31 Aralık 2008 Çarşamba

Yılın son gününden…

Yılın son gününden…

Yılın son gününde memleketimden insan manzaralarına baktım. İnsanın kendisini bu kadar ucuz sattığına tanık oldum.

Bir vakfın yapmış olduğu araştırma gündeme bomba gibi düştü derler ya, aynen o hissi verdiler. Bildiğimiz ve bildiklerimizi tekrar eden bir çalışmayı yeni gibi sunulup önümüze geldiğinde medya konusuz kalmış gibi üzerine atıldı. Mazlum rolü oynayanlar ve canavarlar gibi kavramlar arasında Hacivat, Karagöz sohbetlerine yeniden şahit olduk.

İnsan yaşamının bir bombanın değerinden daha düşük olduğunu Gazze’ye yapılan saldırıdan ekranlar aracılığı ile gördük. Bombaların korumasına verilen değer, insanın korumasına verilen değerden daha fazla olduğunu görmekteyiz. Özenle korunan bombalar son kullanım tarihine uygun olarak ölüm kusmaya devam ediyor. Her katliam radikal uçlara verilen destektir.

Kocaeli sanayi bölgesi, o bölgede yaşananlar Mili Piyango hayalleri arasında yok edilmektedir. Her haber kanalı bugünlerde Milli Piyango satan ve alanların peşinde kameralarını sürüklerken, Kocaeli’nde işsiz bıraktırılmış emekçilerin eylemleri soğuk altında devam etmektedir.

Fabrika sahipleri krizi bahane ederek, işçi kıyımına devam etmektedir. Fabrikaların gerçek sahipleri işçiler iş yerlerine girmeleri yasaklanmıştır. Yasaklanan işçiler iş yerine girdiklerinde hırsız muamelesi görmüştür. Fabrika sahibinin isteği üzerine, kolluk kuvvetleri her türlü çatışmaya hazır olarak, gece yarısı gelip fabrikayı basmıştır. İşçilerin girmesine yasak olan fabrika, kolluk kuvvetlerine açıktır. Kolluk kuvvetlerinin kimin hizmetinde olduğu daha çok anlaşılmıştır. Gece yarısı gelen baskında bir şeyi daha öğrendik, fabrika sahibi her türlü ısınma aracını kapatmış, karanlıkta bırakmıştır işçiyi. Orada bu soğuklarda hak mücadelesi yapanları insan yerine koymamak budur. Bu hak mücadelesinde kolluk kuvvetlerinin kimin yanında yer aldığı ortadadır. Gece baskınında direniş gücü kalmayan işçiler, fabrikayı terk etmeleri ile sona ermiş olmasına rağmen, direniş bitmemiştir.

Yıllar yılı kendisini solcu, sosyalist olarak görenler, portakal devrimi yapma ile övünen kurumlara hizmet etmekten büyük gurur duydukları ve alınan paranın önemli olmadığı, amacına ne kadar hizmet ettiğini geçmişte yaşadıklarını örnekleyerek anlatmaları, bende insanın fiyatının ne kadar olduğunu göstermesi açısından önemli olduğunu düşündüm. İnsanın fiyatı bellidir, bazıları ucuz, bazıları pahalı ama kendisini satan biri, geçmişi ile geçinmeye özen gösterir. Kendisini satanlar arasına kendisini aydın olarak görenlerin katılması yeni bir durum değildir. Fakat bugünkü kadar gözler önünde değildi. Kariyer için, biraz adam yerine konmak için birilerin kapısına kapı kulluğu yanında, besleme olabilmektedir. Besleme aydınlar, yaptıkları araştırmalar ile bilinenleri yeni gibi sunmaya devam ediyorlar. Besleme olanın hangi kapıya giderse gitsin, sahibinin sesi olacağını söylemek abartı olmasa gerek. Yaptıkları araştırma ve içinde bulundukları yerde, yazdıkları yazılarda kullandıkları dil kendisini ele vermektedir.

Portakal devrimi yapmak ile övünenler girdikleri ülkede borsaları batırmaları ile ünlüdürler. Emekçilerin fabrikalardan kolluk kuvvetleri ile uzaklaştırılmaları yeni bir görüntü değildir. Bu görüntü dünyanın her yerinde göze batar. Globalizm emekçi kıyımı olduğunu yaşayarak görmekteyiz.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Kahramanlar acımasız olur!

Kahramanlar acımasız olur!

“Dünyayı yönetmek için acımasız olmak gerek…“ Bir film kahramanı, beyazperdeden yansıyan görüntüsü altında sözlerini seyircinin üzerine doğru bırakıyordu.

Dünyayı yönetmek için ne kadar çok kahraman çıkmıştı, çıkmaya da devam edecekti. Savaşların başrolünde oynayanlar, dünyayı yönetmek hırsı ile her yere savaş baltalarını göndermişti, hiçbir şeyden haberi olmayanlar kanları ile toprağı neden suladıklarını bilmeyeceklerdi.

Dünyayı yönetmek isteyenler, dünyanın değişik yerlerine savaş baltalarını gönderdiklerinde, kadeh şişesini kaldırıp, her zafer kazandıklarında çılgınlarca eğlenmişlerdir. Her zafer kazandıklarında balolar düzenlemişler, önünde eğilen insanlar ile eğlenmeye çalışmışlardır. Çalışmışlardır, çünkü eğlencenin ne olduğunu bilmiyorlardı, onlar dünyayı yönetmek için seçilmiş insan olduklarına inanıyorlardı.

Seçilmiş insan ayrıcalıklı insandır. Üstün insan ancak ve ancak üstün ırktan çıkardı. Üstün ırktan olduğunu kanıtlamak için destanlar uydurulurken, geçmişin bütün izlerini yok etmeyi unutmazlardı. Her karhamın geçmişi bir destan ile örülüdür.

Üstün insan dünyayı yönetmek için gelmiştir ve bütün kötülüleri yok edecektir. Yaptıklarının kötü olduğunu düşünmezler, yaptıkları gelecek için önemlidir ve heykelleri bütün yeryüzünü kaplayacaktır. Sonsuzluğun insanı/ları olacaktır.

Yeryüzünde dünyayı yönetmek için her zaman birileri çıkmıştır, savaş baltalarının ölüm saçtığı toprakları dolaşmıştır. Zafer ve özgürlük uğruna yaptığı özveri bütün insanlık tarafından anlaşılır olduğunu düşünmektedirler. Seçilmişin önünde her karanlık güç eğilecektir ve aydınlık günler gelecektir. O yüzden zafere ulaşana kadar acımasız ve hoşgörüsüz olacaktır. Zafer hoşgörü ve acıma duygusunu kazandıracaktır. Ölüm bir oyundur ve oyun sonucunda ölen her insan bir rakamdır.

Dünyayı yönetmek için seçilmiş olmak gereklidir.

Destanlar okuyarak büyüyenler, kahramanlara özenirler.

Günümüzde destanlar okunmaz, duyulmaz. Seyredilen her film, dizi ve masal kitaplarındaki kahramanlar ulaşılması gereken bir idealdir. O ideale ulaşanlar seçilmiştir. Kendisini kahraman gören her insan seçilmiş olduğunu düşünür. Kimin tarafından seçildiğini düşünmez!

Kahraman her dönemde kahramanlar yaratılır.

Dünyaya hükmeden Hun imparatoru Atilla bulduğu bir savaş aleti sayesinde diğer ordulardan üstün olmuş ve dünyaya hükmetmek için yola çıkmıştır. En son yolculuğunda başına bir taş koymuşlardır. Kazanabildiği bir parça toprak ve taştır. Taş başına dikildikten sonra kazandığı tüm topraklar çöl rüzgarında uçuşan kumlar gibi yok olmuştur.

Roma imparatoru bütün dünyaya hükmettikten sonra yok olmuştur.

Büyük İskender Asya’nın içlerine kadar gitti, sonuçta kazandığı toprak günümüzde kimse yerini bilememektedir, sadece tahmin edilmektedir. Belki bugün o kazandığı toprak üzerinde bir çoban koyunlarını otlatıyordur.

Son olarak cihan hakimi olma yolunda önemli adımlar atan Hitler’in , başının üstünde bir taş dahi yoktur. Külleri Berlin semalarında uçuyordur belki.

Hepsinin ortak bir yönü vardır, acımasız olmak. Onları insan olarak tarif etmek için değişik masallar uydurulmuştur. Seçilmiş olduğuna inananların ortak yönü vardır, çocuklar. Çocukları severler, çünkü bilirler ki, bir gün vücutları toprak olacaktır. Onları yaşatacak olanlar ve yaptıklarını takdir edecek olanlar çocuklardır. O yüzden her biri çocuklara karşı yufka yüreklidir, elbette seçilmiş çocuklara karşı. Her çocuk onun için önemli değildir, üstün olan birileri varsa, aşağı olanlarında varlığı doğaldır ve aşağı olanlar, yani seçilmeyenlerin acı çektiği önemli değildir, çünkü onlar birer rakamdır. Rakam olanların ne yaşadıkları tarih kitaplarında yazmayacaktır. Tarih kitapları kahramanları ve büyük hayalleri olanları ve onları gerçekleştirmek isteyenleri yazar. Elbette hepsini değil, başarılı olanları. Başarılı olmayıp yok olanları da tarih diğer insanlar gibi rakam olarak belirtir.

Tarih acımasızdır ve yok eder!

Acımasız onlalar kendilerini dünyaya kurtarmaya aday olarak görür ve ellerine geçen bir fırsatta kendilerince yaşadıkları topluma çeki düzen vermeye kalkarlar. Kahramanlar hiçbir yasayı kabul etmezler ve onlar yasaları kendileri belirlerler.

Dünya görecelidir, birleri için bir evren olacağı gibi, birileri için bir mahalle, bir köy olabilir. Yetiştiği koşullara göre, dünyayı algılayışı ile ilgilidir. Her kahramanında bir destanı vardır.

Ölümlerin bu kadar arttığı, silahlanmanın iki bireyden birine dönüştüğü toplumda her an kahramanların çatışması ile karşı karşıya kaldığımızı düşünürüm. Her katil mi kahraman, ölen mi? işte bu konuda kafam hep karışır, çünkü tarih içinde değişik kahramanlar göz kırpar!

Kendisini üstün gören her insan potansiyel kahramandır.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Toprak kokar mıydı?

Toprak kokar mıydı?

Döndüğünde bıraktığını bulamadı, çünkü her şey değişmişti, değişmeyen şey yaşamın akışıydı. Yaşam akıyordu, tıpkı geçmişteki gibi. Gençlik yılları geride kalmış, ağırmış saçları ile yurduna geri dönmüştü. Eski sıcaklığı aradı ama artık buralı olmadığını hissetti. Sokaklar yabancıydı, tıpkı insanlar gibi. Yabancılaşma dedikler bu olsa gerek!

Geldiği ülkede de yabancıydı, bugüne kadar o ülkede hep vücudu kalmış, yüreği bugün topraklarında yürüdüğü ülke için atmıştı. Toprak dediğime bakmayın siz, topraklar betonların altında kalmıştı, olduk olmadık yerde asfalt ile örtülmüştü toprak. Toprağın kokmadığı ülkeye gelmişti. Eskiden her yağmur başlangıcını bekler, toprağın o hoş kokusundan sarhoş olurdu.

Toprak sulanmıyordu artık, betona damlayan yağmur tanecikleri bir anda akarsu oluşturuyordu. Geldiği ülkede ise betona düşen yağmur tanecikleri hemen mazgaldan aşağıya süzülür giderdi, o yüzden yağmur geçirmeyen ayakkabı arama sorunu hiç olmamıştı. Şimdi ayakları su içindeydi, paçaları ıslaktı. Yağmur eskisinden fazla mı yağıyor diye düşündü, hayır. Eskisi gibi yağıyordu, fakat yollar sel olmuştu. Haberlerde duyduğu bir gerçekle yüzleşiyordu, yağmur yağdığında trafik felç olur. Evet, felç olmuştu, kımıldayamayan araçlar ve kornalar. Korna sesleri arasında karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanlar. Seke seke koşuyorlardı. Bazıları suyun içinde rahat rahat yürüyordu ama azınlıktaydılar.

Yıllar sonra dönmüştü, kalbin attığı yere. Bıraktığında büyük bir köydü, köy büyümüş, gökdelenler ile dolmuştu, yollar araçlarla, sokaklar insanlarla… Bir merkez vardı eskiden, şimdi her yer merkez olmuştu. Buluşma yerleri değişmemişti yine de. Yoksa başka yer bilmediği için mi bilmiyordu! Eski arkadaşlarını aramıştı, onları gördüğünde ne kadar zaman geçtiğini hissetti. Sanki sert bir rüzgar suratını yumruklamıştı. Her gördüğü arkadaşında değişimi gördü, sıcaklığı bulamadı. Bir şeyler eksikti, gülümsemelerde bir şeyler yabancıydı, yapaydı, fakat adlandıramıyordu. Adlandıramadığı ama hissettiği o kadar çok şey vardı ki, düşünmeye kalksa yaşayamayacağını düşünüyordu. O yüzden düşünmeden hissetmeye devam etmeye karar verdi. Martılara baktı, tıpkı eskisi gibi, vapurların arkasından kanat çırpıyorlardı. Simit atanlara baktı, eskisi gibiydi. Vapur ve simit. Çay da vardı, vapurda ayaküstü satış yapanda. Satanların ellerinde tarak yoktu ellerinde ama başka şeyler vardı ve eskisi gibi bağıra bağıra ellerindekinin özelliklerini anlatıyorlardı, hediyesi söylenmeden geçilmiyordu elbet! Değişimin olduğu yerde değişmeyenlerde vardı.

Kavganın şehrindeydi, kavganın sertliklerinin yaşandığı o sokaklara baktı. Cepheleşen mahalleler, sınırları belirleyen sokaklar yoktu. Sınırlar coğrafik olmaktan çıkmış içselleşmişti. İçselleşmişti, çünkü sınırları belirleyen ekonomiydi. İşi olanlar birbirleri ile görüşüyorlar, olmayanlar eğer yolda karşılaşırsa selam verir konuma gelmişti. Eski arkadaşlar eski olmuştu. Karşılıksız selamlaşmalar bile ortadan kalmıştı. Sıcak sarılmalar, grup halinde dolanmalar gözlerinin önünden geçmişti. İstiklal caddesinde gelene gidene baktı tek başına, kalabalık eskisi gibi akıyordu ama insanlar çok değişmişti. Şimdikiler daha hızlı yürür buldu. Hızlı yürümeleri yanında coğu yalnızdı. Bakışlarda bir durukluk, belirsizlik vardı. Ara sıra grup halinde dolanan turist grup görüyordu, onlarda başka yerde olmanın getirmiş olduğu merak ile bakıyorlardı çevrelerine. Buralı olanlar yalnızdı ve ellerinde cep telefonu, görmedikleri birileri ile sıcak sohbet halindeydiler. Gözle görünmeyen ile yapılan sohbet, yüz yüze yapılan sohbetten daha sıcak ve daha içten olduğunu düşündü. Yüz yüze yapılan sohbetler nedense hep iletişimsizliği içinde barındırıyordu. Teknoloji çok şeyi değiştirmişti, yanındakini unut, uzaktakini yakınlaştır!

Yıllar yılı iki ülke arasında sıkışıp kalmıştı, tercihi burasıydı ama artık buralı bile değildi, yabancıydı. Her yerde yabancı. Buna alışmak zor olacaktı, en azından bir yerli olmayı istemişti yıllar yılı ama değildi. Burada turist, orada yabancı olmuştu. Dönmek istiyordu, dönemiyordu, yaşamak istiyordu, olanaklar yoktu. Bütün şehirler birbirine benzemişti. Orada gördüğü tüm mağazalar burada da vardı, orada gördüğü tüm insanlar burada da vardı, orada duyduğu tüm diller burada da vardı ve her iki tarafta da yalnızdı. Yalnızlık içselleştirmişti bilmeden. Şimdi içselleştirdiğini çıplak olarak algılıyordu. Hissettiği ama anlamlandırmadığı yalnızlığı yaşıyordu. İstanbul’da olmanın bir farklı noktası vardı, boğazı ve vapurları. Vapurların vazgeçilmezi martılar. Martı sesleri ve içindeki seste buralı olduğunu söylüyordu ama işi yoktu. İşi olmayanın, yani parası olmayanın memleketi olur muydu?
“Memleket mi, daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı? “
Dilinde dizler, yüreğinde memleket sevdalısı büyük şair dönmüş olsaydı eğer, düşünür müydü bu şiiri? Ne önemi vardı şimdi, hissederek yaşamak varken bu şehri…

19 Aralık 2008 Cuma

Yeni bir gazete çıkarken…

Yeni bir gazete çıkarken…

Ciner grubu yeni bir günlük gazete çıkaracağını açıkladı, uzun zamandır hazırlık çalışmasını sürdürdü, yakında ise piyasada olacaktır. Fakat benim izleyebildiğim kadarı ile Ciner grubunun çıkaracağı gazete piyasada satılanlardan bir farkı olmayacaktır. Çünkü yapılan çalışmalar, el sıkılan gazetecilerin dünyaya bakış açısı sınırları bellidir.

Ciner grubu daha önce gazete sahipliği yapmıştır, hükümet elinden gazetesini almakta tereddüt etmemiştir, çünkü hükümet kendisi gibi düşünmeyeni ve kendisi için tehlike olabileceğini düşündüğünü minimalize etme konusunda beceriklidir. Hükümet ile uğraşanlarının nasıl bir sonuç ile karşılaştıkları ortadadır. Ortada olan bir durum içinde yeni bir gazete çıkarmak ve iddialı olmak önemlidir. O yüzden ilgi ile izlenmektedir.

Gazete var olanların dışında olmayacaktır, yani politik hedefi olan bir gazete yerine patronun çıkarlarını gözeten bir gazete olacaktır. Patronun çıkarları ise hükümet ile ilgilidir, çünkü ihaleler içinde gazete patronlarını görmek şaşırtıcı değildir. Normalleştirilmiş bir durum yaşamaktayız. Peki, yeni çıkacak olan gazete hükümete direkt muhalif olamayacağına göre neden çıkar?

Bu soruya cevap verecek olan Ciner bile bilmemektedir diye düşünüyorum, çünkü kendisini medya alanında görmek hırsı, amaçlar konusunda çelişkili duruşları da yanında getirir. Ciner medyayı bir ticari baskı aracı gördüğünü düşünüyorum. Hem muhalif gibi durup, hem de iktidarı destekleyen medya devlerinin yaptığını görmektedir. Onların önlenemez yükselişine yakından şahit olmuştur. Medya içinde olmak demek, değişimi önceden görmek anlamındadır. Gazeteciler haber peşinde değil, patronlarının çıkarlarını ve kendi maaşlarını kurtarma derdindedir. Bağlı bulundukları grup büyüdükçe, kendilerinin maaşlarının artacağını ya da bu krizde hesaplarına düzenli paranın gireceği garantisi demektir. Kendi grubu içinde eleman çıkarmalarını verimlilik olarak bakan, olması gereken olarak görürler. Maaşlarını ve tatillerini hiçbir zaman tartışma konusu bile yapmazlar. Patronları adına eleman alan ve eleman çıkaran konumunda olanların kaybedeceği çok şey vardır.

Ciner grubunun çıkaracağı gazete el- Sabah olarak eleştirdikleri gazeteden ileri, Türkiye Türklerindir gazetesinden geri olmayacaktır. Grubun tek rekabeti olacaktır, diğer medya devleri ile satış ve dağıtım konusundadır. Eleştiren değil, resmi söylemin dışında değil, var olanların söylemlerinden farklı olmayan ama kavgacı bir tarzda, hükümete dokunmayan, devletin her yaptığını onaylayan konumda olacaktır.

Fatih Altaylı bu konuda bir çok ipucu vermiştir. Devleti eleştirmeyecektir, bacak aralarının namusunu koruma olarak görecektir. Hükümete dokunmayacaktır, eski rakibi Doğan grubunun ihalelerine ve hükümetten destek görmesini eleştirecektir. Grubun çıkarları konuda duyarlı olacaktır. Fakat bu çıkarlar grup başkanın cebinden çıkacak para ile ölçülü olacaktır. Kanal 1 ve Haber Türk kanallarının durumu geleceği rahat tahmin etmemize yardımcı olmaktadır. Yeni çıkacak olan gazete, var olanların dışında yeni bir şey söylemeyecektir, grubun kendi reklam aracı konumunda olurken, popülertesine bağlı olarak alacağı reklamlar ile kendisini ekonomik olarak başa baş çıkarması gazetenin ömrünü belirleyecektir.

Ufuk Güldemir popüler anlamda iki gazete çıkarmış ve sonuç olarak ortadadır. Fatih Altaylı’nın bilgi birikimi ne kadar ortada olduğu ortadır, Ufuk’u aşıp aşamayacağını yakında görmüş olacağız. Ufuk’dan avantajlıdır, çünkü arkasında bir grubu almıştır. Fakat gazete içeriği ve biçimi benim görebildiğim kadarı ile var olanların ötesinde olamayacaktır.

Türkiye gerçek bir gazeteye hala ihtiyaç duymaktadır. Gerçek gazete umarım bu topraklar üzerinde kendi özgücüne güvenerek çıkar. Köşe yazarları ile gazete satışları belirlenmeye başlanmışsa eğer, o ülkede gazetecilik yoktur diyebilirim.

Yeni çıkacak olan gazete var okuyucuya belki birkaç kişi daha katacaktır, fakat genel okuyucu sayısında büyük oynamaya sebep olacağını düşünmüyorum. Bugün 5 milyon okuyucu varsa eğer, çıktıktan sonrada 5 milyon okuyucu olacaktır. Birkaç gazete okuyucu kaybedecektir, birkaç gazete belki kapanacaktır. Fakat onların okuyucu kaybetmesi ya da batması genel okuyucu sayısında bir değişikliğe sebep olmayacaktır.

Seçimler yaklaşırken…

Seçimler yaklaşırken…

Yerel yönetimlerin değişimi yaklaştıkça meydanlardan önce ekranlarda bir gerginlik hisseder olduk. Yerel yöneticilerden seçilme şansı az olanlar giderken, gelecek olanlara kötü bir miras bırakma derdindedir, çünkü gelenin soruşturma açma olasılığı vardır ama bugüne kadar bu olasılık hayata geçmemiştir. Yiyen yediği ile kalmıştır, gelenler ise hep yokluk edebiyatı yapmıştır, var olanı tüketmek ile uğraşmıştır. (Gidenler gelene kötü miras bırakır, çünkü kendisinin değeri anlaşılmasını ister, çünkü gelen eskisinin yaptığı tahribatı düzelteyim derken, yapmış olduğu hedeflere ulaşamaz!)

Büyük şehirler şimdilerde kömür sobalarından çıkan dumanların etkisi ile sis altındadır. nefes almakta güçlük çekerken, kimse bunun bir geriye dönüş olduğunu düşündüğünü sanmıyorum, çünkü ekranda yapılan tartışmalar daha çok konuşulur olmaktadır. Şehirler doğal gaz enerji olarak kullanılmadan önceki haline döndü, kömür bir enerji kaynağı olmaktan çıkalı kaç yıl olmuştu? Ne oldu da kömüre geri dönüş oldu?

Kömür üretimi ve işletimi hem çevre faktörü açısından hem de üretim aşamasından dolayı verimli değildir, daha verimli olan başka enerji kaynakları dünyada kullanılmaktadır, biz de global enerji kullanımımdan yararlanmaktayız. Gerçi bize özgü ve tek taraflı anlaşmalar ile elimizde olanı da dağıtmışız. Seçimlerin yaklaşması ile eski enerji kaynağımız olan kömüre dönüş vardır. Kömüre dönmek geriye gitmek anlamındadır. Enerji kaynağında geriye gidiş demektir ki, standartlarımızda da geriye gitmiş olmaktayız. Yaşam standardımız düşmüştür, düşürülmüştür.

Geriye dönüş veya gidiş dağıtılan yardımlar ile daha çıplak olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlık, onuru için yaptığı mücadelede onurunu kaybetmiştir. Onursuz ve omurgasızdır. Her şeyini paraya teslim eden, para kazanmak adı altında köle olmayı onaylayan, özel yaşamını ortadan kaldıran bir konuma gelmiştir. Para karşılığında yapmayacağı iş yoktur, her yaptığına bir sebep bulmakta da zorlanmamaktadır. Elbette bu genelin dışında yaşayanlarda vardır, fakat artık onlarda birer istatistik sayı olarak durmaktadır.

Yerel yönetimler değiştikten sonra eski yönetimin yaptığı her türlü ihale ve benzeri işler kontrol edilecek mi? Kontrol edildiğinde ne gibi sonuçlara ulaşacağız? Alınmış elemanlar ve görevleri incelenecek mi? Torpil ile alınıp, hiç çalışmadan maaş alanlar ortaya çıkarılacak mı? Hiç görevine gelmeden maaşı hesaba yatan kaç danışman vardır? Belediyenin gelir kaynakları olan yan kuruluşlarında işler nasıl gitmektedir? vakıflar aracılığı ile yapılmış harcamalar gün yüzüne çıkacak mıdır? Kısaca geçmişin hesabı sorulacak mıdır? Bu olasılık bile tartışmalara yansıyorsa, iktidarda olanın hırçın davranışı göze batıyorsa, orada yanlış giden bir şeylerin var olduğunu gösterir.

Belediye başkanı ve yardımcılarının yakınları üzerindeki mal varlıklarının herekti incelenmesi gereklidir. Ne zaman üzerlerinde mal varlığı artmıştır? Bu trafiği incelemek için iktidara gelmek önemli midir? İktidara gelen hesap soracağım diye gelir, hesap sorulacak konuma düşer. Bu durumda kontrol mekanizması kim tarafından ve nasıl işletilmesi gereklidir? İktidara gelmek geçmiş ile yüzleşmeyi getirmemektedir. O halde geçmiş ile yüzleşemiyorsak, neden iktidar değişikliklerine ihtiyaç duyarız?

13 Aralık 2008 Cumartesi

Değişim kaçınılmazdır!

Değişim kaçınılmazdır!


Değişimin ne zaman başlar, ne zaman sonlanır? Değişim toplumsal olduğunda ne ifade eder?

Değişimin bir ayı olur mu?

Değişim her an olmaktadır, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir söylemini söyler dururuz yıllardan beri, bu sözü hep doğru kabul ederiz, fakat davranışlarımız ve duygularımız ile yalanlarız durmadan!

Mart ayı deriz cemre düştü bahar geldi, değişim başladı deriz!

Mayıs ayı bahar deriz, o ayda büyük değişimler bekleriz!

Temmuz ayı deniz ayı deriz, bulunduğumuz ortamı değiştirir, sahile akarız! Bu arada sahile değil de dağa doğru gidenlerde olur, yayla turizmi sağ olsun, köy alışkanlıklarını bile değiştirdi!

Siyaset dünyası değişiyor, siyaset dünyasını değişimini başlatanlar acaba kontrollü değişimin olduğunu düşünüyorlar mı? Değişim kontrollü mü olur?

Büyük değişimin ilk başlangıç noktası için İsviçre’de bir deney yapılmıştı, ilk denemede başarısızlığa ulaştı, fakat aynı zaman dilimi içinde dünyanın bir çok bölgesinde zincirleme depremler oldu. Bir de deney deneme değil de gerçekten yapılmış olsaydı ne olurdu? Değişimin başlangıcını bulalım derken son noktayı koymayalım?

Bizde son büyük değişim beş generalin anayasayı korumak adına yaptıkları darbe ile gerçekleşmiştir. Anayasayı korumak için el koyanlar anayasayı ortadan kaldırmış, yerine yeni bir anayasa hazırlatmıştır. Yeni yazılan anayasa ile cumhuriyet’in önüne bir sıfat dahi eklediklerini yıllar sonra öğrenmiş olduk!

Anayasayı değiştirip yeni bir toplum yaratanlar, elbette muhalefeti de yaratmıştır. Bugün değişimin ve yeni sıfatın sahipleri hem muhalefettir hem de iktidardır. Ülkemiz ne zaman ılımlı oldu?

Değişim ocak ayında başlar mı? Çünkü yeni yılı karşılarken bir çok plan yaparız, beklentilerimizi öne çıkarırız, hatta gider milli piyango bileti alarak sanal bir rüyaya yatarız! Rüya 31 Aralık gecesi ve yeni yılın ilk günü bir teselli ikramiye ile geçiştirilir ya da hiç çıkmaz! Yatılan o rüyada biter gider. Haber kanallarında da şu klasik soru biter, ya size çıkarsa ne yaparsınız? Çıkarsa değişim başlar! Değişim ise kimi nereye götürteceği belli değildir!

Yeni yılın ilk onbeş günü yapılmış harcamaların nasıl taksitlendirileceği ve ödeme için hangi hesaptan hangi hesaba ne kadar gönderileceği bir matematik hesabı altında geçer. Çocukluk yıllarında öğrendiğimiz bütün o havuz problemleri önümüzde durur. Gerçi ben hiçbir zaman doğru sonuca ulaşamamıştım bu havuz problemlerinde, hayatta ulaşır mıyım sizce?

Değişim kaçınılmazdır, her an değişim vardır! O halde kimse değişimin farkında dahi olamaz, çünkü her an olanın farkına varmak için durmak gerek! Hayatımızı içinde durduğumuz anlar vardır, ya da değişimin gerisinde kaldığımız an değiştiğimizin farkına varırız, o yüzden değişimin farkına varmak demek geri kaldığımızın kanıtıdır. O yüzden bizler değişime hemen ayak uyduran hayvanlarız, çünkü değişimi fark etmeden yaşarız!

Değişime uyum sağlayan ise, değişim koşulları gördüğünde benzer tepkiler verdiğini görürsünüz, fakat değişimin koşulları çoktan değiştiğin bile farkına varmayız. Tıpkı bir deney ortamındaki pirelerin durumu gibidir. Zemin ısınır, yanmamak için yukarıya zıplar, daha yükseğe zıplayarak bulunduğu ortamdan kurtulmak için mücadele eder, fakat deney yapanlar tek kaçış noktası olan yere camdan bir çatı kondurmuşlar. Pire bir süre sonra bu cama kafasını vurduğunda ne olduğunu anlayamaz ama kısa sürede ne yapması gerektiğini öğrenir ve cama vurmayacak kadar zıplar. Pirelerde başlarına gelen olayı öğrenir ve ona göre davranır.

Aynı deney bir süre sonra tekrar edilir, bu sefer camdan çatı yoktur, pirenin kaçacak yolu açıktır ama pire öğrendiklerinden dolayı daha yukarıya zıplamayı düşünmez, deneme dahi yapmaz! Öğrenilen şey başlangıçları ortadan kaldırabilir.

Değişim öğrenme ile ortadan kaldırılabileceği gibi, öğrenme ile de geliştirilebilinir. Öğrenmenin olduğu her ayda değişim mümkündür. Değişim demek başlangıçtır. Her an bizler başlangıçlar yaparız ama bunların hangisinin farkındayız?

11 Aralık 2008 Perşembe

Gözkapaklarım yanıyor!

Gözkapaklarım yanıyor!

Göz kapaklarım kapanmıyor, çünkü yanıyor. Gözlerim güneş olduğu için yanmıyor elbette.

Göz kapaklarımın yanması ilk değil, belki kaç defa grip hastalığına tutuldum ama insan hasta olduğunda acıyı yeniden tadıyor. Acı unutulan şey olduğunu anımsıyor, acı çekerken.

Yaşlanan insanın kronik hastalığı olması kadar doğal bir şey yok, toplumlarında kronik krizi olması gibi… Kronik anlamı itibari ile geçmeyen, sürekli olandır. Kronik hastalığı olan ömür boyu çeker, ne yazık ki tedavisi yoktur.

Yaşlanan insanın kronik hastalıkları oluşur ama grip kronik olur mu diye de içimden geçirmiyor değilim, kaç gün oldu hala göz kapaklarım yanıyor! Göz kapaklarımın altında güneş olmadığını biliyorum…

Hasta olan için sağlık çok önemlidir, sağlık gidince her şeyin sağlı olduğu anımsanır. O anımsanma iyileşene kadar olan süreçtir. Sonra bir süre izi kalır ama sonra bir anda hayatın laylomu arasında yok olur gider. Koşturmaca ve para bir anda önemini sağlığın yerine konar. Para olunca sağlık olur, para olunca tatil ve kriz olmaz. Para yaşamın belirleyicisi ve yönlendiricisi olur. Bu zorunlulukmuş gibi kabul ederiz, çünkü bizim eğitim sistemimiz içinde, büyüme koşularımız içinde bize o öğretilmiştir. Parasız insan yaşamaz, yaşayamaz diye biliriz. Modern yaşam denilen şeyin para üzerine oturduğunu biliriz. Para ise hayali değerlerin, gerçek değerler yerine konması ile oluşur ve matematik oyunları ile şişirilen hesaplar ve borçlar içinde insan sağlığını dahi düşünemez. Çünkü para için insan doğal olmaktan çıkar, onu kazanmak için her türlü özveriyi gösterir. Bir araya gelmeler bile para ile mümkün olur, ortak üretim, düşünme ve ortak olan her şey para ile ölçülür oldu. İmece kavramı yaşamımızdan çıktı, tıpkı sağlık kavramının paraya dönüşüp, birer reklam aracına dönüşmesi gibi.

Yurtdışından gelen doktorlar, para karşılığında haber programlarına çıkar ve sağlık için vazgeçilmez olanları anlatır. Para ile karşılığı yoktur anlattıklarının, fakat işin arka yüzüne baktığınızda reklam için geldiğini, çalıştığı işyerinde yerini garantiye alabilmek , müşteri kazanmak için bir yöntemdir. Her şey para içindir, sağlık bile.

Gözkapaklarım yanıyor, gözlerimin güneş olmadığını biliyorum.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Amerika arka bahçesinde neden Rusya’nın cirit atmasına izin veriyor?

Amerika arka bahçesinde neden Rusya’nın cirit atmasına izin veriyor?

Başlıkta sorduğum soru üzerine son günlerde kafamda bir resim oluşmaktadır, çünkü gelişen olaylar bulanık suyun biraz berraklaşmasına olanak sağlamaktadır. Zaman saklı tutulanı ortaya çıkarır, hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalamaz.

Amerika son yüzyıl içinde kendi arka bahçesine her türlü müdahaleye yapmıştır ve kendi politik görüşleri dışında davrananları cezalandırmaktan çekinmemiştir. İkinci dünya savaşı sonrası Latin Amerika devletleri içinde darbeler ve suikastlar doğal karşılanmaktaydı. İktidarlar değiştirilir, seçilenin öldürüldüğü bir düzen hakimdi. İstediği başkanı atayan, istediği zaman ekonomik kararlar aldıran Amerika son yıllarda ilgilenmiyormuş ya da orada gücünü kaybetmiş gibi izlenimler doğurmaktadır. Venezuela, Brezilya, Arjantin, Uruguay, Nikaragua, Bolivya… ülkelerde şimdilerde popüler soldan, bağımsız sola kadar her türden sol rengi görmek mümkündür.

Latin ülkelerde bu değişimlere eskiden askeri darbeler ile karşılık veren Amerika neden sessizliğe bürünmüştür? Daha uzak noktalara müdahale eden Amerika arka bahçesini gözden mi çıkardı? Gözden çıkarılan topraklara şimdilerde dünyada ikinci kutup olma yolunda hızla ilerleyen Rusya’nın savaş gemileri ve uçakları inip kalkmaya başladı. Bu arka bahçelerde zengin petrol kuyuları var, petrol için Irak’a giden Amerika, neden arka bahçesindeki petrol kuyularını yerel yönetimlere bırakır?

Petrolün kontrol edilebilesi için evdeki bulgurdan vazgeçip dışarıdaki pirince mi göz dikmiş durumdadır. Neden petrolden vazgeçmektedir? Petrol, genel olarak kullanılan enerji kaynağı olmaktan çıkarılıyor mu? Çünkü petrolün rezervlerinin çok uzun süre dayanacağını söylemek bugünkü eldeki verilere göre zordur. O halde petrol, kömür gibi bir zaman dilimi sonunda enerji kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. Kömür tükendiği ya da rezervlerde kalmadığı için vazgeçilmedi, ondan daha kullanışlı ve kontrolü daha iyi olan petrol teknolojisindeki gelişmeler sonucunda karar verilmiştir. Bugün teknolojik gelişmedeki hız, petrolün kontrol edilir olarak kalmasını ama yeni bir enerji kaynağının kullanımını talep eder konuma gelmiştir. Bugün yaşanan kriz, bir enerji dönüşümü için uygun zemin yaratmıştır. Yeni teknolojinin kurumu ve seri üretimi başlangıçta pahalıdır, fakat zaman içinde bu pahalılık kavramı ortadan kalkar.

Petrolün yeni enerji kaynaklarının içinde oranı zaman içinde azalacaktır. Yerini bugün alternatif enerjiler olarak gördüğümüz enerjiler alacağını söylemek abartı olmasa gerek. Yeni enerji kaynaklarının kapitalizmin bel kemiği olan otomobil sanayisinde uygulanması, savaş sanayinde geliştirilmesi bir süreç alacaktır. Dünya yeni rotasına girerken, krizin yarattığı olanaklar sonucunda, bir büyük enerji değişiminden bahsetmemiz mümkün olacaktır. Bu enerji kaynağının ne olacağını değişimi planlayanlar uzun zamandır hazırlık yapıyorlardır.

Dünyamız içinde yaşanan krizin bir anda araba sanayisini vurması ve onların üretimi durdurması ya da azaltması bende var olanın yani depoda olanın tüketimi anlamına geldiğini düşünmeme neden olmaktadır. Otomobil sektörü yan sanayileri ile birlikte düşünülürse büyük bir geniş kesimi etkilemektedir. Bu değişim elbette yeni üretim araçlarını açarken, var olanların bazılarını da yok edecektir. Doğal olarak toplumun yeniden örgütlenmesi anlamına da gelmektedir. Bu yeni süreçte, yeni toplum sözleşmeleri yapılacaktır. Bu sözleşmeler günlük yaşamda ne gibi değişimler getireceğini şimdiden söylemek zordur, fakat görünen odur ki ulus devleti kavramı artık tarihin tozlu raflarına doğru bırakılmaktadır.

Bugün hangi büyük şehre giderseniz gidin, eskisi gibi tek ana dil ile sohbet duyamazsınız, her şehir çok kültürlü ve heterojen yapı gösterir. Teknoloji evrenseldir, firmalar çalışanlarını istedikleri ülkede ve şehirde çalıştırmaktadır. Çalışanların, yani paranın ulusu olmadığı gibi ulusları yoktur. Klasik anlamda söylersek emeğin ulusu olmaz, alın terinin rengi yoktur. Onlar bir devlete değil, bir firmaya hizmet etmek zorundadırlar. Firmalarda çalıştığı sürece çalışan, o firmaya ait kavramı içinde olacaktır, işsiz kaldığında nerede duracağına kişi kendisi karar verecektir. Klasik anlamda ulus devleti kavramı da değişimin tamamlayacaktır diye düşünüyorum, bu enerji kaynaklarının değişimi ile birlikte.

Sorumuzun yanıtına doğru bir adım atarsak, dünyaya hükmeden uluslar üstü firmalar, tek kutuplu dünyanın dengesinin olmadığına karar vermesi, ve çatışmaların körüklenmesi, tüketimin artırılması için bir kutubun yeterli olmadığına karar vermesidir. Yeni enerji kaynaklarının geliştirilmesi eski petrol kaynakları ülkelerin stratejik olarak değerinin düşmesi anlamındadır. Eskiden kömür olan ülkeler ve rezervleri önemliyken, bugün kömür madenleri boştur. Kullanılmamaktadır. Kullanılanlar ise maksimum üretim amacı ile verimli çalışmamaktadır. Arka bahçenin ekonomik anlamda ve stratejik anlamında eskisi gibi değeri yoktur. Oranın kontrol edilmesi eskisi gibi çok önemli değildir. Dünya eskisine göre daha küçüktür ve ulaşım daha hızlıdır. Yeni dünya düzeni içinde ülkeler kendilerine göre yeni roller biçecektir ama esas önemli olan hangi firmanın küresel olarak nereye yatırım yapacağıdır, firmaların kontrol etmesidir. Ülkelerin hükümetleri ve kararları bu dünya düzeni içinde eskisi gibi önemli olmaktan çıkacaktır. Bu durumda Rusya’nın arka bahçeye gemileri ile gelmesi Amerika için hayati bir tehlike arz etmemektedir, çünkü o da Rusya’nın etrafına yandaş devletler ile duvar örmüştür.

2 Aralık 2008 Salı

Bir hastalık ve yanlış teşhis…

Bir hastalık ve yanlış teşhis…

Bir hastalık ve yanlış teşhisten dolayı kaç kişi hayatını kaybetti? Bu konuda kayıt yoktur diye inanıyorum. Kayıt olmayan şey üzerine yorum yapmak zordur, fakat son gelişen olay üzerine bir kısa değerlendirme yapmak istedim.

Bu yanlış teşhis ve tedavi olayı sadece bizim ülkemize ait sorun değildir. Yanlış teşhisin yanında, yanlış ilaç kullanım sonucunda başka hastalılara kapılanlarda olmaktadır. İnsan sağlığı ucuzlamıştır, ucuzladığı içinde önemsizleşmiştir. Sağlık sektörü bir ticari alan olmuştur. Ticaret içinde rekabet vardır, rekabet kuralları içinde her türlü yol mubah olarak görülür. Bu yol insan sağlığını önemsizleştirmekten başka bir amaca hizmet etmemiştir.

Özel hastaneler, döner sermaye ile beslenen hastaneler gibi kavramlar aslında sağlık alanın bir ticari sektör olmasını ortaya çıkarmıştır. Ticaret, yapısı gereği rekabet eder, fakat bu rekabet insan sağlığı alanında olunca, -daha çok para kazanmak amacı taşıdığından- elbette tıpçıların hipokrat yemini ve tıp alanı için geçerli olan etik kurallarının rafa kaldırılması anlamını taşımaktadır. Rekabet kuralları yoktur, acımasızdır, çünkü milyonlarca yatırım yapanlar bir an önce para kazanmak zorundadır. Yetersiz yardımcı eleman ile kısa zamanda teşhis konulan hastaların, gerçek anlamda o hastalığı taşıyıp taşımadıkları hep kafalarda soru olarak duracaktır. Gereğinden fazla ameliyatlar, ilaçlar ve abartılan muayene ücretleri Maliye Bakanlığı denetimlerinde ortaya çıkmıştır. Bu durum bilinmesine rağmen, gereksiz ameliyatları yaparak sigortalardan para çeken hastanelerde çalışan doktorların, kendi yeminlerine sadık kaldıklarını söylemek doğru mudur? Bunlara karşı meslek odalarının ne gibi yaptırımı olmuştur? Kaç doktorun meslek diploması iptal edilmiştir? Bunlar ile ilgili sonuçlar kamuoyuna yansıtılmış mıdır?

Meslek alanında uzman olduğunu söyleyen doktorların, günlük olarak bakması gereken hasta sayısı ne kadar olmalıdır, en fazla ne kadar hastaya bakabilir? Bir doktorun yanında yer alması gereken yardımcı sağlık emekçisi sayısı normalde kaç kişiden oluşmalıdır, peki normalde olması gereken yardımcı sağlık emekçinin olmaması, o teşhisin doğru konulmasına etkisi ne kadardır? Standart olması gereken ile, olan arasında uçurum ne kadardır?

Sorular sağlık alanında olunca önemlidir, yanıt alınması beklenir, fakat bu beklenti ile kaldığını yıllardır görmekteyiz. Tıp alanında maalesef meslek ilkelerine uymayan bir çok uygulama ile karşılaştık, bunu kendi yaşantımız içinde yaşayarak gördük, fakat bu yaşadıklarımızı şikayet edebileceğimiz bir merci göremedik. Yaşadık ve yaşadıklarımızla kaldık. Umut ettik, kimse bir daha yaşadıklarımızı yaşamasın dedik. Fakat her gün daha da beter olayları duyar olduk. Para hırsı ile gözleri dönenler her türlü yolu kendilerine mubah gördüler. Sağlık ucuzladı, insan hayatı ucuzladı bu şekilde. Çünkü rekabet hayatı daha da ucuzlatır, daha çok para kazanmak için.

Hastalıktan kurtulup, verilen ilaçların yan etkisi sonucunda başka hastalığa yakalananlar oldu, çünkü sürekli gelir için ticari işletmelerin hastaya ihtiyacı vardır. Sağlık sektörü o kadar ileri gitti ki, sınırları aştı. Hastalar uçaklar ile taşınır oldu. Sınır ötesinden doktorlar geldi kendi hastanelerinin reklamını yaptı, hasta çekti çalıştığı yere. Popülerleştirildi. Popüler olan doktorun daha çok hastası oldu, elbette maaşı da ona göre arttı, çünkü döner sermayeden beslenmektedir. Gelir getirmeyen, popüler olmayan doktorlar devlet hastanelerine kovuldu, çünkü onlar ticari dünyanın insanı değildirler. Günümüz değerlerine sahip değildirler. Günümüz yükselen değerine sahip olmayanların bu sistemde tutunması zordur. Doktorun çok bilmesi artık önemli değildir, popüler olması, ekranlardan, gazetelerden seslenmesi daha önemlidir. Açıklanan şeylerin popüler ve herkesin anlayacağı şekilde olması gereklidir. Sürekli yeni şeyler söyler gibi gözükmelidir. Sağlık emekçisi sağlık sektörünün bir figürüdür. Verilen rolü iyi oynamak zorundadır.

Son olarak bitkisel yaşama giren Grup Gündoğarken grubunun üyesi Burhan Şeşen’in oğlunun başına gelenler. Onun oğlunun başına gelenler bir çok ailenin çocuğunun başına geldiğini düşünüyorum, çünkü durumu açıklamak için ekranların karşısına geçen hastane başhekimin o umursamaz açıklaması bende o çağrışıma neden oldu. O kadar kanıksamışlar ki, yanlış teşhis koymanın, sonucunun pek önemi yok gibidir. Bu teşhisi koyanların, teşhisi koyan ve yanlış tedavi edenler ve onları savunanlara karşı meslek odaları nasıl bir tepki koyacaklardır? Sadece kınama ile yetinecekler, yoksa meslek diplomaları ellerinde alınacak mıdır?

Sağlık alanı ticari bir alan olduktan sonra insan yaşamı ucuzlamıştır, sağlık sektörü para kazanan bir alan olmuştur. Rekabet koşulları altında olan sağlık sektörü kendisini para kazanacağı alanda geliştirmeye devam edecektir. Diş doktorları yardımcıya ihtiyaç duymadan tek başına diş yapacaktır, ameliyata giren doktor bant usulü çalışmaya devam edecektir, kimi ne için ameliyat etdiğini dahi bilmeden önüne geleni ameliyat edecektir. Ameliyat sonrası bakım önemsenmeyecektir, önemli olan hastanın para vermesidir. Para verecek yakının olmasıdır. Para kadar sağlık dönemi içinde, daha çok para kazanmak isteyen biri ne yapar? Talep yaratılır, arza uygun olarak!

İnsan sağlığı ve hayatı ticari sektör olduktan sonra daha da ucuzlamıştır. Doktorlar daha çok para kazanmak için ve riski en az olana yönelmesi bundandır. Tıp fakültesi öğrencileri arasında bir araştırma yapılsa acaba yüzde kaç idealist doktor adayı bulunur?

Burhan Şeşen ve ailesine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum, umarım ki onların yaşadıklarını bir daha başkaları yaşamasın. Umarım ki onlar bu işi sonuna kadar takip ederler ve suçlular hak ettikleri cezaya kavuşurlar. İnsan sağlığını önemsemeyen, liberal ekonomiyi bu alanda savunanlar var olduğu sürece ve liberal koşullar bu alanda varlığını gösterdiği sürece insan yaşamı ne yazık ki daha da ucuzlayacak, para kazanmak için doktorlar ettikleri yemini anımsamayacaklardır. Paranın ve popüler olmanın ışığı altında vicdanları rahat yaşayacaklardır. Bu kader değildir, onu değiştirmek bizlerin elinde olduğunu unutmayalım. Hiçbir sistem sonsuza kadar yaşamaz, bugün yaşadığımız sistemin ne zaman geldiğini unutmayalım, geldiği gibi gideceğini de!

30 Kasım 2008 Pazar

Bir film ve düşündürdükleri…


Bir film ve düşündürdükleri…

Trading Places (alışveriş basamağı), 1983 yılında Amerikalı yazar Mark Twain’in ‘yarım milyon para’adlı eserinden esinlenerek yapılmıştır. John Landis yönetmenliğinde başrolleri oynayanlar; Dan Aykroyd, Eddie Murphy, Ralph Bellamy, Don Ameche, Denholm Elliott ve Jamie Lee Curtis. Film 118 dakikadır.

Filmin adı borsada önemli rol oynayan kişi olarak tercüme edilebilir. Borsada önemli rolleri olan iki kardeşin bir iddiası ve sonrası gelişen olayları ilgi ile izlemekteyiz. Filmin kısaca konusu şu şekildedir;

Film iki kardeşin sürekli ziyaret ettiği bir clubün kapısından girişi ile başlar. Kapının önünde bir dilenci vardır, Noel bayramı yaklaşmaktadır ve bu bayrama özgü olarak sokaklar süslüdür. Vietnam savaşı gazisi olduğunu ve ayaklarını orada kaybettiğini söyleyen siyah vatandaşın bu kardeşlere yaklaşması ve para istemesi ile filmin esas konusuna doğru geçiş yapılır.

Filmin esas kahramanları başlangıçta birbirleri ile alakasız gibidir, zaman içinde bu ilgisiz insanların yolu bir yerde kesişecektir. Filmde her an önemlidir, ekrana kim geliyorsa onun bir kısa hikayesi ile karşılaşırız. Kısa hikayeler filmin dokusu içinde işlenmektedir.

Polislerin kontrolü sonunda bu dilencinin Vietnam gazisi olduğu ve karnını doyurmak için bu şekilde yaptığını anlattığı sahne vardır, elbette polisler inanmaz bu hikayeye, bir süre sonra ayağı olmadığını söylediği ayakları ortaya çıkar, artık dilenci anlattığı hikayenin çökmesi ile birlikte oradan uzaklaşması sahnesi yer alır. Polisler sadece bu giden adama bakmak ile yetinirler. Dilenci siyahtır. Polislerden biride siyahtır.

Şimdi filmin konusu içinde bu siyah figürüne neden önem verdiğim gelecek satırlar içinde açıklanacaktır. O yüzden ırkçılık yaptığım sanılmasın.

Sokakta biraz önce kapısında dilendiği clubün önünden geçerken, o iki kardeşin mali danışmanı ile kapıda çarpışır ve mali danışmanın elindeki çanta yere düşer. Siyah biri tarafından soyulduğuna inanır ve yardım çağrısında bulunur. Siyahlar onun için hırsızdır ve onların iyi niyetli davranışları olamaz fikri hakimdir. Danışmanın yardım çığlıklarına çevrede bulunan ve biraz önce dilencinin gerçek yüzünü ortaya çıkaran polisler koşarlar. Paniğe kapılan siyah dilenci bir anda açık bulunan kapıdan içeriye kaçar ve salonun ortasına gelir. Hiç görmediği bir dünyadadır ve orada bütün dikkatleri üzerine çeker. Şaşkınlık içinde dururken biraz önce yardım istediği o iki kardeş ile yüz yüze gelir ve bu arada polisler tarafından etkisiz hale getirilir.

Kısaca filmin girişi bu şekildedir. Komedi tarzında yapıldığı için izleyiciler gülmek için kendini hazırlamıştır.

Amerika’nın bir dönemidir, krizin yaşandığı döneme aittir. Savaş sonrası zenginler ile fakirlerin kalın çizgiler ile birbirinden ayrıldığı dönemdir. Bu dönemde dilencilik ve bu tipte sahtekarlıklar hoşgörü ile karşılanır, çünkü dilenmek doğal bir sonuç gibidir. Ondan dolayı polisler bu dilencinin yalan söylemesini biraz önceki sahnede sadece acıyan gözler ile izlemiştir.

Siyah vatandaş gözaltına alınmıştır, polislerin kolları arasında gideceği karakola doğru yola çıkar. İlk gözaltına alınışı değildir, çünkü alışkındır. O rahatlığı yolda giderken siyah vatandaşın gözlerinden izleriz.

Bu arada clup’de başka şey olmaktadır. İki kardeş kendi aralarında bu siyah vatandaşa bir şans verilmesi gerektiğini düşünürler ve uzun süredir düşündükleri bir şeyi gerçekleştirmek için bir andır. Polis’e gidip nüfuslarını kullanarak siyah vatandaşı yanlarına alarak eve getirirler. Bir dönemeç noktasıdır siyah vatandaş için. Çünkü her söylenen söz onun gerçekleri ile bağdaşmaz, fakat kısa zamanda çok ciddi olduklarını anlar.

İki kardeş bu siyah vatandaşa bir şans verir ve yanlarına ekonomi danışmanı olarak işe alır. Onun görevi kapıda çarpıştığı adamın görevidir. Onun rolünü oynayabilecek midir, kısa zamanda uyum sağlayacak mıdır? Sorular kısa sonra yanıtını bulacaktır.

Film durağan olmaktan çıkmıştır ve siyah adam yeni kimliği ve kıyafetleri ile ekranlara yansır. Yeni görevine alışmıştır, işleri takip eder. Beyaz adam (kapı önünde çarpıştığı) onun rolündedir. Her şeyini kaybetmiş bir işsizdir artık. Sokakların kaldırımları bir kişiyi clubün içine taşırken, diğerini almıştır. Sadece renk değişmiştir.

Beyaz adam, ilişki içinde olduğu hayat kadının yanına sığınmıştır, her şeyini kaybetmiştir. İçten içe bir düşmanlık duygusu duymaktadır ve öcünü almak için eski yaşadığı yerlere gider, fakat artık her şey değişmiştir, kimse onu anımsamaz bile. Noel baba kıyafetleri içinde eski yaşadığı yerde ekmek çalar, bir ara eski patronları ve siyah adam ile karşılaşır ama bir şey yapamaz, çünkü her şey değişmiş olduğunu kabul eder. Orada kaçar. Yeni rolüne uygun yaşama, yani sokaklara döner. Sokak insanları gibi sarhoş ve kirlidir.

Siyah adamı bir tuvalette sigara içerken görürüz ekranda. Orada sigara içmek yasaktır, bir yaramaz çocuk gibi tuvalete sığınır ve sigara içerken, patronları gelir. Her yeri kontrol eden patronları, güvende olduklarını hissettiklerinde aralarında konuşmaya başlarlar. Aslında bu rol değişimin ve siyah adamın bu kadar kısa zamanda uyum sağlayacağı konusunda iddiaya girmişlerdir. Üstelik bir dolar karşılığında. Bir dolar iddia iki yaşamı nasıl alt üst ettiği ekrana yansır.

Siyah adam onlar çıktıktan sonra beyaz adamın arkasına koşar.

Buraya kadar neden beyaz adam ve siyah adam olarak yazdım da filmdeki adlarını kullanmadım? Çünkü filmde isimler önemli değildir aslında, önemli olanın ne olduğu buraya kadar anlatımlarımdan çıkmıştır sanırım.

Beyaz adamın arkasından koşar ve beyaz adam intihar etmek istemektedir her yolu dener ama ölmez, siyah adamın son dakikada bulması ile yaşama döner. Her şeyi anlatır, fakat bu anlatım sırasında beyaz adamın zenci düşmanlığı ekrana olduğu gibi yansır. Düşmandır, çünkü her şeyini o siyah adam almıştır. Ölümden döndüğü içinde bir rüya olarak görür, fakat gerçek karşısındadır. Kısa bir boğuşma sırasında beyaz adam üsttedir ve siyah adam alttadır. Diğerlerinin müdahalesi sonucu kurtulur. Ortak düşmana karşı bir duruş sergileme konusunda anlaşırlar.

O sırada tesadüfi sonucu bir borsa simsarını tv ekranında görürler ve borasının yönünü belirtecek olan sonuçlar yakında açıklanacaktır. Yıllık üretimlerin azlığı ya da çokluğu borsada bulunan kağıtların fiyatını belirlemektedir. Bu raporu ele geçirmek için plan yaparlar ve uygularlar. Kazanırlar. Kendilerinin önceden bildiği sonuca göre borsada bir oyun oynamak isterler.

Borsanın başlama saati 9 beklenir. Saat dokuz başlama saatini patronları başlatır. Borsa her zamanki gibi karmaşıktır, sesler yüksektir, kağıtlar alınır satılır. Telefonlar işler. Bu iki kafadar uygun saati beklerler. Kapanışa yakın bir zaman dilimi içinde, maliye bakanın üretim sonucunu açıklamaya yakın satışa başlarlar. Bir anda fiyatlar aşağıya düşer. Hayali olan kağıtlar, kabul edildiği değerlerin altına düşmüştür. Bu düşüş iki kardeşin sonu anlamına gelmektedir, çünkü bunlar borsada simsarlık yapmaktalar ve geçimlerini sadece üretim yapmadan kazanmaya adamışlardır. Düşüş onların sonudur. Maliye bakanın açıklama yapması ile birlikte artık borsa kapanışa gelmiştir. Bütün malvarlıklarını kaybetmiştir. İki kardeş, iki fakir iki insan olmuştur. Bizim iki arkadaş (siyah ve beyaz) bir birine bakar ve beyaz adam bir dolar verir siyah adama. Onlarda iddiaya girmiştir, kendi hayatlarını değiştiren adamların (kardeşlerin) hayatlarını bitirecektir. Ve kazanmışlardır.

Buraya kadar bir film anlattım. Bu filmde dikkatinizi belki bir şey çekmiş olabilir. Siyah adam seçilmiştir. Kim tarafından seçilmiştir? İki borsa simsarı ve Amerikan borsasına hükmeden iki kardeş. Yani iki kapitalist. İki kardeş bir dilenci olanı yani ismi ve geçmişi olmayan birini bir anda görev ve para vererek nasıl yeni düzene uyum sağladığını kanıtlamıştır. Siyah adam bir iddia sonucu oraya geldiğini öğrenmemiş olsaydı belki yeni yıla çok farklı ve beyaz adamın sonunu düşünmeden girecekti.

Size yaşamımızdan bir şey anımsatıyor olabilir mi? Obama neden seçildi, kimler seçti, kimler destekledi derinsiz? Bu seçim için acaba bilinçli bir şekilde kontrollü kriz yaratılmış olabilir mi? Enerji kaynaklarının kontrol edilmesini başaran Bush, sonrası gelişen olaylar yeni enerji kaynaklarının günlük yaşamımıza girmesi anlamına gelir mi? Kömür enerjisinden, petrol enerjisine geçerken neler yaşamıştık, anımsayan ya da bilen var mı?

Dünya yeni bir paylaşıma giderken acaba yeniden iki kutuplu bir dünya olacağımız anlamına mı geliyor, neden tek kutuplu bir dünya birilerin işine gelmedi e ikinci kutup yaratılmasına olanak veriliyor?

Bir film izledim ve filmi sizin ile paylaştım, bu filmin çekin tarihi ile bugüne gelişi arasındaki yıllara bakın. Bir de Amerika’da bir partide bir gazeteciye söylenen bir sözü düşünün. O partide henüz AKP yoktur, ama ılımlı İslam başbakandan ve cumhurbaşkanından bahsedilmiştir. O parti 12 Eylül hemen sonrasına rastlar.

Soruları sordum, düşünmesi de sizde!

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

Yedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

Yedi uyuyanlar efsanesi kulaktan kulağa geçmiş, sonunda kutsal kitaplara bile girmiştir. Kutsal kitaplara giren bu olayın bir benzerinin günümüzde yaşandığını söylesem acaba sizi şaşırtmış olabilir miyim? Sanmam, çünkü bizler her anlatılan masala inanma eğiliminde olan bireyleriz. Her masalı gerçek gibi düşünüp, ona göre yaşarız.

Benim hikayem Osmanlı döneminden başlar. Osmanlı döneminin en kanlı bir süreci yaşanır. Her tarafta ajanlar, suikastlar ortada gezmektedir, insan yaşamının sudan ucuz olduğu dönemdir. Abdülhamit ‘kızıl sultan’ olarak henüz tanınmıyordu, fakat zaman içinde o unvanı eline alacaktır. Astığı astık, kestiği kestik, kapılara işaret koyduran bir padişahtır. Her kulunun kendisini öldüreceğinden, ülkeyi parçalayacağından korkar. İstibdat dönemi olarak geçer tarih kitaplarına ama o yaşarken kimse istibdat dönemi demeye dili varamaz, varanlarında dili değil ama başı kopmuştur.

Destanlarda geçen, kutsal kitaplarda anlatılan yedi uyuyanlar neden uyumaya gitmiştir, çünkü baskılara karşı bireysel bir karşı duruştur. Bir mağaraya giderler ve 300 yıl uyurlar. Uyandıklarında onların uyuyan olduklarını anlaşılması kullandıkları geçerli olmayan paradan ortaya çıkar. Korkarlar ve yeniden mağaraya sığınırlar. Bu korku ve uyanışlar arasında yıllar geçer, asırlar gider, uyuyanların hep genç ve dinç kaldıkları inanılır. Fakat zaman hızlı ilerler, uyuyanlar için ise zaman durduğu kabul edilir. Zaman her uyanışta devam eder. Buna benzeyen öyküler dünyanın değişik yerlerinde anlatılır ve uydukları yerler kutsal kabul edilir.
Dünyanın değişik yerlerinde yedi uyuyanlar mağarası bulunması bundandır. Her dinden inanan gider oraya dualar eder, orayı koruma altına alır. Her mağara gerçek yedi uyuyanların mağarası olduğu söylenir.

