6 Ocak 2008 Pazar

Yanan bir şehirden…


İzmir, tatlı ve sevgili şehrim.
Birgün şayet senden uzakta
Ölürsem; Beni sana getirsinler.
Fakat; mezarıma götürürken
ÖLDÜ demesinler
UYUYOR desinler, koynunda
tatlı İZMİR’im

Dario Moreno

Bir eylül günü poyrazın sesi yankılanıyordu şehrin üzerinde.
Evlerden sızan ışık tanecikleri sokakları aydınlatıyordu. Işıkların pencereden sızmaması için sıkı sıkıya kapatılmış olmasına rağmen, yinede bir yer bulup sızıyordu. Sokaklar olduğundan daha karanlıktı, sokak köpekleri dahi ulumalarını bu akşam sonsuzluğa bırakmışlardı. Kuş uçsa kanatlarının sesi duyulacak gibiydi.
Bir mayıs günü kimse düşünememişti, şehrin tüm kaderinin değişeceğini. Sadece kader mi, tüm komşuluklarda değişmişti, yıllardır oluşturulmuş olan güven duygusu hepten ortadan kalkmıştı. Komşu komşusundan kuşkulanır olmuştu uzun zamandır. Büyük savaş başlamadan başlamıştı, güvensizlik komşular arasında.
Büyük fırtınanın geleceği sanki önceden biliniyordu. Bütün bu fırtınalara rağmen, güvenli bir koyda yaşıyor gibi yaşamışlardı. Küçük Asya’daki gelişmeler buraya göç olarak yansımıştı. Büyük savaş öncesi başlayan göç, savaş sırasında daha büyük bir ivme kazanmıştı. Sokak, dilencilerden ve açlardan geçilmiyordu. Osmanlı İmparatorluğunun Küçük Asya’da kalan ikinci büyük şehriydi İzmir. Körfez doğal bir korunak olmuştu.
Şehir kurulduğu günden beri böyle bir güvensizlik oluşmamıştı. Her cemaat kendi içine daha çok kapanmış, gelişmeleri kaygı ile izliyorlardı.
Bir mayıs günü Nurettin Paşa körfezde Yunan gemilerini görmüştü, diğer müttefik gemilerinin yanında. Hükümet konağı balkonunda keskin gözlerinde endişeli bakışlar ile izlemekteydi körfezi.
Beklenen gerçekleşmemiş, İzmir yeni sahiplerini bekliyordu.
O yeni sahiplerine boyun eğmektense çarpışarak ölmeyi yeğlerdi. Geçmişte yaşamış olduğu tecrübeler bunu gösteriyordu.
Kardeşini de bir balkan savaşında kaybetmişti, o günden beri askerdi. Askerliği bir yaşam biçimi olarak seçmişti. Kararlı bir savaşçı olması kendisini öne çıkarıyordu. Bir çok cephede savaşmış olan Nurettin Paşa burada da direnecekti elbette. İşgal başladığı günlerde Nurettin Paşa’da direnmeye çekildi. Savaşın nasıl sonlanacağını anladığında, diğer şehirlerde de oluşturulan cemiyete benzer bir çalışmaya girdi ve İzmir’de ilk olarak Müdafaayı Hukuk cemiyetlerini kurdu, olası Yunan işgaline karşı Müslüman halkı örgütledi. Yaptığı bu çalışmalar Mondros Mütarekesine uymuyordu. İtilaf devletlerinin isteği üzerine bu görevinden alındı, bir anlamda kızağa çekilme anlamına gelen İstanbul’a çağrıldı. Bu çağrıya kulak verip, İstanbul’a gitti, fakat yaptığı çalışmalar yüzünden yeniden yargılanıp, aleyhinde idam kararı verildi. O günden sonra Anadolu’da oluşan direnişin içinde duyuracaktı adını.
Nurettin Paşa’nın İzmir’den çekilmesi en çok Rum halkı arasında memnuniyet yaratmıştı, diğer Hıristiyan cemaati içinde büyük bir nefes alma anlamına da geliyordu bu durum.
15 Mayıs günü, havanın kızıla döndüğü vakit, Yunan askerleri İzmir’e giriyordu. İlk girişte beklendiği gibi büyük çatışma olmamış, tek tük silah sesleri duyulmuştu. Türk yurtseverler işgalden önce dağlara çekilmiş, o günün koşullarına uygun düzensiz olarak çatışmaya hazırlanıyorlardı. Nurettin Paşa’nın öncüllüğünde kurulan cemiyet faaliyetlerini yeraltına indirmişti.
Yıllar var ki İzmir şehrini görmemişti. Yaşlanmış, yaşadığı yerden kalkıp geleceği bugünü düşünüyordu. Bir gemi ile İtalya’dan kalkıp buralara geleceğini nereden bilebilecekti ki. Yıllar olmuştu, şehri terk ederken bırakmış olduğu yangın kokusunun hala üzerinde olacağını hiç düşünmemişti.
Çeşme limanına doğru gelen gemide, kendini deniz dalgaları arasında görüyordu. Uzaktan esen meltem ile İzmir’in kokusunu hissetmek ister gibi kafasını yukarıya kaldırdı, derin bir nefes çekti. Gemi çok büyüktü, sanki koca bir şehir içine sığdırılmıştı.
Üç gündür denizde ağır ağır ilerliyorlardı. Yıllardır bu kadar çok Türkçe konuşan insanı bir arada görmemişti. Nereye dönse Türkçe konuşan birileri vardı. Önceleri çok garipsemişti, fakat buralardan hiç ayrılmamış gibi kulağı hemen alışmıştı.
Gemi ağır ağır limana doğru yaklaşıyordu, karşıdaki ada biraz daha sislerin arasında kayboluyordu, evler uzaktan seçilemez hale gelmişti. Çeşme limanı yakınlaşmıştı, uzaktan fark ettiği kale eskisi gibi yerli yerinde duruyordu. Ne kadar çok bina ile dolmuş, koca bir şehir olmuştu. Gemi büyük dalgalar bırakıyor, denizi çalkaladıkça köpükler her yeri kaplıyordu.
Çeşme uzaktan ne kadar güzel görünüyordu. Yıllar sonra gördüğünde kalbi ne kadar bir heyecanla atmıştı, şimdi o heyecan yerini kaygıya bırakmıştı. Kaygılıydı, yıllar sonra gittiği topraklara geri dönerken. Kaygısı yüzüne vurmuştu, düşmemek için elleri ile parmaklılıkları daha sıkı bir şekilde kavramış, kendini rüzgârın akıntısına bırakmıştı.
Gemi büyük bir gürültü ile limana yanaşmış, tatlı bir koşuşturma almıştı yerini. Üç gün boyunca yolculuk yaptığı kişiler eşyalarını ellerine almış kapıya doğru sıraya girmişlerdi. Ellerinde pasaportlar heyecan içinde gümrük kapısına doğru gitmeyi bekliyorlardı. Onların ilk gelişi değildi belki, fakat her gelişlerinde aynı heyecanı yaşadıklarını düşündü.
İnsanın vatanına dönmesi kadar güzel bir şey olur mu diye içinden geçirdi. Kendisi de vatanına geliyordu, üstelik yıllar sonra ve bir yabancı gibi.
Acele etmiyordu, etmek istese de kabinin çarpıntısı buna izin vermiyordu, yıllar yılı kalbinin bu kadar çok kan pompalamadığını düşündü. Yüzüne kan gelmişti sanki. Elinde tuttuğu İtalyan pasaportu ile gümrük kapısına doğru ilerledi.
Avrupa vatandaşları için ayrılan özel gümrük kapısından geçmek için sıraya girmişti. Ne kadar çok Avrupalı ziyaret ediyordu burayı diye içinden geçirdi. Polis memurunun sadece kafasını görebiliyordu. Acaba neye dikkat ediyorlardı, avrupada ki gibi hemen geçebilecek miydi?
Yıllar yılı Avrupa içinde hiç pasaport kullanmamıştı, şimdi ilk defa pasaportunu kullanacaktı. Gerçi ismi yabancıydı, ama doğum yerinde İzmir yazılıydı. Acaba neden geldiğimi sorsa ne yanıt vermem gerekir diye içinden geçirdi, turistim ben! Hem de paralı ve yaşlı bir turistim, ne olabilecek ki? Diye içinden kendine moral veriyordu. Pasaportu polise uzatacağı an yaklaştıkça heyecanı artmıştı. Ellerinin titrediğini fark etti, avucunun içi terlemişti. Pasaport ıslandı mı diye baktı, yok bir şey olmamıştı.
Polisin içinde olduğu kulübeye yaklaşmıştı, dışarıdan gelen poyraz kendisini daha bir sakinleştiriyordu, teri üzerindeki elbiseyi vücuduna yapıştırıyordu. Bu durumda olan sadece kendisi değildi, diğer yolcularda kendisi gibi sırılsıklam olmuşlardı! O yüzden telaşlanmaya gerek yoktu. Polis pasaportu eline aldı, ne için geldiğini sordu, aile ziyareti mi, yoksa iş mi?
Hayır dedi, gezi amacıyla geldim.
İsminiz yabancı ama burada doğmuşsunuz, babanız görev nedeniyle mi İzmir’deydi? Dedi.
Kafasını sallamakla yetinmişti, konuşmaya gerek görmemişti. Poliste anlayışlı şekilde pasaporta bakıyor, aynı zamanda bilgisayara ismini yazıyordu. Eline aldığı damgayı pasaportta açtığı bir sayfaya vurdu ve uzattı. Şimdi arkadaki yolcunun pasaportunu almak için gözleri ile arkadakine bakıyordu.
Derin bir nefes aldı ve kulübenin sol tarafından oluşmuş olan koridordan geçti. Artık Türkiye’deydi!
Kapı önünde bekleyen insanları gördü, biri ismini bir kâğıda yazmış bekliyordu. Önce şaşırdı, neden isminin yazılı olduğunu düşündü, sonra buraya bir tur ile geldiğini anımsadı. Otele gidecekti öncelikle. İşaret etti, yanına geldi. Yanında duran çantasına hemen el attı, artık eşyası ve ismini söyleyen kişi önde kendisi arkada yola çıkmıştı. Eşyasını taşıyan İngilizce konuşuyordu. Hoş geldiniz, umut ederim istediğiniz gibi bir tatil geçirirsiniz gibi. Otelin buraya çok yakın olduğunu, her hangi bir ihtiyacında kendisine yardım edeceklerini… Karşılayan kişiler hiç düşünmeden konuşuyorlardı.
Saygıyla dinliyor gibi gözüküyordu, aslında dinlemiyordu, çocukluk yıllarını geçirdiği yerleri merak ediyordu. Buraya geliş amacı da o çocukluk yıllarındaki şehri yeniden görmekti. Çünkü burayı terk ederken her yer duman ve kül içindeydi.
Burnuna bir yanık kokusu geldi, yoksa dedi yeniden mi yangın!
Etrafta ne yangın ne de duman vardı.
Her halde geçmişin izi şimdi su yüzüne çıktı diye düşündü.
Yıllardır İtalya’da yaşamaktaydı, fakat o Türkçesinden hiç ayrılmamış gibi kulaklarında çınlıyordu, şimdi ise her yerde Türkçe duyuyordu. Çok garip geliyordu, yıllar yılı Türkçe konuşan bu kadar insanı bir arada görmemişti.
Birlikte seyahat ettiği kişilerden birkaçıyla bir dolmuşa bindi. Demek ki aynı yerde yer ayırtmışlardı. İtalyanca konuşuyorlardı. O da katıldı konuşmalara, umut ve temenniler sıralanmıştı. Katalogdaki gibi bir tatil düşünüyorlardı. Çevreye eleştirel gözlerle bakıyorlardı. Sanki başka bir evrene gelmiş gibiydiler, ne kadar ilkel görünüyordu yollar, araç her çukura girdiğinde sallanıyorlardı. Yol kenarı diye bir şey yoktu. Hızlı bir şekilde yol alırken etrafa kondurulmuş denizi görmeyi engelleyen birçok bina ile karşılaşmışlardı. Yoksa bir şehre mi gelmişlerdi. Çeşme’yi küçük bir yer olarak düşünmüştü bugüne kadar.
Otele kısa bir sürede vardılar. Dışarıdan baktığında üçüncü sınıf bir yer olarak düşündü ama içine girince ne kadar ihtişamlı yapıldığını gördü. Doğunun ihtişamı bu otele de yansımış dedi. Kendini ilk defa doğuda gibi hissetti. Yerler pırıl pırıl, çalışanların üstü düzenli ve ütülüydü. Göz alıcı şekilde her yer planlanmış, mutlu bir tablo çiziyordu. Önlerinden geçen bikinili insanlara baktı. Gençlik otele ayrı bir hava vermiş diye düşündü.
Kendileri çok iyi karşılanmış ve odaları gösterilmişti. Odalar tıpkı avrupada ki gibiydi, hatta oradan da lükstü. Kendini hemen yatağın üzerine bıraktı. Gözlerini yumdu. Hala inanamıyordu, yıllar önce ayrıldığı yere çok yakınlaşmıştı. Sanırım yüz kilometre kadar vardı. Hemen oraya gitmeyi düşündü, şimdi dinlenmek gerektiğini geçirdi içinden. Gözleri daha bir ağırlaşmış ve yatağının üzerinde bıraktığı gibi kalmıştı.
Ne kadar uyuduğunu bilemedi, gözlerini açtığında her yer karanlıktı, sonra ışığı aradı. Üzerini değiştirmeden önce duş almak için banyoya yöneldi. Orada ihtiyacını giderdikten sonra aşağıya doğru indi.
Akşam yemeğini yemek istedi, hemen otelin restoranına yönlendirdiler. Güler yüzlüydü çalışanlar. Bir masaya oturdu. Denizi görüyordu. Üç gündür zaten sadece denizi görmüştü, o yüzden yüzünü denizden yana değil, salondan yana dönerek oturdu. İçerdekilerini izliyordu. Masalar dolu gibiydi. Yemek yiyenler, gülmeler eşliğinde konuşuyorlardı. Her dilden konuşma duyabiliyordu. İtalyanlar her yerde kendini belli eder, çünkü bağırarak konuşuyorlardı diğerlerine göre, daha neşeliydiler.
Ertesi gün İzmir’e gitmek istediğini belirtti görevliye, o da kendilerinin bir gurup turu düzenlendiğini, fakat bu gezinin birkaç gün sonra olacağını, isterse onlarla gidebileceğini, eğer arzuluyorsa otobüsler ile de gruptan ayrı olarak gidebileceğini belirtti.
Gruptan ayrı olarak kendi dolaşmak istiyordu, grupla rahat edemezdi, alışveriş yerleri öncelikle dolaştırılırdı. Ondan dolayı yalnız gitmeliydi, çocukluk yerlerine. Eğer hala duran bir duvar varsa da onu görmek istiyordu.
Şehri tanımıyordu, ondan dolayı yeni İzmir hakkında bilgi almak istedi. Garsonda daha yetkili birini çağırarak görüşmesini sağladı. O kişiden nerede ne yapması gerektiği konusunda da kısa bir bilgi aldı.
Eline de bir de İzmir haritası tutuşturmuşlardı.
Görevlilerle Türkçe konuşuyordu, tane tane. İlk zamanlar şaşırmışlardı. Sonra alıştılar.
İzmir’e gitmek için sabah erkenden kalktı. Otelin önünde bekleyen dolmuşa bindi. Garajlara gidip İzmir’e hareket edecek olan otobüse doğru yollandılar.
Çeşme’yi dolaşmadan yola çıkmıştı. Dolmuş ile giderken de şehri izliyordu. Otobüs garajında hemen hareket edecek olan otobüse bindi. Otelde üzerine aldığı Türk lirasını da yanına almıştı. Otobüs hareket etti, muavin yanına geldi ve ücreti istedi. Parayı tanımıyordu, avucuna aldı parayı ve tek tek incelemeye başladı. Ne kadar zor gelmişti, yeni bir paraya alışmak. Yan taraftaki sıfırları saymak, ne kadar zordu. Sonra para üzerindeki harfleri okudu, saymaya gerek yoktu artık sıfırları!..
Ücreti uzattı ve üstünü aldı. Yol, yeni yapıldığı anlaşılan bir yerden gidiyordu. İlgi ile çevresini izlemekteydi. Bir süre sonra otoban girişine geldi. Otobüs durmadan geçti. Şaşırmıştı. Demek ki sürekli gidenlerden ücret alınmıyordu diye düşündü.
Otoban önlerinde uzayıp gidiyordu. Yol kenarına bakıyordu. Ormanın iç kısımlarına birçok binanın yapılmış olduğunu ve hepsininde boş olduğunu gördü. Neden acaba hepsi boş ve kim yaptırdı bu evleri. Hiç orman içine bina yapılır mıydı? Hangi zengin o toprakları işgal etmişti? Diye içinden geçirdi.
Otoban çıkışlarında ki tabelaları okuyordu bir yandan. Karaburun, Urla, Güzelbahçe, Narlıdere… Diye uzanıyordu.
Narlıdere çıkışında yine otoban girişindeki gibi kulübeler gördü, otobüs duracak diye içinden geçirdi ama hızını dahi kesmeden geçip gitmişti. Bir süre sonra otobandan ayrıldı ve ara bir yola girdi. Fahrettin Altay yazılıydı tabelada. Hiç duymamıştı ismini. İzmir ne kadar büyümüş, Çeşme ile sanki birleşmiş gibi geldi. Narlıdere burası küçük bir köydü, narenciye gelirdi oradan pazarlarda satılırdı. Her yer apartman olmuştu.
Üçkuyular otobüs terminalinde durdular. Son duraktı. İzmir’e gidebilmek için önünde iki alternatif olduğunu biliyordu. Biri otobüs ile gidecek, ikincisi taksi ile. Otobüsle seyahat etmek isterdi, fakat ayaklarının onu oraya kadar götüreceğine emin değildi, dışarısı çok sıcaktı.
Taksiye bindi. Taksi ile şehrin merkezi Konak’a doğru yola çıktı. Çocukluğunu geçirdiği yere doğru gidiyordu. Şehir yeniden kurulmuş, sahil boyunca binalar ile doldurulmuştu. Şehrin havası bu şekilde sahil şeridinde engellenmişti. Bir yandan binalara diğer yandan körfeze bakıyordu. Tüm sahil bina ile dolmuştu.
Tepelerde yeşillikler göze çarpıyordu, onun dışında Avrupa şehirlerinde olduğu gibi beton olmuştu. Sahili izleyen büyük binaların önünden hızlı şekilde şehrin merkezine doğru yol alıyorlardı. Trafik fena değildi, hızlı bir şekilde giderken, kalbinin de atışı normale dönüyordu. Sanki yıllardır uzakta değil de, hep burada yaşıyormuşçasına bir duygu kaplamıştı her yerini. Kırık bir Türkçe konuşuyordu, İtalya’da olsa bu kadar kırık Türkçe konuşmazdı, belki turist olmanın getirmiş olduğu psikolojik yapı içinde dili kırılmıştı sanki.
Bir yandan arabanın radyosundan gelen türküleri dinliyordu, yıllar önce bırakılmış türkü sanki kulaklarında çınlıyordu.
“Çökertmeden çıktımda..” diye başlayan bir Ege türküsünü dinlerken, sanki göz damarlarındaki su boşalacak gibi oldu. Erkek sesi, tok ve ağır bir şekilde söylüyordu. Bu türkü bu şekilde söylenir diye içinden geçirdi. Şoföre doğru dönüp sordu, “kim bunu söyleyen?
Şoför gözünü yoldan ayırmacasına cevaplandırmıştı,
“Tolga Çandar !”
Ne güzelde sesi var dedi, yıllardır sanki onun sesi kulağımda!
Aksanı ele veriyordu buralı olmadığını!
Aslına bakarlarsa şu koskoca şehirde yaşayanlardan daha eski ve buralıydı!
Gerçek İzmirliydi!
Yıllar önce ailesi buraya gelmiş, ermeni mahallesinde yerleşmişlerdi. Uzun bir geçmişi olan Yahudileri kendilerine daha yakın hissediyorlardı, hatta aralarında kız alıp vermişlikleri vardı. O yüzden ailesi uzun yıllar önce Yahudi mahallesine göç etmişti. Büyük binalardan arka tarafı göremediği için nereden geçtiklerini tahmin edemiyordu. Karataş, onların oturduğu mahalleydi. Orada küçük bir terzi dükkânları vardı. Babası o dükkânda iş yapar, Yahudi komşuları ile sohbet etmekten hoşlanırdı. Uzakta da olsa ermeni müşterileri gelir onu bulurdu, dikişi iyiydi. Bir düğün mü olacak, bir eğlence mi, hemen yeni bir esvap dikiminde onun babasını ararlardı. Saatlerce süren prova almalar, denemeler ve sohbetler. Sohbetler o dönem için değerli olan çaylar eşliğinde de olurdu. Daha çok nohudu iyice kavurup kahve niyetine içtikleri o kıtlık yıllarını anımsadı.
Sohbet sırasında her zaman bir şeyler tütmeli değil mi?
Tütmeden bir çay, kahve sohbet olur muydu?
Taksi hızlı bir şekilde sahil şeridindeki yoldan ilerliyordu.
“Yazgımda hayattaki en büyük acıyı çekmekte varmış.” Diye içinden geçirdi. Çevreye anlamsız bir şekilde bakıyordu. Geçmişi arıyordu gözleri.
Yunan askerleri mayıs ayından beri İzmir’deydi. Onlar şehre yeniden düzen vermeye çalışıyordu. Limana sürekli askeri gereçler taşıyan gemiler yanaşıyordu.
Onlarda Karataş’ın tepesinden gelenleri izliyorlardı. Körfez gemi ile dolmuştu. Osmanlı bayrağı yerine Yunan bayrağı dalgalanıyordu. Bu değişim, şehrin değişimini de yanında getirmişti.
Kadıfekale’den aşağıya doğru akan Türk Mahallesi ile aralarında sanki görülmeyen bir duvar örülmüştü. Zaman zaman akşamları silah sesleri duyuluyordu. Şehir eski canlılığını yaşamıyor, fakat yine de yaşam devam ediyordu.
Bu değişimden etkilenenler arasında sadece Türk Mahallesi değil, şehri oluşturan Ermeniler, Yahudiler, Levantenler ve diğerleri de vardı. Eğlence yeri olan Frenklerin mahallesinde eskisi kadar eğlence olmuyor, daha sönük geçiyordu geceler.
Savaş her yerde hissediliyordu. Büyük savaşın dünya için bitmiş olduğunu gazetelerin yazmasına rağmen, bu şehirde hala devam ediyordu.
Büyük bir imparatorluk parçalanıyor, parçalanırken de büyük sesler çıkarıyordu!
Büyük savaş başlarında Küçük Asya’da soykırım olduğu duyulmuştu. Daha önce Abdülhamit Ermenilere karşı katliamlar düzenlemişti, birçok yerde baş gösteren direnişi de kanlı bir şekilde bastırmıştı. Abdülhamit’in yetkilerini eline alan İttihat ve Terakki Partisi önderleri ise daha planlı bir şekilde Ermeniler üzerine gitmişti. Büyük göç, doğu ve kuzeyden güneye doğru olmuş, çöllere sürüldükleri anlatılıyordu. Bu sürgünden kaçanlar da İzmir’deki yakınlarının yanına sığınmışlardı.
Taksi içinde kendi kendine söyleniyordu. “Elveda güzel geçmişim!”
İttihat ve Terakki partisini kuranların içinde Ermeniler olmasına rağmen, o kurdukları parti kurmayları önce kendilerini yok edeceğini bilememişlerdi. Abdülhamit kanlı elleri ile Ermenilere Anadolu topraklarında el atmış, birçoğunu kırmıştı. Henüz duman tüterken, üstelik kendilerinin kurucusu olduğu bir parti teşkilatı kendilerini planlı bir şekilde yok etmek için emirler vermişti. Bütün yürekleri bu emirin ne zaman kendilerini de kapsayacağını beklemekle geçmişti. Acı içinde bekliyorlardı, her ne kadar kendileri Yahudi mahallesinde otursa da bir gün Osmanlı subaylarının gelip kendilerini bulacaklarını düşünüyorlardı.
Çok karmaşa vardı ülkede, her şey altüst oluyordu. İzmir biraz daha dışında kalmıştı bu savaşın.
Çocukluğunu geçirdiği o dik sokakları düşündü. Sokağın başına varmak için, merdivenli o dik yokuşu çıkmak gerekiyordu. Evler birbirinin peşi sıra yapılmış olmasına rağmen bir düzen vardı. Faytonlar ile o sokaklara giriliyor, eşya taşınabiliyordu. Faytonların sesi sokaklardan eksik olmazdı. Biraz hali vakti yerinde olanlar işe ya da geziye giderken bunları kullanırlardı.
Atların çıkarmış olduğu sesler şimdi taşıt sesleri arasında yok oluyordu.
Geçmişten günümüze kadar gelen sesler teker teker yok olmaktaydı.
Kim bilebilir, bu büyük binaların arkasındaki iki, üç katlı binaların içindeki yaşanmışlıkları?
Oturma odalarında serili olan sedirleri, yastıkları.
Yatak odasında pirinçten işlenmiş karyolaları, lambaları..
Gaz lambaları ama o üzerine geçirilen ve kadın vücudunu anımsatan camdan kapakları, ve üzerine atılan işlemeleri.
Her yere serilen el işi, göz nuru örtüler, danteller…
Camdan cama yapılan sohbetler.
Sokaklarda oynayan çocukların sesleri.
Kış hazırlıkları sırasındaki telaşı.
Salçaların yapılması, bahçelerden getirilen domatların büyük bir kazanın içine bırakılması.
Pişmeye hazırken ekmeğin üzerine sürülüp yenmesi.
Yemek kokularının mahalleyi sardığı o günler artık yoktu.
Her şey bir savaşla değişmiş, yok olmuştu.
Bir cihan savaşının, kökten yaptığı değişikliği yaşayarak görmüştü.
Çocukluğunu düşünüyordu.
Merak içinde onların hahamlarının giyinişlerini ve onlar için kutsal günlerde ki eğlencelerine ortak oluşunu anımsadı.
Pazar günü ermeni mahallesindeki o görkemli kiliseye gidip dua etmelerini, o gün için en güzel elbiselerini giymeleri gözlerinin önünde canlanmıştı
Annesinin sesi, görüntüsü gözlerinin içindeydi. Sanki yanı başında ona sesleniyordu.
Ninni söyleyişi kardeşine, hem de korkmadan pencere açıkken sokak duyardı, kardeşi için ninni söylediğini. Sesi çok güzeldi. Rahmet ile anıyordu.
Babasının hep gülen yüzünü, küçük suratı içinde, gözlerinin güldüğünü düşündü. Eskiden insanların acılara rağmen gözleri gülerdi diye düşündü.
Yıllar olmuştu, içten gülen insan görmeyeli, nereye giderse gitsin acıyı da yanında taşıyorlardı.
Türk askerleri şehri almaya geliyor diye bir telaş başlamıştı. Yeni yeni alışmaya çalıştıkları ve yeni duruma uyum sağlarken yeniden şehir el değiştirecekti. Zaten ellerinde olanı da savaş almış götürmüştü. Her gelen ellerindekini istiyordu.
İzmir şehri çok değişmiş, koskoca bir anakent olmuş, hiç hayal edemezdim, şehrin bu tarafa doğru yayılacağını dedi kendi kendine. Taksi hala büyük bir dikkatle yol alıyordu.
Türk birliklerinin önünden kaçan yunan ordusu İzmir’e girmeden çeşmede kendilerini bekleyen gemilere yönelmişti, gittiklerini daha sonra öğrenecektik. Yunan gemileri İzmir’de bulunan askerlerini ve sivil yöneticilerini de alıp giderken, arkasından hüzün dolu bir şekilde onları izlemiştik.
Şehir’e büyük bir sessizlik çökmüştü, artık duyulmaz olmuştu silah sesleri.
En azından yunan ordusu İzmir’i savunacak diye beklentiye giren İzmir’deki Rum mahallesinde oturanlarında son umudu bitmişti, teslim olma ruhu çoktan herkesi kaplamıştı.
Bir tek bu durumdan rahatsız olan Ermeni Mahallesi sakinleriydi, çünkü atalarının daha önce başına gelenlerin üzerinden o kadar uzun yıllar geçmemişti, büyük kırımın canlı tanıkları hala aralarındaydı. Korku ve endişe dolu bekleyiş hakimdi, tüm şehirde. Bu bekleyiş içinde Ermeniler her hangi bir katliama karşı direnmeyi göze almışlardı. Ellerindeki silahları daha bir destekler hale getirmek için şehirde ne işe yarar varsa mahalleye toplamışlardı, her ev bir cephe olacaktı. Bu sefer kolay teslim olmayacaklar ve yok edilmeyeceklerdi.
Mahalle dışında yaşayan Ermeniler daha korumasızdı onlara göre.
“Kiliselere doldurup yakacak bu gelen Türkler!” diye söylenti yayılmıştı cemaat arasında. Endişeli bir şekilde bekliyorlardı. Sadece beklemekle kalmamışlar, direnmek için ellerindekilerini seferber etmişlerdi. Fakat ne kadar dayanabilirlerdi.
Türk askerinin İzmir’e ilk geldiği gün büyük bir kıyım bekleniyordu, özelikle ermeni ve Rum mahallelerinin talan edileceği düşünülüyordu.
Türk askeri şehre ilk girdiğinde bir iki küçük olayla karşılaşmıştı, fakat sanıldığı gibi katliama girişmemişti. Olaylar çok farklı gelişiyor diye geçirmişti ahali, fakat mahalledeki bekleyişte sürüyordu.
Türk ahalisi gelen Türk askerlerini büyük bir coşkuyla karşılıyor, yıllardır inmedikleri Levantenlerin mahallesine inip buranın yeni sahiplerini olduklarını gösteriyor gibiydiler.
Konak meydanındaki hükümet konağı önü hıncahınç dolmuştu. Her yerde Türk bayrakları sallanıyordu. Özgürlüklerini kutluyordu Türk ahalisi.
Onları yukarıdan seyrediyorduk, kalabalığın içine karışmıyor, sadece izlemekle yetiniyorduk, içimizdeki büyük korkuyla.
“Hayatta da düşlerimizdeki gibi yapayalnız yaşıyoruz!” diye içinden geçirdi.
Nurettin paşanın İzmir’den sorumlu olmuş olduğunu duyduğumuzda, her şey durmuştu. İzmir ahalisi onu iyi tanıyordu, işgalden önce buranın valisiydi. Daha sonra görevden alınmış, daha pasif bir görev için İstanbul’a çağrılmıştı. Orada da bir mahkemede yargılanmış, aleyhinde idam kararı verilmişti.
Paşanın balkanlarda ölen kardeşinin intikam ateşini sürekli kalbinde canlı tuttuğunu ve her fırsatta aldığını fısıldıyordu rüzgâr sanki.
Onun buraya gelmeden önce Karadeniz’deki Pontus ayaklanmasını kanlı bir şekilde bastırdığını, Amasya’daki istiklal mahkemesine baskı yaparak idam ettirdiği dillere düşmüştü. Kürtleri Koçgiri’de öldürdüğünü, ileri gelenleri İstiklal Mahkemesinde yargıladığı anlatılıyordu her yerde.
Nurettin Paşa ismi bile artık korku ile anılıyordu.
Gelen Abdülhamit’in eliydi sanki kan damlıyordu elinden.
Gözlerinde duygulara set çekilmiş bir duvar; karşısındakine, delip geçen bir intikam ateşi ile baktığını söylüyorlardı.
Nurettin paşa şehre vali olarak gelir gelmez, eli silah tutan tüm Ermeni ve Rum vatandaşlarının silahlarıyla birlikte Sarıkışla meydanında toplanmasını istedi. Rumlar yenilgi sonrası denileni yaptı, fakat Ermeniler bu emre uymamışlardı, çünkü adil olarak muamele görmeyeceklerini düşünüyorlardı ki bunda da haklı olduklarını geçmişe bakınca anlaşılıyordu. Onun yerine Ermeniler evlerinde kaldılar.
“Nurettin paşa, Aya Fotini metropolitliğin üst yöneticilerini yanına çağırtmıştı. Hrisostomos ve metropolitliğin üç temsilcisi son bir ümitle, bu çağrıya uyup gitmişti. Daha çok kan dökülmesini istemiyorlardı, belki anlaşmak için koşullar olabilirdi. Fakat Nurettin paşa bu üç din adamını kalabalığın eline bırakmıştı.
Nurettin paşa vilayet konağının balkonuna çıkarak aşağıdaki bekleyen kalabalığa papazı aşağıya yolladığını, cezasının ne olması gerektiğini onların takdir edeceğini söyledi.”
“Hükümet meydanından çıkarılan papazlar, Kemeraltı Çarşısı’na sürüklendiği ve orada bir yerde Türk ahali tarafından linç edildiğinde pek yakınlarındaydım.”
Amerikan konsolosu yardımcısı Barnes yıllar sonra bana bunları anlatacaktı, gözleri yaşlar içinde.
Nurettin Paşa işgal öncesi kentin valiliğini yapmış, geçmiş acılarıyla, içinde yoğurduğu kinin hasadını toplamaktan ödün vermiyordu. O papazları bağışlaması mümkün değildi. Üç yıl öncesi buradan ayrılırken içinde intikam ateşi daha da büyümüştü.
Türk ahali, mahallelere dağılıp, yağmalamaya başlamıştı, direnenleri de dövüyorlarmış. Tabi ölenlerde oluyormuş.
Bu yağmalamaya karşı yapılan direnişlerin sesleri duyuluyordu.
Kilisenin bir duvarını kaplayan “kıyamet günü” tablosu sanki hayat bulmuştu.
Nurettin Paşa’nın göreve geldiği 9 eylülden beri bir çok insanı kızgın Türk ahalisinin önüne attığı ve onu parçalattığı konuşuluyordu her yerde!
Güç hak doğurur.
Ermeni mahallesi Türk askerleri tarafından kuşatılmış, o mahalleye girmemişlerdi.
13 eylül Çarşamba günü, denizden esen rüzgar, öğlene yön değiştirmiş, doğudan ve güneyden esmeye başlamıştı. Kent sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi sessizliğe gömülmüştü. Tepeden ermeni mahallesine bakıyordum. Orada bir şeyler olacaktı. Günlerdir hazırlanıyordu, gerilmişti zaman, her an kopmaya hazır bir şekildeydi.
Öğleden sonra 2 civarında Surp Stephanos kilisesi civarında ilk alev gözükmüştü. Cehennemin kapısı kendini göstermişti. İlk duman çıkıyordu, sonra ateş kendini gösterdi. Bir anda üç ayrı noktada kendini başka alevlerde göstermişti.
Yangın haberini ilk duyduğumuzda, idam sehpasındaki bir mahkûm gibi hayatın görünmez ipi boğazımıza geçmiş lanetli gibiydik!
Bu yangın sırasında ruhumun ölmüş olduğunu, çok sonraları duyumsadım.
St. Etlene katedrali etrafından duman çıkıyor, zaman zaman gökyüzünü alevler kaplıyordu. Ermeni mahallesinden ne kadar insan varsa kaçıyordu, alevler her yeri kaplıyordu.
Her yer de alevler vardı.
Çatılardan başlayan dumanlar yerini şimdi alevlere bırakmıştı. Gökyüzü alevden bir top olmuştu.
Şehir yanıyordu. Her yerden çığlıklar gökyüzüne çıkıyordu. Acının dili tüm şehri kaplamıştı.
Alevlerden canlarını kurtaranlar bir parça eşyasını kurtarmak umuduyla geri dönüyor, fakat alevler içine davet ediyordu, o yüzden alevlere yanaşmıyorlardı, yanaşsalar kendileri de yanacaktı, kendi evleri, eşyaları gibi. Yanan sadece eşyaları ve evleri değil, geçmişleri de yok oluyordu, közleniyordu.
Alevler her yeri kaplarken artık canımın yandığını hissetmiyordum, tıpkı o alevler arasında kalan soydaşlarım gibi.
Bir daha ‘ben’ olamayacağımı biliyordum.
Yangın rüzgârın etkisiyle birleşip devasa bir boyut alarak denize doğru yayılmaya başlamıştı.
Alevler ermeni mahallesinden Rum ve Frenk mahallelerine doğru genişliyordu. Yangının kokusu tüm şehri kuşatıyordu.
Yangının önünden kaçanlar panik halinde rıhtımın önünde istif olmaya başlamışlardı. Arkalarında ateş, önlerinde deniz vardı. İki duvar arasında gözlerinde korkuyla bekliyorlardı. Anadolu’dan kopup gelenlerle birlikte ateşten kaçanlar büyük bir kalabalık oluşturmuşlardı, önlerine çıkacak ilk gemiye, kayığa atlayabilmek için.
İnsanlar ümitsizlikten kıvranıyorlardı.
Deniz yanıyordu, tıpkı gökyüzünün yanması gibi.
Sahilde bulunanlar deniz üzerinde ne varsa atlayıp canlarını kurtarmak isterken, kayıkların ve gemilerin limanla olan boşluğuna düşüp boğuluyorlardı, kimse denize düşeni kurtarmak için dahi girişimde bulunmuyor, habire canlarını kurtarma telaşı içinde şuursuzca atlıyorlardı.
Savaş gemileri kara ile olan bağlantılarını kopardıkları gibi, aşağıya sarkıttıkları merdivenleri de toplamışlardı. Denizden yüzerek gelen bu zavallı insanları gemilerine dahi almıyorlardı.
Limana yığılan kağnılar ve arabaların atları çılgına dönmüş, sahipleri ile birlikte kendilerini denize sürüklüyorlardı.
Aşırı yüklenmiş gemiler ve kayıklar denize açılamadan batıyordu. Denizin yüzeyi cesetlerle dolmaya başlamıştı.
Sevdiklerimin ardından dökmek istediğim gözyaşı o günden beri göz çukurlarımın içinde taşlaşmıştı.
Deniz kıpkızıl olmuştu, insanların kanından mı yoksa ateşin eseri mi olduğu belli değildi, yanıyordu her yer.
Tıpkı bize anlatılan olayları şimdi yaşıyorduk.
Kiliselerimiz yanıyordu, içinde bizlerle birlikte.
Bu gördüklerim içimde bir ağıt gibi yankılanıyordu.
Şehrin yeni sahiplerinin de kim olduğunu söylüyordu alevler!
Şehir kendi halinde sessizce ağlamıyor, avazı çıktığı kadar yanıyordu!
Tanrı bize yardım etmeyi ret etti!

Ekim, 2004
İzmir


Not: bu öykümün yazım hatalarımı düzeltilmesi yönünde emek sarfeden dost Kadriye Gürşimşir, Mehtap Gür ve Havvaana Aygün’e çok teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: