6 Ocak 2008 Pazar

Gölgeler hareketlerle konuşurlar


Arnavut kaldırımına yağmur sonrası ışıklar vurmuştu... Yolda tek başıma yürüyordum, yürürken gözlerim ile taşları izlemeye başlamıştım. O an bir şeyi fark etmiştim, kendi gölgem kaldırımların üzerinde dans ediyordu! Şimdi yürürken dans eden gölgemi izliyordum. Ne tuhaf bir duygu diye düşündüm, insan yalnızlığını ortadan kaldırabilmek için nelerle uğraşıyor. Eve bir vardın mı, bunları düşünebilecek zamanım dahi olamazdı! Çocuk, eş ve ay sonu sorunları, beni bu düşüncemden çok uzaklara götüreceğini biliyordum. Ondan dolayı olsa gerek, bu anı içime sindirerek yaşamak istiyordum.
Sokakta ki yalnızlığımı uzatmak için daha bir ağır yürümeye başlamıştım, çünkü gölgelerin sokak lambalarının durumuna göre değiştiğini görmüştüm, benim için bu oyun biraz daha eğlenceli olmaya başlamıştı. Çevrede olan bitenden uzaklaşmış kendi kendime gülerek, sallana sallana gidiyordum.
Yağmur altında bu taşlar daha bir parlak gözüküyordu. Yağmur çiseliyordu şimdi. Nazım’ın şiiri usuma düştü, “yağmur çiseliyordu Serezce’nin çarşısında...” Yağmur çiseliyordu Arnavut Köy’de, gerçi asılacak Bedreddin ve yoldaşları yoktu, ama dizeler bu anı çok güzel açıklıyordu. Bundan daha güzel bir tanımlanma olamazdı o an için.
İnsan bu koşuşturmalar arasında kitap dahi alamıyor, iş çıkışı yorgun argın eve giderken, bir ara fırsat bulup ta kitapevine gitmeyeli ne kadar olmuştu? En son çocukların ihtiyacı olan okul kitabı almak için gitmiştim, cebimdeki tüm parayı oraya bırakınca ne kadar pahalı diye hayıflanmıştım üstelik.
Üniversite yıllarında, arkadaşlarım ile birlikte kitap almak için, Ankara’da ki Zafer Çarşısı’nda ki kitapevlerine giderlerdim. Bu kitap alış verişini bir oyuna döndermiştik. Birimiz kasadaki ile konuşurken, ötekileri çaktırmadan elbiselerin altına bir iki kitap koyup, hiç bir şey satın almadan oradan uzaklaşırlardık. Sonra kahvehaneye gidilir, orada herkes aldığı kitabı ortaya koyar, mutlu mutlu gülümsenirdi. Sonra okumak için kitaplar paylaşılır, bir solukta okunur, okunduktan sonra kitaplar değiştirilir. Bu hemen hemen okulun bir dönemini alırdı...
Okulun bir dönemini alırdı okuma heyecanı, sonra o kitaplar hakkında çıkmış olan eleştiri yazıları varsa onlar okunur ve eleştirmenin anlamsız yapmış olduğu övgü sözleri ile alay edilirdi. Bizim için önemli olan kendi ortak düşüncemizdi!
Ankara’ya dışardan öğrenci olarak gelenler için iki yolu vardır, ya öğrenci yurtlarında, ya da bir araya gelip ortak ev tutmak. Genellikle aynı şehirden gelenler başlangıçta ortak ev tutuyorlardı, yıllar geçtikçe ortak şehirden gelme yerini ortak düşüncede olanlar bir araya getiriyordu. O yüzden öğrenci demek, her an göç edebilir anlamına da geliyordu.
Hacettepe Üniversitesi merkez kampusunda okuyordum, ondan dolayı okulun arkasında kurulmuş o çok katlı öğrenci yurdunda kalıyordum. Erkekler ve kızlar ayrı bölmelerde kalıyordu. Kapı girişimiz ortak olmasına rağmen, onları bina içinde sadece pencereden görebiliyorduk.
Yurdumuzun okuma salonunda ders çalışan her an birilerini görebilirdin. Belki yalnızlıklarını o ders kitapları ile geçiştiriyorlardı. Henüz okulun ilk ayları olduğundan yer bulup oturup bir şeyler okuyabilirdin.
Her birimiz başka yerden geldiğimizden, geldiğimiz yere ait özelliklerde yanımızda getirmiştik. Fakat her öğrenci gibi belli bir eğitim süzgecinden geçtiğimizden olsa gerek hepimizin o kadar çok ortak yönü vardı ki, hemen kaynaştık. Hangi bölümde okursak okuyalım, ortak yönlerimiz vardı.
Bu ortak yönlerimizin bizi yönlendirmesi sonucu gruplar kurduk ve gruplar halinde gezer olduk.
Akşamları yurdun etrafında bir birinin içine geçmiş binaların alt katı, ya da giriş katlarında oluşturulmuş olan öğrenci restoranlarına gider topluca yemek yerdik. Çok kalabalık gittiğimizde bazılarımızın hesabı kaynar, ödemeden çıkardık. O aşçı yemeklerini bugün dahi unutmuyorum...
Lokanta sahipleri de bilirdi, fazla paramız olmadığını, o yüzden yemekleri bol kepçeden koyarlardı. Geleceğin insanlarına kendilerince bir yardımları olurdu, belki de “veli nimet”lerini kaçırmamak için bu şekilde davranırlardı. Her lokantanın kendisine ait özellikleri olurdu, onları keşfettikçe büyük bir mutluluk duyardık. Kahveleri de anlatmadan geçemeyeceğim. Fırsat bulduğumuzda kahveler gider okey oynardık, aman tanrım o ne tantana! Her birimiz gerçek bir hilebaz olmuştuk, taş çalmadan oyun dönmüyordu! Neşemiz tüm sokağı kapladığını duyumsuyorduk.
Bu kahvelerde ki oyunlar o kadar uzun sürmedi, çünkü zamanla sıkıcı olmaya başlamıştı. Sorunlarımız vardı, bunlara karşı neler yapabilirdik, öncelikle onları düşünmeye başlamıştık. Tıpkı 68’li babalarımız gibi... Onlar ne özgürlükler yaşamışlardı! Bizler artık liseli olmadığımıza göre geleceğimize müdahale hakkımız vardı!
Bu arada durmadan okuyorduk, ders kitapları dışında kalan sürelerimizi okumaya ayırmıştık. Edebiyat dünyası ne ile ilgileniyordu, yakın takip altına almıştık. O sıralarda Ahmet Altan’ın ilk kitabı çıkmıştı. Büyük bir yankı uyandırmıştı. Hatta devlet kitabı açık saçık bulduğundan poşet içinde satılmasını dahi istemişti! Sonuçta yasaklandı. Önceleri pek ilgimizi çekmeyen kitabı Dost Kitapevi’nden aldık. Doğal olarak bir çırpıda okumuştuk, aslında bize yabancı gelen pek bir şey yoktu. Bizde bu kitap üzerinde fazla durmadık, sorunlarımız vardı ve acil çözüm bekliyordu!
Hukuk Fakültesi öğrencileri dernek kurma çalışmaları içine girdiğini duyduk. Onlar kuruyorsa, o halde bizde dernek kurabilirdik. Dernek kurmak bizim meşru hakkımızdı ve kurmamız gerektiği konusunda hem fikir olduk. Hemen sigara dumanları altında toplantılar yapmaya başlamıştık... 12 Eylül’ün izleri toplum üzerinde hala hâkimdi. Generaller her türlü toplumsal muhalefeti yok ettikleri konusunda rahattılar, çünkü bizim bir araya gelip ülke sorunları hakkında dahi görüş bildirmemiz hemen hemen imkânsız hale getirilmişti. Bizler buna rağmen meşru hak gördüğümüz dernekleşme çalışmalarına başlamıştık.
Başlangıçta hep beraber hareket ediyorduk, önemli olan başlangıçtı. Yarın dergisi bu çalışmalar için motor olmuştu. Başlangıçta 12 Eylül öncesi hırslarını bugüne taşımaya çalışanlara karşı daha bir dikkatliydik, sonra olayların çok hızlı gelişmesi sonucu, biz de geçmişin tüm olumsuzluklarını yanımıza almıştık. Beklemediğimiz bir şeydi, tek tek muhalefet dergileri yayınlanmaya başlamıştı, doğal olarak saldırılarda. Polis her hangi bir şeyi bahane ederek operasyon yapıyor, durmadan arkadaşlarımız tutuklanıyordu. Bu tutuklanmalar bizim şevkimizi kırmamıştı, çünkü yaptığımız iş meşrudu. Ama bu polisin operasyonları, başlangıçtaki birlikte bir şey yapalım diye yola çıkanların, artık pek sözü duyulmuyordu, sadece dergi çevresinde toplananların küçük çıkarları öne çıkmıştı. Şimdi düşünüyorum da, o operasyonlar olmasaydı, daha sağlıklı bir dernek örgütlenmesine, yeni birikimlere kucak açabilirdik. Saldırılar dernek çalışmasını marjinal hale getirmesine rağmen, eylemliliklerde kitleselleşiyordu.
Bağımsız Otomobil İş sendikası Netaş işyerinde grev kararı almıştı. Bizler hemen onlarla dayanışma içine girdik. Çünkü darbeden sonraki ilk büyük grevdi. Turgut Özal bu greve karşı olduğunu her fırsat da açıklıyordu. Artık grevin bir de siyasi boyutu vardı. Bizler, muhalefetin yok edildiği sanıldığı ortamda, bunun öyle olmadığını eylemlerimizle ortaya koyuyorduk. Grev büyük bir destek gördü. Yardımlar toplanılıyor, grev yerleri ziyaret ediliyordu. Kitlesel olarak grev yerleri ziyaret edilemiyordu, buna rağmen dayanışma her yerden yankısını buluyordu. Grev yerinde, örneğin iki tane işçi bulunurken, onlarca polis bekliyordu. Göremediğimiz sivil polisler bu sayının içinde değildi. Yılmaz Onay ile bu olay üzerinde konuşurken, bunun yazılması hatta tiyatro eseri haline getirilip oynanması konusunda görüş birliğine bile varmıştık.
Yılmaz Onay büyük bir tiyatro yazarı ve yönetmenidir. O sıralarda Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Bu Zamlar Bana Karşı” oyunu oynuyordu. Oyunun bazı gelirlerini, kendileri de zor durumda olmalarına rağmen, gelirini grevdeki işçilere bağışlamışlardı. Bu davranışı yüzünden AST benim gözümde daha da büyümüştü. 12 Eylül hala dayanışmayı ortadan kaldıramamıştı...
Bu grev, 12 Eylül ve onun devamı ANAP iktidarına büyük bir tokattı. Bizler her türlü polis baskısına rağmen dernek kurma konusunda büyük ilerlemeler kaydetmiştik. Hakkımızda davalar açılmış, bu da bizim hukuki olarak ta sağlam dayanaklarımızı sağlıyordu. Tek tip öğrenci yetiştirmeyi amaçlamış olan Doğramacı’nın YÖK’ü, bizim mücadelelerimiz sonucunda bazı haklar tanımaya doğru gitmişti. Her şeyi tırnağımızla kazıyorduk...
Eylemler öğrenci dernekleri koordinasyonu altında tüm ülke sathına yayılmıştı. Cezaevlerine yönelik saldırılar başladığında, onların yanlarında olduğunu açlık grevleri ile göstermiştik. Kitlesel olarak bu açlık grevleri ziyaret edilerek kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyordu. Tüm ülkede muhalefet hareketi gelişirken, biz öğrenciler de o muhalefet hareketi içinde önemli bir yerimiz olduğunun farkındaydık... Tüm yokluklar altında da olsa örgütleniyorduk, ama okumaya artık zaman ayıramıyorduk. Daha çok dernek içi muhalefetle uğraşırken, okumaktan uzaklaşmıştık. Sadece ders kitaplarını okuyabiliyorduk, onu da sınav öncesi!
Sınavlar, sanki lisede okuyorduk... Soruların yanıtlarını ezberle ve dersi geç... Liseden tek farkı sınıf yerine ders geçiyorduk... Bilimsel çalışmanın ne olduğunu, okul bitirdiğimde çalıştığım iş yerinde öğrenmiştim... Düşünceler kafamın içinde dans ediyordu... Eşimi ve çocuklarımı düşündüm. Onlar beni şimdi ne sabırsızlıkla bekliyorlardır!
Kaldırımın üzerine düşen gölgeme baktım, taşların kıvrımları boyu içinde büyüyor, sonra küçülüyordu. Her hareket edişimde gölge kendisi ile dans ediyordu. Kafamın içinde tango söylemek geçti. “Sevdim genç bir kadını / ansam onun adını... “
İçimden söylediğim tango artık sokakların duvarlarında yankılanıyordu, coşmuştum, ne çok severdim tangoyu. Annemle bir olup tango söyler, dans ederdik. “Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer...” ses verebilmek. Gölgelerin sesi olur mu?
Gölgeler hareketlerle konuşurlar, bizlerse onu anlamaya çalışırız...
Arnavut kaldırımına ışıklar vurmuştu, yağmur sonrası, gölgesi kaldırımların üzerinde dans ediyordu.
Mayıs - Haziran 2002
Köln
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: