9 Ocak 2008 Çarşamba

Sabahın ilk ışıklarında…

Sabahın ilk ışıklarında…

Sabahın ilk ışıkları vurmuştu, guguk kuşları daha il seslerini çıkarıyordu. Serinlik olmasını beklersiz değil mi havanın, hayır, tek bir yaprak dahi kıpırdamıyordu. Uzaktan gelen ezan sesi, başka sesler ile karışmıştı. Gün yüzünü yeni yeni yeryüzüne doğru salıyor gibiydi. Sıcak dünden daha fazla olacak gibi.

Karşıda tepenin üzerine kurulmuş gecekondulara baktım. Birer mozaik gibi rengarenk, fakat Romalıların yaptığı gibi bir uyum yok. Hiç alakası olmayan bir renk arada ahengi bozuyor. Ne içinde tanrıların resmi, ne başka şey durmaktadır. Renkler sanki her tarafa serpiştirilmiş gibi duruyorlar. Sokaklarına bakıyorum, dik inen ve çıkan sokaklar. İnsan dahi yürürken zorlandığı bu sokaklardan, araçlar nasıl iner çıkar? Sırf kolay yıkılmasın diye yamaca kurulmuş evler, sadece başlarını sokmak için yapılmış yağma evleri.

Yağmalamak serbest bırakılıp, devletin malı yemeyen domuz öğretisi topluma sindirildiği günden beri yağmalama devam ediyor. Şehirler önce yağmacı güçlerin ilk belirtisi olan ilk yerleşimciler tarafından kuşatılır, daha sonra ordu o şehre gelir ve kolayca fazla direniş görmeden alırdı. Türkler Anadolu’ya bu şekilde gelmişlerdi, yoksa Çaldıran savaşından önce zaten ilk yerleşimciler Anadolu’nun değişik yerlerine yerleşmişlerdi. Çaldıran savaşı resmi giriş tarihi olarak durur tarihimizde!

Gecekondulara bakıyorum sabahın ilk ışıklarında. Sokaklar ne kadar boş ve sakin. Hiç bir canlı işareti dahi yok. Dik sokaklar ve bahçeli gecekondu evleri. Bahçelerinde birer ağaç olan evler. Her bir yüzü farklı yöne bakan evler. Kayaların biçimine göre konmuş evler. Bahçesinde ağaç yetiştiren, evinde çiçek yetiştiren bu insanlar, hemen yanlarındaki ormanı yakmaktan ve talan etmekten de geri kalmıyor. Yeni yerleşim yerleri açılsın diye ormanın içine hançer gibi girmekten de geri durmamışlar. Bugünlerde orman yangınları gecekondu kurulsun diye değil, villalar yapılsın diye yağmalanıyor. Sahillerimizde deniz gören ne kadar tepe varsa yakılmış, yanan topraklar üzerinde lüks havuzlu villalar durmaktadır. Kooperatifler kurulmuş, küçük yazlıklar kondurulmuş. Deniz gören tepelerde ağaç yerine beton görüyorsunuz.

İzmir’den Çeşme’ye doğru arabanız ile gidereniz, ne kadar hızlı bir şekilde yağmalandığını görürsünüz. Hatta bir tepe tamamı ile yakılmış, yeşile boyanmış yazlıklarla donatılmış olduğunu dahi görebilirsiniz. O yazlıkların bahçelerinde ağaç dahi yoktur, sadece yeşili sevdiğini göstermek için yeşile boyanmıştır.

Yol geçmez kervan geçmez bir yer var, Çeşme yolu üzerinde. Güzel çam ağaçları vardır. O ağaçların arasında birkaç villa kondurulmuş, ne deniz görür, ne de sakin bir yerdir. Hemen otoban yanında durmaktadır. Kim oturur bilinmez ama ben üç yıldır geçer giderim, üç yıldır boş durur. Bu sene baktım elektrik direkleri dikmişler, orman biraz daha küçülmüş orada. Güzelbahçe ve Seferihisar arası oluşturulmuş olan birçok yazlık tipi üretilmiş betonarme binalar ile karşılaşırsınız. Çevrede ne orman kalmıştır, ne başka bir şey. Düşünürüm ne denizi görür, ne yeşili, neden yaparlar buralara bu binaları, kim gelip oturacak?

Her Çeşme’ye gittiğimde aklıma gelir, neden raylı sistem kurulmaz. Otoban yapılmış, iyi ki de yapılmış, fakat ulaşımın esas gücü olacak raylar yok. Eğer bir yerde limanlar sanayi için kullanılacaksa orada raylı sistemin olması kaçınılmaz. Fakat bizde turizm adı altında yağma kültürü olduğu için, ulaşım en son olarak düşünülür, planlama olmadan bir şeyler yapılır göz kararı.

Urla yerleşim alanının Romalılardan kalma birçok yerleşim birimi olması gerekli fakat araştırmamışız, araştırmadan üzerine yeni binalar yerleştirmişiz. Son dönemde yapılan arkeolojik çalışmalarda buranın roma öncesi de yerleşim alanı olduğunu ortaya çıkarıyor. Tabi onlar ile ilgili gözle görülen çalışmaları göremezsiniz. Urla bir tatil beldesi olarak anılır burada, bir de Necati Cumalı. Tesadüf eseri önünden geçerseniz Nobel ödüllü yunanlı yazarın doğdu evin, dersiniz bizim toprakların insanı da Nobel ödülü almış. Urla iskelede sizi bir heykel karşılar, şu anda yeni düzenleme olduğu için yerinden kalkmış bir ses sanatçısının heykeli. Yaşamının son dönemini rakı ve balık eşliğinde geçirmiş. Kadınım şarkısını çalmaları gerek onun sesi ile heykelin orada diye düşünüyorum. Küçük balıkçı iskelesinden sağa ve sola doğru yürürseniz balıkçı restoranları ile katmer diye adlandırılan bura gözlemeleri ile karşılaşırsınız. Eski roma döneminden kalan hastanenin olduğu adaya doğru yürürseniz, sahilin betonlaştığını görürsünüz. Yan yana dizilmiş boş yazlıklar. Deniz doldurularak elde edilmiş yol!.. Yağma kültürü o kadar çıplak kendisini gösterir ki. Balıkçı restoranlarında akvaryum gibi bir deniz kenarında denizdeki denizanalarına bakarak Yunanistan’dan ithal edilen ya da çiftliklerden gelen balıkları yiyebilirsiniz. Bizde artık eskisi kadar balık olmadığını oradaki denizcilerden öğrendim. Burada balıkçılık artık para getiren iş değil, elindeki motoru satılığa çıkarmış, alıcı bulamamaktan yakınıyor balıkçı. Mazotu KDV’siz alıyorlarmış, artık onun da çekici tarafı kalmadığını anlattı balıkçı esnafı. Denize yatırım yapacağına karaya yatırım yapsaydım demekte, topraksız denizciler. Buranın yerli halkı yağmalamamış, onlar olduğu gibi bırakmış güzel yerleşim yerlerini, hep dışarıdan gelenler yağmalamış. Gelenler ya İstanbul’da sonradan görmeler ya da Ankara bürokratlarından. Bura halkının deniz kenarında toprağı yok, içerilerde tarım ile uğraşıyorlar.

Efesi ilk keşfeden kim diye merak ettim. Çünkü bizler tarihe meraklı insanlar değiliz, yanı başımızdaki devasa eserleri dahi görmeyiz. Bir karış toprak ve otlak için birbirimizi öldürürüz ama yanı başımızda eskiden kalan devasa eserleri göremeyiz. Koskoca Bergama şehri Berlin’e taşınırken dahi oradan para kazananlar ellerini ovuşturarak Allah bereket versin dediklerini duyar gibiyim! Hala merak içindeyim, Efes’i ilk olarak kim keşfetti?

Şimdi bu soru çok saçma dediğinizi duyar gibiyim ama ne yapayım ki gerçek! Düşünsenize, yüzyıllar boyu Mısır’a hükmettik, koskoca piramitleri ve orada yaşayanları görmedik anlama çabasına dahi düşmedik. Nemrut dağını ilk olarak 1. Dünya Savaşı sırasında bir Alman subay keşfediyor. Şimdi bu soruyu sormamak olur mu? Efes’i ilk olarak kim keşfetti? Peki bu yarımadada keşfedilmeyen yer var mı? Belki vardır!...

6 Ağustos 2006, İzmir
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: