9 Ocak 2008 Çarşamba

Dalındaki meyvelere çocuklar el uzatsın!

Almanya’ya gittiğim ilk yıllardı, almanca öğrenmek için küçük bir köye gitmiştim. Özel bir dil okuluydu. Katolik kilisesine ait olan bu okul, ortaçağdan kalan bir şatonun içine oturmuştu. Eski şatolar birer kilise görünümü vardır. Aslında orası papazlar ve kilise çalışanları için özel olarak inşaat edilmiş bir akademiydi. Kaç yüzyıl orada kimler gelmiş geçmiş haberim yoktu. Benim için önemli olan orada almanca öğrenmek ve bir an önce okumla kayıt ettirmekti.

Eskiden Anadolu topraklarında baskı yağlıboya resimler satılırdı. Birçok evin duvarını süsleyen romantik görüntülerdi. Bir şato, etrafı suyla çevrilmiş ve bir kadın ya da çocuk olan tablolar. Gözünüzde canlanmıştır belki bir tanesi! Okuduğum okul işte o tablodan dışarıya fırlamış ve yaşanan bir durumdu. Ben o güzelliklerin farkına varacak kadar açık kafalı değil, önümdeki sorunu aşmak ile uğraşıyordum. Önce Almanya’da oturum almak zorundaydım, onun için okula kayıt yaptırmam gerek, ondan dolayı da bu kursu başarı ile bitirmeliydim. Zaman çok hızlı geçiyor ve ben zamana karşı yarışıyordum. O günlerde kolumdaki saati söküp attım ve bir daha koluma saat takmadım. Zaman peşimden dörtnala koşuyor ve ben kendimi yorgun hissediyordum. Bir yandan parasızlık, öteki yandan yalnızlık!
Hollanda sınırında olan ve dümdüz bir ovanın içinde ormanın en güzel yerine konmuştu okulumuz. Okulumuzun etrafı hendek eşilmiş ve içi su ile doluydu. Yanı başımızda bir de köy vardı. Şirin mi şirin bir köydü. O köyde Türkiye’den gelen Süryaniler yaşardı. Okuduğum okulda Türkiye kökenli ama Almanya’da okuma hevesi olan gençler de vardı. Onlar yüksek okula gitmek için fark derslerini veriyorlardı. Ben ise almanca öğrenme derdindeydim. Okulun yoğun dil kursu sırasında dışarıya çıkar, tek başıma dolanırdım. Köye gider, tek katlı ve bahçesi geniş evlere bakardım. Bahçelerinde her türden ağaç vardı. Benim dikkatimi çeken ise kapıların önündeki fındık ağaçları. Fındıklar oluştuğunda çok güzel görüntü veriyorlar. İç içe açmış yeşil bir dünya!

Türkiye’den alışkanlığım vardı, nerede bir meyve görsem gider koparır ve o anda tüketirdim. Ellerim beni o ağaçlara götürüyor ama beynim ona engel oluyordu. Yerlere dökülmüş olan fındıkları aldım, çekinerek. Ağaçtan koparmamıştım. Kimse bana bakıyor mu diye de etrafa bakındım, yok, kimse yoktu etrafta. Aldım ve hemen kabuğunu kırıp tüketmek için ağzıma götürmüştüm. O zamanlar dişlerim henüz sağlamdı doktor eli değmemişti. Ağzıma attım, içi boş bir kabuk. Olabilir dedim, ikincisini aldım, üçüncüsünü aldım. Ya çok küçük fındık çıkıyordu, ya da boş! Dalından koparmıyordum, ama yerdekilerde hep boş!

O köyde dolanmamın en büyük sebebi ise aslında kendi yalnızlığımı unutturacak ve sevdiğim birinin sesini duymak için telefon kulübesi aramak içindi. Bir köşede bir telefon kulübesi bulmuştum. Cebimdeki tüm bozuk paraları çıkardım, elime tüm paraları telefon kumbarasına atmak için hazırlanmıştım ama ne göreyim? Kablo koparılmıştı. Telefon vardı ama bağlantı yoktu! Bir başka telefon kulübesi bulma umuduyla başka sokakları gezdim, gezdim ama sağlam telefon bulamamıştım. Okuldaki o telefona bağlı kalmıştım ve oradan telefon etmek içinde beklemek gerekiyordu. O dönemde cep telefonu ve kartlı telefonlar yoktu. Para ile açılan telefonlar vardı, onlarda bozuktu!

Günler geçiyor ve zamanın sıkıştırması altında özlem ve yalnızlık ile mücadele ederken dil öğreniyordum. O günlerde bir şeyi fark etmiştim, ben öğrenirken ölü bir dil öğrenir gibi öğreniyordum, çünkü bize hep ölü dil öğretilmişti geçmiş eğitimimde. Kalıplar vardı ve biz o kalıplara göre öğrenmiştik. Şimdi ise dilin yaşadığını ve sürekli değiştiğini görüyordum, yaşıyordum. Saat takmama gerek yoktu, saati kilisenin çanından artık biliyordum. Bu ülkede her yere saat koymuşlar, unutamıyorsun zamanı!

Köyde dolaşırken dikkatimi sadece fındık ağaçları değil, bütün meyve ağaçları çekmişti. Çünkü hiç kimse meyve ağaçlarından meyve toplamıyor, çürümeye bırakıyorlardı. Evet, güzel görünüm sunuyorlardı ama ben buna pek alışık değildim. Ben bir yerde meyve ağacı görsem hemen o meyveden yiyen bir ülkenin çocuğu olarak büyümüştüm. Meyve ağaçta durur mu?

Günler geçti, yıllar geçti ve şimdi İzmir’deyim. İzmir sokaklarını gezerken değişik meyve ağaçları gördüm. Tellerden sarkan meyveler tüketilmiş ama site içinde kalan ağaçlardaki meyveler tıpkı Almanya’da yıllar öncesi yaşadığım gözlem ile karşılaşmıştım. Meyveler ağaçta duruyordu. Yola sarkan taraftaki meyveler tükenmişti, site içindekiler duruyordu!

Tüketilecek meyveyi sadece marketlerden alınacağını düşünen bir kuşak dünyaya geldiğini düşündüm. Sebzeler ve meyveler sadece markette satılan ve oradan alınanların sağlıklı olduğunu düşünen ve dalındaki meyveyi süs olarak gören bir kuşak dünyaya yayılmayı sürdürdüğünü gördüm. Dalında duran meyveye çocuk eli değmeyince içi boş oluyor!

25 Ekim 2006İSMAİL CEM ÖZKAN

Hiç yorum yok: