8 Ocak 2008 Salı

Ulusal Kimlik Üzerine Tezler…

Ulusal Kimlik Üzerine Tezler…

Aşağıya Taner Akçam'ın bir tezini alıyorum, okuyunca ne kadar haklı olduğunu görüyorum. Tarihe başa açılardan yaklaşınca günümüzde yaşanan çelişkileri de anlamak daha kolaylaşıyor. Günümüz de sol görünümlü milliyetçi düşüncenin temeli, geçmişte saklı olduğu ve ırkçı söylemin ve tavrın arkasındaki nedenleri gün yüzüne çıkarması açısından da önemseyerek okudum.
Bu yazıyı her ne kadar Taner Akçam yazmış olursa olsun, altına imza atacağım bir metin konumundadır. Bundan dolayı paylaşıyorum.

03.07.2006
ismail cem özkan



*******

Ulusal Kimliğimizin Oluşumu Üzerine Bazı Tezler / Taner Akçam

Osmanlıların çöküşü ve ulusal devletimizin kuruluşu sürecinde, bizlerin düşünce ve eylemlerini belirleyen, ulusal ruh dünyamızın temel direklerini oluşturan, bazı düşünce, duygu ve davranış kalıpları oluşmuştur. Zihniyet dünyamızı oluşturan bu duygu, düşünce, davranış modellerimizin içinde insan hakları gibi bir soruna fazlasıyla yer yoktur. Bu nedenle, insan hakları sorununda yeni bir perspektif geliştirebilmemiz için, zihniyet dünyamızın, ulusal kimliğimizin bu köşe taşları üzerine düşünmek ve bunları sorgulamak zorundayız.

Burada ulusal kimliğimizi şekillendiğini ve bugünkü davranışlarımızı da belirlediğini ileri sürdüğüm bazı olguların oldukça "eski bir zaman diliminde" yaşanmış olması, bugünle ilişki sorununu gündeme getirmektedir. 100-150 yıl önceki olayların sonuçları ve bıraktığı izler itibariyle bugün açısından fazla bir anlam taşımadığı ileri sürülebilir. Burada bu tür bir tartışmayı yapmadan, sadece Norbert Elias'ın konuya ilişkin söylediklerini aktarmakla yetinmek istiyorum: "Her seferinde büyük hayretlerle görülmektedir ki, belli düşünme, duyma ve davranış kalıpları, dikkati çekecek biçimde yeni koşullara uyarak, aynı toplumda birçok kuşak sonrasında yeniden ortaya çıkmaktadır... Gerçekte toplumsal olaylar etkilerini genellikle 100 yıl sonra gösterirler. Bunu anlayabilmek için uzun süreçleri kapsayacak modellere ihtiyacımız vardır."1
Tartışmaya açık olduğunu söylediğim, ulusal kimliğimizin konumuz açısından önemli olan bazı özelliklerini herhangi bir bütünlük iddiası olmadan şöylece sıralayabiliriz:

1) Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıklar birbiri ardı sıra, bağımsızlık savaşları vererek ayrılmışlardır. Bu savaşlarda azınlıklar, bazı istisnalar dışında, sürekli olarak emperyalist devletlerce desteklenmişlerdir. Gerek azınlıkların ayrılmaları gerekse bu süreçte dış güçlerle girdikleri ilişkiler, egemen ulus tarafından kendisine yapılan ihanetler olarak kavranmıştır. Bunda dağılma sürecinin ana karakterleri belirleyici olmuştur. Ulusal başkaldırılar, Fransız devriminin aydınlanmacı fikirlerinden etkilenmekle birlikte, bir din çatışması biçiminde gelişmiş ve kısa sürede bağımsızlığı için savaşan gruplarla Osmanlı devleti arasındaki bir çatışma olmaktan çıkarak değişik din ve ulusal grupların karşılıklı katliamlarına dönüşmüştür.

2) Ayaklanmalar, emperyalist güçlere, Osmanlıların içişlerine karışma olanağını sağlamıştır. Hemen hemen her ulus veya din grubu belli devletlerce desteklenmiştir. Azınlık grupların, emperyalist devletlerin yardımıyla ve kapitülasyonlarla elde ettikleri, Müslüman ahalinin sahip olmadığı birtakım ayrıcalıklara sahip olmaları ve her bir emperyalist devletin koruyuculuğunu yaptığı azınlık grup için durmadan yeni ayrıcalıklar talep etmeleri, Hıristiyan ahaliye karşı derin bir nefretin oluşmasına yol açmıştır.

Bu nefret başka önemli iç faktörlerle de güçlenmiştir. Osmanlı topraklarında o güne kadar egemen olan ve Hıristiyanları aşağılayan ve hor gören Müslüman ahali bu egemen konumunu toplumun her düzeyinde kaybediyordu. Gerek Batı'dan alınan ve Müslüman ahaliye devlet eliyle zorla dayatılan reformlarla Müslümanlar Hıristiyanlarla eşit vatandaşlar olmaya zorlanıyorlar, gerekse yukarıda sayılan nedenlerle Hıristiyanlar ekonomik olarak daha iyi mevkileri elde ediyorlardı. Daha düne kadar ikinci sınıf vatandaş olarak gördüklerinin kendileriyle eşit sayılmaları hatta daha iyi konuma geçmeleri kabul edilebilir bir şey değildi. Bunun doğal sonucu kendi yerini ele geçirenlere karşı duyulan, çekememezlik, kıskançlık ve nefretti.


Hıristiyan ahali karşısındaki bu nefret duyguları Tanzimat öncesi başlamış olmakla birlikte özellikle "genel eşitlik" prensibinin ilan edildiği Islahat Fermanı ile tepe noktasına ulaşmıştır. "Reformlarla Müslüman halkın zımmilerle eşitliğinin ilan edilmesi, Müslümanların dini hislerini incitmişti"2. Nitekim Fermanın ilan edildiği gün üzerine Cevdet Paşa şunları yazacaktır, "Bu Fermanın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime kaffe-i hukukta müsavi olmak lazım geldi. Bu ise ehl-i islama pek ziyade dokundu... bir çoğu 'Ehl-i islama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür' deyi söylenmeye başladılar"3.

Kendilerinden aşağı olan din gruplarıyla eşit sayılmayı Müslümanlar hakaret olarak kabul ediyorlardı. Nitekim "Atalarımızın kanlarıyla kazandığı kutsal haklarımızı kaybettik. Yönetici olmaya alışkın halk, şimdi haklarını kaybediyor" düşüncesi bir tek "cahil, bilgisiz halkın değil, devlet adamlarının da (düşüncesidir)."4

Bu ruh hali başka iç faktörlerle de iyice pekişti ve imparatorluğun Türk-Müslüman ahalisinin ruh dünyasını derinden etkiledi. Hıristiyanlar hâlâ askerlik yapmıyorlar ve imparatorluğun Müslüman ahalisini kemiren savaşlardan uzak kalıyorlardı. Savaş, açlık, ölüm gibi tüm zorluklarla yalnız başlarına bırakılan Müslüman ahali, bu zorluklardan uzak kalan Hıristiyanlara karşı derin bir kıskançlık ve düşmanlık duyuyorlardı. 19. yüzyıl sonlarına doğru bir günlük gazetede yer alanlar bu ruh halini son derece iyi yansıtmaktadır. "Onlar(Türkler) Girit'te öldürtülür, Sisam'da kestirilir, Rumeli'de kırdırılır, Yemen'de doğratılır, Havran'da biçtirilir, Basra'da boğdurulurdu. Oralara Rum, Ermeni, Bulgar, Ulah, Yahudi, Arap, Arnavut... gönderilecek değildi ya! Onlar evlerinde, yurtlarında, çadırlarında otursunlar, işleri güçleriyle uğraşsınlar, zengin olsunlar, evlensinler, çoğalsınlardı. Onları kızdırmaya, onların aziz canlarını sıkmaya, nazik bedenlerini yormaya gelmezdi. Aksi halde onları nasıl Osmanlılığa ısındırabilirdik? Onları memnun etmeliydik ki lutdefedip kerem edip Osmanlı kalsınlar"5.

Gerek Yeni Osmanlılar, gerekse İttihat ve Terakki hareketi imparatorluğun sahipsiz Müslüman ahalisine sahip çıkmayı önlerine ana politik görev olarak koymuşlar ve ırkçılığa varan düşünceler geliştirerek Hıristiyan düşmanı bir ruh halinin oluşmasına yardımcı olmuşlardır.

Böylece, Hıristiyan halklar, imparatorluğun Türk-Müslüman ahalisi tarafından, sadece Osmanlıları parçalamak, bölmek isteyen bozguncular olarak değil, daha da önemlisi, kendi egemen konumlarına göz diken ve kendilerini sömürgeleştirmek isteyen emperyalizmin uzantıları olan güçler olarak görülmüşlerdir.


3) Ayaklanan ulusal grupların bazı haklar elde etmeleri kendi güçleriyle başarıya ulaşmaları sonucu olmamıştır. Ayaklanmaları bastırdıkları durumlarda bile Osmanlılar, dış güçlerin baskısı ile yenik sayılmışlardır. Kendisinden askerî-politik-iktisadi bakımdan güçlü emperyalist devletler karşısında Osmanlılar kendilerini son derece çaresiz hissetmişlerdir. Kazandıkları askerî zaferlerden sonra bile sürekli yenik sayılmayı kabul etmek zorunda kalmışlar, bu da güçlü bir düşman karşısında sürekli içe atılmak zorunda olan bir öfke ve kin duygusunu doğurmuştur. Kendisini sürekli aşağılayan, onuruyla oynayan dış güçlere karşı gelemeyen Osmanlı, içine atmak zorunda kaldığı kin ve nefreti üzerine boşaltacağı daha zayıf güçleri aramıştır.

Norbert Elias'ın Alman ulusal kimliğinin oluşum tarihi üzerine söyledikleri, Osmanlı-Türk kimliğinin yukarıdaki biçimde şekillenmesi konusunda ipucu verecek niteliktedir, "Kendi devletinin diğer devletlere kıyasla görece zayıflığı, beraberinde bu zayıflıktan etkilenen insanlar için özel, olağanüstü koşullar yaratır. Bu insanlar psikolojik olarak, emin olamama duygusu altında ezilirler, kendi değerleri hakkında kuşkuya kapılırlar, kendilerini aşağılanmış ve onurlarıyla oynanmış hissederler ve bu koşulların yaratıcılarından intikam alma özlemi duyarlar."6


Osmanlılar açısından bu süreç farklı olmadı. "Askeri yenilgi ve siyasal küçük düşme, Türklerin kendi yenilmez ve değişmez üstünlüklerine karşı olan uyuşuk ve rahat güvenini sarsmıştı; fakat barbar kafire karşı eski küçümseme duygusu, boyun eğdiği yerde, imrenmeden çok kin duygusuna yol açtı"7. Bu nedenle onuruyla oynanmasına, ezilme ve aşağılanmasına neden olan azınlık uluslara, içine düşürüldüğü durumun intikamını almak duygusuyla yanaştı. Deyim yerindeyse "fırsat kolladı" ve dış devletlerin desteklerinin olmadığı noktada bu grupları toptan katletmekten çekinmedi.


4) Ayaklanan ulusların, İmparatorluğun kenar bölgelerinde yaşıyor olmaları, Osmanlı çevresinin kendi varlığını tehdit eden düşmanlarla çevrildiği fikrinin gelişmesine yol açmıştır. Norbert Elias'ın Alman ulusal devletinin oluşumunu belirlediğini söylediği bir tarihsel durumun Osmanlı-Türk tarihi içinde geçerli olduğunu görüyoruz: "Almanların devlet kurma süreci, üç halk blokunun ortasındaki blok olma durumundan derin biçimde etkilenmiştir. Latinleşmiş ve Slav gruplar, insanca kalabalık Alman devleti tarafından, sürekli olarak tehdit ediliyor hissediyorlardı. Aynı zamanda oluşmakta olan Alman devleti temsilcileri de, kendilerini sürekli olarak kenarlardan tehdit altında hissediyorlardı. Her bir taraf, genişlemek için ellerine geçen fırsatları başka bir şey gözetmeden sonuna kadar kullanmaya çalışıyordu. Devletlerin bu biçimde yer almaları zorunluluğu ortadaki Alman devleti açısından kenar bölgelerden sürekli bir kopma ve bağımsız devletlerin oluşması anlamına geliyordu."8.


Osmanlı-Türk tarihinde süreç farklı olmamıştır. En uzaktakilerden başlamak üzere, "kenar bölgelerin koparak imparatorluktan ayrılmaları" ve kendi devletlerini kurmaları, Osmanlı ve Türk devlet adamlarının ulusal azınlıklar konusundaki politikalarını belirleyen ana faktör olmuştur. Her ulusal demokratik talep, imparatorluğun parçalanması yoluna atılmış bir adım olarak kavranmış ve ulusal gruplara karşı mücadele, kenarlardan imparatorluğu parçalamak amacıyla çevrelenmiş düşmanlara karşı, kendi varlığını korumak savaşı olarak algılanmıştır.

5) Görüldüğü gibi, Türk ulusal kimliği sürekli bir var olma-yok olma psikozu içinde oluşmuştur. Dağılan bir imparatorluğun üyelerinin ruh, düşünce ve eylem dünyalarını belirleyen esas olarak bu atmosferdir. Vatanın elden gittiği ve kurtarılması gerektiği bir fikri sabit halinde zihinlerimize yerleşmiştir. "Bir fesad coşmuştur gidiyor. Girid gitdi, Tarblusgarb gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor..."9. Büyük bir moral çöküntü bir panik durumudur yaşanan. "Bu hafta haritaya baktım. Çoğu gitti azı kaldı. Bu da gidecek an karib..."10. Tarihten seçtiğimiz bu örneklerin tazelenmesi için sadece günlük gazetelere bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Kürt, Ermeni sorunları, komşularımızla ilişkilerimiz hep bu korkunun ışığında ele alınmaktadır.

Bu tür bir ruh halinin oluşmasının doğal bir sonucu da bi kötü gidişe yol açan sebeplerin ve kişi ve çevrelerin üzerine düşünmektir.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi bu konuda ulus olarak hemfikirizdir. Osmanlının dağılması ve Cumhuriyetin kurulması zihinlerinde derin bir biçimde yer etmiş bu ulusun üyeleri olarak, sağcısı ve solcusu ile emperyalist dış güçler ve yerli işbirlikçilerinin bugünkü durumumuzun ana sorumluları oldukları konusunda anlaşırız. Tarihimizde özellikle Hıristiyan azınlıklar bu ikinci çevrelerin temsilcileri olarak ele alınmaktadır.

6) Etnik ve ulusal gruplara karşı oluşmuş bu kuşkucu ve düşmanca tavrı sağ ve sol tüm düşün dünyamızda bulmak mümkündür. Hangi tarih kitabı karıştırılırsa karıştırılsın aynı tabloyla karşılaşırız. Hıristiyan azınlıklar, kapitülasyonlarla beslenen, komprodorlaşan emperyalizmin uzantılarıdır. Sosyalistlerin düşünce gıdalarını aldıkları eserlerde de konu farklı dile getirilmez. "Türkiye'nin süreç içinde sömürgeleştiği ve emperyalizme bağımlı bir ülke haline geldiği" üzerine yapılan tüm teorik tespitlerde, konu üzerine yazılan tüm eserlerde, yerli işbirlikçiler, genellikle Hıristiyan azınlıklar olarak sahneye çıkarlar. Böylece koca bir imparatorlukta Hıristiyan azınlıklar, ayrıcalıklardan yararlanan, ya da sıkça "Galata Bankerleri" uç örneğinde dile getirilen komprodorlar olarak olumsuz iktisadi-siyasi fonksiyonlar yerine getiren aktörlerdir.

Sol literatürde konuya ilgili yüzlerce örnek bulmak mümkündür. Burada sadece iki tanesini vermekle yetinelim: Osmanlı yöneticilerinin amaçlarının "Hıristiyanları en gözde uyruklar yapmak olduğunu" söyleyen Avcıoğlu, bunları, "Batı kapitalizminin yerli komisyonculuğu rolünü yüklenen Rum ve Ermeni aracılar" olduğunu söylemekte ve böylece yönetimce gündeme getirilmek istenen genel eşitlik fikrinin arkasındaki emperyalist çıkarları açığa çıkarttığına inanmaktadır11.

Benzeri fikirler daha da ileri götürülerek, tüm gayri Müslimlerin aslında kapitalistler olduğu ileri sürülmektedir. "İstanbul'da Rumlar, Türklerinkini gölgede bırakan konfor ve lüks içinde bulunmaktadırlar".

Bu gerçekliğe rağmen, emperyalist devletlerce, "Osmanlı devletinin iç işlerine karışma olanakları yaratmak ve Müslüman olmayan Osmanlı uyrukluların durumlarını daha güçlü kılmak" amacıyla bu zengin kapitalistlerin, "ezilmiş topluluklarmış gibi gösterilmelerine çalışmıştır."12 Batı'da yaygın biçimde var olan Yahudi düşmanı, anti-semitik düşüncelere benzer bir biçimde, bir din veya etnik grup üyeleri, iktisadi bir sınıfla bir ve aynı anlamda kullanılarak aşağılanmaya çalışılmıştır. Hıristiyanlarla burjuva olmak arasına konan eşit işareti ile Hıristiyanlar, işbirlikçi sermaye kesimi olarak tanımlanmış ve böylece Osmanlılarda gündeme getirilmek istenen eşitlik anlayışı eleştirilmeye çalışılmıştır.


7) Kendisinin parçalanmasını ve dağılmasını isteyen, egemenliği altındaki Hıristiyan halklardan ve emperyalist devletlerden oluşan geniş bir koalisyonla uğraşmak zorunda kalmak önce Osmanlılarda sonra Cumhuriyet Türkiyesi'nde güçlü bir yalnızlık psikozunun oluşmasına yol açmıştır. Çevremizin bizi parçalamak ve yok etmek isteyen düşmanlarla çevrildiği "düşmanların ortasında yalnız ve tek başına kaldığımız" fikri zihinlerde o denli yer etmiştir ki, her türlü ulusal demokratik talep, bu yalnızlık psikolojisinin etkisiyle, varlığımızı yok etmeye yönelik tehdit olarak görülmüştür. Bunun sonucu olarak, azınlık gruplarının demokratik taleplerinin üstüne "var olma ya da yok olma" savaşı yürütmek zihniyeti ile gidilmiştir.


8) Özellikle Avrupa'da sadece azınlıklara yönelik katliam haberlerinin oldukça abartılı ve tek yanlı aktarılması, buna karşı Türk veya Müslüman halka yönelik katliamların sözkonusu edilmemesi oldukça geç gelişen Türk ulusal kimliği üzerinde derin izler bırakmıştır. Balkan halklarının ulusal bağımsızlık savaşları tarihi, sadece haklı taleplerle ayaklanan Hıristiyan toplulukların katledilmeleri tarihi değildir. Bu tarih aynı zamanda, bu bölgelerde yaşayan "Müslüman halkın büyük soykırımlara uğratılmasını da kapsar"13. Kendilerine yapılan katliamların ve haksızlıkların kimseyi ilgilendirmediği düşüncesi, Osmanlı ve Türk yöneticilerinde ve Müslüman-Türk topluluğunda tarihsel tecrübelerin ışığında bir fikri sabit halini almıştır. Türk ulusunda, "kendisine sürekli haksızlık yapıldığı, hakkının yendiği" derin bir fikri sabit olarak yer etmiştir. Özellikle 1840'lar sonrası, Hıristiyan topraklardaki baskı ve katliamlardan kurtulmak için, "...geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli daralan sınırlarına yetişmeye çalışan"14 göçmenler, halklar arasında nefretin artmasında önemli bir rol oynamışlardır. Bilinçli bir seçimle yerleştirildikleri yeni bölgelerde Hıristiyanlara karşı duydukları büyük nefreti, Müslümanlar arasında yaymışlar ve yöredeki Hıristiyan halka yönelik katliamlar düzenlemişlerdir.
Özetle söylemek gerekirse, Türk ulusal kimliğinin oluşum sürecinde, çevremizin "kötülüğümüzü isteyen dış düşmanlarla çevrildiği"; "İçerde bunların uzantısı bazı azınlıkların olduğu"; "azınlıkların kendi haklı taleplerini savunur görünerek, aslında emperyalizme hizmet ettikleri"; "Bize sürekli haksızlık edildiği ve sevilmediğimiz" türünden düşünceler derin bir rol oynamışlardır. Bu ruh halinin doğal sonucu olarak, güçlü bir dış düşmana karşı "varlığımızı korumak", "bağımsızlığımızı savunmak" fikri bizi hareket ettiren ana değerler olmuşlardır. Dışarıdan, özellikle Avrupa'dan gelen her şeye kuşkuyla bakmak altında mutlaka bizim aleyhimize planlanmış bir tezgah, çapanoğlu aramak bu ruh halinin doğal sonucudur.

Dipnotlar

1 Norbert Elias, Studien Über die Deutschen., s. 165 ve 8.
2 Doç. Dr. Gülnihâl Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasî Gelişmelerin Işığı Altında Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1539-1914), s. 60, T.T. Kurumu Yayını, Ankara 1989.

3 Cevdet Paşa, Tezâkir, No: 10, s. 67-68, T.T. Kurumu, Ankara 1986.
4 Doç. Dr. Gülnihal Bozkurt, a.g.e., s. 60-61.

5 Bekir Sıtkı Baykal, Şark Buhranı ve Sabah Gazetesi, s. 148, Ankara 1948. Aktaran Çetin Yetkin Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, s. 303,İstanbul 1984.

6 Norbert Elias, a.g.e., s. 13.

7 Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 127, Ankara 1988.

8 Norbert Elias a.g.e., s. 9.
9 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, s. 620, İstanbul 1985.

10 Şükrü Hanioğlu a.g.e., s. 633.
11 Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, Cilt I, s. 122, Ankara 1987.
12 Çetin Yetkin, a.g.e., s. 265.
13 Stanford Shaw Osmanlı İmparatorluğunda Azınlıklar Sorunu, s. 1004, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedesi, Cilt 4, İstanbul 1985.

14 A.g.e., 1005.

Hiç yorum yok: