12 Ocak 2008 Cumartesi

İstanbul’a bakarken…

Gün yerini geceye bırakırken kuzey yarım kürede, ben İstanbul sokaklarında geziyordum. Yaşamın kıyısında, akan suların etkisi ile kendimce yaşamı yorumluyor ve boğaza bakarak şiir okuyanları ve şiir yazanları düşündüm.

Orhan Veli bugün yaşamış olsaydı ne yazardı şimdi? Yükselen duygular içinde bu vatan için ne nutuklar ne bayraklar sallandırdık mı diyecekti? Ya Neyzen Tevfik? Belediyenin yapmış olduğu zamlar karşısında o meşhur şiirlerini mi yazardı?

Sanatçı politikadan uzak değildir, politikacıların yapmış olduğu yanlışları gördüklerince ve acımasızca eleştirir, fakat günümüzde eleştiri yerini sessizlik almış, sanatı yaşamdan soyutlayarak bir estetik sorununa indirgeniş gibi. Fotoğraf, görsel malzemeye dönüştürülmüş, teknolojinin verdiği olanaklar ile bir yağlı tablo zenginliğine bürünmüş gibi. Yaşamdan koparılmış, o anı geleceğe taşıyan değil, sanatçının hayal gücünü yansıtır hale dönüştürülmüştür. Yaşamdan tek fotoğraf mı koparıldı? Toplumlar ve bireyler ne kadar yaşamın içinde?

Gün yerini karanlığa bırakırken ağır ağır, yaşamda hızlı bir şekilde akmakta ve ben bu yaşıma ne kadar hızlı geldiğimi düşünüyorum. Bu hızlı geçen süreç içinde ne kadar çok arkadaşlıklar ve ne kadar çok değişik çevre içinde yaşadığımı bir rüya gibi anımsıyorum. Acaba o kadar olayı ve arkadaşları ben mi yaşadım?

İstanbul’da köprülere bakıyorum, yaya geçişine uygun olanların üzerlerinde balık tutanların oluşturmuş olduğu bir sessiz şölen vardır. Oltalar denize sarkıtılmış, yanlarında içi su dolu kovalar ve yan yana duran yüzlerce balıkçı! Balıkçı dediğime bakmayın, her biri amatör ve günlük streslerini atıyor bir bölümü, bir bölümü de günlük yiyeceğini çıkarıyor olta ile! Misinaların bir ağ gibi ördüğü köprüler üzerinde ne kadar insan gelip geçmiştir? Kaç kişi balık avlarken neler düşünmüştür? Sessizlik hakimdir köprü üstünde balık tutanların arasında. Köprü tüm gürültüsü ile canlıdır! Alta denizden giden kayıklar, yolcu vapurlarının sesleri, köpür üzerinde arabaların bıraktığı sesler ve mazot kokuları. Eskiden camilerin yansımaları vururmuş denize, şimdilerde gökdelenlerin! İstanbul hem enine hem de boyuna büyümeye devam ediyor! Köprüler de gün geçtikçe daha çok kalabalıklaşmada.

Akşamları boğaza bakıp da ışıkların dansının büyüsüne kapılmamak olur mu? Kız kulesini görenler onun boğaza bıraktığı ışık süzmesi karşısında büyüye kapılmış gibi sessizleşmesi doğaldır diye düşünürüm, fakat gördüklerim bu düşüncemde ne kadar haksız olduğumu gösterdi, çünkü denize bakmadan elindekini satmak ile uğraşanlar, yere açmış olduğu tezgahtaki malını bir an önce satmak isteyenleri gördüm, bir de bayrak satışlarında orantılı olarak tezgahlarında bol bol bayrak koyup satmaya çalışanları. Ne denize bakan var, ne de denizdeki ışık dansını gören! Turistler danstan daha çok o anı, anı olarak fotoğraflamaklar uğraşıyorlardı!

Gün geceye doğru dönerken, gecenin getireceği soğuk havaların etkisi bugünden hissedilmeye başladı. Sokaklarda insanlar kalabalığı arasında başı boş dolanan ve ne için orada olduğunu dahi anlayamamış köpekler ve kedilerinde bolluğu dikkatimi çekti. İnsandan ve araçlardan kaçmayan kediler ve köpekler eskisi gibi bir birlerine de saldırmıyorlar, kardeş kardeş yaşamaya çalışıyorlar. Hatta çöp bidonları yanında dahi bir birinin ekmeğine göz dikmeden ne buldularsa karınlarını doyurmaya çalıştıklarını gördüm. Eskiden öyle miydi? Kedi köpeği görür görmez kaçardı, köpekte kovalardı! Şehir yaşamı sadece insanı değiştirmemiş, hayvanları da doğasından çıkarmış!

Gün geceye dönerken, üzerime kalın bir şeyleri almanın vaktinin geldiğini düşündüm!
29.10.2007

Hiç yorum yok: