alıcısı da var...

Her düşünce kendi alanını açar ve o alandan yol alır…

Her buna benzer sergilere gittiğimde kafamda soru oluşur, gördüğüm o eserler satın alan tarafından nerelere konuyor onu da bilmiyorum, alanın sorunu...

Sanayinin ortasında modern binalar, sanayiyi ortadan kaldırmış, yerine yeni binalar içinde sanat merkezleri olmuş… Sanayiden zaman içinde orada hiç iz kalmayacak gibi, çünkü modern dokunuşlar geçmiş ile bağlantıları hepten yok edip, yerine daha modern binalar oturtuyor…
Arter, yerleşim olarak eskiden küçük sanayinin olduğu bir bölge: Taksim'in altında Kasımpaşa, Kurtuluş arasında yer alan Dolapdere’de. Eskiden orada ağırlıkla küçük sanayiciler bulunurdu, araba tamiri, lastik değiştirmek gibi işler yaparlardı.

Arter’in bulunduğu caddede sanayicilerin dükkanların yıkılıp yerine kondurulmuş büyük, çağdaş, modern adı verilen beton binalar...

Koç grubu da daha önce İstiklal Caddesinde başlattığı kurumunu bu yeni yaptırdığı binaya taşımış... Güzel de yapmış, çünkü daha geniş alanda daha fazla sanatçı eserlerini görücüye, satılığa çıkarabilecek... Bir kaç kişide gelecekte olup olmayacağını bilemeyeceğim bugünün piyasasına seslenen eserlerini satacak. Ekmek kapısı yani...

Sergi salonuna dış kapıdan kontrol ile geçiliyor...

Binanın içinde Koç Grubuna ait Divan Pastanesi müşterisini yani parası olanı bekliyor... Bu da çevresi ile zıtlık oluşturuyor, karşıda araba lastiği çeviren asgari ücretle çalışan işçi, ucuz iş yapan işveren Divan Pastanesinin bu salonundan alış veriş yapması hayal, zaten fakir insanların hayallerine bile buraya girmek yoktur...

Ayak takımı sergiyi gezmesin, parası olan gezsin diye bir sergi salonu oluşturulmuş. “Ben parası olana sanatı gösteririm, kısaca ben bana geleni ayırt eder, kategorize eder ve ona göre bana uygun olanları salonuma alır ve gezmelerine izin veririm” anlayışı hakim...

Satın alan gelsin, almayanın burada işi ne?

Bir sanat eserinin sanat eseri olması için satılması gerek, satılmıyorsa zaten o eser sanat değildir, yeri çöplük! Bir gün biri satın alıp piyasa sürerse o sanatçının eseri sanat eseri olur, piyasaya düşmeyen ancak sahaflarda yerini bulur!

Arter neden paralı?

Cevabını aslında verdim, çünkü parası olmayan, fakirlerin yaşadığı bir yerde açılan sanat merkezlerinin müşterisini rahatsız edecek görüntüden uzak tutmak için onların satın alma gücünden daha fazla bir giriş ücreti koyarak onları resmen olmasa da dolaylı olarak engelleyerek kovmasıdır...

Sanat herkes için değildir, parası olan içindir. Parası olan ise bulunduğu mekanda fakiri görmek istemez!

Sanat eserinin değerini düşürecek hiçbir atmosfer orada olmaması gereklidir...

Bugün Arter'e gittim... Gerçi ben sergiyi değil, kafamda oluşmuş soruları sormak adına birini görmek için gitmiştim. Yerinde olmadığı için geri çıktım...

İşçi sınıfının olduğu yerde burjuvazi kendisine göre mekan açmış, görünmez kaleler oluşturmuş, içine belirli insanlar gireceği sınıfını ve tercihini belirlemiş bir mekan!

Sanatın mekanında sanattan hoşlananlar değil, parası olanlar yer bulunacaktır...

Belki fakir biri, orada yetişen bir çocuk oradan etkilenecek ve belki sanat eğitimi alacak ama hayır!

Koleje giden çocuklar aileleri ile gelecek ve orada yapılan etkinliklere parası ile katılıp bir şeyler öğrenip gidecekler...

Çevresine kapalı ama parası olana açık bir mekan!

Paranız varsa, parasını verip gezeceğiniz bir sergi alanı Arter…

İsmail Cem Özkan

 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Onlar devrim yolunda öldüler…

Onlar devrim yolunda öldüler…

Algılarla oynamak son yıllarda moda oldu, sürekli söylenen yalanlar ile yalan gerçeğe dönüştürme girişimleri tarihi kişilikler üzerinden sürüyor…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi tarihi kişilikler ve bir dönemin sembolü olmuş liderlerin anlayışları bu saldırıların merkezinde yer alması tesadüfi değildir, çünkü geçmişin devrimci dalgasını yok ederseniz, gelecekte oluşması muhtemel devrimci hareketlerin elinden tarihi bir birikimi elinden almış olursunuz… Devrimci birikimi yok ederseniz, o gençleri maceraperest, idealleri için yola çıkmış, devletin altı okunu üzerine çekmiş, gladio tarafından “etkisiz” hale getirilmiş olarak algılanır. Düzen içinde düzene biçim vermek, reformist hareketler ile ilerleme olur, geçmişin üzerine basmadan, ilerici yönlerini alarak ileri bir devlet oluşur algılayışı genel içinde kabul görmesi için çabaların var olduğu gerçeğini yaşamaktayız.  Genelde bu algı oluşumunu kendisine devrimci, geçmişin devrimci hareketlerin liderlik pozisyonunda olanların üzerinden yapılmaktadır. Belki daha gerçekçi olması için bu kişilere bu söylemler söyletilmektedir…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışından kopup sosyalizm mücadelesine geçtikleri gerçeğini yok sayarak onları Kemalist / Atatürkçü olarak algılayıp, burjuva devrimini savunuyor gösterme çabaları içindeler... Eğer onlar Kemalist olmuş olsalardı "liderimiz Mihri Belli, yolumuz belli" demeye devam eder, ayrı örgütlenme kurmazlardı!

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları ve son yazıları ve de savunmaları Kemalizm eleştirisidir. Bugün dahi sorulmayan soruyu sorayım: Kürt halkını hiç bir zaman tanımayan Kemalizm ile nasıl ortak bağı olur bu devrimcilerin?

Kemalizm, Kürt sorunu çözümü onu yok saymak ve bir talep olursa zor ile bastırmak olmuştur. Kemalist devrimi sürecinde 12 Kürt isyanı karşısında tutumu ortada olmasına rağmen, hala devrimcileri Kemalizm ile paralel gösterme çalışmaları devam ediyor.

Özellikle Mahir ve Deniz'i Kemalist sol ile ortak anmaya çalışanların hedefi bellidir, onların devrimci düşüncesini yok edip, sistem içi reformist, revizyonist göstererek uysallaştırma girişimdir.

Mahir ve arkadaşları devrim için yola çıktılar, Kızıldere'de bildikleri ve inandıkları gibi kavga edip bu hayattan koptular... Onları idama, ölüme götüren o siyasi atmosferi yaratan düşünce Kemalist düşüncedir ve ideolojisidir...

Kemalizm ile kopmadan “sosyalizm mücadelesi” olmaz, çünkü Kemalizm işçi sınıfını yok sayar ve onların örgütlü halini devletin geleceği için en büyük tehdit olarak görür...

Küçük bir azınlık olan komünistler ve partileri Mustafa Kemal yaşarken başlarına gelen işkence, katliam, linç ortadayken, katiline hayran bir komünist göstermek ne kadar doğrudur?

Kemalizm sol ile ilişkisi yoktur, tersi sağ bir anlayıştır, burjuva devrimini gerçekleştirmek için örgütlenmiş İttihat ve Terakki Partisini ideolojisini ileriye taşımış bir anlayışa sahiptir... Yoktan var etmiş olduğu bir şey yoktur, var olanı geliştirmiş ve yeni söylemler ile hayat bulmasını sağlamıştır. Osmanlı devletinin devamıdır, onu yok etmiş ve yeni bir devlet oluşturmamıştır, tüm kurumları ve bürokratik yapısı ile Ankara merkezli bir devlete dönüşmüştür.

Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın da içinde bulunduğu gençlik hareketi Kemalist bir duruş ile ilk adımını atmış ama 68 gençliği içinde o atılan ilk adımı devleti savunmak pozisyon ile başlayan süreci devleti yıkıp yerine sosyalizm idealini gerçekleştirmek üzerine kadar ileriye taşımışlardır. Başlangıçta ki Kemalist görüşleri ile bayraklaştıkları partilerini kurduklarında hiç bir ilgileri kalmadığı gerçeği ile karşılaşırız... Onlara göre birkaç “iş bilmez” lideri/ kadroyu değiştirip, ülkeyi anti -emperyalist/kapitalist anlayışa uygun yeni rotasına sokup, “Tam bağımsız Türkiye” yaratalım diye bir anlayışı yoktur. Lider değiştirerek bu işler olacağını düşünmüş olsalardı darbe ya da yanlış liderlere karşı suikast girişimleri yaparlardı. Bu gençler o dönemde gerçekleştirilmek istenen “sol darbe” içinde yer alırlardı, en azından o darbeyi savunurlardı.

THKP-C ve THKO sürecini yok sayan her anlayış onları reformist, maceracı bir kaç genç olarak tanımlar ve gelişen gerici harekete karşı var olanı savunmak, korumak ve de geliştirmek isteyen ideal insanlar olarak tanımlar...

Mahir ve Deniz hiç bir yerde ölümlerine bir adım kala kendilerini yok etmek için gladyosunu harekete geçiren devleti ve onun ideolojisini savunmamıştır...

"Kurtuluşa Kadar Savaş" sloganında kurtulması istenen burjuva devletidir... Eğer reformist olmuş olsalardı kurtuluşa kadar değil, "daha konforlu, eşit bir ülkede bir arada yaşam!" diye cümle kurmaları gerekliydi...

Unutmayın, Deniz’in son sözleri şunlardı:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın işçiler, köylüler!”

Deniz Gezmiş,  Mahir Çayan ve arkadaşları devrim yolunda öldüler/öldürüldüler…

Onlar bugün hala isimleri geçiyorsa, yaktıkları ateş hala canlı ve toplum içinde karşılık bulduğu içindir.

 

İsmail Cem Özkan

 

28 Mart 2024 Perşembe

Kardeşlerimi Arıyorum

Kardeşlerimi Arıyorum

Bir gün bir şehirde bir bomba patlar, o patlayan bombanın faili bir Ortadoğulu olarak gösterilir. Medya ve polis anonsları ile gözler o şehirde yaşayan Ortadoğu görümlülere çevrilir. O şehirde yaşayanlardan biri de Tunuslu öğrencidir.

Tunuslu öğrencinin adı Amor’dur. O olayın olduğu zamanda diskotekten evine dönerken sarhoştur ve çocukluk arkadaşının sürekli telefon etmesine rağmen kayıtsızdır. O kayıtsızlık anından itibaren Amor’un geçmişine doğru bir yolculuk başlar, çünkü onun çocukluğu o andaki duruşunun sebebidir.

Eğitiminde hep çalışkandır, kendisine göre ezberleme yöntemleri bulmuştur, örneğin kimya dersi için; ezberlenmesi gereken elementleri arkadaşlarına uyarlayarak bir anlamda yansıtmıştır. Her bir arkadaşının özelliğine göre elementlerden isimler seçmiştir. Arkadaşları onu “inek” olarak tanımlar…

Birbirinden bağımsız ama bir biri ile ilişkisi öyküler bütündür “kardeşimi arıyorum” oyunu…

Her bölümde bağımsız bir anlatım söz konusudur, başlangıç, gelişme ve sonuç. Her sonuç diğerinin başlangıcıdır ve diğer bölüme hip hop müzik ile geçiş olur. Müzik sözleri bizi ne beklediği konusunda ipuçları verir. Söz ve müzik uyumu başlangıcından itibaren kendisini gösterir. Batı ve doğunun harmanlanmış halidir bir anlamda…

Çocukluk ile başlayan öyküler okumak için gidilen Stockholm ve orada yaşamının ülkesi olan Tunus ile bağlantısının devamı seyirciye verilir. İsveç'te bir öğrencidir, yalnızdır. İsveç insanın kendisine bakışı, duruşu ve onun İsveçlilere karşı önyargısı ve bu yargının oluşturmuş olduğu içsel çatışmaya şahitlik ederiz.

Azınlık olmak, öteki olmak yalnız olmak gibi kavramlarının birey üzerine etkisi öyle bir çıplak şekilde verilir ki, okuyucu/ seyirci bu gerçeklik ile yüzleşmesini olanak verir.

Farklı bakışlar aynı metin içindedir.

Bir İsveçli olayı algılayışı ile bir yabancının aynı olaya bakışı ve algısı farklıdır. Farklı yerden bakanın elbette tepkisi de farklı olacaktır…  Çoğu zaman görünmez olan bu insanların penceresinden kendilerine karşı gelişen tepkinin öznesi olmanın yaratmış olduğu baskı ve o baskının geldiği ülkede yaşayan yakınlarının endişeleri ve korkuları bu oyunun içinde ironik bir anlatım ile seyirciye verilir.

Seyirci kara mizahın dilini sahne ışıkları içinde yakalanmaktadır.

Bir bomba patlar ve o şehirde yaşayan bir Ortadoğulu öğrencin tüm hayatı değişir.

Değişim fiziki değildir, ruhsaldır. Gerçek hayatta veremediği tepkiyi düşüncesinde, hayalinde vermektedir. Büyük bir çelişki yaşamaktadır. Tepkilerini bastırmak zorundadır ve oluşan atmosferin bir kurbanı olduğu içinde sinmiş, kaçak ve her an suç üzerinde kalacak korkusu içindedir. Bir diskoteğe girmek isteyen bir Ortadoğulu öğrencinin hayatını karartan polisiye bir olay aklının bir köşesinde saklıdır ve o saklı olan açığa çıkar, çünkü o Ortadoğulu, ayrımcılığa karşı durduğu için ömür boyu taşıyacağı suçlu olarak kaydetmiş fişi hep önüne çıkacaktır…

Bir yabancının üzerine atılan her unsur onun suç hanesine kaydedilir, polis bu konuda araştırma ihtiyacı dahi duymaz, çünkü oluşan önyargı gerçek olarak algılanır ve ona göre raporlanır… Küçük bir yaratılmış suç yabancının üzerinde ömür boyu sürecek bir lekedir…

Ön yargı öyle bir şeydir ki, normal yol tarifi için polisle konuşan vatandaşı bile kahramanımız polis şiddeti gören olarak algılar ve polislere saldırmayı planlar, çünkü o kendi gibi bir mazluma suç atıldığını düşünür…

Önyargı karşılıklıdır, çünkü öyle bir atmosfer içinde yaşamaya zorlanan yabancı ve aynı zamanda Müslüman biri batı dünyası içinde potansiyel cihatçıdır, kelle kesen, araba patlatan, uyuşturucu satan, toplumun düzenini bozan, çocuklarını zehirleyen olarak algılanır… Kişinin öznel durumu göz önünde değildir, o toptan bakışın içinde “kurunun yanında yanan yaştır”… Elbette bu önyargı karşılıklıdır, o da aynı şekilde tüm İsveç vatandaşı ırkçıdır, polisi suç yaratıp yabancıya işkence yapan, devlet memuru her zaman en kötü olasılığı yabancıya layık görendir ve ölümü ve şiddeti hak etmiştir!…

Şehirde bir araç patlamıştır, okumak için İsveç'e gelen zeki bir öğrencinin hayatı iç çatışması ile birlikte değişmiştir.

“Kardeşlerimi Arıyorum”, toplumu her açıdan eleştiren bir öyküler toplamıdır…

Her bölüm bir biri ile ilgilidir, birbirinden bağımsızdır… Her olayın örgüsü sizi diğer olayın içine çekmektedir. Telefon konuşmaları çok iyi düşünülmüş bir bağlantıdır. Bizi Amor’u zaman zaman şizofren olup olmadığını sorgulatır, zaman zaman paranoyak olarak karşımızda buluruz. Çocukluk arkadaşı Shavi vicdanıdır, aynı zamanda onu merak eden, olayları önceden haber vermek isteyen bir iç sesidir…

Oyunun konusu bu olunca, oyuncuların işi zordur, çünkü iç içe geçmiş hayal ile gerçek sahnede seyirciye verilmelidir. Her şey sahnede olması gerek, öncelikle telefon konuşmaları. Telefon konuşmaları arasında iç konuşmalara geçişler olur, her geçiş ışık ile seyirciye verilir…

 Amor rolü ile Uğur Uzunel müthiş bir performans sergiler. Sahneden hiç ayrılmadan her bölümde yönetmenin kendisine vermiş olduğu tüm görevleri yerine getirmiştir. Özellikle efor çok kullanılan sahnelerde sesini çok iyi kontrol etmekte ve seyirciye anlaşılır bir dil ile rolünü oynamaya devam etmektedir…

Shavi rolü ile Metehan Kaya’yı izliyoruz. Uğur Uzunel’in sahnedeki başarısına katkı yaparken, aynı zamanda kendisine verilen rolü -diğer oyuncular gibi-  yerine getirirken sahnede hareket alanı yaratarak Uğur Uzunel’i daha görünür kılmaktadır… Endişeli, neşeli, çocuk gibi saf halini hem mimikleri hem de vücut dili seyirciye rolünü başarılı bir şekilde ulaştırır…  

Can Sertaç Adalıer, kuzen rolündedir ama şivesi ile dikkati çeker, öykünün o bölümünde din ve toplumsal algılayış konusunda Tunus toplumu ile yüzleşmemizi sağlar. Tunus’ta muhalefetin iki net ayrımın olduğu ama o, o ayrımın ortasında kendisine ait bir buda yaşamını seçmiştir. Farklıdır ve farklı olduğunu da özellikle konuşması ve şivesi ile gösterir…

Buse Külekci, Gülün Bakkaloğlu hafiye, büyükanne, hayvan hakları derneğinde telefonda pazarlamacı rolü ile oyunun ayrılmaz parçasıdır. Adını andığımız oyuncular oyuna diğer oyuncuların yapmış oldukları katkılar kadar katkı yaparken, her biri canlandırdıkları roller ile hem eğlenceli anların yaşanmasını sağlamışlar, hemde oyunun daha anlaşılır olmasına katkı sunuyorlar. Oyun onlarsız olmazdı, eğer onları çıkarırsınız sahnede ne Uğur Uzunel ne Metehan Kaya gözükür olur…

İzlediğim yerden sahneyi tam olarak göremedim, o yüzden mimikleri ve köşelere doğru hareket alanları benim için karanlık noktaydı… Elimden geldiğince arkamda oturanları rahatsız edecek şekilde vücudumu eğip bükerek oyuncuları takip etmeye çalıştım. (Balkonda köşe bir yerde oturuyordum.)

Ülkemizde Arap kültüründen gelen bir yazarın sahneye uyarlanmış öykülerini seyretmek büyük bir keyif verirken, bizi batı dünyası içinde yaşanmakta olan günlük hayata her iki açıdan büyüteçle bakmaya davet etmektedir…  Oyun sonunda sizde çok önemli izler bırakacağını düşünüyorum, en azından ülkemizde mülteci olarak gelenlere karşı yaratılan önyargılardan biraz da olsa sıyrılmamızı sağlar…  Oyun üzerine daha fazla söz söylenir elbette, ben sadece bir köşe yazısı boyutu içinde izlenmesi gereken bir oyundan bahsetmek istedim... Konusu ve oyuncuları ile müzik, sözleri, ışık, sahne tasarımı, sahneye arka fonunda kullanılan perde, oyuncular rol dışında orada sahneyi izlemesi akıllıca düşünülmüş olduğunu gördüm. Sahnede bir halı, bir plastik sandalye, birkaç poşunun olması oyunda oyuncuların çok rahat hareket etmesini sağlamış… Bir bütün olarak baktığımızda yönetmen çok iyi değerlendirmiş metni ve metne uygun bir oyunu sahneye taşımış... Oyunda her emeği geçen üzerine düşeni en iyi şekilde yapmış.  İzleyin derim, kaybetmezsiniz kazanırsınız… Bir araç patlar birinin hayatı değişir, seyredin sizin de hayata bakışınız değişiminde küçük de olsa katkısı olsun…

 

İsmail Cem Özkan

 

Kardeşlerimi Arıyorum

Yazan: Jonas Hassen Khemiri

Çeviren: Eylül Aktürk

Yöneten: Barış Gönenen

Yardımcı Yönetmen: Aslı Menaz

Metin Düzenleme & Dramaturji: Kayra Babalık

Dekor ve Kostüm Tasarım: Bengü Şener

Dekor ve Kostüm Uygulama: Ferhat Kaya

Müzik: Utku Güçoğlu

Şarkı Sözleri: Kayra Babalık

Hareket Tasarım: Orçun Okurgan

Işık Tasarım: Ra Yavuz

Işık Kumanda: Deniz Kayas

Müzik Kumanda: Ergün Metin

Afiş Tasarım: Açelya Kırmalı

Fotoğraflar: Gökhan Polat

Yürütücü Yapımcı: Aylin Pınar Aydemir

Asistan: Aylin Akın

Yapım: Ara Sahne

Oynayanlar: Buse Külekci, Can Sertaç Adalıer, Gülin Bakkaloğlu, Metehan Kaya, Uğur Uzunel

 

25 Mart 2024 Pazartesi

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Son yıllarda yapılan seçimlerde seçmeni motive edenlere bir baktım, AKP seçmenini CHP, CHP seçmenini de AKP motive ediyor. Karagöz ve Hacivat oyununda hep dayak yiyen bellidir. Seçimlerde hep ayak yiyen bugüne kadar CHP oldu...

Peki, bu oyuna seçmen neden gelir?

Çaresiz ve alternatifi olmadığı için...

 İki sağ parti Türkiye'de yaşayan tüm seçmenlerin akıl tutulması yaşamasına sebep oldu, peki bu akıl tutulması politikası nasıl uygulandı?

Amerika'da iki parti dışında yüzlerce parti olduğunu biliyor musunuz? Olması kadar doğal bir şey yoktur ama kapitalist Amerika’da seçimi kazanabilecek her daim iki parti vardır, diğerlerinin varlık sebebi sosyal hizmet! Bu durum nasıl yaratıldı?

Kapitalizm, kendi kalesinde işçi sınıfının yok eden bir seçim sistemini nasıl hayat verdi, çünkü kapitalist sistemde işçi sınıfının güçlü olması demek sistemin tartışılması anlamına gelir. Seçimler, sistemi tartışmayan ve sistemi hiç söz etmeden savunan iki partinin devir törenidir, başka bir anlatımla yorgun lideri değiştirme törenidir…

Bir ülkede sistemi tartışma dışına çıkardığınız an; sermaye her durumda kazanır, kısaca buna "kazan kazan" modeli derler...

“Kazan - kazan” modeli kapitalizm tanımıdır!

Ülkemizde bu süreç 12 Eylül öncesi 24 Ocak kararları ile başladı...

Liberalizm, revizyonist bir toplumu yarattı…

Kapitalist sistemde yer alan sistemi sorgulamayan sağ sol, ayrımı yapmadan tüm siyasi partiler ve halk revizyonistir...

Amerikan modelini kendine model olarak alan ülkelerde, sistem içinde sistemin sorunu sistemin büyük olarak ortaya koyduğu iki sağcı parti içinde aramak... Sol güçsüzleştirilir, çünkü sol işçi sınıfı demektedir, işçi hakları filan, onlar sermaye sahiplerini rahatsız eder, işçiye verilecek hakları da patronlar belirlemelidir...

 Her şey sistem içindir.

Her şey kapitalizm için işler...

Ülkemizde revizyonist olduğunun “farkında” olmayan sol mevcuttur, devrim hedefi yerine yeniden yaratılacak "cumhuriyet" için mücadele eder… Önüne hangi sıfatı koyduğunuzun önemi yoktur, çünkü sistem ile çatışmaya girmeden sistemin belirlediği sınırlar içinde riske girmeyen politika ve söylem üretmektir... Analiz eder ama analize uygun bir siyasi mücadele partisi yaratmaz, seçimden seçime seçim adaylarını belirleyip analiz etmeye devam eder… Kısaca, 11. Tez sadece geçmişte kalmış bir cümle yığını olarak unutturulur!

Bugün AKP bakanları ile sahaya çıkması tesadüfi mi, değil... Kibirli liderin kaybettiği ortada ama o kibri saklamak için devletin parası, yani halkın parası ile halka propaganda yapılıyor...

Peki, alternatif?

AKP politikası dışında bir politika ortaya koyamayan diğer siyasetçi...

 İmamoğlu sağcıdır. Sağ politika savunur tıpkı öncesi Kılıçdaroğlu ve Baykal gibi... Onların birincil görevi AKP seçmenini sandığa gitmesi için motive etmesi...

Söylemler, bağırmalar, kavgalar, dalga geçer gibi konuşmalar ve hareketler...

Bu sistem içinde tüm liderler kibirlidir.

Üstten bakış söz konusudur ve halkın sorunu yerine ortaya serilen bakanların propagandası, satın alınan bina filan... kısaca halkın gündemi dışında halkın parasını harcayanların suç teşkil etmeyecek ya da hafif ceza alacağı işlerdir...

Tüm bakanlar, tüm vekiller, tüm bürokratlar, memurlar hepsi halkın parasını harcayan asalak konumdadır, başka söylem ile kene konumundadır... Kene yapışmış ama kimse o keneyi çıkaracak ne gücü ne de politikası vardır... Üretmeyen ama denetim görevini de yerine getirmeyenler sadece maaşlarını düşünür ve maaş artışı için ara ara ülkenin liderinden ricada bulunurlar… Lider ne tasavvur ederse –uygun görürse- o maaş onların hakkıdır, kimse bunu tartışmaz, itiraz bile edemez, sadece sendika başkanları görevleri gereği itiraz eder gibi yapıp, üyelerini ikna eder…

Kapitalist sistem içinde kalarak kapitalist sistemi yok edecek bir güç oluşturulamaz, Amerika’nın sırrı burada yatmaktadır...

İşçi sınıfını ve sınıf mücadelesini modası geçmiş bir söylem olarak görenler sistemin gerçek savunucuları ve bekçileridir...

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2024 Perşembe

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Ankara Devlet Tiyatrosu İstanbul turnesine gelmiş, turneye gelen tiyatroların eserini izlemek bende farklı duyguların oluşması yanında farklı düşünce kapılarını da aralıyor.

Farklılık, hayatın tek düzenine karşı sessizce bir isyandır…

Her farklı olan şey bizi farklı bir hayata taşıyabilir, zaten hayatımıza giren her teknolojik ürün bizi geleneksel hayatımızı bilensizce terk etmemizi, yeni olana kısa sürede alışmamızı sağlamadı mı? Yok olanın yerini yenileri alırken, ister istemez bireyi kendisine ve çevresine yabancılaştırır. Yabancılaşan insan bir anlamda içten içe bir kriz yaşar ve onu yönetebilirse başarılı olur, aksi halde izleyici olarak kalmaya mahkumdur. Hayatı izleyen ve müdahil olmayan çoğunluk ise otorite kimse onun gölgesine sığınıp çaresizliğini yaşamaya devam eder…

Oyunumuzun kahramanını Ruth Steiner’in hayatı bir ziyaret ile değişecektir.  

Peki, Ruth Steiner kim?

Ruth Steiner bir şairdir, Amerika’da ünlüdür, aynı zamanda üniversitede profesördür. Uzun yıllar boyunca öğrenci yetiştirmiş, öğrencilerini izlemeyi, onlar hakkında kendi içinde yorum yapmayı sevmektedir… Okul dışında ise yazı yazma konusunda danışmanlık ya da günümüz içinde popüler olan “yazarlık dersi” vermektedir ama yazarlık, ders verilerek olacak şey değildir. Günümüzde para kazanma yönetimlerinden sadece biridir, olmayacak şeyi olmuş gösteren yeni meslek dallarındandır…

Hayatını değişecek o ziyareti bir öğrencisi yapacaktır, özel ders almak için kapısını çalacak…

Kapı açılmıştır ve beklenen konuk kafasında yaratmış olduğu imaja uygun değildir. Kısa süreli beklentiler ve onun yaratmış olduğu durum ortamı germiş olsa da sonuçta para karşılığında zaman ayırmaktadır ve masanın başına geçilir ve çalışmaya başlanır.

Oyunun kurgusu diyalogların içindedir. İzleyiciyi o diyaloglar ile sonuca doğru hazırlanır…

“Konuşmak yerine yaz, çünkü konuşmak/anlatmak yazma dürtüsünü ortadan kaldırır!”

Öğrenci hem de konuk olan Lisa Morrison yazar ile daha fazla yakınlaşmak için her yolu denemektedir, girişkendir, canlıdır, öğrenme açlığı içindedir… Ruth Steiner bir asistan aradığını öğrenir öğrenmez talip olur. Hemen kabul etmez yazar, çünkü prosedürü vardır ve o prosedüre uymak zorundadır.

Kurallar belirleyicidir.

Her bölüm daktilo sesi ile başlar, çünkü üst yazıda yıllar ve yeri yazmaktadır… Daktilo aynı zamanda yazarların kullandığı araçtır… Sahnede daktilo hiç görmedim, gözüm aradı. Sahnede her şeyin bir matematik hesaba göre konduğunu bölüm arasında oluşan karanlıkta yapılan düzenlemelerden çıkarıyorum.  

Her bölüm öykünün bir parçasıdır…

Donald Margulies öyle bir oyun yazmış ki, sizi diyaloglar arasında tutuyor, her bölümde sona doğru taşımaktadır… Her sahne aslında sonuçta toplu olarak sonucun bir parçasıdır… Oyun sizi başta biraz sıkabilir, çünkü sonuçta diyaloglar yer almakta ve ağırlıkta Lissa Morrison’un mimikleri, ses tonu, davranışları seyirciyi kucaklamaya çalışmakta, Ruth Steiner daha otorite, sesi tok, davranışlarında sürpriz yoktur… Oyunun karakterleri davranış ve ses tonu ile yaşananları seyirciye ulaştırırken Lisa Morrison rolüne hayat veren Elif Kaman ilk sahnede çok başarılı bir çizgi çizmektedir, fakat Ruth Steiner rolündeki Sükun Işıtan ise sesi ile bir otoriteyi çok başarılı bir şekilde canlandırmaktadır. Kelimeler, oyuncuların sesi ve davranışı ile hayat bulmuş sahnede seyircisini konunun içine davet etmektedir…

İkinci bölümde ise ilk sahnede yaşadığımız roller arasındaki ilişki değişecektir, çünkü başarılı bir öykü yazarı aynı zamanda roman yazma adayı bir meslektaş konuma dönüşmüştür. İkisi arasında ki ilişki bir işveren işçi ilişkisinden çıkmış sırlarını paylaşan dostlardır… Bu bölümde ses, mimiklerden ve davranışlardan daha öne çıkmaktadır. Sesler ile yapılan vurgular yaşanan dramın aslında bir trajedi olduğu, geçmişin sırları bir romanın konusu olduğu gerçeği vardır…

Lisa Morisson “konuşma yaz” öğüdünü hayata geçirmiştir, o hayata geçen eylem aslında “etik” kavramını da tartışmaya açmaktadır…

Birinin hayatını onun izni olmadan, onun hayatının içine girip deşifre etmek!

 Popüler kültür öyle bir atmosfer yaratmıştır ki sizin mahreminiz bir metaya dönüşebilir, saklı bir şey kalmasına gerek yok, çünkü okuyucu bunu talep ediyorsa, o talep yerine getirmelidir, hayatı, özel anları elinden alınan için ise sadece sesini yükseltip itiraz etmesi kalıyor…

Bu bölümde Sükun Işıtan sahnede devleşiyor… Artık yaşlanmıştır, yürüme zorlu çekmektedir. Yetiştirdiği yazar popülerdir, okuma günlerine gidip kendi eserini tanıtmak da, onu satışında yer almaktadır… El, ayak, ve vücudu her sesini yükselttiğinde biraz daha titremekte, gençliğinde olduğu gibi vücuduna ve sesine hakim değildir, bir kriz anını yaşamaktadır, aynı zamanda hayal kırıklığı, ve kandırıldığı hissini.

Bir roman için gözlemlenen bir öznedir.

Onun özeli artık onun özeli olmaktan çıkmış, asistanı, hayat arkadaşı tarafından çalınıp başarılı bir romanın öyküsü olmuştur… Bu duyguyu seyirciye öyle bir aktarmaktadır ki, seyirci masadan atılan kitaplar, kağıtların etkisi ile irkilmektedir, sanki kitap salonun içine gelecek gibidir… Çaresizlik, güveninin yok edilmesi ile oluşan hayal kırıklığı, öyle bir sunuluyor ki, ister istemez kurgunun içinde kurguyu yaşan oluyor seyirci…

Elif Kaman ise bu sahnede her ne kadar ilk sahneye göre geriye düşmüş gibi gözükmüş olsa da üstüne düşen görevi çok iyi yerine getiriyor… Sonuç olarak her iki oyuncu diyaloglara öyle bir hayat veriyorlar ki, oyun diyaloglar arası sıkıcı olmasından çıkarıyor, seyirciyi o diyaloglar arasına alıyor… Bu diyalogları ışık, dekor tasarımı ile yaşanır kılınıyor, kıyafetler her bölüm için ayrı ayrı hesaplanmış…

Yönetmen Jason Hale, Donald Margulies’in oyununu Murat Somay çevirisi ile istediği gibi sahneye taşımış olduğunu düşünüyorum… yazmaya hevesli olanların en azından bu oyunu bir kere dahi olsa görmelerini öneririm, çünkü yazmak ve etik kavramını seyircisinin kafasının içinde tartışmaya açıyor, sonucu seyircinin duruşuna bırakıyor, kim nasıl bir sonuç çıkarırsa çıkarabilecek şekilde kesin kanaat belirtmiyor…

İsmail Cem Özkan

 Yazan:  Donald Margulies
Çeviren: Murat Somay
Yöneten: Jason Hale

OYUNCULAR:

Ruth Steiner: Sükun Işıtan
Lisa Morrison: Elif Kaman

Dekor Tasarımı: Selim Cinisli
Kostüm Tasarımı: Fatma Sarıkurt
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Asistanlar: M. Burçak Kaya, Ege Tolga
Sahne Amiri: Pınar Güldü
Kondüvit: Safa Yetişen
Işık Kumanda: Mustafa Bal
Suflöz: Filiz Yılmaz
Dekor Sorumlusu: Ali Şimşek
Aksesuar Sorumlusu: Umut Polat
Terzi: Rabia İpek
Perukacı & Makyöz: Murat Akgün
Sinevizyon Sorumlusu: Deniz Çağlar Yakar

 

10 Mart 2024 Pazar

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Birinci dünya savaşı öncesidir. Masa üzerinde bloklar oluşmuş, savaş senaryoları oynanıyor…

Dostlar ve düşmanlar…  

Savaş öncesi savaş masa başında ve diplomaside devam etmektedir.

Diplomasi savaşları her savaş öncesi kızışır, sonra sıcak savaşta güçler ortaya serilir ve anlaşma ile sonuçlanır...

Diplomasi masa başında yapılan savaş planına uygun şekilde uygulanır. Dostluk gösterileri yapılır savaşta güç gösteri yapanlar arasında, ikiyüzlülerdir ama olsun düşmanına gülen yüzler ile küfretme dönemidir... Diplomasi gülerek karşındakine küfür edip onu kızdırma ve hata yapmasını sağlamak gösterisidir bir anlamda. Hata yapan kaybedecektir kendi halkının gözünde. Savaşan taraflar için haklı olmak başlangıçta önemlidir, ölecek askerleri motive etmek için…  

Birinci dünya savaşı öncesi savaşa girecek ülkeler ve cepheler bellidir. Güçler karşılıklı olarak ayrılmış, müttefikler ortadadır. Savaşı belirleyecek büyük güç İngiltere ve Almanya’dır, diğerleri o büyük yanında yer alan güçlerdir. İngiltere deniz savaşında üstündür, savaşı kısa sürede biteceğini hesaplamaktadır, savaşın uzaması demek tüm güçlerin zayıflaması anlamına geleceği baştan bellidir...

İngiltere için iki devlet çok zayıftır ve iki zayıf devletten birini yanına almak zorundadır, tercihini Rusya tarafına yapmıştır, çünkü Rusya Prusya’nın ebedi düşmanıdır. Rusya yüzölçümü ve zayıfta olsa güçlü bir insan yığını ordusu vardır. Almanya için o sınırların genişliği gücünün zayıflaması anlamına gelmektedir. Bir de direkt Almanya ile sınırı vardır... İkinci seçenek Osmanlıdır... Ama Osmanlı Rusya’dan daha zayıftır, müttefik olan ülkeye bağımlı olacağı için güç zayıflatacaktır... Savaş sırasında müttefikler için bir anlamda sırtta taşınan bir “hasta” olarak algılanmaktadır. O yüzden İngiltere baştan itibaren Osmanlı Devletini Almanya'ya doğru iteklemektedir... Rusya’da hastadır ama Osmanlı Devletine göre yürüyecek konumdadır, fakat Rusya yardım almazsa iflas edecektir. Bu baştan beri bellidir, o yüzden iflas etmeden İngiltere güçlerini Rusya sınırına taşımak zorundadır...

Churchill Çanakkale’ye doğru gemilerini götürmesinin en büyük sebebi Osmanlı’yı savaş dışına tutmak değildir, Rusya'ya yardım koridorunu açmaktır... Fakat o hayali kısa sürede bitecektir, aceleci kararsı sonucu iktidar koltuğundan da olacaktır... Masa başında yapılan senaryolardaki ilk çatlak lider değişimi ile henüz savaşın başında oluşacaktır.

Almanya ise ona karşı kendi savaş stratejisini masa başında yapmıştır, komutanlarının ve askerlerin nasıl ve nerede ne yapacağı önceden bellidir, sürpriz olmaması gereklidir...

2. Wilhelm Osmanlı devletini üç defa ziyaret edecektir Bağdat Demiryolu hattı çok önemlidir. Lojistik ve enerji yoludur... Fransa etkisinde olan Osmanlı bürokrasi yapısı ve düşüncesine karşı Alman ekolünün yerleşmesi ve Alman askeri stratejisine göre yeniden yapılanması için kapı arkasında görüşmeler ve reformlar yapılması için baskı uygulamaktadır...

2. Wilhelm Osmanlı topraklarının genişliği ve enerji kaynakları açısından Almanya stratejisi için önemlidir. İkinci önemli şey ise halifelik kurumudur. Osmanlı devleti çok zayıftır ve her açıdan Almanya yardımına muhtaçtır ama elinde bir kozu daha vardır: halifelik.

Almanlar dini savaş için bir silah olarak kullanacağını baştan hesaplamıştır. Cihat çağrısı yapması için halifeliği zorlayacak ve o isteklerine ulaşacaktır...

Osmanlı padişahları ilk defa halifeliği bir güç olarak kullanacak ve tarihinde ilk cihat çağrısını bu savaşta yapacaktır... Fakat cihat çağrısının yankısı sınırlı olacaktır, İngiltere ve Fransa yanında savaşan Müslümanlar için cihat çağrısını etkisi çok olmaz. Almanya masa başındaki hesaplarında ilk yanılgısını bu çağrı ile alacaktır.

Almanya, Balkan savaşından çıkmış yorgun Osmanlı toplumunu savaş için hazırlamak zorundadır. Osmanlı devletinin Almanya yanında savaşa girmesinin en önemli sebeplerinden birinin şark cephesinde Rusya’nın insan gücünün parçalanmasıdır, çünkü Almanya için önemli cephe Fransa sınırıdır, Fransa'nın savaş dışına düşmesi demek İngiltere'nin Avrupa içinde hareket alanın yok olması anlamına gelmektedir... Almanya için İngilizlerin Rusya kartına karşı Osmanlı kartı elinde kalmıştır ve tek seçenektir... Almanya direkt Türkiye sınırına ulaşması için Bulgaristan’ı da yanına almak zorunda olduğunu bilmektedir ve savaşan iki tarafı aynı çatı altında savaşmaya ikna edecektir...

Masa başında yapılan hesaplar savaşın çok uzun sürmeyeceği ve kısa sürede Avrupa’da yeni güç dengesi kurulacağı hesaplanmaktadır, fakat masa işi cephelere pek uymaz...

Çanakkale'yi geçemeyen İngiltere Rusya devrimini engelleyemeyecektir...

Rusya'da yeni bir rejimin kurulması başta Almanya’nın işine gelmiş ama kapitalist ve emperyalist politikasına terstir...

Almanya, Rus devrimi ile rövanşını ileriye bırakacaktır...

Almanya için önemli olan sıcak savaştır ve o savaşta ne kadar cephe daralırsa, lojistik stratejisi uygularsa o kadar başarılı olacağını bilmektedir.

Birinci dünya savaşı emperyalistlerin dünyayı yeniden biçimlendirdiği ve sömürdükleri devletlerin bir bölümüne bağımsızlık vermeleri ile sonuçlanmıştır...

Masa başında yapılan plana uygun olarak (kimin ne yaptığının önemi yoktur, kim kazanırsa kazansın) Osmanlı devleti parçalanmış ve oluşan yeni güçlü devletler arasında yeni “uydu/tampon” devletleri kurulmuştur...

Savaşlar masa başında öncelikle başlar ve sonra meydanlara çıkılır… Savaş güçlüler arasında yapılır ve öncelikle kanlı çatışmalar kendi toprakları dışında gerçekleşir…

İsmail Cem Özkan