Abdülhamit’in baskısından, zulmünden kaçan yedi arkadaş yan yana gelmiş ve destana uygun bir tavır geliştirmek istemişlerdir. Bu destana uygun bir yer bulurlar. Onlar dağın eteklerinde bir mağaraya gitmezler, çünkü mağaralar soğuktur. En yakın bir yeri seçerler ve İstanbul içinde bir evin bodrum katını kendilerine uygun görürler. Dışarıda herkes birbirinden korkar şekilde dolaşırken, sokak satıcıların sesleri altında bordum katında gerekli gördükleri eşyalarını yanlarına alırlar ve uymak için tüm koşulları yaratırlar. Aslında çevrede izleyen gözler onlardan şüphelenmiştir, gizli gizli bodrum kata bir şeyler taşıdıklarından dolayı. Efsaneye uygun olsun diyerekten yanlarına birde köpek almışlardır. Dışarıda Abdülhamit’in rüzgarı eserken, yanlarına aldıkları akçeler ile uyumaya başlamışlardır.

Zaman içinde onlar unutulurlar, izleyen gözler bile izlediklerini anımsamazlar. Dışarıda savaşlar olur, hükümetler gider, savaş hükümetler kurulur, koskoca Osmanlı küçük bir adaya sığınmaya zorlanır. Yedi uyuyanımız bunlardan elbette haberi olmaz, fakat sadık beklemesi gereken köpek, yanlarına aldıkları yiyecekleri tükettikten sonra bir aralıktan çıkıp gitmiştir. Onun gittiğinden bile haberleri olmaz, öyle bir derin uykudalar ki, dışarıda esen fırtınadan yangınlardan haberleri olmazlar. Onlar bir evin bodrum katındalar ve yukarıdaki değişimden haberleri olmayacaktır, karanlık içinde geçen zaman dilimi onların oraya uğramaz.

Savaş hükümeti yerini Ankara Maclisine bırakır, orada kurulan hükümet Osmanlı’yı yönetir, Osmanlı bir kararname ile ortadan kalkar, sonra rejim değişir. İstanbul büyük göç ile karşılaşırlar, eskiden kenar mahalle olan yerleri şimdi şehrin en lüks semtleri arasındadır. Mütahitler gelir, güzel evleri yıkar yerlerine beton binalar yaparlar. Betonlar ile şehir kuşatılırken, şehrin yapısı da köklü bir şekilde değişir. Ne tesadüftür ki, bunların uyduğu yere kimse dokunmaz. Kaldıkları yerler hakkında bir destan dolaşır dilden dile. Çocuklar korkularından oraya adım atamazlarken, sarhoşların mekanı olur. Zaman içinde belediye burayı bir koruma alanı ilan edip, işletmesi özel olan bir kamu alanı yapar. Şehrin içinde nefes alınacak yerdir artık. Fakat kimsenin aklına bodruma girip ne var ne yok diye bakmak geçmez, çünkü bina dışarıdan o kadar alımlıdır ve güzel gözükür ki! Yapıldığı dönemde o kadar göze batmayan bina, şimdi göze batar olur.

Yıllar içinde bu yedi kafadar uyanır, neden uyanır ve nasıl uyanır kimse bilemez. Sakalları uzamıştır, yıllar içinde üstlerindeki elbiseler pırtık pırtık olmuştur. Kaldıkları yeri örümcek ağları kuşatmıştır. Nedendir bilinmez ama nem yoktur. İstanbul’a nereden bakarsan bak, nem yapar, fakat işte masal ya nem yoktur. Uyandıklarında uyudukları yeri olduğu gibi görürler. Elbette gözleri karanlığa alışmıştır, o yüzden aynı olduğunu düşünürler. Görmezler ama düşündükleri gerçek olarak inanırlar. Sıkı sıkıya kapattıkları kapıyı açmaya giderler. Zar ve zor ile çaktıkları ağaçlar bir dokunuşta ayrılır, çürümüştür. Düşünürler, demek ki o anlatılan şey doğrudur. Demek her destan doğru bir şeyleri anlatır. Dokundukları kapı cılız bir ses ile açılır. Işık yakıcı olarak içeriyi aydınlattığında ciğerleri yanar, çünkü taze gelen hava ilk doğan çocuğun ciğerlerini yakması gibi yakmıştır. Öksürük tutar. Nefes almakta zorlanırlar, fakat artık yaşama dönmüşlerdir, yaşamaları gereklidir. Biraz alıştıktan sonra ışığın geldiği yöne akarlar. İlk defa gördükleri küpler ile karşılaşırlar. Metaldir, onların zamanındaki gibi ağaç değildir. Onları iteklemeye çalışırlar ama zordur, çünkü o kadar zaman sonra güçsüzdürler. Güçleri yerinde değildir. Sesleri ile yardım çağırmayı denerler ama onların çağırmasına gerek kalmadan öksürüklerini duyanlar inmiştir aşağıya. Şaşkınlık içinde bira küplerini çekerler. Gördüklerine inanamazlar, çok zayıf ve hırpani yedi adam. Üstleri dökülen bu adamların oraya nasıl girdikleri akılları almaz. Onları çıkarırlar ve sorgulayan gözler ile korkarak izlerler. Hemen bir su getirilir, arkasından bir çorba. Çünkü misafir nereden gelirse gelsin misafirdir ve en iyi şekilde karşılanması gerektiği geleneği hala yaşamaktadır. Üstlerine bir şeyler verilir, o hırpani görünüş altında neler olduğu anlamaya çalışılır. Çalışanlar her zaman sorunla karşılaştıklarını yaparlar ve patronlarını çağırırlar. Patron gelene kadar konukturlar. Allah rızası için verilen yiyecekler onların hanesine yazıldığını düşünürler. Allah korkusu hep var olmuştur, peygamberler, dinler değişmiş olmasına rağmen korku hep var olmuştur. Zaman içinde tek değişmeyen şey korkudur.

Çalışanlar kendi aralarında konuşmaktadır, bizim yedi arkadaş ise konuşanlardan bir şey anlamamaktadır, çünkü konuşma hızlanmış ve bir çok anlamadıkları kelimler geçmektedir. Kulaklarına tanıdık gelmesine rağmen, konuşanları anladıkları söylemek abartı olur. Ağır ağır konuştuklarında anlıyorlar, tek tek sorduklarında kafaları ile işaret veriyorlar ama konuşamıyorlardı. Konuşmayı sanki unutmuş gibiydiler. Hırpani yedi adam, bir masanın etrafında bulunuyorlardı, onların zamanında masanın etrafına sadece efendiler oturabilirdi, onlar yemeklerini hep sinilerde yemişlerdi. Şaşkındılar ve anlamaya çalışıyorlardı. Sıcak çorba iyi gelmişti, karşılarında gördükleri onları hep şaşırtamaya devam ediyordu, çünkü genç bir kız onlara gülümsüyordu. Korkan gözler ve şaşkın bakışlar altında gülümsemekteydi. O da gülümsemeye benzer bir şeyler yaptı ama sanırım gören olmadı, çünkü uzayan sakal altında hiçbir mimikleri ortada yoktu. Çökük gözler, çatlamış dudaklar ve taranmamış saç ve sakalları. Beyazlar içindeydiler. Eğilmiş bir vücutları vardı, kamburları çıkmıştı. Ya da öyle sanıyorlardı, çünkü direkt ileriye bakma çalıştıklarında başaramıyorlardı, daha çok yere ve kaşlarına doğru gözlerini havaya kaldırıyorlardı. Duvarlardaki aynalardan yansıyanlara baktılar, o yedi yaşlı insanın kendileri olduğuna inanamıyorlardı, şaşkındılar ama yansıyan ile karşısındakine bakarak anlıyorlardı ki, aslında yansıyanlar kendileri idi. İnanılması zor bir şey gerçekleşmişti.

Biraz kendilerinde güç bulduklarında güldüler, birbirine bakarak güldüler. Çalışanlar şaşkınlık içindeydiler. Telaşlandılar, korktular. Güvenlik görevlileri çağırmışlardı, onlarda sağlıkçılara haber vermişlerdi. Onların bulunduğu yer izleyen kalabalık tarafından doldurulmuştu. Meraklı olanlar, ellerinde cep telefonları ile olanları kayıt altına almak isteyenler. Kalabalıkta güzel kızların etek altını çekmek isteyenler hepsi oradaydı. Bir homurtu vardı, bu yedi adam gülüyorlardı. Konuşmuyorlardı ama gülüyorlardı. Kimse bilmiyordu kim bunlar ve nereden gelmişti, hatta kimse bilmiyordu, bunlar Türkçe konuşuyorlar mı? Konuşmamışlardı, bilende yoktu. Bu hırpani adamları tanıyanda yoktu, bir anda şehrin ortasında ortaya çıkmıştı. Bu lüks semtte bu tipte insanlar hiç olmazdı, giremezlerdi buralara. Şaşkınlık ve korku içindeydiler.

Her iki taraf aslında şaşkın ve korkuyordu, ne olacağını merak eden kalabalıkta artıyordu. Kameralarda gelmişti, ışıklar yakılmış kayıta alınıyordu. Normal olmayan bir şeyler yaşanıyordu. Doğal değildi. Doğal olmayan bir masal içinden çıkmışlardı.

Üstlerine bir şeyler verilmişti, resmi kıyafetliler onların kollarına girmiş ve oradan çıkarıyordu. Sokağa çıktıklarında güneş gözlerini yaktı, yumdular gözlerini, belki bahtiyardılar ilk defa güneşi gördüklerinden dolayı. Ama kollarında olanlar onları bir şeyin içine atmışlardı, çünkü onlar uyduklarında bu şeyleri yani arabaları görmemişlerdi. Etraflarına bakmak için göz kapaklarını açtıklarında bilmedikleri bir yerde olduklarını gördüler, çünkü bunlar betonu da görmemişlerdi. Bildikleri en büyük binalar saraylardı, birde üç katlı yalılardı. Tahtadan yapılmıştı genelde, taştan olan çok azdı. Şimdi her yer garipti ve önlerini göremiyorlardı. Sokaklar yine vardı ama bu sefer sokaklar nefes alamıyordu, çünkü uyduklarında sokaklara taşan ağaçlar vardı. Yeşil yoktu, o yüzden hangi mevsimde olduklarını anlayamadılar ama içlerine işleyen bir soğuk vardı.

Karakola götürüldüler, götürüldükleri yerin karakol olduğunu bilmiyorlardı elbette. Zabitler yoktu ama resmi kıyafeti olan, başlıkları farklı olan birileri vardı. Değişmeyen bir şey vardı, konuşma tarzları. O dönemde nasıl sert konuşuluyorsa bugünde aynı sertlik ve sabırsızlığı hissettiler. Sabırsız bir şekilde hemen yanıt almaya çalışan birileri. Demir parmaklıklar bile aynı kalmıştı, değişim çoktu ama değişmeyenlerde vardı. Kaçtıkları rejimi sanki yaşıyor gibi hissettiler ve hemen kaçıp yeniden uyumayı akıllarından geçirdiler. Fakat kaçacakları yerleri yoktu, o destanda olduğu gibi alayda edilmiyorlardı. Sorgulanıyorlardı.

Sorgulanan insan kendisinden şüphelenir. Sorgulayan onu suçlu gibi görür, sorgulanan ise savunmadadır genelde. Sorular arka arkaya geldikçe gülüyorlardı, çünkü soruları anlamıyorlardı. Memur bunların akli dengelerinin yerinde olmadığına karar vermişti, sorgulamaktan vazgeçip amirine durumu anlatmaya gittiğinde, bunları da demir parmaklıkların arkasına bırakmayı ihmal etmedi. Ne olur ne olur kaçabilirlerdi. Çok görmüştü bu tipte insanları, niceleri dilenciydi, niceleri akıl sağlığı yerinde değildi. Yapılması gerekenler belliydi. Kimlikleri yoktu, üzerlerinden çıkan Osmanlı parası dışında bir şey yoktu. Bir de bir Arapça harfler ile yazılı bir şeyler. O şeylerin kimlik olduğunu bilemezdi elbette, hatta Osmanlı parasını da bilemedi. Savcıya durumu bildirdiler. Savcı onları sağlık kuruluşuna havalisine karar verdi, sonrada durumu prosedüre uygun işlemleri yaptı ve Bakırköy yolu gözüktü.

Bu yedi yaşlı adam şimdi Bakırköy sinir ve ruh sağlık merkezinde tedavi altında, kimse onların hikayesine inanmadı. Masal gibi gelen hikayeler belki gerçek olabilir, kimse bunu görmek istemedi. Şimdi ne yapıyorlar, yaşanan dünyaya uyum sağladılar mı bilemiyorum, çünkü görüşme imkanımız yok.

28 Kasım 2008 Cuma

Hindistan’dan gelen acı haber ve düşündüklerim…

Hindistan’dan gelen acı haber ve düşündüklerim…

Hindistan’da otele yapılan baskın ile yeniden bir terör dalgası ile karşı karşıya kaldık. Aslında terör adı verilen saldırılar her zaman vardır, bu saldırının içeriği ve biçimine göre terör ismini veriyoruz ya da başka bir isim.

Bu son saldırı ile birlikte Yahudi ibadethanesi ve otelde kalanların bir bölümü ile birlikte saldırganlar öldürülmüştür / ölmüştür. Dünya basınına olay her ülkeden farklı şekilde duyuruldu. Ülkemizde üç Türk saldırıda kurtuldu derken, alman basınında dört Alman ölmüştür diye yansıdı. Başka ülkelerde kendi vatandaşları varsa eğer o otel saldırısı ona göre başlıklarda verilmiştir. Bir turistlik bölgede yapılan saldırı ile Hindistan kendi 11 Eylül’ünü yaşadı dendi. 11 Eylül biliyorsunuz İslami düşüncede olanların yaptığı saldırıdır ve o günden beri dünyaya yayılan bir İslam fobi kavramı vardır. Müslümanlar saldırgandır ve teröristtir. Almanya’da yayın yapan Çocuk kanalı olan KİxKa kanalı haberlerinde terör ve İslam adlarını bir grafik ile birlikte çocuklara sundu. Arap kıyafetler içinde üç adam yüzlerini kapatmış ve ellerinde silah vardı. Çocukların izlediği kanalda çocuk haberlerinde bile İslam fobi kavramının geliştirildiğini ve yaygınlaştırıldığını gördüm. İslam fobi sadece İslam inancına sahip insanlara yönelik bir korku değildir, İslam ülkesinden gelmek bile sizi potansiyel olarak o kategoriye koymaktadır.

Türkiye’den gelmiş olmam ve oralı gibi gözükmem burada konumum ne olduğu ve ne düşündüğümün önemini ortadan kaldırmaktadır, çünkü İslam ülkesinden gelen her birey bir terör potansiyeli olan kişi olarak algılanıyor ve yaratılan bu ön yargı ile birlikte sizi tanımayan insanların sizden korkması anlamındadır. Bir genellemedir fobi. İçinde ayrım yapmaz, düşman varsa potansiyel olarak her bireydir. Savaşta askerler bir yeri işgale gittiklerinde, işgal edilen yerde kimin ne yaptığına bakmadan yok etmeye çalışır ve saldırır. En son Gürcistan savaşı sırasında yaralanan ve öldürülen gazeteciler bu bakış açısı altında saldırıya uğramıştır. Çünkü onların görevi yok etmektir, ayırım yoktur. Atom bombası düştüğü yerde her şeyi yok etmesi gibidir. Şunu ayırayım, bu bizim gibi düşünüyor diye bakmaz.

İslam fobi durumu bir süreliğine rafa kaldırılmıştı, ne oldu da yeniden tetiklendi?

Dünya bir ekonomik krizi içinde yuvarlanırken, krizi aşmak için her zaman yapıldığı gibi savaşlar tetiklenecektir, çünkü ülkelerin itici gücü olan silah sanayinde üretim artırılması ve tüketilmesi diğer alanlara göre daha kolaydır. Silah sanayinin yeniden para kazanabilmesi için savaşların ve çatışmaların körüklenmesi gereklidir. Bu savaşlar durduk yere olmaz elbette, var olan çelişkilerin derinleştirilmesi ile birlikte halkalar arasında düşman duygusu yaratılır. Bunun için en uygun koşul ve hazır olan ise 11 Eylül sonrası geliştirilen İslam fobi durumudur. Avrupa ve Amerika’daki faşist hareketler bile bu düşmanlıktan beslenir konuma gelmiştir. İslam fobi anlamı düşman olarak İslam ülkelerinden gelenleri görmekteler. Avustralya’da düşman olmak demek esmer tenli ve Ortadoğu kökenli olmak yeterlidir, çünkü o insanlara her sahada saldırı normal karşılanmaktadır. Dış görünüş ve inanç saldırı için yeterlidir. Yahudi ibadethanelere yapılan saldırılar ile saldıranların ortak düşmanı vardır. Yahudi’ye ve Müslüman’a karşı ortak düşman yeni faşist dalgadır. İki çatışmalı durumda olanın ortak düşmanı tüm dünyada ortak bir çizgi çekmektedir.

İslam düşmanlığı ile Yahudi düşmanlığı arasında biçim anlamında artık fark yoktur. Geçen seneler içinde her iki ibadethane ve inançlara saldırılardaki istatistiki karşılaştırma yapıldığında bu açık olarak ortaya çıkar. Bu saldırılar Avrupa devletleri içinde artık sıradanlaşmış ve haber olmaktan çıkmıştır. Eğer ölüm olursa bu durumda birkaç gün haber olurlar ve unutulurlar. Örneğin geçen yıl içinde yanan evde ölenler için ne yapılmıştır, failleri bulunmuş mudur? Olay sıradan bir haber olup geçiştirilmiştir. Ölenler öldükleri topraklara dahi gömülmemişlerdir. Onlar geldikleri toprağa karışmışlardır.

Hindistan’da yapılan saldırı ve sonucu başka şeylerde göze batar, çünkü bir tatil yöresindeki otelde kalanların ulusları artık önemli değildir, her ülkeden parası olan oraya tatile gider. Kriz filan tatili engelleyemez, o sektörde ayakta kalması gerek değil midir? Saldırı sıradan insanların olduğu yere değildir, bilinçli ve planlı bir seçimdir. Aynı zaman diliminde üç ayrı noktaya saldıracak kadar planlıdır. Bu plan nerede yapılır ve kime hizmet eder soruları kafamda durmaktadır. Çünkü bir olay yorumlanırken sonuçta kimlerin kazançlı çıktığına bakarım. Öyle inanıyorum ki, bu saldırılar devam edecektir, saldırıların devamı gelmesi demek birilerin sanayisinin ve krizi aşacak üretimin yapması anlamına da gelebilir. Bu bizim gibi sanayisi silah sanayisine dayanmayan ülkeler için geçerli değildir, çünkü bizim ne o konuda tecrübemiz var, ne de birikimimiz.

Terör ve terörist kavramı korkuyu yaratmak ve var olan politikaların tartışılmasını ortadan kaldırılması amacı ile üretilmiş bir kelimedir. Bu kelimeyi üreten ve bütün dünyaya yayan ülkenin ya da firmaların (haber ajansları ve sahipleri bu konuda masum değildirler) kimler olduğuna bakmak yeterlidir.

Somali de korsanların bir anda çıkması ve bir çok gemiyi rehin almaları acaba tesadüfi midir? Somali petrol üreten bir ülke, o ülkede istenmeyen bir hükümet veya iktidara gelmeye aday istenmeyen muhalefet var, bu korsanlar Afganistan işgalindeki Taliban gibi bir neden olabilirler mi?

Kriz tüm dünyayı kucaklamış ve şimdiden gelecek yılında kayıp olduğu ilan edilmiştir. Kim için kayıptır? Soru budur, o soruyu yanıtlamak önemlidir.

27 Kasım 2008 Perşembe

Sağ basına bakarken…

Sağ basına bakarken…

Milli gazete sayfalarında yeni bir sayfa eklerken yeni çıktıkları yolu da tanımlıyorlar. Bu sayfa İslam ile saadet birleşimini görmekteyiz... Saadet bildiğimiz gibi siyasi bir parti ve Milli Görüşün Türkiye’deki yasal duruşudur. Milli Görüş teşkilat olarak iktidara gelmiş ve iktidarda bir bölümünü bırakarak yeniden muhalif olmuş bir siyasi harekettir. İslami bir tarikat değildir, bu görüş içinde değişik tarikat üyelerini de görmek mümkündür.

Milli gazete bir propaganda gazetesidir. Propagandayı en iyi şekilde kullanan ve bu sayede bir okuyucu kitlesine kavuşmuş durumdadır. 50 bin okuyucuya bayiler aracılığı ile ulaşırken, elden ne kadar gazetenin dağıtıldığını bilmemekteyim. İslami kesim içinde dikkat çeken önemli bir siyasi hareket olma özelliği göstermesine rağmen, diğer İslami basın içinde kendine ait söylemleri ile ilgi ile izlenmesi gereken gazete konumdadır.

Radikal unsurları içinde barındıran ve radikal söylemler ile öne çıkan Vakit gazetesi bir tetikçi basın olma özelliği göstermektedir. Hedefine aldığı biri ya da kesimi her yönden vurmak için her şeyi mubah gören bir anlayış içindedir. Kendi yarına sonuna kadar savunma konumundadır. Haksız oluğu halde onların gözünde haklıdır, çünkü kendilerindedir, cephede ne olursa olsun yoldaşı yalnız bırakmamak vardır.

Milli Gazete ülke gündemi içindeki açılımlarda duruşunu başlık ile duyurmuş olmaktadır. “Şuursuz bir inancın seni kurtarmayacağını bileceksin.”, “Cihad edeceksin” gibi başlıkları öne çıkaran bir anlayıştan Alevi açılımı hakkında ne düşünüyor sorusu acaba yersiz olur mu?

“Bütün insanlığın hedefi şuurlu bir toplum oluşturmaktır.” Başlığını atarak son hedefini açıkça ilan etmiştir. Şuur burada Saadet Partisi duruşudur ve onun yaşam biçimidir. İktidarda olan taraftarına bir çağrıdır. Tarikatların gazeteleri dışında bir duruş sergileyen gazete, parti amacın uygun yayın politikasını bilinç ile ve iç mantığı bütünlüğü ile savunmaya devam etmektedir. Vakit gazetesi gibi zigzag çizmez, onun kadar hırçın ve saldırgan değildir. Başlıkları bir düşünce ve ortak karar ile atıldığı izlenimi veren söylemlerdir.

Zaman gazetesi İslami basın içinde Gülen tarikatı yönünde yayın yapmaktadır. Aslında Gülen tarikatı yoktur, Nurcu tarikatlar içinde en gelişmiş ve en büyük sermaye grubuna etki yapan bir anlayışın yayın organıdır. Gülen liderliği politikaları yönünde yayın yapan gazete, zaman zaman AKP taraftarı gibi olmasına rağmen, bilinç ile “onları destekliyoruz ama…” söylemi içindedir. Onların yanında yer alıp aynı zamanda onlar gibi gözükmemek için özen göstermektedir. Zaman gazetesi gibi aynı yönde olup da liderlik konusunda farklılık izleyen Yeni Asya gazetesi de Zaman gazetesinden farklı olarak açık olarak AB politikasını savunmaktadır. Bu açıdan hükümetin icraatlarını eleştirmektedir. Zaman gazetesi gibi içinde besleme yazarlar barındırmamaktadır. Besleme yazarlarını başka gazetelere ödünç vermemektedir. Duruşu yönünde takkeye yapmamaktadır. Zaman gazetesi ve çevresi birden çok yayın alanında faaliyet gösterirken, Milli Gazete ve Yeni Asya Gazetesi yayılmacı değildir. Zaman Gazetesi destekleyenler sol gibi gözüken Taraf Gazetesine her türlü desteği verirken, bu destek diğerleri tarafından görülmez.

Bunların içinde başka bir gazete daha vardır, Yeni Mesaj gazetesi de ayrı bir tarikat yayını olma özelliğini gösterir, onunda savunduğu siyasi arenada BTP vardır. Onun politikaları yönünde yayın yapmaktadır, genel başkanları genelde baş sayfadan haber olarak sunulur.

Yukarıda saydığım gazetelerin dışında AKP taraftarlığını ele alan gazetelerde vardır. Bu taraf gazeteler ise; Sabah, Star, Yeni Şafak, Bugün gazeteleri bulunmaktadır. Bu gazetelerde yazanlar AKP adını bile Ak Parti olarak yazarlar. Taraf olmak kelimeler ile başlar, orada yazanlar “benim besleme yazar olduğumu nereden çıkarıyorsun?” diyerek saf saf soru sorarlar. Sanki safmış gibi davranırlar, fakat saf olmadıkları bankalarda hesap numaralarına gelen paralardan ortaya çıkar. Olaylar karşısında duruşları her şekilde ele verir. Küçümser tavır içinde ve karşısındakine yukarıdan bakan tavırlar ile ekran ekran dolaşırlar.

“Bana olanak nerede veriliyorsa orada konuşurum, orada düşüncemi açıklarım” diyerek AKP politikalarını ve çatışmalarında hangi yönde taraf oldukları ortadadır. Güya AB birliğini savunur gibi durup, AKP taraftarlığı yapılır. AKP eleştirisi yapar gibi gözüküp, onun kendilerince yanlış gördükleri çizgisini doğru çizgiye çekme çalışmaları vardır. Sınırlarda durarak, “ben onun yanındayım, fakat onun çizgisi biraz öteye kayarsa hemen terk ederim” duruşu içindeler. Her dönemim adamı olmayı başarmak için sınırda durmayı başarı olarak görürler. Çünkü her biri bilir ki, bir gün bu iktidarda gidecektir. Gidene kadar adam yerine konmak, sözünün dinlenmesi önemlidir.

Bütün bunların dışında diğer gazeteler içinde köşe yazarlığı yapan taraf olan yazarla da vardır, fakat bu yazarların orada olması o sermaye tarafından desteklendiği anlamına gelmez. Akşam gazetesinde ki değişim hangi yönde olacağını zaman gösterecektir. Doğan grubu içinde çıkan Referans kim için referans olduğu ortadadır. Büyük medya grupları hükümet taraftarlığı yapan yazarları içinde barındıran gazetelerde çıkarmaya özen gösterir, bu sayede her hangi bir çatışma durumunda arabulucu olacakları kabul edilir. Büyük medya sahipleri her görüşte yayın çıkarmaya özen gösterir, çünkü onlar ticaret adamlarıdır, gerektiğinde çatışmamak için gazeteciye kapı dışarı gösterebilir.

17.11. 2008 tarihli gazetelerin resmi satışlarına göre bu adlarını andığım gazetelerin satışı:

ZAMAN 889.982
TÜRKİYE 143.357
YENİ ŞAFAK 103.590
STAR 100.829
MİLLİ GAZETE 51.782
A.VAKİT 51.162
YENİ ASIR 42.880
BUGUN 42.444
TARAF 41.309
YENİ ASYA 7.679
YENİ MESAJ 5.303
TODAYS ZAMAN 5.119


Toplam: 1874,484 gazete satılmaktadır.
Genel satılan gazete toplamı: 4.908.175 dir.

Gazetelerin ülke gündeme etkisini bu satışlara göre düşündüğünüzde nasıl bir sonuç ila karşılaşırız? Adını andığım gazetelerin bir de görsel olarak medyadan yararlanıyorlar, o görsel alan içinde dijital üzerinden web sayfaları, televizyon, internet televizyon yayını da koymak gereklidir.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Kıtlıklar kuyrukları yaratır.

Kıtlıklar kuyrukları yaratır.

Büyük şehirlerde ekmek bayiler önünde kuyruklar oluşmaya başlayalı uzun bir zaman olmasına rağmen, göze seçim öncesi batmaya başladı. Kuyruklar hayatımızdan kısa bir süreliğine kalkmış olmasına rağmen, her zaman varlığını sürdürmektedir.

Kuyrukların olduğu yerde kıtlık vardır. Kıtlık malın az olması, varlığın olması anlamına gelmez, eğer bir yerde kuyruk varsa orada bir şekilde kıtlıktan bahsedilir. Arz ve talep gibi ekonomik terimlerle açıklanan gerçekler, aslında gerçek olarak kabul edilenlerdir. Gerçek kuyrukta bekleyenler ve kuyruğu oluşturan şartlardır.

Kuyruklar son zamanlarda ekmek bayileri önlerinde olmaktadır, ülkemizde genelde en çok israf edilende ekmek olduğu kabul edilir. Çöplerden bayatlamış, küflenmiş ekmek artıkları ile karşılaşılır. Bu durumda araştırmacılar ne derler? İsraf fazla ise onun bolluğundan bahsedebilir miyiz? Sorunun cevabı ekmek bayileri önündeki kuyruğu açıklamaz. Ekmek bayileri önünde neden kuyruklar gün geçtikçe uzamaya başladı? Marketlerde, bakkallarda satılan ekmekler olmasına rağmen, belediye ait ekmek bayilerinin önünde sabah saatlerinde neden kuyruk olur? İsteyen her saat içinde ekmek bulmasına rağmen, sabah saatlerinde bu bayilerin önünde kuyrukların oluşmasını nasıl açıklanır? Sorular çoğaltılarak uzatılabilinir.

Ekmeklerin ücretlenmesi konusunda bir farklılık ilk olarak göze batar, çünkü bayide satılan ile bakkalda satılan ekmek arasında yarıya yakın bir ücret farkı vardır. Bu fark insanların nerede duracağını belirliyor. Kişinin aylık olarak ekmek tüketimi için ayırdığı ücret bu konuda belirleyici olmaktadır. Kuyrukların uzaması o yerleşim yerinde fakirliğin artmasını da belirtmektedir. Eğer bir insanın alım gücü yerinde olduğu halde bu kuyruklara girip beklediğini söylemek ne kadar doğrudur. İhtiyacı olanlar ihtiyaçlarını en ucuz olarak karşılama derdindedirler. Çünkü ekmek kalitesi açısından bir fark olmamasına rağmen, insanlar neden bir bayinin önünde beklediğini ancak ve ancak ekonomik nedenler ile açılanabilinir. Kuyruklar her zaman fakirliği belirtmez, fakat ekmek bayi önünde ise buradan fakirliğin ya da bir şeyin kıtlığından bahsedebiliriz. Yeni açılmış olan bilgisayar mağazasının önünde de ilk gün indirimi ile kuyruklar oluşmaktadır, tüketim çılgınlığının eseri olarak yeni bir oyun ve makinesi için sabah saatlerinde kuyruklar olduğunu ekrana yansıyan haber programlarından izledik. Fakat bizim konumuz olan ekmek olunca, orada kıtlığı oluşturan sebebe bakmak gereklidir. Çünkü kıtlık alım gücü ile orantılıdır. Ekmek kıt değildir, kıt olan ona ödenecek olan paradır. Tasarruf yapılıyorsa bir yerde, orada kıtlıktan bahsedilir. Tasarruf yapanın alım gücü zayıftır. Daha doğrusu emek ücreti düşüktür. Ekmek için kuyruğa girenlerin emek ücretlilerinin değerinin çok altında olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Orada sırada olanların aile fertleri en ucuz emek altında çalışanlardır, işsizlerdir. İşsiz bir kişi potansiyel köle konumdadır. Para karşılığında emeğini köle ücretine satabilmektedir. Para, ekonominin daralması köle pazarında emek bolluğunu beraberinde getirir. Bu kriz emeğin daha örgütsüzleşmesini, bireyselleşmesini ortaya çıkarır. Bir ekmek için kuyruğa giren iş için yapamayacağı bir şey yoktur. Bankaların yaratmış olduğu balon ve balonun patlaması sonucu milyonlarca insan o balonların yeniden şişirilmesi için birikimlerini o tarafa aktarmasıdır. Bu aktarma devletin eli ile vergiler aracılığı ile olmaktadır. Batan bankaların yeniden canlandırılması demek, emeğin karşılığı olarak gösterilen paranın aslında olmadığını söylemek gibidir. Sen emek sarf etmişsin, emeğinin karşılığını para olarak almak istiyorsun ama diyorlar ki, aslında sen bir rüyadaydın. Çünkü senin emeğin karşılığı olarak basılan paranın aslında ağıt üzerinde şişirilmiş bir rakamdır. Karşılığı olmayan emeğin ödenmesi de ancak ve ancak balonların tekrar şişirilmesi ile mümkün olacaktır. Çünkü rakamlar bir hesaptan ötekine geçerken, o rakamların karşılığı yoktur. Olduğu kabul edilen sözler vardır. O sözü de devletler verir, onların sözü güvence kabul edilir. Fakat kriz devleti ortadan kaldırmaktadır aynı zamanda, devlet firma olmaktadır. Firmaların kontrolündeki danışmanlar devletlerin ekonomisinin yönünü belirlemektedir. Danışmanlar halk için çalışmaz, bağlı bulunduğu kuruma çalışır ve onun çıkarı halkın çıkarından üstündür. Dünya bankası ve IMF danışmanlarının politikaları ise bizde ekmek bayisi önünde kuyruğun uzamasını beraberinde getirir.

Ülkemizin kıt kaynaklarının daha da tükendiği koşullar altında, kıt kaynakların dahi işlenmediği ve ülke kaynaklarının dışında dışa bağımlılığımın arttığı liberal ekonominin nimetleri altında, bu kuyrukların uzaması doğal değil midir? Çünkü ülkemizde tarım çökmüştür. Bugün tükettiğimiz unu dışarıdan alır konuma düştük. Üretim alanlarının yok olması ile emek fazlalığı yani işsizlik artmıştır. İşsizliğin arttığı yerde ise tüketimin düşmesi beklenir, fakat tüketim çılgınlığı bu düşüşten bahsetmemizi engellemektedir. Emeğini ucuza satanlar kazançlarının üzerinde tüketmekteler. Buda son yaratılan ekonomik krizin tetikleyicisi konumdadır. Bu olmayan kaynaklardan ödenen paraların oluşturmuş olduğu piyasada yeni krizlerin olmasına neden olmaktadır. Her kriz dönemi bir yerlerde develasyonun olması ve fakirliğin daha çok artması anlamına gelir. Dünya ticaret örgütü aracılığı ile yapılan planlamada, hangi ülkede hangi ürünün üretileceği ya da yetiştirteceğine karar vermesi ile ülke ekonomileri bir birine bağımlılanarak köle piyasasının daha da gelişmesine neden olmaktadır. Kıt kaynakların daha da daralması, o ülkede yaşayan insanları kuyruklara sürerken, gelişmiş ülkelerin insanı başka kuyruklar oluşturmaya devam edecektir. Her kuyruk bir kıtlıktan bahsetmemize yol açar! Fakat içeriği burada önem kazanır.

21 Kasım 2008 Cuma

CHP İstanbul adaylarını açıklarken…

CHP İstanbul adaylarını açıklarken…

Yerel seçimler yaklaşıyor, adaylar şimdiden parti binası ve genel merkez arası gidip gelecek, çünkü adayları sonuç olarak genel başkan ve merkez binada oturanlar belirleyecek. Adaylar halkın adayı olmayacak, bir çıkarlar çatışması sonucu, pazarlıkların ve tanıdıkların araya girmesi ile belirlenecektir. Elbette tanıdıklarda belirli bir para harcayacak ve maliyet hesabı yapacaklardır.

Yerel seçimlerin yaklaşması ile birlikte ayların dışında bir de adayları destekleyenler ortaya çıkar, çünkü onlarda bu kriz ortamında iş yapacaklardır. Matbaalarda basılacak işler, grafiği yapılacak çalışmalar, bayraklar ve eşantiyon malzeme üretenler bu seçim ile kasalarına biraz para aktaracaklardır. Seçim piyasanın canlanması anlamına gelir. Her seçim dönemi kara paranın bol keseden harcanmasını da getiri, kimse sen parayı nereden buldun diye soramaz, çünkü sponsor kaynakları açıklanmaz.

Yerel seçimler kriz ortamı içinde bir hareketlilik getirecek, belediyede tanıdık aracılığı ile girenler, parti kartviziti ile işe başlayanlar var olan başkan için can ile baş ile çalışmak zorundadır, çünkü diyetini ödemelidir. Yeni gelecek tarafından işten atılmamak için, eline aldığı müdürlüğü bırakmamak için altında çalışana baskı uygulayarak başkanı şirin göstermek için her türlü çalışma yapılır. Halkımız sazan balığı hafızası kabl edildiği için iktidarda oldukları sürece bir şey yapmayanlar son seçim dönemecinde her türlü açılışı yapmadan da geri duramazlar. Hiç yapmazlarsa yollara asfalt döker oranın açılışını yapar!

Beni İstanbul ili içinde bir belediye başkanı ilgilendiriyor, çünkü ona karşı her türlü çalışmayı yürüteceğimi orada sergi açtığım gün ilan etmiştim. Onların davetlisi olarak Almanya’dan gelip sergi açtım, sergi için hiçbir duyuru çalışması yapmayan belediyenin kültür dairesini önceleri kınıyordum, fakat daha sonra işin başında olan belediye başkanı görünce neden o şekilde davrandıklarını anladım, çünkü başkanın çalışanları da tıpkı kendisine benziyordu. Üstelik üst üste seçilmiş bir başkan. Nasıl seçildiğini kısa bir araştırma yapınca şeriat geliyor korkusu altında bir tepki seçim olmuş. Halk başkan iyi çalışıyor diye değil, yeter ki AKP gelmesin korkusundan vermiş! Kadıköy İstanbul içinde kendine özgün bir ağırlığı olan sosyal demokrat olduğunu iddia edenlerin yoğun olduğu yerdir. Orta düzeyde yaşayan, çeşitli kültür etkinlikleri olan, solun eskiden beri etkisini gösterdiği bir yerleşim yeri. Yaşam düzeylerinin değişmemesi için, alışkanlıklarının ortadan kaldırılmaması için her türlü özveriyi gösterenlerin yeri.

Kadıköy İstanbul içinde nefes alınacak mekanların olduğu bir yerleşim alanı olarak öne çıkar, fakat İstanbul yağmasından da nasibini almış bir yerdir. Diğer ilçelerde ne yaşanıyorsa orada da yaşanıyor. Kapkaçın en yoğun olduğu yer, cinayetlerin diğer yerlerden aşağı kalmadığı istatistik olarak görebilirsiniz, yani huzurlu bir yer olarak kabul edilmez. Kadıköy hiçbir özelliği olmayan ilçe konumundadır, çünkü orada özel tiyatroların olması orayı özel yapmaz. Meydanında yürüyüşlere ve toplantılara izin verilmesi orayı özel yapmaz, limanında değişik kültürel etkinlilere mekan olması orayı özel yapmaz, çünkü diğer yerlerde de aynı tipe etkinliklere şahit olursunuz. Bu özelliği olmayan yerde başkan özellik katabilmiş midir?

İktidar olduğu yıllar ve dönemler içinde Kadıköy bir biçim değiştirmemiştir, değişim zaten o olsa da olmasa da olacak değişimdir. Yani müdahil değildir gelişmelere. Bir iki etkinliği öne çıkmıştır, büyük şehir belediyesi cami kararına karşı direnmiştir, fakat o olsa da olmasa da orada o direniş olacaktır, oranın halkı bu konuda ondan ileridir. Moda iskelesi direnişi buna örnektir. Alt yapı sorunu mu çözmüştür? Hayır, onsuzda bu işler yürür, peki bu iktidar olduğu süre içinde neler yapmıştır?

Hemen danışmanları sıralayacaklardır, kültür merkezleri, kitap fuarı, vs. vs. diye. Peki, diğer ilçelerde bunlarda yapılıyor, başka ne yaptınız Kadıköy’e özgü olarak? Diğerlerinde ayrı ve sosyal belediyecilik örneği ne yapılmıştır? Başkan halkın arasında mıdır? Belirli günleri kendisi semtlere gidip halk ile sohbet mi etmiştir, yerel sorunlara yerele gidip çözüm aramak için toplantı mı yapmıştır? Ne yapmıştır?

İktidarı olduğu süre içinde kendisi için ayrı yapılan ve ana binadan ayrı üç katlı yerde oturmuştur. Yurtdışından gelen ya da parası olanları orada ağırlamış, aşağıya koydurduğu geçmiş başkanların heykellerini göstermek dışında? Alt katında yaptırdığı toplantı salonunda birkaç etkinliğe ev sahipliği yapmak ile sosyal mi olmuş oluyor? Giriş salonunda açılan sergilerin hangisine gitmiştir? Ben o salonda sergi açtım, sergi boyunca her gün serginin olduğu yerden girdi ve odasına koşar adımlarla çıkmış olmasına rağmen, bir gün olsun sergiyi merak edip bakmamıştır. Bir gün dahi benim ile tanışmak için gayret göstermemiştir. Çevre esnaf ile yaptığım sohbetlerde başkanlarını hiçbir zaman dükkanlarına gelip işler nasıl diye sormadığını öğrenmiştim. Halktan o kadar kopuk bir ne yapar, kendisine yakınları toplar ve ne kadar büyük ve vazgeçilmez başkan pompası verilmesine izin verir. Hemşerilerini çevresinde değişik kademelere yerleştiren bu Kadıköy’ün var olan başkanı Kadıköy için ne yapmıştır ve neden dolayı oy istemektedir? Neden başkanlığa tekrar aday olmuştur?

Yıllar içinde Köln’den Kadıköy’e göçtüm ve orada yerel seçimlerde ben şahsi olarak oyumu ne Selami Öztürk ne de onun partisine vermeyeceğim. Benim oyum gerçek anlamda sosyal belediye ilkelerini savunan ve onu yaşam tarzı olarak gören, halktan kopuk olmayan, halk ile birlikte halk için çalışanlaradır. Eğer bu kriterlere göre aday bulamazsam dahi var olanın dışında başka birinin seçilmesi en yakın olana oyumu vereceğim. Bu seçimimde parti ayırımı yapmıyorum. Çünkü bu seçildiği dönemlerde hiçbir şey yapmayanın bir daha ödüllendirilmesine karşıyım. Artık yeter, yeni iş üreteceklerin oraya gelmesidir, Kadıköy kazanması için var olan değişmelidir. Oyumu Kadıköy kazansın diye vereceğim. Var olan alışkanlıklar devam etsin diye değil.

Eğer Selami Öztürk adaylığı netleşir ise ben bu tipte uyarılarımı zaman içinde tekrarlayacağım ve oyunuzu ona vermeyin diye çağrıda bulunacağım. Oyunuz alışkanlıkları değiştirsin!

20 Kasım 2008 Perşembe

Medya Goebbels rolünü bırakmalıdır!

Medya Goebbels rolünü bırakmalıdır!

Ne zaman ölümlerde bir artış olsa, akranlar savaş çığırtkanları ile dolduruluyor. Savaşın ölüm demek olduğunu unutturuyorlar, ölümü ölüm ile temizlemek! Ölüm ile ölümleri durduracağına inanıyorlar. ölüme karşı ölüm ile gidildiğinde, kan davasına yol açabileceğini ve kan davasının da sonucunun iki taratan birinin soyu kuruması anlamına geldiğini gözden kaçırıyorlar. Kanı kan ile temizleyerek barış elde edilmez!

Kanı kan ile temizleme işini Hitler rejimi ve Mussolini iktidarı yapmıştır. Tarihin dehlizlerinde soykırımı bırakmışlardır. Alman halkı bu soykırım lekesinden bugün dahi kurtulamamıştır, çünkü Hitler’i iktidara getiren onlardır, sonucunu da ağır bir şekilde ödemişlerdir. Hitler’in tasarladığı saf almaya yoktur bugün, göçmen ve çok kültürlü Almanya durmaktadır. Yahudi ve Çingene kanı ile suladıkları topraklarda bugün yaşayanlara bakın, kimin yenildiği ortaya çıkar.

Bugünlerde ekranlara bakarken, Joseph Goebbels’in yeniden hayata geldiğini ve o ünlü propaganda konuşmasını yaptığını düşünüyorum. Alman radyolarında onun sesi hep duyulurdu, müthiş etkileyici konuşması ile halkı güzel günlere inandırdı. İktidara bir ölüm makinesini getirdiğini biliyordu, fakat onun karşı konulmaz hırsı, sevgilisinin Yahudi kadını olduğunu unutturmuştu. Kitlelerin yönlendirilmesinde Goebbels gelecekte yapılan çalışmalara kaynak oluşturmuştur. Diktatörler onun yolunda giden danışmanları yanlarında bulundurmaya özen göstermiştir.

Bugün ülkemizde Goebbels’in yaptığı propaganda tekniğinden daha ileri teknolojiyi kullanarak kanı kan ile temizlemeyi yönlendiren haberler yapılmaktadır. Dramatik görüntüler eşliğinde durmadan kahramanlar yaratılmakta ve yeni kanların dökülmesi gerektiği yönde yönlendirilmektedir. Vatanın bütünlüğü gibi kavramlar ile bir zamanların ilerici argümanlarını, şimdiki zamanın gerici söylemlerini söylemekten çekinmemekteler. Evrensel krizin tusunami dalgası altında neden fakirleştikleri dahi bilmeyenlere, kan ve gözyaşı eşliğinde haberler yapılarak, onları yaşadıklarından bir an için sıyrılmalarını ve kitlesel kıyımlara yol açabilecek söylemler geliştirtmektedir. Bu söylemlerin etkisi ile bayrağı omuzuna bir şal gibi sarıp, kendisini Süpermen ya da Spiederman olarak görenlerin linç olaylarında ön safhada yer alması tesadüfi değildir.

Goebbels radyolardan konuştuğu süre içinde Almanya bir soykırım ve milyonlarca insanın ölümünden sorumludur. O sorumluluğu bugün dahi kara bir leke gibi üzerinde taşımaktadır. Bugün medya akan kanın kaçta kaçından sorumludur?

Türkiye medyası bir an önce bu kanı kan ile temizleme söylemlerinden vazgeçmelidir. Kitlesel ölümlerin önüne geçebilmek, barış ortamın sağlanabilmesi için bir an önce Goebbels rolünden vazgeçip sorumlu olmalıdırlar. Kanı kan ile temizlenmez, bir an önce akan kanın durdurulması için olagelen politikaların dışında çözüm yolları aranmalıdır. Çünkü eğer var olanlar ile başarılmış olmuş olsaydı, bugün kan akmamış olacaktı.

18 Kasım 2008 Salı

Neden alevi bir Hacıbektaş -ı Veli olmak istemez?

Neden alevi bir Hacıbektaş -ı Veli olmak istemez?

Bir soydan gelmek ayrıcalıklı mıdır? Ayrımcılığa karşı olan bir inanç içinde ayrımcılık olur mu?

Babai isyanı olarak tarihe not düşülen büyük alevi soykırımında Baba İlyas (İshak) hiçbir zaman kendine zulüm eden ile masa oturmamış, ona benzemeye çalışmamıştır. O soykırım boyunca duruşunu bozmamış, ölüm yolunda inananlara hiç ihanet etmemiştir. O bir liderdi, savaşın en ön safhasında yer aldı, kendine inanlar ile aynı yolda düşmüştür. Hacıbektaş o isyanın bir tanığıdır, isyan sonrası gidip Konya hükümeti ile pazarlığa oturmamıştır, ocağı küller üzerinde yaşatmak için mücadele etmiştir, kardeşi Menteşe o isyan denen soykırımda toprağa kucaklamış olduğunu unutmadı. Hacıbektaş’ı bugün kendilerine göre yorumlayanlar, onun Baba İlyas’ın yanından onun düşün evladı olduğunu unutturmaya çalışırlar. Bir önderin evladı bilir ki, önünde yürüdüğü halka ihanet etmez, onları aydınlığa temiz eller ile ulaştırmak için mücadele eder. Ellerini kirletmez.

Baba İshak bir halk önderidir, ona karşı saldırı karşısında her duyan olduğu yerde direnişe geçmiştir. O günden beridir Aleviler ulaşılması güç, elde edilmesi zor yerleri mekan seçmiştir ve orada yaşamıştır. Topraklar kan ile sulanmış, dereler renk değiştirmiştir. O tarihin izlerini taşıyanların torunları bugün ayrıcalık istemiyor, bugün haklarını isterken başları dik, yürekleri insan sevgisi ile doludur.

Şah Kulu, Bozoklu Celal, Sülünoğlu, Begçe Bey, Veli Halife, Kalender Çelebi İsyanları, Pir Sultan Olayı ve Şeyh Bedrettin Olayı… Alevilerin ortak seslerini duyurma mücadelesidir. Ayaklanmalarda Aleviler komşu köylerine saldırmamıştır, sürekli savunma konumunda olmuşlardır. Onlar ölmeyi ve öldürmeyi kutsamazlar, çünkü ‘okunacak en büyük kitap insandır’ diyenlerdir. Okunacak şeyi yakmazlar, okumak için özen ile dokunurlar ve anlamaya çalışırlar.

Aleviler, son yüzyılda göçün sonunda şehirlerde buluşmuştur. Önceleri kimliklerini saklayarak ve ürkek olarak geldikleri şehirlerde, zaamn ile o ürkekliklerini yenmişler ve kendi kimlikleri ile yaşamaya başlamışlardır. Çünkü azımsanacak sayıda azınlık olmadıklarını görmüşlerdir. Onlar, bugüne kadar kabul edilmeyen inançlarını özgürce yaşamak için bir araya gelmişlerdir. Geldiklerinde gördükleri ile şaşırıp kalmışlardır, çünkü eskiden köylerinde özgürce yaptıkları ibadetlerinde yöresel farklılıklar vardı. İlk zamanlarda ibadetleri için köylere gidenler, zaman içinde köylere gitmez olmuştur. Cem artık şehirde kurulmalıdır, evleri de açılmalıdır. Açılmıştır da. Alevi isminin yasak olduğu süreç aşılmıştır. Alevi ismi ile dernek kurmak artık yasak değildir. Aleviler kendi açık kimlikleri ile şehirde bir araya gelmiştir. Bir araya gelen bu heterojen topluluk değişik sorunları içinde yaşayarak çözmeye doğru gitmiştir. Farklılıklar zenginliktir diyerek, temel olanlarda birleşmiştir. Cem evleri şehir yaşamın birleşme noktasıdır aleviler için. Çünkü onların özgüce ibadet edecekleri yerlerdir. Kendileri üzerine yapılan asimilasyona karşı bir duruştur.

Aleviler gerçek laiklik istemekteler, ayrımcılığa ve ret etmeye karşı seslerini duyurmak için Ankara’ya yürümüş ve orada seslerini duyurmuştur. Alevi önderleri ile birlikte, Baba İshak oradadır, Menteşe oradadır, Hacıbektaş orada, Pir Sultan, Şeyh Bedrettin ve yoldaşları da oradadır. Orada olmayanlar ise Hızır paşa rolündedirler!

Önder olan, düşmanı ile anlaşarak ona benzemek istemez. Baba İshak, Hacıbektaş, Pir Sultan, Şeyh Bedrettin, Börtlüce Mustafa, Torlak Kemal onlar arkasından yürüyenlere ihanet etmediler. Onlar hep önde yürüdüler, damarlarında taşıdıkları kandan güç almadılar, bilgilerinden, yüreklerinden, kulaklarına fısıldanan sözden aldılar. Çünkü onlar insan okudular.

Bugün postalarından aldıkları mirası, halkın üzerinde bir güç olarak kullananlar, kendi çıkarlarını halkın çıkarı üzerinde görenler, halkı cahil olarak görüp, onları küçümseyenler, Sivas’ta canlarımızı küller içinde bırakanlar ile aynı safta duranlar, hangi gerekçe olursa olsun alevi büyüğü ve bilgini olabilir mi?

Onlar postlarından aldıkları güç ile lider olabilirler mi? Şehirleşen Alevilik birbiri ile kaynaşarak elbette zaman içinde homojenleşecektir. Bu süreç içinde sadece dedelerinden aldıkları miras nedeniyle bazı insanlar ayrıcalıklı mı olacak? Bu ayrıcalıklarını Diyanet İşleri gibi bir asimilasyon kurumundan maaş almak için her türlü özveriyi gösterenler, gerçek anlamda Alevileri temsil edebilir mi?

“Bizim politikamız Sünniliğin Aleviliği, Aleviliğin Sünniliği tanıması esasına dayanır." diyen biri bilmek zorundadır ki, aleviler suniler ile hiçbir zaman sorunları olmamıştır, suni devletin Aleviler ile sorunu olmuştur. Alevileri sapkın inanç olarak gören suni devlettir. Zaten asimilasyon eğitimi ile aleviler, suniliği bir suni kadar bilmektedir. Bilmesi gerekenler karşı taraftır. Aleviliği tanıyabilmeleri için de Cem Evlerini resmen tanımak ve kendisini geliştirmek için olanak verilmesi zorunludur. Bu da ancak ve ancak gerçek laik bir devlet ile mümkündür. Birkaç alevi dedesine maaş vererek, Diyanet İşleri Başkanlığında memur statüsü vererek olmaz.

“Ben Yunus, Mevlana olmak istiyorum, niçin Muaviye olayım?" diyen biri neden Hacıbektaş Baba İshak olmak istemez? Neden Aleviler adına söz söylemeye devam eder? Üstelik ezberi bozuyor diyerek şeriatçı bir gazeteye baş haber olur! Henüz Sivas külleri yanarken, Sivas’ta ölenleri alevi suni diyerek ayırır, rakamlarla kaç alevi, kaç suni olduğunu söyler, bu söylem alevi söyleminde var mıdır? Hani yetmiş iki millet birdir bizim gözümüzde? Hani ayrımcılığa karşıydı? Alevi işadamları ile kurduğu birlik ile Alevilerin içine bir hançer gibi durmaktadır, bu hançer hep duracak mı? Bu tarihin inkarı değil midir? Aleviler tarihlerini inkar mı edecek, yoksa hançeri söküp atacak mı içlerinden?

Alevi önderleri Mevlana değil, Hacıbektaş olmayı seçmelidir. Başkentte oturan değil, halkın dertleri ile uğraşan ve onlara çözüm yolları gösteren gerçek nefes sahibi erenler olmalıdır.

16 Kasım 2008 Pazar

Standart tüketim…

Standart tüketim…

Teknoloji gelişimin sonucunda günlük tükettiğimiz yiyeceklerinde biçimi/ içeriği bozuldu. Bir standart yaratıldı. Her ülkede gördüğümüz Mc Donald’s mağazaları bir standardın günlük yaşama girmesidir. Sadece orası mı?

Standart biçim ve içerik arayışları insanlık tarihi içinde hep olmuştur. Tüketim çılgınlığı içinde bu standartlaşma, markaların günlük yaşamımıza girmesi ile kalıcı olmuştur. Marka demek, standart olmak demektir. Her ürün bir kalitededir. Markalar yaşamın her alanı için geçerlidir. Göz ameliyatlarında bile bir standartlık vardır, bantta giden bir mal gibi hastalar aynı biçimde lazer ameliyatından geçebilmektedir. Hastanelere standart numaralar verilmeye başlandı, tıpkı plajlara mavi bayrak asmak gibi!

Yaşamımız içinde tüketim kaçınılmazdır, standart ürünlerin ortaya çıkması ile tüketim çılgınlığı / hastalığı içinde olduğumuz düşünüyorum, çünkü bizler tüketeceklerimizden fazlasını tüketmeye başladık. Eskiden birkaç kıyafet ile kışı geçirirken, şimdi evin içi değişik markalardan oluşan kaliteli ve standart ürünler ile doludur. Kimse artık düşünmez, vücuda tam oturan terzilerin özenli olarak göz nurunu. Gerçekten terziler neden toplu üretim alanlarında çalışmak zorunda kaldı, düşüneniz oldu mu? Çünkü sanayi devrimin en büyük lokomotifi tekstil sektörüydü! İlk standartlaşma orada başladı!

Gereğinden fazla tüketmek, elbette gereğinden fazla üretme ile mümkün olacaktır. Bir standart içinde ürününüzü verirken, onunda alt yapısını oluşturmanız gereklidir. Tüketim toplumunu biçimlendiren araçlar vardır, bunların en büyüğü reklamlardır ve globalizmdir. Çünkü her şehirde aynı ürünleri, aynı kalitede almayı anlamak gereklidir. Globalizm; her ürünü gittiğin her yerde görmek anlamına gelir, o yöresel güzelliklerin yok olmasıdır!

Son okuduğum bilimsel çalışmalar ile bir gerçeklik ile de karşılaştım. Bilimsel çalışmalarda insanın tüketim alışkanlıklarını bozan ve değiştiren özelliği vardır. O yüzden bilimsel çalışmaların amaçları kesinlikle hep sorgulanmalıdır, çünkü bazı araştırmalar piyasa içindir ve piyasaya tersi kanıtlanmadığı sürece doğru kabul edildiğinden, yaşamı kökten değiştirebilmektedir. Bilimsel çalışmalar en iyi reklam aracı konuma düşmüştür. Büyük hastanelerin ünlü doktorları bilimsel reçeteleri açıklamaları bu çalışmanın bir sonucudur. Okuduğum bilimsel habere göre, ineklerin cinsiyeti önceden belirlenerek üremelerini sağlamak. Bu sayede tükettiğimiz hamburgerin fiyatında ucuzluk olacağı kabul edilmektedir. Tavukları çiftlik yaşamı içinde standart olarak tüketen biz insanlar, şimdi inekleri de bir standart olarak üretip, kısa zamanda verim almaya başlayacağız. İneklerin üremeleri için köylerde yapılan çiftleşme törenleri hiç duyanınız oldu mu? Artık belgesel programlarında bile göremezsiniz! Standart ürün elde etmek için bilimsel temeller yapılan üretimler, sağlığımızı ne kadar bozduğu bugün çocuklara bakarak görebilirsiniz, çünkü çocuklar gereğinden fazla uzun ve yapılı konumdalar. Şişmanlık bir çağdaş hastalık olarak evreni kuşattığına göre, tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamamız gerekmektedir. Bu şişmanlık acaba kimlerin kasalarını doldurmaktadır?

Teknolojinin gelişimi, insanlık açısından iyi olduğunu düşüneniz vardır, bende o konuda hem fikirim, fakat teknolojik gelişimin insanlığın gelişimine ne kadar katkı yapıyorsa da insanı bozan, doğayı yok eden bir duruma geldiğini düşünmekteyim. Bilimsel olanların sorgulanması gereklidir. Standart arayacağız diyerek geçmişin bütün birikimlerini, güzelliklerinin üzerini çizmek zorunda değiliz. Bütün şehirlerde aynı mağazayı ve aynı tadı almak zorunda değiliz. Her ülke ve coğrafya kendisine ait tadı ve rengi olmasına devam etmelidir. Mc Donald’s ve benzerleri her ülkede aynı kalitede ürün verecek diyerek, doğada olan canlıların üremesine karışıp, onları daha ucuza ve verimli kullanmak amacıyla doğal olanı bozup, kendi amaçlarımız amacıyla üretmek ve standart yaratmak gelecek için tehlikelidir. İnsan bilinçli tüketicidir denirdi eskiden, şimdi insan; ucuz ve kaliteyi tüketen konuma doğru değişmektedir, fakat ucuz ve kalite standardın yaşamdan neyi kopardığını düşünecek kadar bilinçli değildir.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Değişim başlarken…

Değişim başlarken…

Obama başkan oldu, bütün dünyadan Beyaz Saray adresine hediye yağmaya başladı! Bu çılgınlığa kapılanlar genelde az gelişmiş ya da gelişmekte olan adı verilen ülkelerin insanlarıdır. Kendi ülkelerinde lider olana bile hediye göndermeyen halkımız, kıtaların ötesindeki bir başkana aklına gelen ve elinde olanı hediye olarak gönderiyor!

Krizin tam ortasında ya da başına başkan seçilen birine yönelik bu ilgi nasıl açıklanır? Obama rüzgarı bütün dünyada değişim çılgınlığını tetiklemesine rağmen, değişim denilen şeyin ne olacağını yakında yaşayarak öğreneceğiz. Çılgınlık elbette köklü değişimi taşımayacak, izafi olarak gerçekleşecek değişimler gözlere bir renk, ağızlara bir parmak baldan öteye gideceğini söylemek abartı olmasa gerek.

Değişimin ilk ipuçları kriz ile ortaya çıktı ve bütün dünya haber ajansları özel haberleri dahi birbirine benzer oldu! Basın içinde gazetecilerin yerlerini görev yapan ve emrinde çalıştığı müdürün isteklerini gerçekleştirmek için mücadele eden elemanlar yer almaya başladı. Gazeteci araştırmacıdır, fakat günümüzde araştırma denince hayat pahallığı olduğunda ülkemizde Eminönü piyasasına gidip klasik soru sormak, giyim ve ev eşyaları olduğunda belli Outlet mağazalarına bir muhabir göndermek yeterlidir. Bu sayede medya haber yaptığı yerden reklam ücreti alan, hem de haberi yapan konuma düşmüş oluyor. Haber aynı zamanda sponsorunu içinde barındırır hale geldi. Büyük değişim, sponsorunu da yanında taşıyor! Sponsor ne isterse kamera ve yazı onu göstermeye başladı.

Büyük değişim başkanın seçimi ile dünyaya yayılırken, ezilmiş olanların iktidara gelme hayalleri de ortaya çıktı. Ezilmiş bir kesimin temsilcisi iktidara geldiğinde efendisinden daha çok efendinin hakkını savunur konuma gelip gelmeyeceğini zaman içinde göreceğiz, fakat tarih bize öğretmiştir ki, kölelerin başına bir köle çavuş bırakılırsa, kölelerin canları pahasına daha fazla verim verdikleri gözlenmiştir.

Son yılların ön önemli kelimesi sizce nedir diye sorsam hemen yanıt vereceğinizi biliyorum. ‘Verimlilik!’ bu kelime bütün yaşamımızı değiştirdi, en az enerji ve emek ile çok ürün elde etmek. Teknoloji bu konuda yardım etti ve çalışanın bütün zamanını yok ettiği gibi, zaman kavramı artık sadece yeni yıl kutlamalarında hissedilmeye başlandı. Zaman hızlı geçerken, yanımızda birlikte nefes aldıklarımızın, yanımızdan ne zaman yok oluğunu dahi hissedemez olduk.

Obama başkan olduktan sonra acaba ne değişecek? Değişimden neyi anlayacağımızı gelecek yakın zaman içinde öğreneceğiz! Umarım ki, Obama başkanlığı altında Bush rejimi altında yaşadıklarımızı yaşamayız, onların iç bunalımının hesabını bir daha biz ödemeyiz! (İşte bu istek ‘ütopik’ diyenleriniz olacaktır, olmayacak şeye amin deme alışkanlıklarımız içinde yer almıyor mu? Biz dileyelim de gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tarih söylesin!)