12 Ocak 2008 Cumartesi

Fotoğraflara bakarken…

Bugün sahra fotoğraflarına baktım, sonsuzluğa uzanan çöl topraklar. Sahra Arapçada çöl demekmiş. Çöl bildiğimiz gibi toprağın olmadığı, yaşam belirtilerinin en az olduğu topraklar. Sahra milyonlarca yıl öncesi yemyeşilmiş. Akarsuları varmış, vahaları birer cennetmiş. Toprağından her ürün fışkırırmış. Nasıl olmuşta olmuş, o yemyeşil topraklar kumların memleketi olmuş. Kumlarım memleketine bakıyorum, insan eli çizilmiş sınırlar var. O sınırlardan kim geçer? Yolunu kaybetmiş bir sahra maceraperestten başka? Sahra kumları yaşamın eski izlerini kapatmış, bir yorgan gibi durmaktadır.

Çetin Altan’ın yazısından bir önemli not ilişti gözüme. “1755'de 9 şiddetindeki Lizbon depremi, kenti pesperişan edince; Kilise, Tanrı'nın günahkârları cezalandırdığını iddia ederek, önüne geleni suçlamaya başlamıştı.Vatikan'ın yaygınlaşan suçlamalarına karşı, Voltaire de karşı çıkarak:- Tanrı'yı da, insan yaratmıştır, demişti.18. yüzyıldaki "Aydınlanma Çağı"na, bir bakıma katkısı olmuştu Lizbon depreminin de...”
Bu satırları okuyan bilir ki doğal olayları bir bakıma toplumsal olayları da tetikler. Aydınlanma çağının temelinde bir depremin olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Ülkemizde her yapılan eylemin altından bir çapanoğlu arama merakımız vardır. Nasıl olmasın ki, Susurluk’ta bir kaza olunca onlar eften püften şeyler diyerek önemsemeyenlerin iktidardan gidişini izledik kısa bir süre içinde. Normal intiharları bile gizli ajanların parmağı olduğuna inandık. İnandığımız belki gerçekten doğruydu, fakat ne yazık ki hiçbir zaman ASELSAN içinde çalışanların intiharının nedenini tam öğrenemeyeceğiz. Yeni teknoloji geliştirenlere karşı uygulanan bir kıyım makinesi sanki intiharlar!

Trafik kazları ajanların en çok kullandığı yöntem olduğunu macera romanlarından okumuştum, daha sonra yaşam içinde o kadar garip kazalar ile karşılaştık ki, romanlar mı gerçek, gerçekler mi roman diye düşünür oldum. Son uçak kazası da içinde sırları ile yok oldu gitti, neden olduğunu gerçek olarak hiçbir zaman belki öğrenemeyeceğiz, fakat kaza bir şeyi ortadan silmez, pırıl pırl beyinlerin ve güzel insanların yok olduğu gerçeğini.

Gariplikler çağını yaşıyoruz, bir anda saman alevi gibi kabaran toplumsal olaylar birkaç hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi günlük olayların içinde koşturmalar arasında yok oluyor. Neden meydanlara çıktığını, neden slogan attığını bile bilemeyen insanlar topluluğu istiklal caddesinde birbirinin omzuna dokunarak gezmeye devam ediyor. İstiklal caddesinde tek değişmeyen şey, güzel bayanların arkasından bırakılan ıslıklar!

İstanbulluya şehrin merkezi neresi diye sorarsan, yaşadığım alışveriş merkezleri der bugünlerde. Büyük alışveriş merkezleri içinde yaşam biçimlenmiş gibi, orada geçirmekteler bir kesimi. Büyük bir kesimi ise hala istiklal caddesinden yürümemiştir belki! İstanbullu için şehrin merkezi, karnını doyurduğu iş yeri oturduğu alan kadardır!

İstanbul’u bekleyen büyük deprem sayesinde birçok kişi zengin oldu. Korku ile zengin olmanın en iyi ürünü İstanbul gibidir. Bir anda arsa zengini, bina zengini yanında bayrak üreticisi zengini de katılmıştır. Korkular birileri için güzel bir gelir kaynağıdır. Korkular ne zaman toplumun içine bu kadar sindi?

Korkular olmasaydı, acaba demekteyim bu kadar sivil güvenlik firması olur muydu? Güvenlik firmaların sahipleri meslek olarak nereden gelmiştir dersiniz, onların tarihini öğrendiğinizde ne ile karışlaşırsınız? Merak edeniniz oldu mu? Susurluk kazası ile bağlantısı olan kaç kişi şimdi güvenlik firması sahibidir?

Sahra çölünün fotoğraflarına bakıyorum, binyıllar öncesi orası acaba nasıldı?
30.11.2007

Hiç yorum yok: