6 Ocak 2008 Pazar

Firar Zamanı

Savaş Yurttaş’a...
Kavgamın şehrine son kez bakmadan önceydi. Sokaklar donmuştu, içinde bizler zar zor yürümeye çalışıyorduk. Sokağa çıkma yasağı yeni yeni son bulmuştu. İnsanlar akşamları tek tek evlerinden alınıp, bilinmeze doğru giderken, ben hala sokakları düşünüyordum.
Samsun yolunda dostlarım halı içine sarılı bulunmuştu, tanınmaz halde olduğunu söylemişlerdi, gidemedim cenazelerine. Onları yumruklarımız havada kalbimizin derinlerine gönderemedim. Samsun yolu her geçişimde onları anımsatır.
Samsun yolu üzerindedir Mamak Askeri Cezaevi. Cezaevinin duvarlarında yankılanırken dostlarımın sesi, ben sokakları düşünüyordum.
Her birimiz kaçaktık, nelerden ve kimlerden kaçtığımızı bilmeden günlerimiz geçiyordu. Saklanıyordum, saklandığım yerde sokakları düşünüyordum...
Yakalananlar daha rahat diye düşünüyorum, çünkü her an yakalanma korkusu daha bir acı verici, ne yediğim belli ne de içtiğim. Her an birileri beni görüp ihbar edebilirdi, hep bu ihbar korkusu altında yaşıyordum. Eskiden de aranırdım, ihbar edilmekten ama hiç korkmazdım, çünkü güvenebileceğim dostlarım vardı. Güven karanlık günlerde en aradığım şeydi.
Ankara’nın sokaklarında nefes alacağım yer kalmamıştı sanki eskiden devrimci ateşiyle yanan şehir, postalların altında eziliyordu. Ezilmemek için durmadan çevreme bakıyordum, gidecek kahve dahi kalmamıştı, her yerde generallerin resimleri asılmıştı, yanlarına da Atatürk ve Türk bayrakları konmuştu. Bunlar olsa olsa korkunun simgeleri olabilirdi, diye düşünüyordum sokakları gezerken. Soğuk sokakları teslim aldığı günlerde, ellerim paltomun cebine sokmuş, atkıyı da sadece gözlerim görülebilecek şekilde sarmış halde yürüyordum. Hem dikkat çekmiyor, hem de kendimi bu şekilde güvende hissediyordum. Natoyolu’nda Abidinpaşa’ya doğru yürüyordum. Dikimevi’nden yukarıya doğru zor nefes alarak yürümeye çalışıyordum. O kadar kalın giyinmiş olamama rağmen soğuk içime işlemişti. Hemen bir yer bulup içimi ısıtmam gerekiyordu, yoksa donacaktım! Bu duygular altında çevreme bakıyordum. Yan taraf tamamen askeri binalardan oluşurken, yolun karşı tarafını Ankara Tıp Fakültesini kaplıyordu. Yoktu sığınabilecek bir yer.
Askerler o soğuk altında nöbetlerini tutuyorlardı. Sağa sola doğru hareket ederek ısınmaya çalışıyorlardı. Belki kendi kendilerine düşünüyorlardı, sokakta giden tek tük insanlara, kayan arabalara bakarken belki de kendilerince eğlence bulmuşlardı. Bense son bir gayretle bu yokuşu atlatmaya çalışıyordum. Yola baktım, geçen herhangi bir dolmuşu durdurup binmeyi düşündüm, fakat dolmuş yolcuları inmiş dolmuşu iteklediklerini görünce, hemen bu düşüncemden vazgeçtim, iyi ki bende dolmuşta değilmişim, çünkü o itekleyenler arasında ben de olacaktım. Bu durumda bırakıp kaçmak olmazdı ya!..
Ayaz içime kadar işlemişti, donmamak elde değildi. Güneşi düşünmek gerek, şu anda sahil kenarında güneşi içine sindirebilmek ne mutlu bir olay olurdu. Fakat tüm gerçekliliği ile soğuk içime işlemeye devam ediyordu. Ankara’da nefes alacak alan ne kadar azalmıştı bizim için, en azından geçmişin anısına bir arada olabileceğim arkadaşlar olmalıydı, hepimiz bir yerlere kaçmıştık, köyde annesi babası olanlar oralara gitmişti, durumlar netleşene kadar!
Yakalanmak da olsa okula gidip okulumu bitirmeliydim. Bu sömestri geçsin, o kadar önemli değildi, yeter ki yakalanmayayım.
Ankara eskiden ne kadar büyük gelirdi, şimdi ise sanki bir köy! Hesap veremeyeceğim hiç bir şey yoktu, bizler bu vatan için, güzel bir gelecek için kavga etmiştik. Korkum yakalanmaktan değil, orada göreceğim işkenceydi. Normal koşullarda yargılansam beraat ederdik, çünkü yasalara aykırı hiç bir şey yapmamıştık. Faşist saldırılara karşı direnmiş ve direnişi örgütlemiştik ki bu en doğal hakkımızdı. Yaşama hakkımızı korumuştuk. Şimdi ise dostlarım, yoldaşlarım işkence tezgâhlarında canlarını veriyorlardı, Samsun yolunda halıya, kilime sarılı ölü vücutları bulunuyordu. Her hallerinden işkence gördükleri vücutlarından belliymiş, gerçi ben onları hiç görmedim, ama duyuyordum. Sadece işkence altında mı insan hayatı tehlikede, cezaevinde de hayatın önemi yoktu, yayıncı Erdost cezaevinde öldürülmüştü... Duyuyorduk, işkence altında ölenleri... Ülke koskocaman cezaevi olmuştu, bense özgür bir mahkûm, kaçamıyorum da... Firar etmeli ama nasıl?
Yüksel Caddesi nefes alınabilecek bir ortam, Mülkiyeliler Birliği’ni sivil polisler doldurmuştur, oralara gidilmez. Ankara yeni bir sanat merkezi ile tanıştığını duymuştum. En iyisi oralara doğru gitmeli, Yüksel Caddesinin köşesinden yukarıya doğru ağaçların arasında yürümekten büyük bir zevk duyuyordum. Ne zaman buralardan yürüsem, içim bir başka olur, her an üzerine bir kuş pisliği gelebilir, ağaçlar kuşlardan geçilmez. Ankara’nın başka yerinde göremezsin bu kadar kuşu bir arada. Hepten yeraltına itilse de sol, burada nefes alır, en azından ben!
Yeni boyanmış bir bina, dışardan bakılınca burası bir Sanat Evi diyemezsin, ama güzel olmuş, demir bir kapıdan küçük bir bahçeye girip, binanın yan tarafından ön girişe hemen ulaşıyorsun. İçerde sinema salonları, tiyatro çalışmak için güzel bir ortam yaratılmış, küçük, güzel ve pahalı bir kahve... İnsana ilk etapta filmlerde gördüğüm amerikan cafe’lerini anımsatıyor. Çağ atlıyorduk, belki onun yansımasıdır! Benim gibi insanların nefes alıp verebileceği güzel bir ortam yaratılmış. Cafe’ye gidip oturdum. Bir çay istedim. Çevreme şöyle bir göz gezdirdikten sonra, tanıdık var mı diye daha bir dikkatli baktım. Bir kaç masa ilerimde Savaş Yurttaş oturmaktaydı. Onu televizyon dizilerinden tanıyordum. Şişmanlamış olarak gördüm. Biraz bana dayımı anımsatıyordu, sanki onu uzun bir zamandır tanıyordum. Çevreye biraz daha baktıktan sonra ona doğru gülümsedim, o da bana gülümsedi, bunun üzerine çayımı elime alarak onun yanına doğru gittim. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra merhaba deyip konuşmaya başladık. Şimdi tiyatroların ne kadar zor koşullarda olduğunu, yılların tiyatrosu Ankara Sanat Tiyatrosu’nun dahi koşulları zorlayarak ayakta durduğunu anlatırken, ben kafamla durmadan onaylıyordum. Bu koşullarda emek en ucuz duruma düştüğünü, insanlarımızın okumadığını, eğlenceye gereğinden fazla para ayırırken, bu sanatı bir kenara attıkları anlatıyordu. Yıllardır kavga ortamında olmamdan dolayı olsa gerek bana anlattıkları çok yabancıydı, sadece kafamla onaylamam gerektiğini düşünüyordum. Gerçi Çağdaş Sahneyi biliyordum, orada arkadaşlarla toplanmış Yılmaz Güney filmini seyretmiştik, ülke cezaevi olmadan önce. Ülkenin en ileri kesimi bizler olmamız gerekirken, en geri kesimi olduğumuzu, Savaş Yurttaş ile konuşurken düşünüyordum.
Birçok şeyin farkında dahi değilmişiz! Suçlusu biz miydik? Kesinlikle hayır! Bu faşist saldırılar bu kadar azgınlaşmasaydı, bizler de tiyatroya gidebilirdik ya da bir konsere... Sanatçıları bizim organize ettiğimiz festivallerde görebiliyorduk, diğerlerini tanımıyorduk bile. Bir de evimizin içine giren siyah beyaz ekran sayesinde sanatçıları tanıyorduk. Akşamları Türk filmi yayınlandığında ne kadar gülünç olursa olsun oturup onu seyrediyorduk. Sadece iktidara geldiğimiz de herkese sanat vaat ediyorduk. Biz sanatı tanıyor muyduk, sadece konuşmalarda Brecht diyorduk ama ne kadar tanıyorduk?
Yanımıza bir kaç kişi daha gelmişti, ortak konuşuyorduk.
Nefes aldığımı düşünüyordum, yalnız olmadığımı gördüm...
Zayıf gördüğüm alanlarımı kapatabilmek için o gün okumaya karar verdim. Daha çok böyle ortamlarda bulunursam kendimi daha iyi hissedebileceğimi düşünüyordum. Bir süre sonra izin isteyip yanlarından ayrıldım. Sinemada ne oynuyor diye baktıktan sonra oradan sessizce ayrıldım.
Sokak aşağı yürüyordum. Yüksel Caddesine geldikten sonra köşeyi dönüp Konur Sokağına girdim. Türkiye Mimarlar Mühendisler Odasının altında bulunan Dost Kitapevine girip okuyabileceğim dergilere baktım. Sanat Olayı dergisi aldım. Daha sonra okuyabileceğim kitaplara göz gezdirdim, içimi bir tedirginlik kaplamıştı, hemen oradan uzaklaştım. Koltuğumun altında sanat dergisi vardı, eğer polis bir yerde çevirse kendimi daha rahat savunabilirdim! Sanat dergisi de sakıncalı olamazdı ya!
Firarı düşünürken, nefes alabileceğim ortamların olduğunu görünce sevindim, artık pek mahallede kalmıyordum, en uygun fırsat da buralara kaçıyor, yeni arkadaşlıklar kuruyordum. Sokaklarda artık fazla gezmiyordum, fakat hala düşünüyordum, çünkü özgürlüğü orada yaşamıştım. Dört duvar arasında sadece nefes alınabilinirdi, özgürlük asla!
Acı haberleri Cumhuriyet gazetesinden okuyorduk, onlardan hiç beklemediğim bir muhalefet yürütüyorlardı, resmen kafa tutuyorlardı! Yeni bir tutku daha başlamıştı, Gırgır. Müthiş bir muhalefet yayın yapıyorlardı, üstelik korkmadan!
Şehir dumanların altında nefes alamazken, ben burada nefes aldığımı duyuyordum.
Bir gün yakın bir arkadaşımın yakalandığını duydum. Firar zamanı gelmişti!
Şehri dumanların arasında bırakırken, artık biliyordum nerede nefes alınabilineceğini.
Sokakları düşünüyordum...
11 Nisan 2002 – Köln
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: