6 Ocak 2008 Pazar

sürgünde bir gün


Dost sıcaklığı ile uyandım bugün, içimde bir sevinç, anlatılabilir gibi değil. Küçük odamda, yatağımı dağınık bırakarak, yüzümü yıkamak üzere gittiğim lavabonun önünde durdum. Bir an, gözüm aynaya takılmıştı. Aynada kendimi göreceğimi sanıyordum. Fakat hiç tanımadığım insan karşımda duruyordu. Durup ona öylesine baktım, bir yerlerden tanıyor muydum diye.
O kadar çok düşünmeme rağmen tanıyamamıştım o yüzü. Aman tanrım çıldırıyor muyum? Kimdi bu insan? Bir varsanım olmalı diye düşündüm. İçimdeki o sevinç çoktan kaybolmuştu. Yerine, kararsızlığın ve boşluğun yaratmış olduğu, o anlamsız duygu belirmişti.
Küçük odamda sessizlik içinde kayboluyordum.
Odam duvarlarıyla yine baş başa kalmıştı. Sessizlik içinde musluğu açtım. Şimdi suyun sesi kaplamıştı odayı.
Belki rüya gördüm. Tekrar aynaya bakmaya cesaret edebilecek miydim? Bilemiyordum. Bilinmezlik içindeydim. Bakmak için cesaret, enerji toplamalıydım. Bir an durdum. Göz ucuyla da olsa, bakmak istiyordum. Ansızın baktım. Olamaz! O oradaydı. İşin ilginç tarafı, o da benim gibi bakıyordu! Önce şaşırdım, sonra merakla ona doğru bakmaya başladım. Kendimde bir cesaret görmüştüm. O cesaretle ona dik dik bakmaya başladım. O da bana dik dik bakıyordu. İçerdeki sessizliği musluktan akan su bozuyordu.
Duvarlarda izole bantla tutuşturulmuş afişler asılıydı. Öylesine serpiştirilmişti, bazen birbirlerinin üzerlerine biniyordu. Oda küçüktü. Duvarları beyaza boyanmış, tavanı ise inşaat sıvısıyla olduğu gibi duruyordu. Bu yüzden dört beş afiş odanın bütün duvarını kaplıyordu. Kitaplığın da ise ülkesinden getirmiş olduğu kitaplar bulunuyordu.
...
Bugün can sıkıcı bir hava vardı. Sanki hiç bir şey hareket etmiyordu. O küçük odasında hareketsiz kalmıştı. Sanki güneş odasının içerisine doğmuştu. Durmadan kendi kendine terliyordu. Bir dost aradı etrafında, gözleri duvara takılmıştı, duvarların içinde onu bir dost bekliyordu. Duvarlar, ülkesinde yatmış olduğu o hücreleri anımsatıyordu. Gözlerinin önünden gitmiyordu oralar. O günleri anımsamak istemese de, gözlerinin önünden silinmiyordu. Durmadan terliyordu... Duvara asmış olduğu afişler de susmuştu. Yerlerde tozlar uçuşuyordu. Tozların arasında soluk almaya alışmıştı. Fakat henüz buralara alışamamıştı. Kafasında tasarlamış olduğu birçok şeyi yapamamıştı henüz. Ülkesine göre burada özgür sayılabilirdi. Fakat burada insanlara çaktırmadan kontrol altına almışlardı. Yöneticiler onu öyle güzel ayarlamışlardı ki, insanlar bir çok şeyi zorunlu olarak yaptıklarını anlayamıyorlardı, yaşıyorlardı kendi kendilerince mutlu olarak!
Zayıf ince vücuduyla aynanın önünden ayrıldı. Dağınık yatağının üzerine tekrar yattı. Hiç kalkmamış gibi tekrar yatmak istedi. Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi... Yastığını başının üzerine çekmişti. Uyumak istiyordu. Biraz önce yaşamış olduğu durumu bir daha yaşamak istemiyordu. Vücudunu bir titreme kaplamıştı. Uyuyamıyordu da şimdi.
Radyoyu açtı. Sessizliği bozmak için.
...
Hiç anlamadığım bir dilden konuşma duydum. Sese doğru kulağımı biraz daha kabarttım. Kabartmasam da dahi yapacağım bir şey yoktu. Sonra sesleri seçmeye başlamıştım. Şimdi bir kadın konuşuyordu. Düzenli sesler çıkarıyordu. Bir süre onu anlamaya çalıştım. Anlamıyordum. Anlayamıyordum... Gözlerimi duvara çevirmiştim, bir şeyler arar gibiydim. Ne aradığımı kendim de bilmiyordum.
...
Boş boş anlamsız bir bakışı vardı. Radyo da şimdi, ince bir ezgiyle müzik çalıyordu. Sonra isteksizce yatağından kalktı. Gün çoktan başlamıştı. Bugün de güneşi aradı. Fakat yoktu.
...
Bugün de bulutların arkasında kalmıştı. Bugün de görememiştim, geçen günlerde ki gibi. Bugün de içimde bir sızı doğmuştu. Pencereyi araladım, temiz hava girsin diye.
Kahvaltı hazırlamak için odamdan dışarıya çıkmıştım. Koridor da boştu. Mutfaktan tıkırtılar geliyordu. O yöne doğru içimdeki sızıyla birlikte gittim.
Mutfak, dikdörtgen şeklinde, bir tarafı cam olan, bir bölümde ocak ve lavabodan oluşan bir yapıydı. Mutfak eşyalarını koymak için her kişi için küçük özel dolaplar vardı. Bu dolaplar, koridoru mutfaktan ayırıyordu. Diğer köşede ise, buzdolabı ve televizyon bulunuyordu. Ocaklara yakın uzun bir mutfak masası ve yan tarafında ise yemek masası bulunuyordu. Mutfakta, iki kişi aynı anda yemek yapacak kadar yer yoktu. Genelde -ki alışkanlık olduğu üzere- bulaşıklar yemekten çok sonraları yıkanıyordu. Bazen bir gün sonra, bazen haftaya da kalabiliyordu. Kirli olanlar bir yere yığılır. Sahibi gelince onları yıkardı. Bazen bu yığılmalar arasında bulaşıklar küf bağlıyabiliyordu. Bu durumda küf bağlayan tabaklar, tencereler ve bardaklar, diğer bulaşıkların yanından ayrılır, ayrı yere konulurdu. Bu görüntü, çoğu zaman insanda iştah bırakmazdı. Yemek zorunluluk gereği yenilir. Yendikten hemen sonra da oradan ayrılınır. Böylelikle diğer sakinlerde kendi yemeklerini yapıp yiyebilsinler diye...
Sanki ilk defa görüyordum. ”Aman tanrım bu ne pislik!"
Bir an irkildim. Yoksa sesli mi söylemiştim bunları.
Mutfakta her zaman olduğu gibi birisi vardı. Komşum arapdı. Komşum kendisine kahvaltılık hazırlarken gördüm. Hiç sevmediğim halde bu adamla konuşmak zorundaydım. Ne de olsa yüz yüze bakıyorduk! O da zevkine gelmemişti buralara... Onunda ne güçlükler yaşadığını bilemezdim. O da benim yaşadıklarımı bilemezdi. Aynı kaderi paylaşıyorduk, ama birbirimizden hoşlanmıyorduk. Belki benim geçmişten kalan ön yargılarım bu durumun oluşmasını sağlamıştı. Tarihin bize yüklemiş olduğu yargılardı belki. Aman her ne ise, hoşlanmıyordum işte! Üstelikte böyle bir günde onunla karşılaşmak! Çekilir gibi değil. İçerdeki yabancıdan sonra, burada ki yabancı! Üstelikte sevmediğim bir yabancı. Arapların yemek yapmasından nefret ediyorum, hele birde yiyişleri! Onlar yemek yaparken oda da dahi duramıyorum. Ne yapıyorlar da bu kadar koku çıkartıyorlar yemeklerinden. Bir de Koreliler. Onlar da yemek yaparken duramıyorum... Ama onlardan hoşlanıp hoşlanmadığımı bilmiyorum... Neyse sabah yaşadığım o garip durumdan sıyrılmak için, başka şeylerle uğraşmalıyım. Üstelik bu arapla bile konuşabilirim! Havadan sudan da olabilir.
”Günaydın”
"Selâmın Alay küm"
Pis herif (Üstelik bu kelimeden hoşlanmadığımı bildiği halde) illa kendi dilince cevap verecek! Bugüne kadar Türklerin Arapça bildiğini sanıyormuş. Beni tanıdıktan sonra, bizimde ayrı bir dilimiz olduğunu öğrenmiş. Tamam, ben bu arabı anlıyorum da, bizim dil kursu öğretmenini anlamıyorum. O bugüne kadar bizim Arap alfabesini kullandığımızı sanıyormuş. Baştabana Latin alfabesini öğretmeye kalkmıştı. Bu duruma çok şaşırmıştım. Biz de Latin alfabesi kullanıyorduk, üstelik yetmiş yıl. Bu almanlar bizi hala ‘Orient’ görüyorlar! Böyle şeyler düşünürken ne kadar da rahatlamıştım.
Aynada ki yabancıyı unutmuş gibiydim. Kimdi o yabancı?
Dünden kalan bulaşıklarımı yıkamaya başlamıştım. Arap ise kahvaltısını yapıyordu. Bu arada televizyonu açmış, sabah programına bakıyordu. Televizyonumuz dört kanalı vardı. Televizyonun üzerine konulmuş, nereden alındığı belli olmayan küçük bir antenle çekiyordu. Dört kanalın biri görüntüsü iyi iken, ötekilerini karlı seyrediliyordu. Sanki ben televizyon seyrediyormuşum gibi nelere dikkat ediyorum. Hepsi iyi çekse bana ne!
Hava da sıkıntı asılıydı sanki. Baktıkça içim kararıyordu. Şimdi bizim oralarda olmak vardı. Sıcaktan, güneşten saklanacak yer arardık. Ya burası. Sıcaktan ve güneşten değil, tersine havanın kapalı olmasından dışarıya çıkmak istemiyordum. Hala buralara da alışamamıştım. Buralar bana yabancı. Havası bile yabancı. Sıcak ilişki içinde olduğum dostlarımı ülkemde bırakmıştım. Ailemi, alışkanlıklarımı da...
Kahvaltımı bitirip hemen odama dönmek istiyordum. Ya o yabancı gitmedi ise?... Kahvaltımı ağırdan almaya başladım. Oyalanıyordum. Bugüne kadar seyretmediğim televizyona bakıyordum. Arap bu arada kahvaltısını bitirmiş, çoktan gitmişti!... Görgüsüz herif, giderken insan bir ”çüs” der.
Artık odaya gitmeli. Kitaplarını alıp dil kursuna gitmeliyim. Hala o oradaysa! Ne olursa olsun, gidip kitaplarımı almalıyım. Kursum başlamak üzere. Odaya bir hırsız gibi girip, kitaplarımı alıp hiç aynaya bakmadan çıkmıştım. Rahat bir şekilde kursa gidebilirdim. Kursum öğleden sonra üçe kadar sürüyordu. İyi bir kurstu. Öğretmenlerim de çok iyi idi. Her ulustan insan vardı kursta. Hepimizde Almanca öğreniyorduk. Yaşadığımız topluma iyi uyum sağlayabilmek için. Alışabilmemiz için!..
Bu kursu başarmak zorundayım. Çünkü oturumum bu kursa göre veriliyordu. Bu kursu başardıktan sonra, Almanca yeterlilik sınavını vermek zorundaydım. Yoksa üniversiteye kaydımı yaptıramıyordum. Yaptıramasam eğer yurt dışı edilecektim.
Bugünkü kurs bittikten sonra, şehre gezmeye gitmek istemiştim. O odaya girmek istemiyordum. Belki o oradadır!
...
Akşamüzeri şehirde dolaşıyordum. Dayanılmaz bir sıkıntı duyuyordum. Ne için gelmiştim buralara. Sürekli olarak kendi kendime soruyordum. Bulamamıştım yanıtını. Aslına bakarsan biliyordum yanıtını, fakat bilmemezlikten geliyordum. Henüz buralara uyum sağlayamamıştım. Yeteri kadar da dillerini öğrenememiştim. Boşlukta sallanan bir cisim gibi, bir o yana bir bu yana sallanıyordum. Burada boşa geçen yılları görmek istemiyordum. İsteyemezdim de, gerçeklerle karşılaşmak beni korkutuyordu. Ülkemde yaşamış olduğum korkulu saatlerin yerini, yurt dışı edilme korkusu sarmıştı. Ne yapmalı etmeli buralı olmalıydım. Olmalıydı da nasıl?
Sevdiklerimden uzak yaşıyordum, fakat yeni sevdiğim insanlar bulmuştum. Yeniden yaşama başlamıştım belki de. Yeni çevreme, yeni ilişkilere başladığımda başlangıçta korkmuştum. Belki de başaramam diye!
Bu korkumu yendiğim zaman başka korkular başlıyordu. Yaşam korkuların üzerine kurulmuş sanki!
Sonra bu düşüncelerin arasından sokağa yeniden dönmüştüm sanki. Sokakta tek tük insan vardı. Başımı öne eğerek yürümeye devam ettim. Hava yine bulutluydu. Burada havalar sanki hiç açmıyordu. Bu kadar yağmur yağmasına rağmen, sokaklarda su birikintisi dahi oluşmuyordu. Önceleri buna şaşırmıştım. Fakat zamanla alışmıştım. Normal geliyordu şimdi. Şu sıralar birçok şey normal geliyordu. Önceleri söylemediğim kelimeleri, sanki doğduğumdan beri söylüyormuşum gibi geliyor. Hatta bazı kelimelerin karşılığını dahi bilmiyordum. Sanki ana dilimde varmışım gibi davranıyordum.
...
Yağmur yağmaya başlamıştı. Gece arsız, durmadan vuruyordu suratıma. İnceden inceye yağan yağmurun altında yanlarımdan sular akmaktaydı. Ve bu anda yalnız başıma yanımdan akan zamana baktım. Yoktu gidenler, vardı gelmekte olanlar. Onlarda birazdan elimi yakan sıcakla yok olacaklardı. Zamanı elimde tutmak istiyordum, bırakmamak üzere. Onun içinde yeniden yaşantılar yaratabilirdim diye düşünüyorum.
Yarını düşünüyoruz durmadan, ya bugünü... Hiç düşündük mü bugünü! O halde hemen şimdi bugünü düşün ve yaşa... Durma, bugün bir daha gelmeyecek! Nasıl bir gelecek değil, nasıl bir gün yaşamalı. Nasıldı yaşadıklarım. Ya şimdi .?!
Islanmamak için bir yerlere girmem gerekiyordu. Gözüm o anda metroya ilişti. İyi bir sığınak diye düşündüm. Koşarak oraya gittim.
Şimdi yağmuru düşünmüyordum. Artık yeryüzünde kalmıştı. İlk geldiğim zamanlar, nasılda şaşırmıştım metroyu gördüğümde. Adamlar ne kadar çalışkan insanlar diye düşünmüştüm. Sonra buranın inşaatında çalışanları gördüğümde, anlamıştım. Benim gibi yabancılar çalışmıştı buralarda. Buraları yapan yabancılar olmasına rağmen, yabancıları yurt dışı etmek istiyorlardı. İlk zamanlar iyi olarak gördüğüm bu insanlardan hoşlanmamaya başlamıştım. Onlara karşı ön yargımı yenemiyordum. Hoşlanmıyordum...
Yaşam insanlara neler öğretiyor.
Metronun içinde bir tanıdığa rastlar mıyım, bilemiyorum. Umut ederim ki rastlarım. Henüz etrafta bir tanıdık yüz dahi yok. Bu düşüncelerin arasında kaybolup gidiyordum. İnsanların bir yerlere doğru koşturmasını bir süre seyrettim. Düşünüyordum. O anda vatanımda olduğumun farkında değildi kimse! Bir ara ora ve burayı karşılaştırmaya başlamıştım. Belki de bir iç tepkiydi ya da konuşmaydı. Bu durumun farkına vardığımda kendi kedime gülümsemiştim. Bu gülümsemem belki dışardanda fark edilmiştir! Bir telaşla etrafıma bakındım. Suçüstü yakalanmış gibi yerimde duramıyordum. Artık buraları terk etmek istedim.
”Beni yalnızlığım geçirmeye gelsin.” diye mırıldandığımı hissettim. Yalnızdım. Ve dünyada sıradan biriydim. Bu sıradan duygular içinde metrodan dışarı çıkmıştım.
Yeniden sokaktaydım. Yağmur durmuştu bu arada. Sokakta çalgı çalanlara baktım bir süre.
Buralar bana göre değil, bunu sürekli duyumsuyordum. Fakat zorunluydum, burada kalmak için. Zorunlu olmak. Bu durum canımı sıkıyordu. Zorunlu olmak, her şeye zorunlu olmak... Kendi isteğimle yaptığım hiç bir şey yoktu... Nefret ettiğim bir şey di. Vatanında bu zorunlu şeyleri yapmadığı için ve onlar gibi düşünmediği için ayrılmak zorunda kalmıştım.
Yıllar önce karşı çıktığım yaşama nasıl uyum sağladığımı gördükçe şaşıyorum. Eski arkadaşlarımı buradaki yeni yaşamları içinde gördükçe ‘olamaz!’ diye bağıransım geliyor. Bu arkadaşlar para için yapmayacakları hiç bir şey yoktu! Hatta eski arkadaşlıkları ve ilişkileri kullanmaktan dahi çekinmiyorlardı. Bunların sayısı da pekte az değildi. Ne aşağılık yaratıklar bunlar! Bunlarla bir ara bir arada olabilmiştim. Hatta onlara yoldaş gözüyle dahi bakmıştım. Onları görmek istemiyordum. Burada bir kaç arkadaşım olmuştu, yürekleri sevda yüklü olan, umut dolu olan insanlarla tanışmıştım. Bunların sayısı da bir kaç kişiyi de geçmezdi.
Çoğu zaman yalnız dolaşmayı seviyordum. Böylelikle kendimle baş başa kalabiliyordum.
Yaşam zorunluluklardan oluşmasa belki, yaşamın bir anlamı olabilirdi.
Hava iyice kararmıştı. Artık eve dönme zamanı.
Bir sürgün akşamı daha başlamıştı.
Ya o aynadaki, hala orada mı acaba?
Orada mısın?
İsmail Cem Özkan
Bochum, 1990

Hiç yorum yok: