9 Ocak 2008 Çarşamba

Sis

Sis*

Bir şiir okurken neler gelmez insanın aklına? Yıllar önce okuduklarım günümüzde yeniden kulaklarımda, beynimde yansıyor. Ülkemiz yeniden bir sisli günlerin içine girdi. Hava değişimleri sisleri ortaya çıkarıyor, bazen sis ani bastırır, yolda giden şoför eğer dikkatli değilse uçurumdan aşağıya doğru düşmesi ya da önüne gelen bir şeye çarpması kaçınılmazdır. Karayollarında oluşan zincirleme kazaların en büyük sebeplerinden biridir sis. Bir ülke olduğu gibi sis içinde kalınca neler olmaz ki?

“Sis

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!”

Tevfik Fikret

Yıllar öncesinden gelen bir ses kulaklarımda çınlamaktadır.

“Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”

Koca bir şehir, ülke uyumakta. Sinsi bir uyku içinde gözleri açık, görmez bir şekilde uyumaya devam ediyor. Üzerine bomba yağıyormuş, üzerine börtü böcek yağıyormuş hiç umursamadan uyumaya devam ediyor. Her bir tarafını koparıyor, acı duymasına rağmen hiç ses çıkarmadan uyuyor. Ülke koca bir sis içinde. Her şey gözlerimizin önünde oluyor, fakat gözleri açık uyuyan bizler görmüyoruz. Göremiyoruz, felaketin nereden geldiğini. Uyumaya devam ediyoruz sisler içinde. Hiçbir şeyi umursamadan, yarını düşünmeden.

İnsan ne zaman börtü böcek içinde kalır, son yolculuğuna giderken ya da yolculuk sırasında değil mi? Ülkemizde bir böcek istilası içinde! Kuş gribi derken, arkadan keneler, onu izleyen günlerde et yiyen büyük örümcekler (akşamları aktif olurmuş). Akrepler zaten evlerde, barklarda yıllardır rahat rahat dolaşmakta. Acaba bize dışarıdan bakan korkar mı? Nasıl gözüküyoruz, dışarıdan bakılırken?

“Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapa geldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gelmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”

Kim tek kelimesini çıkarabilir bu şiirin, kim yeniden okur bugünlerde?

“Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?”
Tevfik Fikret’in sorduğu soruyu tekrarlayım!
“Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?”


* Tevfik Fikret (Sis, 1902)
05.Ağustos.2006
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: