12 Ocak 2008 Cumartesi

Peygamberimizin mezarı nerede?

Mezarlar konusunda yazı yazmaya başlayınca bu sonuca ulaşacağımı biliyordum, çünkü sonuç döner dolaşır yaşadığımız toplumun gelenekleri ile yüzleşmeyi de getirir. Bizde kutsal günlerde mezarlar ziyaret edilir, ecdat bir kez de olsa anılır, ruhuna dualar edilir, eller ile mezarların bakımı yapılır, su dökülür. Aramızdan ayrıldıkları içinde hüzün duyarız.

Şu anda çoğunluğun inancı olan İslam dinin kurucusunun yani peygamberimizin mezarı olup olmadığını hiç düşünmeyiz. Çünkü din bilgilerimizin içinde bu ayrıntı hiç göze çarpmaz. Onun davranışları anlatılır, ona inen kitaptan bahsedilir ki Hz. Osman tarafından derlendiği ve bir kitap haline getirildiğini biliriz. Fakat yüce peygamberimizin nerede yattığını bilemeyiz. Hz Ayşe’nin hayatını okurken, onun salonunda naşının olduğunu okudum. Daha sonra yanına sıra ile Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de gömülmüştür. Peki, Hz. Ayşe’nin evi neredeydi?

“Peygamberin ilk eşi Hz Hatice'nin evi yıkıldı ve yerine abdesthane/şadırvan yapıldı. Peygamberin en yakın dostu Hz Ebu Bekir'in evi şimdi Hilton Oteli'nin kompleksi içinde. 1200 yıllık Ebu Kubeys Camii'nin yerinde Kraliyet Sarayı var. 80 yıllık Suudi Krallığı'nın yıkımları Hz Muhammed'in doğduğu evi tehdit etmeye kadar vardı. Ev yerle bir edildi. Yerinde kapıları ve pencereleri kilitli uyduruk bir kütüphane var.” İbrahim Karagül, 22.03.2007

Kutsal mekanlara ne kadar değer verildiğini yukarıdaki satırları okurken irkildiniz değil mi? Her bayramda İstanbul’da sakallı şerif için yapılan töreni görünce insanın kafası karışmıyor mu? Peygamberin ayak izinin nerede olduğunu biliyoruz, hırkasını biliyoruz, sakalından bazı parçaların nerede olduğunu biliyoruz, fakat naşının nerede olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bileniniz vardır belki ama ben araştırılarımdan bulamadım. Çünkü tarih kitaplarından okuduğum ile günümüzde gösterilen yer arasında da bir bağlantı kuramadım. İslam dininde mekanlara acaba önem mi verilmiyor?

Yukarıdaki soru nereden aklıma takıldı derseniz, Irak ve Afganistan, Pakistan gibi ülkelerde camilere yapılan saldırılar karşısında hiçbir İslami kurumun kınama yapmamasını gösterebilirim. Camiler bombalanıyor, yok ediliyor, içinde insanlar öldürülüyor ama kimse bunu açık yüreklilikle kınamadı. Bu konuda benim birkaç yazım oldu, fakat gerekli ilgiyi görmedi. Kutsal mekanlar mı önemli yoksa bir karikatüristin çizdiği karikatür mü? Karikatür karşısında galeyana gelen İslam dünyası camiler karşısında sessizliğini korudu. Geçmişimize bakınca Malatya, Çorum, Sivas olaylarında gerçekle alakası olmayan ‘camiyi komünistler bombaladı’ diyerek Alevilerin üzerine kör bıçaklarla saldıranlar unutuldu mu? O olayların kurbanları ve katilleri ortadır. Ölenler suçlu gösterilmiştir, katiller ise kahramandır. Ülkemizin değişmeyen kurallarındandır, ölenler hep suçludur, yaşayanlar ise kader kurbanıdır! Bir af gelir ve hürriyetlerine kavuşurlar!

Bir başörtüsü biçim değiştirildi, türbana dönüştürüldü türban geçmiş gelenekten kopuşu simgeler. Eskiden başörtüsü altında başka bir bez örtülmezdi, şimdi başörtüsü altında bir saçın tek telinin dışarısında çıkmayı engelleyen bir bez vardır, üzerinde de tülbent. Daha modern bir görünüm simgeler, daha estetiktir., eskisine göre. Şehirleşen İslam kendi biçimini global olarak yaratmıştır, bundan elbette bazı tekstil firmaları karlarına kar katmıştır. Moda durduk yere gelişmez, ihtiyaç yaratılır. Podyumlarda boy göstermekte, normal defile sırasında onlar içinde ayrı seanslar düzenlenmeye başladı. Onu tüketen ayrı bir kesimde çoğalmıştır. Markalaşmıştır. Gösteriş öne çıkmıştır. Gösterişin olduğu yerde bilgi olmaz, bir siyasi tercih öndedir. Trend değiştiğinde elbette oda değişecektir. Geçmişten bir kopuşu sembolize etmektedir, yeni yaşamı dayatmaktadır. Yeni sembol İslam ile bağdaşlaştırılmaktadır. O bir semboldür. Sembollerin olduğu yerde ise gerçekler öne çıkmaz, inançlar ve doğru kabul edilenler kabul görür. İslam dinin yorumu heterojendir, o yüzden yorum bolluğu vardır. Duruş notası önemlidir. O duruş noktası yüzünden tarikatlar ve mezhepler vardır.

Kutsal mekanlar kültürden kültüre başka anlamlar da yüklenmektedir. En kutsal olarak kabul edilen bir yer bir bakmışsınız yol olmuş, otel olmuştur. Karacaahmet mezarlığı bu dönüşümün en iyi örneğidir. İhtiyaca göre hiçbir estetik kaygısı güdülmeden yeni bir biçim almış istimlakler sayesinde şekil değiştirmiştir. Eskisinin en güzel işlemeli mezar taşarı yerinde birbirine benzeyen hiçbir estetik kaygısı olmayan ticari kaygısı olan seri üretim taşlar ile biçimlenmiştir. Arap İslam’ın da mezar dahi yoktur. Ziyaret edilmesi bile günaha kabul edilir.

Yazıyı fazla uzatmayayım, başa dönerek soruyorum, peygamberimizin mezarı nerededir? Eğer Hz Ayşe’nin evini bulunursa mezarı da bulunmuş olacak!

7.12.2007

Kadıköy’den…

Bugün Kadıköy’de hükümete Kyoto’yı imzala! Sesleri eşliğinde yüründü. O yürüyüş kortejinin gerekli ilgiyi görmemesi nasıl açıklanır bilemem, fakat Türkiye’de çevre duyarlılığının kısa bir görüntüsü gibiydi. Çevre için verilen mücadelede duyarlı insanların hacmini de kısaca görmüş olduk. Kadıköy Meydanı yine kalabalıktı her zaman ki gibi, yürüyüş yapanlardan daha çok izleyici vardı. Üstelik yer kağıt parçalarından tutunda, yere atılabilecek ne varsa yolda ve kaldırımda bulunuyordu.

Çevreye duyarlı dernekler ve partiler yerlerini almıştı, gerçek güçlerinin çok altında bir katılım olduğunu düşündüm, çünkü orada dağıtılan bildirilerde yazanların sayısını düşünün, bir de katılanların. Yazanlar belki daha çok gibiydi. Şaka bir yana, katılım İstanbul gibi bir metropol için küçük rakamdı. Hükümet çevre duyarlılığını gösteremez, çünkü çevreye zarar edenlerin desteklediği bir hükümet iktidarda. Nasıl kendisini seçene karşı bir karar alabilir? Hükümete seslenildi, fakat hükümet yine bildiğini okumaya devam etti!

Yeşil hareket birer hobi olarak algılanmaktadır. Hobi dağcılık, hobi çevre dostu dernekler, kişinin vicdan rahatlatma alanları. Geniş kesim tarafından yeşil hareket ilgisizdir, çünkü geniş kesim için öncelikler farklıdır. Bu farklılığı seçtiği hükümetlerle göstermiştir.

* * * *

Türkiye hızlı bir şekilde borç batağının dibine doğru kaymaktadır. Büyük olasılıkla yakında hükümetimiz devletin iflas ettiğini resmen açıklayacaktır. Başbakan geçenlerde bir konuşmasında emeklilerin maaşlarının ödenmesinde zorluklardan bahsetmiştir. Bir çalışan bir emekliye bakıyor gibi bir de istatistik verdi. Fakat esas gerçek gözden uzak tutulmuştur, çünkü devletimiz geometrik (katlanarak) olarak borçlanmaya devam etmektedir. Kar eden bütün kurumlarını özelleştirme adı altında elden çıkarılınca elde ne kaldı dersiniz? Zarar eden kuruluşlar. Eskiden kar eden kuruluşlardan aldıkları ile zarar edenlere yama yapmaya çalışılıyordu, şimdi yama yapacak kumaşta yok! Bu durumda zaten borçlu olan devlet kasamız, borç batağına daha da batarak resmen iflas edecek konuma geleceğiz, o durumda bizim bir dışarıdan alacaklar tarafından atanacak sömürge valisi atanması şaşırtıcı olmasa gerek! Gerçi geçmişimizde bir vali geldi, başbakan yardımcılığı yaptı. Kendisi “Türk” olarak tanıtmış olsa da, görevini yaptıktan sonra geldiği yere geri dönmüştür. Kısa bir zaman sonra bu sefer “Türk kökenli” olmayan vali gelirse şaşmamak gereklidir!

* * * *

Devlette işleri olanlar bilir, işler ve evraklar bitmez, her evrak içinde havuza bir şey bırak derler. Havuz dediğiniz de döner sermayedir. Döner sermayede birikilenler çalışanlar tarafından paylaşılır. Her daire kendisine ait bir döner sermaye kurmuştur, yan dairenin döneri fazla olduğunda huzursuzluk çıkmakta, fazla kazananların işi yapılmaz olunca, onlarda zorunlu olarak paylaşmaya! Bir birine pas edile edile, daireye düşenlerin işi de bitmez. Dön bakalım iş ne zaman bitecek diyerek. Bugün git yarın gel yerine, bugünde gel, yarında gel, her geldiğinde döner sermayeye bir şeyler ekle denmektedir. Bu sayede memurumda kendi maaşını yükselterek gelecek için yatırım yapmaktadır! Döner sermayeden elde ettiği gelire göre yarını planlamaktadır. Maaşlardaki artış artık önemli değildir, enflasyon şudur aldatmacasına kanmış gibi, hükümetin verdiği zam karşısında sessiz kalmaktadır. Önemli olan döner sermayeden gelen gelirdir! Ek gelir esas maaştan daha yukarıdadır! Memurum işini bilmektedir!

Devlet daireleri için döner sermaye özel hastaneler içinde geçerlidir! Orada da böbrek hastası olmadan böbreği ameliyat edilenlerden tutunda, apandisit ameliyatlarına kadar her türlü ameliyatlar yapılmaktadır. Yeter ki ödeme gücü olsun! Döner kasalar sayesinde dönmekten kafası dönenler ise ne yapacağını bilemeden yolunu o tarafa düşürmeden yaşamaya çalışmaktadır!
8.12.2007

Bedrettin destanı yeniden yaratılmalıdır!

Şeyh Bedreddin’i Nazım Hikmet’in destanından tanırız. Onun müritlerini, yaptıklarını ve de Serez Çarşısını.

“Yağmur çiseliyor, korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi. “

Nazım onların başarısızlıkla sonuçlanan mücadelesinin bitiş noktasını büyük bir hüzün ile anlatır. Yeryüzü şahittir, gök akar gözyaşları gibi, bir ihanetin sonucudur onların ölümü. Yüzyıllar sonrası şeyh’in müritlerinden Börklüce Mustafa’nın torunları 1969 yılının Şubat ayında İzmir’in Atalan ve Göllüce köylüleri toprak ağalarının topraklarını işgal ederler. Bu işgalin oluşmasında ve direnişin gerçekleşmesinde Mahir Çayan ve arkadaşları onların örgütleri Dev Genç oradadır. Bir destanın hayat bulması gibidir, yüzyıllar sonra bir destan hayat buluyordu, başka bir destan bırakacak ilk adımlarını da atıyorlardı. Onlar ki arkadaşları için bedenlerinin toprağa düşmesine kucak açmışlardır. Son yolculuklarında Kızıldere köyü Nazım’ın şiirinde ki gibi yağmur çiselemiyordu, fakat havada bir ihanetin konuşması asılıydı.

6 Nisan 1968’deki mitingine Söke’de 50 bin kişi katılır.
7 Şubat 1969’da Akhisar’da bir köylü mitingi düzenlenir.
10 Şubat 1969’da bu defa Ödemiş’teki mitingde köylü-gençlik eleledir.
Bafa gölü altında toprakları kalanlarla eleledir, aynı dönemde.
1970 yılında Toprak Reformu ve Bağımsızlık Mitingi Söke’de yapılır.
20 Ağustos 1970’de Denizli / Çivril’de haşhaş mitingi düzenlenir.
1970 yazında Salihli’de üzüm ve pamuk mitingi, Ödemiş’in Kaymakçı bucağında işsizliği ve pahalılığı protesto mitingleri düzenlendi.
1970’in 28 Martı’nda Gediz’de 7 şiddetinde bir deprem meydana gelir. Depremde 11 bine yakın Gediz’li ölürken, 15 bin kişi de yaralanır. Deprem sonrası Gediz halkının yardımına ilk koşanların başında DEV-GENÇ’liler vardır.

Yukarıda kısaca ege bölgesinde olan gelişmeleri gözden geçirdiğimizde Mahir ve arkadaşlarının neden ölüme doğru yol aldığını çıplak göz ile görürüz. Onlar Bedreddin’den beri toprakların gerçek sahiplerine bırakılması isteğini yeniden gündeme getirmiş olmalarıdır. Üretenden de yönetende emekçi olmalıdır!

Mahir’lerin yolunun Kızıldere’de kesildiğini düşünenler kısa zamanda yanıldıklarını görecektir, çünkü onun yerine gelenler onların mirasını daha ileriye taşıdılar. Solun en fazla kitleselleştiği döneme gelinir. Bu süreç biliyoruz ki, 12 Eylül ile kesilmiştir. Panzerlerin solun üzerinden geçtiği süreci yakın zaman dilimi içinde yaşandı, fakat o yaşananların sonuçlarını henüz üzerinden atabilmiş değildir. Büyük bir travma yaşanmıştır. Toplum travmadan kurtulabilmek için bireyselleşmiş, bireyselleştikçe de otorite karşısında boyun eğilmiştir. Din otorite karşısında boyun eğmeyi doğal yapısından getirir. Dinin bu dönem içinde yükselmesini sadece dış etkenler ile açıklamak yeterli olmadığına göre, iç dinamiğimizde gelişen sürecinde bir sonucudur. Kendisini ifade etmekte zorlananlar için bir kapı görevini görür, bilinçli bir şekilde o yöne de kanalize edilir. Otorite karşısında boyun eğenlerin oluşturmuş olduğu toplum istenilendir. Yerinede getirilmiştir.

Bu travmadan kurtulmanın yönü nedir diye sorarsanız, tarihimizde yolları açıktır! TİP toprağa dikilmiş bir fidandır, o fidandan Bedreddin’in çağdaş yorumcuları çıkmıştır. (Otorite karşısında baş kaldıranlardır.) O olmasaydı, yukarıda saydığım (ege bölgesi ile kısıtladığım) çalışmalar olmazdı. Solun toplum içinde yeniden kitleselleşebilmesi için her zaman şartlar vardır, yeter ki hedef iyi belirlensin. Çok kültürlü bir gelecek için yapılacak mutlaka bir şeyler vardır.
9.12.2007

Türk – İş kimin arka bahçesi?

AKP ağırlığını koydu ve genel başkanını kendi istediğini seçtirdi! Bu durum büyük basınımızdan nasıl yansıyacağını şimdi bilmiyorum, fakat sendikalar iktidar partileri tarafından tepkisizlik yaratılması için en önemli araç olarak görülür. Muhalefet yapması beklenen sendikalar ve sivil kuruluşlar günümüzde dünya ölçeğinde olduğu gibi iktidar taraftarıdır.

Toplumun tepkisizliğinin yaratılması için iktidar partisi elinden geleni yapar, çünkü uygulamaya koyduğu politikaların toplum tepkisi almadan ya da en seviyede tepki ile uygulamak ister. Çünkü her iktidar yaptıklarının en doğru olduğuna inanır!

İşçi sınıfı ise, duruşu gereği muhalif olması gerekirken, Almanya örneğinde olduğu gibi, sosyal hakların tek tek yok edilmesi karşısında iktidardaki sosyal demokrat partisi etkisi ile sessiz kalmış, mücadeleler ile elde ettiği hakların büyük bir kesimini kaybetmiştir. Almanya işçi sınıfı örnek gösterilirken, şimdi sınıfın mücadele tarihinin en karanlık ve en örgütsüz dönemini yaşamaktadır. Sendika yöneticileri daha çok lüks yaşama kavuşurken, işçiler iş yerlerini kaybetmemek için, geçmişte olduğu gibi davranamamakta, çok hasta olmasına rağmen, işine giden işçi, daha fazla çalıştırılması karşısında hiçbir hak etmeyen işçi, her türlü istismar karşısında sessizliğini koruyan bir işçi görünüm içindedir. Bugünkü hükümet ortağı olan sosyal demokratlar kendi politikalarından taviz vermemek için partinin dayandığı sendikaları daha da yalnızlaştırmış, sendika yöneticilerine daha lüks yaşamı sunmaya çalışmaktadır. Sosyal demokratların iktidara geldiği son iki seçim sonucunda Almanya’da sendikalı işçi sayısı düşmüştür. Almanya tarihinin en büyük dönüşümü içinde işçi devletin geleceği için bütün haklarından vazgeçmiş gibidir. Sosyal demokratların güzel günler vaadi ile yaptığı politika çalışanların tüm haklarını ortadan kaldırırken, tepkisiz bir toplum yaratılmış durumdadır. Son demiryolu grevlerinde işçilerin grevi kırması yönünde adımlar atmaktan geri durmamış ve genel politikadan taviz olarak gördüğü için sosyal demokratların hükümetteki başbakan yardımcısı istifa dahi etmiştir!

Ülkemizde sendikaya dayanan bir sosyal demokrat partisi yoktur. AKP çok rahat bir şekilde Türk-İş içinde genel başkanlık yarışına girmekten geri durmamış, yalnız ve zayıflamış olan yönetimi kendi istediği gibi biçimlendirebilmektedir. Hükümet muhalif bir kurum ve kuruluş istememektedir, bunu göstermiş olduğu tepkiler ile yansıtmıştır. Haberlere getirdiği sınırlamalar ve yasaklamalar bunun göstergesidir. Sivil toplum örgütleri siyasi bir irade ile kontrol edilmeye ve yönlendirilmeye başlandığını görmekteyiz. Hükümetin rahatsız olduğu kurumlar karşısında, bu sivil kurumların olduğunu düşünelim, neler olur?

Toplum tepkisizleştirilmekte ve otorite karşısında boyun eğmeye yönlendirilirken, kafalarda karıştırılmaktadır. Önce geçim, sonra başka şeyler gelir denerek, gelecek kavgası içinde geçmişini ve şimdiki zamanı kaybeden bir toplum oluşmaktadır. Uzun zamandır eğitim sistemin çökertilmesi, arkasından sağlık sisteminin yerle bir edilmesi karşısında tepki oluşmamıştır. Dershaneler ve özel okullar, özel hastaneler genelde kimlerin elinde dersiniz?

Türk-İş başkanlık seçimi hükümetin desteklediği aday kazanmış. Bu bir sürpriz mi diye sorarak yazımı sonlandırayım!

9.12.2007

Mülteci dramını durdurun!

İzmir Seferihisar sahillerine insan ölüleri vurmuş. Bazı ülkelerin sahillerine balinalar vurur, bizim sahillerimize ya bidonlar ya da insan ölüleri vurur!

İzmir limanından ayrılan bir gemide hayvanlar ile birlikte onlardan farksız olduğu düşünülen insanlar deniz komşumuz Yunanistan’a götürülmek istenmiş. Deniz durgun, sakin. Hani derler ya, çarşaf gibi. O gün nasıl olduysa giden gemi hedefine varmadan alabora oluyor, gereğinden fazla olan yük denizi boyluyor. Denizin tuzlu sularında yaşam kavgası verenlerin büyük bir bölümü canlarını orada sulara teslim ediyorlar. Ciğerleri tuzlu sular ile dolmuş canlılar, bir süre sonra en yakın sahillere vuruyor. O gemiyi yönetenler okuduğum kadarı ile kurtuluyorlar ve tutuklanıyorlar. Sadece iki kişi tutuklanmış. Gemiye kadar gelen bu insanlar nasıl olurda ilgi çekmez. 90 yabancı uyruklu insan İzmir Alsancak’da buluşuyor ve gece geç saatlerde kayık ile denize açılıyor! Sahil güvenlik bürosunun önünden bu küçük gemi geçerken içeride normalin kat be kat fazla yükü fark edemiyor mu? Sorular sorulsa artık ne olacak, bir daha bu tip cinayetleri engelleyecek mi cevapları? Çünkü soru soracak kadar kapalı da değil olay, sorular ve yanıtları gözümüzün önünde durmaktadır!

Türkiye’den neden mülteci konumunda olanlar Avrupa ülkesine doğru kaçmak ister? Somali gibi Afrika’nın bir ucundan kalkıp gel, sonra Avrupa’ya buradan geç. Somali kökenli sporcumuz kadar şanslı değildir gelenler. Onlar Türk bayrağını yukarıya taşıyacak kadar da sportmen değildirler. İlgi görmezler. İltica başvurusu yapanlara Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Temsilciliği randevu vermek zorunda, orada yapılan mülakat ile o kişinin gerçek mülteci olup olmadığına karar veriliyor. Bu randevu bugün başvuru yapan için tam 14 ay sonrasına veriliyormuş. Yani bir yıldan fazla iltica talebi ortada duruyor. Bu bekleme süresince Türkiye’de 20 ayrı şehirde zorunlu ikamet ettiriliyor. Bu zorunlu ikamet içinde o kişiye hiçbir şekilde yardım edilmiyor. Randevuyu alan kişi hemen mülteci olamıyor, çünkü üç ay araştırma ve yanıt verme süresi varmış. O üç ay geçtikten sonra kişi mülteci oluyor ve çalışma ve oturma hakkına sahip oluyor. Bu hakkı alana kadar o kişi hiçbir kurumdan yardım alamıyor. Başının çaresine bakmak zorundadır. Örneğin Kayseri’ye gönderilmiş biri orada ev kiralamak ve karnı tok bir şekilde yaşaması bekleniyor. Kayseri’de ev kiralarının yüksek olduğunu düşünürsek bu kişi nasıl orada evi olacak? Üstelik çalışma izni olmayan bu kişi nasıl karnını doyuracak? Geldiği ülke zengin olsa, düşünürüz ki parası var, geldiği ülke belli. Fakirliğin ve açlığın yanında savaşın olduğu ülkeden gelmektedir. Canını zor kurtarmış olan bu kişi iltica hakkını alana kadar nasıl yaşar? Bu insanlara kaçmaktan başka olanak bırakılıyor mu? Canını ortaya koyup karşı sahile geçmeye çalışan bu insanları bir geçim kaynağı olarak görenler, büyük baş hayvanları ile birlikte bu insanları da karşıya geçirmekten hiçbir sakınca görmüyorlar.

İltica başvurusu yapmış, o zorluklar aşmış ülkemizde kaç mülteci vardır?

Bugüne kadar kaç mülteci tuzlu suların içinde yok olmuştur?

Bir geçiş ülkesi olduğumuz söyleniyor, peki Afrikalı mülteciler geçiş yolu olarak ispanya ve İtalya yolunu kullanırken, neden Türkiye bir geçiş noktası oldu? Pakistan, Irak, Filistin ile kara bağlantılarımız var, Afrika kökenli vatandaşların buradan geçişi acaba bir sektör tarafından mı kontrol ediliyor? Anladığım kadarı ile bu iltica işleri bir sektör konumuna gelmiş durumdadır. O işten para yiyen organize işler yapan birçok yapıdan bahsedilebilinir. Çünkü bu insanlar İstanbul’dan İzmir’e getirilişleri ve buradan kayıklarla taşınması amatör kişilerin yapacağı iş değildir. Bu ölümlerin katilleri bellidir, çünkü bu durumu ortaya çıkaran global hareketlerin merkezinde yer alan silah sanayicileri ve onların kuklaları hükümetler ortadadır. Çatışmaların bu kadar yaygınlaştığı dönemde bu tip hareketler hep olacaktır. Geri bıraktırılmış ülkelerden zengin ülkelere doğru göç hep olacaktır. Dünyada üretimden en fazla kar eden kesim nüfusun %3’ü olduğu sürece bu şekilde dramların yaşanması sürpriz olmasa gerek.

Mülteci dramı durdurulsun! Bu sloganın hayat bulması için bazı ilişkilerin ortaya çıkarılması gereklidir, o da şimdilik pek mümkün gibi gözükmüyor!

11.12.2007

Ödüller ve düşündürdükleri…

Sertel ismini birçok insan duymuştur fakat nasıl bir geçmişin izlerini taşıdığını bilemez. Sabiha ve Zekeriya Sertel basın tarihimiz içinde, gerekse tarihimizin bir dönüm noktasında yer almışlardır. İkinci dünya savaşı sırasında demokrasi ve insan hakları söylemleri içinde bir sol duruş ile gündemi belirliyorlardı. O dönemde CHP ve onun yandaşı basının kışkırtması ile örgütlü grup tarafından gazete basılıyor, dağıtılıyordu. Elbette gazete değil sadece, 4 Aralık tarihimiz azınlıklara ait dükkanlarında yağmalamasını işaret ediyordu. Savaşın içinde olmadığımız halde savaşın ayak izleri ve Gobels’in propagandalarının etkisi İstanbul’da bir nefes kadar uzakta hissediliyordu. O dönemde Cumhuriyet Gazetesinin sahibi Yunus Nadi adı bile Yunus Nazi olarak anılır olmuştu. Hitler Almanya’sının propaganda gazetesi gibi işlev görüyordu. İnönü rejimi içinde Nazi etkisi hissediliyordu, sokaklar sol görüşlere sanki yasaklanmış gibiydi. Vatanseverlik söylemleri ile gazete ve azınlıkların dükkanları yağmalanması örgütlüydü, onu yapanda tarihteki yerini almıştı.

Geçmişimizin bu yönü pek hatırlanmak istenmez, çünkü savaş koşulları içinde olmuştu her şey denir. Savaş koşulları içinde içi insan dolu olan bir gemi Karadeniz’in azgın sularına bırakılıyordu, Nazilerin isteği yönünde. Şimdilerde kurtarıcı gibi gösterilen devletimizin idarecilerinin aslında kimleri kurtardığı, kimleri kurtarmadığı ortadadır. Fakat bizler sadece görmek istediklerimizi görür ve onun ile övünürüz!

Yıllar sonra Tan gazetesi adı altında başka bir gazete çıkmıştır, onun sol geleneğinin altını boşaltmak için bol bol seks kokan haberlerle gündeme gelmişti. Tarihimizin içinde önemli bir isim olan gazetenin adı bu şekilde başka anlama büründürülüyor ve tarihimizin üzerinden izini silmeye çalışmışlardır.

4 Aralık 1945 eylemine katılanlar ve söylemleri ile bugüne değişmeden gelinmiştir. O eylemlerin içinde olan İlhan Selçuk Cumhuriyet Gazetesinin yönetici konumdadır, Süleyman Demirel yıllar sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olacaktır. O kışkırtmayı yapan partide yöneticileri farklı olsa da duruşu ile kışkırtmaları ile ortada durmaktadır. Günümüzde Deniz Baykal’ı hedef alan kişisel eleştiriler yapılır, fakat ideolojik olarak eleştiri ve özeleştiri yoktur. 4 Aralık tarihimizin içinde sönmemiş bir yangın yeri olarak durmaya devam ediyor. Tarihimiz içinde sadece 4 Aralık günü yoktur, karanlık yüzü tarihin hep karanlıkta kalacağını sananlar hep yanılgı içinde olmuşlardır, Sokrates savunması hala canlı olarak durmaya devam etmektedir. Onu yargılayanlar ve mahkum edenleri kim anımsıyor?

Sertel’ler adına Gazetecilik Vakfı kurulur yıllar sonra. Her sene ödüller verir. Sertel Gazetecilik Vakfı bu senede ödül verir, fakat ne yazık ki yağmalayanların ideolojilerini taşıyan kişilere verir. Bu ödüle elbette tepkiler olur, fakat şansız bir şekilde ödül alacaklar açıklanır. Tarihin süzgecinden geçmeden verilmiş ve günün yükselen akıntısına kapılmış bir anlayış ortada durmaktadır.

Vakıf bu yıl kişi dalında gazeteci Emin Çölaşan’ı, kurum olarak da Kanaltürk televizyonunu ödüllendirmiş. İpek Çalışlar “Sertel Vakfı’nın milliyetçi ve ulusalcı zihniyete ödül vermesini amaca aykırı buluyorum” diyerek tepkisini dile getirdi. Fuat Uğur “yaşadıkları bunca baskıdan, yasaklamadan, işkenceden, sürgünden ders almayıp da hâlâ kurbanın katiline duyduğu sevgiyi hissetmelerinin tek bir açıklaması olabilir.
Ya mazohistler ya da balık hafızalılar...” diyerek eleştirmekte haklıdır.

Tan gazetesi tarihimizin içinde hala onurlu bir şekilde durmaya devam ediyor. Zamanın koşullarına uygun davranmamış, haksızlıklara karşı onurlu bir şekilde gerçekliğin yanında yer almışlarıdır. O uğurda sürgünde ölümü bile göze almışlardır. Geçmişte yapılan ve bize miras olarak bırakılan değerlere olduğu gibi sahip çıkalım, onların çarpıtılması ve yok edilmesi karşısında bilgilenerek durmak mümkündür.
12.12.2007

istanbul'dan

istanbul şehrinin tipik görünümüdür. vapur ve arkasından giden martılar. karşıdan karşıya geçerken bu görüntü ile karşılaşır insan, belki sırf bu görüntü beni çeker kendisine. üst üste binmiş binaların arasında yaşamaya alışmış olan martılar, vapurların arkasıdnan giderken, oradan atılacak bir parça simit için birbirleri ile kıyasıya yarıştıkalrı hissine kapılırsınız. fakat her martı diğerinin hakkına saygıldır, saygısı olamayan insan gibi geldi bana.
istanbul'dan gördüklerimi paylaşayım derim, fakat nedense hep güzel görüntüleri paylaştığımı gördüm. insan yaşadığı yerin hep güzelliklerini mi görmek ister?
çelişkilerin bu kadar yoğun olduğu bir şehirde, nedense çelişkileri görmezden gelen bir yanım olduğunu düşündüm. kelimelerim gibi değil çektiğim fotoğraflar!okunup, silenen bir ileti içinde ki bu cümleler acaba bir etkisi var mı yaşamın içinden?
yoksa her cimleyi kurarken, gökyüzüne yazı yazan doğa gibi mi davranıyorum!
bulutlar ve renkler bir şeyler anlatır sürekli. onlara bakarak yağmur yağacağını, fırtınanın geleceğini düşünürüz. günün battığı noktaya bakarak ertesi günğn havasının güneşli olacağını düşleriz!
bizlerin cümleleri düşlerdeki gibi silinen görüntüler mi?
suya kelimelerimi bırakıyorum, boğazın azgın akan sularına ve yok olup gidiyorlar.
tıpkı yaşadığım bu anın hemen yok olması gibi...
geleceğe dip notları saklıyorum, fakat o dip notları da yaşamın kendisi gibi beklemeyle yok oluyor!
yaşam beklemektir aslında!
bende bekliyorum!
13.12.2007

Gerçeklerden kaçarken, gerçeklerle yüzleşmenin filmi.

Gerçeklerden kaçarken, gerçeklerle yüzleşmenin filmi.

Beyaz Melek adlı filmi izledim, bende ilk yansıması, beklemediğim kadar güzel olmuş olmasıdır. Bir arabesk sanatçının eserinin de arabesk olacağını düşünüyordum, fakat bence onun dışında bir yapıt ile karşılaştım. Kurgusu ve anlatımı ile insanı duygusal bir yoğunluk içinde bırakıyor. Gerçeklerden kaçarken, gerçekler ile karşılaşmak gibi bir duyguya kapıldım.

Film bir hastane önünden başlar. İstanbul profilini İtalyan hastanesinin duvarından görürüz, sonra acile getirilen bir hasta ve bir röntgen odasının kapısından çıkıp koşan yaşlı biri ile karşılaşırız. Arkasından bir genç, sonra onu izleyen ikinci kişi. İstanbul sokaklarında bir koşturmaca, sonuçta yorgun düşen yaşlı adam bir merdivene oturur. O sırada içeriden çıkan bir melek onu başka bir dünyaya davet eder. Sokakların gerçekliğinden bir kopuştur. Koşturmanın sonuna gelmiş ve bir huzura davet vardır. Olayları algılamaya başlarız, bizi bir duygusal çekimin etkisine bıraktığımızı da hissederiz. Birbirinden değerli ve usta oyuncular ile örülmüş bir destandır başlayan. Huzurevinde geçecek iki gün ve sonrası doğuya doğru yolculuk. Bir destandır, evrenin gerçekliğinden sonsuzluğa geçişin öyküsüdür. Huzurevindeki bir gerçeklikle karşılaşırız, orada çirkinliklerinde olduğu kadar, son anın getirmiş olduğu bir bilgelik ve hoşgörünün de olduğunu görürüz. Her bir birey kendi gerçekliği ile barışıktır. Geçmişin hesabı yoktur, o anı yaşarlar. Yaşam orada şimdiki zamandır. İnsanların oraya geliş hikayeleri farklı farklıdır, sonuçta oradadırlar.

Yaşamın sonbaharında iki insanın yaşadığı ilklerde vardır, onların mutluluğundan mutlu olan insanlarda. Mutluluk bulaşıcıdır, tıpkı hüzün gibi. Beyaz perdede görüntü salonda hüznün nasıl bulaşıcı olduğunu gördüm, gözlerden yaşlar geliyordu. Gerçeklik ile yüzleşme yolculukta gerçekleşir. Büyük depremde hayatını kaybeden bir babanın dramı ile başlar, sonra hemşirenin ruhunu tuz gölünün beyazlığı içine bırakması ile devam eder. Yolculuğa davet edenin aslında yaşamın son demini yaşadığını evine vardığımızda öğreniriz. Bir gerçeklik vardır, yaşamın acımasız olduğudur, öteki yaşamın huzuru davet eder. Mistik bir düşünce hakim olur. Gelenekler ile gerçeklerin çatışmasıdır. Tanrı ile kişinin iç konuşması ve yansımasını görürüz. Bir isyan vardır, isyan edilen gerçek karşısında boyun eğme vardır.

Film sosyal bir gerçeklikten bireyin iç dünyasına doğru bir yolculuğu anlatır. Özeldir. Özel olduğu içinde iç çözümlemeler olmasını beklemekteyiz, fakat sınırlı bir zaman dilimi içinde bir çok hayat vardır, usta oyuncular o kısa zaman içinde iç dünyaya bir dramın yolculuğuna davetleri vardır. Her biri başarılıdır. Davete katılan seyirci gözyaşlarını tutamaz. Film bittiğinde bir iç hesaplaşma içine bulur kendisini. İç hesaplaşma geçicidir, çünkü bir süre sonra gerçek yaşam ile yüzleşir insan. Işıklı bir dünyada birey, biraz önce hüzünlendiği atmosferden uzaklaşacaktır. Hüzün anlık yaşanır. Gerçekliklerde anlıktır!

Başarılı bir çalışma beyaz perdeden yansır, seyrederken duyulan hüzün biraz sonra dağılacaktır. Usta oyuncuların ortaya koymuş olduğu başarı çizgisi Mahsun Kırmızıgül’ü ilk filminde beklemediği başarıya ulaştırdığını düşümdüm. Gerçeklerden kaçarken gerçekler ile yüzleşmenin filmidir!
17.12.2007

Maraş’tan yansıyanlar…

19 Aralık 1978 günü bir bomba patlar, bir şehrin tarihi dokusu değişir.

Yıllar öncesi Selanik’te patlamayan bombanın etkisi İstanbul’da azınlıkların dükkanlarının / evlerinin / mezarların ve de din merkezlerinin yağmalamasına neden olmuştu. O patlamayan bomba İstanbul’da etkisini göstermişti. Bomba sanığı yıllar sonra vali olarak ödüllendirilecekti.

19 Aralık günü patlayan bombanın failleri olarak gösterilen iki öğretmen Hacı Çolak Hacı ve Mustafa Yüzbaşıoğlu 21 Aralık günü öldürülürler. İki devrimci öğretmenin cenaze töreni sinemaya atılan bombanın toplum içindeki yankısı gibidir. Cami imamı iki Komünist / Alevi vatandaşın cenazesi kılınmaz diyerek fitili ateşler. Bir şehir dört gün boyunca yağmalanır, Alevi ve solcu olarak bilinenlerin evleri yağmalanır. Şehir dokusunu değiştirir. Maraş şehri çatışmalar sonucunda Alevisiz bir dokuya bürünür. Kalanlar katildir artık, gidenler ve ölenler ne olup bittiğinin bile farkında değildir! Yıllar sonra bombayı atanın Ökkeş Kenger olduğu anlaşılır, tıpkı Selanik’te patlamayan bombayı atan gibidir görevi. Dönemin başbakanı yıllar sonra olayın bir tertip olduğunu ve istihbarat birimlerinde çalışanların işi olduğunu söylemiştir. O dönemde kontrgerilla örgütlenmesi içinde olduğu mahkemeler tarafından belirlenen MHP ve onu kontrol eden Kontrgerillanın eseri olduğunu söylemek abartı olmasa gerek.

Şehir dokusunu değiştiren toplumsal olaylar, bu ülkenin topraklarının değişik yerlerinde olmuştur ve olmaya da devam etmektedir, çünkü olayların gerçek katilleri ve sorumluları korunmuştur ve korunmaya da devam edilmektedir. Tarih önünde bu tip büyük değişimleri yaratan olaylar gerektiği gibi sorgulanmamıştır. Biliniyor, kabul ediliyor ve toplum vicdanı içinde mahkum edilmeye terk ediliyor, fakat yaşam bu mahkum olayını gerçekleştirilmediğini göstermiştir.

Suçlular yaşarken cezalandırılmalıdır! Maraş katliamını yapanlar, Çorum olaylarını yaratanlar, Sivas olayının sorumluları rahat bir şekilde ortada dolanmaya devam etmektedir. Katiller birer kahraman olarak yaşamaya devam ediyorlar.

Maraş olayları toplumsal dönüşümün bir kırılma noktasıdır. Bu olayların sonucu kaçınılmaz sona doğru bir geçişi de sembolize eder. 12 Eylül ile noktalanacak bir dönüşümün fitili o günden yakılmış, sokaklar kan gölüne dönderilmiştir. O olayların bir benzeri Çorum’da, Sivas’ta Fatsa’da nokta operasyonu ile yaratılmaya çalışılmıştır. Maraş olayları ile birlikte Aleviler büyük şehirlerde kendi kimliklerini saklamaya başlamış, ibadetlerini bile gizliden yapar konuma gelmiştir. Göreceli olarak sağlanan özgürlük ortamı bu katliam ile sonlanmıştır. Gerek Osmanlı rejimi altında, gerek cumhuriyet rejimi altında yok sayılan bir inanç ve onun cemaati bir kez daha yok edilme ile karşı karşıya kalmış ve yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmışlardır.

Katliam ve sindirme yöntemi azınlık olarak görülen her kesime karşı uygulanmıştır. Gerek 6–7 Eylül 1955 olayları, gerek Maraş olayları biçimsel olarak benzerdir, sonuçları da aynıdır.

12 Eylül rejimi ise homojen bir toplum yaratma projesine girmiştir. Var olan zenginlikler yok sayılmış ve alevi inancında olanların köylerine camiler yapılarak asimilasyon politikası hayat bulmuştur. Maraş olaylarında ret edilen aleviler, bu yeni dönem içinde yaşamdan çıkarılma politikası uygulanmıştır. Yaşadığımız günlerde Kürtler ‘dağ Türkü’, aleviler de sapkın mezhep olmaktan çıkmıştır. 12 Eylül rejiminin yaratmak istediği homojen toplum projesi yok olmuştur. 12 Eylül koşullarını hazırlayan ve o günlerden sonra yaşanan katliamların sorumluları mahkeme önüne çıkarılmalıdır. Suçlular cezasız kalmamalıdır.

19 Aralık günü patlayan bir bomba şehrin yapısını değiştirmekle kalmamış, toplumuzun tarih çizgisini de değiştirmiştir!
18.12.2007

Mendil

Dün uzun bir aradan sonra rüya gördüm. Rüyamda mendili elimde sallıyordum. Acaba rüya danışmanlarına mı gitsem ne anlama geliyor? En iyisi gir internete sor bakalım ne anlama geliyormuş dedim ve rüya yorumlayıcıların sayfasını ziyaret etme yerine mendilin tarihini araştırdım.

Avrupa kıtasına mendil 15. yüzyılda ulaşmış. Gerçi daha öncede kullanılan mendil Avrupa topraklarından neden uzaklaştığını bulamadım. Roma’lılar mendili kullanmışlar. Onlar mendili güneşten korunurken, burunlarını da temizliyorlarmış. Roma devleti yıkıldıktan sonra Avrupa devletlerinde mendili bir daha görmek için Fransız denizcilerin Çin’de kadınlarından aldıkları bu örtükleri örtüleri Avrupa’ya getirmelerini beklemek gerekti. Çinli kadınlar mendili hem güneşten korunmak amacıyla hem de bir tanışma aracı kullandığını düşündürüyor araştırmacıları. Avrupa kıtasında güneş çok fazla olmadığı için bu bez parçası önceleri elde taşınmaya başlanmış, zaman içinde el iş işlemeler ile birer sanat eserine dönüşmüş.

Ortaçağ'da insanlar burunlarını kuvvetli bir şekilde havaya hınkırarak temizliyorlardı. Daha sonra burunlarını en yakında en müsait ne varsa örneğin ceketlerinin kollarına siliyorlardı. Zaman içinde bu davranış gelişen koşullar ve teknoloji devrimi ile birlikte hoş karşılanır bir davranış olmaktan çıkmış. Kumaşın ucuz üretimi sayesinde mendil günlük yaşamda her bireyin kullanacağı konuma gelmiştir. Bir temizlik aracı olmuştur.

Bizim tarihimiz içinde mendil ne zaman kullanılmaya başlanmıştır. Şehirlerde bazı insanların ortaçağda olduğu gibi mendil kullanmadan burunlarını hınkırarak temizlemeye devam ediyor. Bundan 30 yıl önce kollarına burunlarını silenlerin hiç azımsanmayacak kadar olduğunu düşünüyorum. Eski filmlerde gördüğüm sahneler bu konuda ki önyargımı tetikliyor! Osmanlı döneminin ise kadınların ellerinde mendillerin olduğunu o döneme ait resimlerde görüyoruz. O dönemi anlatan yazılarda ve sonraki dönemlerde saray çevresi ve konakta yaşayanlar yani şehirli kesim tarafından da mendil kullanılmış. Mendil bir sınıfın ve ayrıcalıkçığı da belirliyordu. Zengin kızlar dere yanlarında dolanırken sevdikleri erkeklerin geçtiği yola mendil atarak iletişim kurma aracı olabiliyordu. Mendil sadece burun temizleme aracı değil, bir iletişim aracıda olmuş tarihimizde!

Günümüzde işlemeli mendillerin yerini kağıt mendiller almış durumdadır. Kağıtlarda son dönemlerde estetik olarak değişiklikler gözlenmektedir. Her türlü ihtiyaç için ayrı biçimlerde mendil üretilmektedir. Mendil kullanmak bir sınıf belirtisi olmaktan çıkmıştır, her bireyin her an kullanabileceği bir araca dönüşmüştür. Bu dönüşüm içinde eskiden işlemeli olan mendillerde tarihteki yerlerini almışlardır. Sanayi devrimi mendilin kullanımını her katmandan insana ulaşmasını sağlamıştır, şimdi bu kullanılan araç bir sanayi ürününe dönmüştür. Sanayi ürünü olan mendiller her ihtiyacı karşılayacak konumdadır.

Dün gece bir rüya görüm, rüyamın içinde mendili bir elimle sallıyordum, sanki birini yolcular gibi. Mendi acaba insanlar ne amaçlarla kullanmıştır? Günümüzde işlemeli mendiller sadece erkeklerde ceketlerin ceplerini süsleyen bir konuma dönüş gibidir. Kravat ile birlikte uyumlu bir şekilde ceket ile kullanılan aksesuar konumdadır. İnsanlar mendili sadece bir burun temizleme aracı olarak baştan beri görmemiştir.
20.12.2007

Neden radikaller ülkenin geleceğini belirler?

“Irak"ta radikal dinci gruplar son bir ayda başı açık ve makyaj yapan 42 kadını öldürdü. Polis korktuğundan olayları soruşturmuyor.“ Kasım 2007, Gazeteler.

Radikal hareketler yükselişte oldukları sürece, kendi hayat tarzlarını topluma dayatırlar. Afganistan’da Taliban şeytan işi dediği heykelleri dinamitlemişti, gerçi ABD uçakları da Irak’da tarihi yerle bir etmekle kalmadı, yağmaladı.

Ülkemizde az bir yağmur yağmayı görsün, selden can kayıpları ve maddi zararlar oluşur. Barajlarımız ise susuzluktan kurumaya devam eder. Yerleşim yerleri sel içinde olurken, barajlar neden dolmaz? Çünkü şehirlerimizin alt yapı sorunu çözülmemiştir. Binayı kondur, alttan geçmesi gereken kanalizasyonu Allah yapar diye bırakmışız. Nasıl oluyor da salgın hastalıklar ülkemizde yaygınlaşmıyor anlayamıyorum, çünkü alt yapı sorunu hastalıkları da davet etmezi gerek, yoksa salgın hastalığı yaşayıp da haberimiz mi olmuyor? Ülkemiz de kaç kişi Hepatit B hastalığına kapılmakta, neden dış ülkelerde bu hastalık konusunda riskli ülkeler konumu içindeyiz?

‘Bina dik, yol nasıl olsa bulunur’ anlayışı içinde inşa edilen toplumlarda radikal unsurların büyümesi kaçınılmazdır. Radikal unsurların toplumu tehdit ettiği koşullar olduğuna göre, demektir ki o koşulları biz yanlış tercihlerimiz sonucunda yaratıyoruz. İmamı kullanılmayacak meslek okulları açıp, sonra imama iş vermek için cami açmak gibi bir şey. Ülkemiz insanı bilimden önce imana ihtiyacı var olduğu tespit edilmiş ve sürekli yatırımımızı onarla göre yapmışız. Sonra toplum içinde işsiz imam sayısı artınca onlara ne yapacağımızı tartışır olmuşuz. Kadın imamlara nedense hiç iş verilmez, imam hatip mezunu kaç kadın imam var? Eğer İslam’da kadın imam yoksa neden imam hatip meslek okullarında kızlarımız öğrencidir?

Bugün gazetelere baktım, yağmur yüzünden okullar tatil olmuş, tatil olan hiç cami duydunuz mu? Cami tatil olmaz, çünkü yerleşim birimleri içinde ve çalışanı da hemen yanında olan devlet konukevinde (lojman da) kalır. Camiler üzerine bir yazı yazdığımda, ahali olarak aramızda topladığımız para ile inşaatını yapıyoruz derler, peki neden her ay orada görev yapanın maaşını ve evinin kirasını ödemezler? Cemaatler bana göre camilerde görev yapanların ücretlerini ödemek zorundadır, onlara hizmet verdikleri için. Devlet görevlisi imam olmamalıdır, çünkü devlet gelirleri İslam’ca yasak olan faizlerden gelir! (önemli kesimi ise dışarıdan alınan borç ile karşılanır) Gerçi devlet halktan topladığı vergileri bol kepçe işadamlarına batırmaları için kredi olarak verir, geri kalanları ise bütçe açıklarında kullanır, küçük bir bölümü ile çalışanların maaşları sadaka gibi dağıtılır. Çünkü çalışanın toplu görüşme hakkı kağıt üzerinde olmasına rağmen, söz hakkı yoktur. Belirleyici değildir. O durumda memurum kendi işini bildiğinden, döner sermaye ile hizmet alanlardan kat be kat ücretlendirerek bütçelerini normalleştirmektedirler. Devlet vergiler karşılığı vermek ile yükümlü olduğu hizmetini döner sermaye ile hizmet alana yüklemiştir! Sağlık ve eğitim sektörü büyük işletmeler olarak karşımızda durmaktadır.

Şehirlerde yeteri kadar kanalizasyon yoktur, olanların ise nereye aktığı belli değildir. Barajlar su beklerken, şehir sokakları seller ile mücadele eder konumdadır. Barajlardaki suların artırılması için tüketiciye önerilen tasarrufların yanında bir an önce kanal sistemleri yeniden gözden geçirilmeli ve boşa akan sular tasarruf amacıyla bir yerlerde depolanmalıdır. Şehirlerin altından alınan yer altı suları yeniden oluşabilmesi için yeteri kadar yeşil alanların oluşması şarttır, yoksa şehir altında boşaltılan yer altı dehlizleri zaman içinde çökme ile karşı karşıya kalacak ve beklenen depremden daha büyük hasarlara yol açacaktır. Şehir içinde yer altı sularlının kullanımı kurallara düzene sokulmalıdır.

Radikal unsurların toplum içinde belirli olması tesadüfi değildir, onun koşullarını yaratan bizim yanlış tercihlerimizdir. Geleceğimiz için yapılmış olan tercihlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Daha çağdaş ve uygar bir toplum için yeniden beş yıllık kalkınma planları yapılmalıdır. Gerçi eskiden yapılan bütün planlar kağıt üzerinde kalmıştır, yeğenler ülkenin yağmalanması için yetiştirilmiştir. Bizdeki kalkınma planları olsa olsa yağmalama için yapılır!
17.11.2007

Pazar yazısı

Günlük haberler içinde birçok ayrıntıyı gözden kaçırıyoruz. Geleceğimiz belirleyecek olan ayrıntılar günlük verilen bilgi bombardımanı altında gözümüzün önünde olmasına rağmen, göremiyoruz, görsek dahi kısa sürede unutuyoruz.

“ABD 254 milyon dolara Irak’taki hapishanelerde Kuran kursu açtı.
Hapishaneleri direnişçilerin “fikrini değiştirecek” rehabilitasyon merkezleri haline getirmeye çalışan Tuğgeneral Douglas Stone, LA Times gazetesine “En büyük silahımız Kuran... Direnişçilerin radikal fikirlerini Kuranla değiştirmeye çalışıyoruz” dedi. Pentagon bunun için Irak’taki iki hapishanede “aydınlanma” sınıfları açtı.

Her gün Kuran dersine giren mahkumlar dersi sıralarda dinliyor. Bugüne kadar programa katılanların başarı oranının yüzde 70 civarında olduğunu belirtildi.”

Yukarıda aldığım haber bir süre sonra unutacağız, fakat İslam ülkelerin hapishanelerinde uygulamaya konduğunda nasıl tepki vereceğiz? Çünkü bizde “ılımlı İslam” ülkesiyiz. (ülkemizde var olan uygulama zorunlu değil, gönüllülük esasına dayanmaktadır, ileride zorunlu olduğunu düşünün bir! Arapça öğrenmeye çalışan mahkumlar, üstelik bunlar bir de ateistlerse? Öğrenemeyenin cezası artırılıyormuş! Şaka bir yana ama gerçek olma olasılığı olduğunu da göz ardı etmeyin, bir ülkede başarılmışsa, her ülkede de başarılır anlayışı global bakış açısında vardır. O ülkelerin özgül durumları pek göze alınmaz global bakış içinde. Afganistan işgal eden, Irak’ı da başka ülkeleri de aynı sebep ile işgal edebilir. )

İstanbul’da bir liseli kız Chat ile tanıştığı erkek arkadaşı ile buluşuyor ve başına olmadık tecavüz olayı geliyor. İstanbul’un meşhur semti Kadıköy’de oluyor bütün bunlar. Kapkaçın ve tacizin başkenti unvanını yakında alır bu gidişle! Sosyal belediye başkanı bütün bu gelişmeleri sosyal görüyordur. Haber içinde sokak çocuklarından, işsiz gence kadar her kesimden sekse aç insan portresi durmaktadır. Neyse ki kızımızı satabilecek olan kesimin eline geçmemiş. Ailesinin kişisel çabası sonucu bu korkunç durumdan kurtuluyor. Şimdi düşünelim acaba bu sadece bir genç kızımızın başına mı geliyor? Bu tip olayları yaşayan ne kadar insanımız var, kaçı bu şansız olayı yaşarken, ailesi tarafından korundu? Ailesinin inatçı tavrı olmasaydı, bu dram nasıl sonuçlanırdı?

İstanbul’da genel güvelik kontrolleri yapılır. Bende bu kontrollerden geçtim. İlk karşılaştığımda bana biraz gülünç gelmişti, çünkü yolda giderken bir polis (resmi kıyafetli) bana kimliğin var mı diye sordu, ben de doğal olarak var dedim, o zaman ver dedi. Şaşırmıştım, neden? Çünkü etrafta olay filan yoktu, normal kaldırımda gidiyordum. Şaşkınlığımı polise de yansıttım. Polis hiç oralı olmadı önce, kimliğimi aldı ve yan tarafta cep telefonu ile konuşan bir başka arkadaşına verdi. Sonra inatçı bakışlarım ve sorularım üzerine, genel asayiş kontrolü olduğunu ve emirleri yerine getirdiğini söyledi. Kadıköy’de bir kaldırımda giderken genel asayiş kontrolüne yakalanabilirsiniz! Dikkat ettim, kaldırımda giden erkeklere soruyordu. Zaman içinde insan genel kontrollere de alışıyor!

Hangi modern ülkede sobadan çıkan zehirli gazla insan ölür? Bu gaz zehirlenmesi olayı her kış ülkemizde yaşanır. Neden hiç önlem alınamaz, anlatılamaz. Gazdan zehirlenenlerin hepsi fakir olduğu gerçeğini göz ardı etmeyelim.

Evine eşinden fazla para getiren kadınların 3/2 si dayak yemekteymiş. Erkek toplumunda erkeğin sanırım gururu inciniyormuş. Kadın dövmesi deyince aklıma geçmişte yapılmış bir araştırma geldi, kadını döven erkeklerin çoğu üniversite eğitimi yapmış beyaz yakalı işçiler olduğunu biliyorum. Kadın dövenleri hep cahil olarak görmeyin, okumuş cahillerimiz daha fazla. Bu durum sadece bize özgü de değil.

Haberleri arasında dolanırken gözüme çarpanları paylaşmak istedim.
18.11.2007

Düşüncelerime takılanlar…

İspanyanın bir şehrinde fakirliğe karşı bir maç organize edilmiş, fakirlere yardım amacıyla yapılan maça Avrupa’nın fakirleri gitmiş.

Türkiye’de dil yasağına bir örnek var bugün bir gazetenin başlığında. Kürtçe yazı yazdı diyerek açılan davaları gündeme getirmiş. 1928 yılında çıkan harf devrimi olarak kabul edilen yasalar bugüne uygulanmaya çalışılıyor. Türkiye’de 29 harf dışında harf kullanmak yasaksa, o zaman İngilizce harflerle yayın yapan Show teve de kapatılmalı!

Atv ve sabah grubunu almaya giren üç adaydan ikisi Fettuhahçı gruplara yakın olduğunu düşünürsek, acaba bu grupta ılımlı İslam yayınları arasına mı girecek? Türk medyası ağırlık olarak hangi tarafı temsil ediyor, ılımlı İslam’ı mı, laik kesimi mi?

Savaştan en çok para kazanan yüz kişi arasında 12 Türk de girmiş. Savaşın neden bu kadar istekli taraftarı olduğunu anlamaya yeterli sanırım.

Her sene Edirne ve çevresi taşan ırmaklar yüzünden su altında kalır, bu sene de kaldı. İstanbul barajları hala yeterli su kapasitesine sahip değil. Bu yazda İstanbul susuzluk ile mücadele edecek. Edirne İstanbul arası kaç kilometre?

Karadeniz’de balıkçı sayısı artıyormuş, doğal olarak da balık azalıyor. Balıkların yok olduğunda artan balıkçılar ne yapacaklar? Bana göre deniz ortasında kurulan balık çiftliklerinde işçi olacaklar!

İstanbul’da deprem olacak diyerek medya önüne gelenlerin şimdiki mal varlıkları açıklansa acaba deprem korkusunu yaymadan önceki mal varlıkları arasındaki uçurum ne kadardır? Bazıları savaştan para kazanır, bazıları korkularla!

İstanbul’da gökdelen sayısını google’den incelediğimde gözlerime inanamadım, dağ taş gökdelenlerle dolmuş, hani deprem bölgesindeydik? Bir apartmanda bir köy oturmaktaydı eskiden, şimdilerde bir kasaba bir apartmanda oturmaktadır!

En çok heykeli olan Türk kadının adını biliyor musunuz? Oğlu kadar olmazsa da büyük şehirlerde heykeli bulunuyormuş. Elbette Zübeyde Hanım.

İspanya Kralı Juan Carlos'un geçtiğimiz hafta bir zirvede Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'i azarlaması çılgın bir akımı da beraberinde getirmiş. Kral'ın "Neden çeneni kapatmıyorsun" diye bağırması, cep melodisi oldu ve bu bir sektöre dönüştü. Bu işten para kazananlar savaştan para kazananlara elleri ile nanik işareti yapıyorlar mı acaba?
20.11.2007

Gözüme takılanlar…

Hindistan’da bir baba kızı ile evlenmiş, kızı altı aylık hamile. Baba hakkında açılan dava sonucunda baba tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalmış. Baba savunmasında, ‘tanrıdan bu yönde istek geldiğini’ belirtmiş.

Samsun’da internetten tanıştığı Kayserili kızı davet etmiş, evli olduğu halde kız ile zorla ilişkiye girmiş ve çıplak pozlarını çekerek karısını ve yeni gelen kızı başka erkeklere pazarlamış. Samsun’lu uyanık işadamı hakkında dava açılmış. Serbest piyasada olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar! Türk polisi yakalar da acaba bu olaydaki suç ceza yasamızdaki durumu nedir?

Facebook sayfası neden Türkiye’de haberlerde iki de bir işleniyor, Facebook sahipleri acaba Türk televizyonlarına gizli reklam ücreti mi ödüyorlar?

Milli Takımımız, Bosna Hersek'i yenerse 84 yıllık tarihinde 3. kez Avrupa Şampiyonası'nda mücadele etmeye hak kazanacak.

Bu akşam Türk Milli Takımı, Bosna Hersek Milli Takımı ile karşılaşacaklar. Bosna Hersek Milli Takımı oyuncaları hazırlıktan çok İstanbul’da turistlik geziler yapmışlar ve alışveriş ile günü geçirmişler. Bilin bakalım bu akşam kim kazanacak?

Milli maçları bir ulusal sorun olarak gören ve maça ölmek kaydıyla çıktığını haber yapan futbol gazetesi çalışanlarının ruh halini kim açıklayabilir. Sonuçta futbol bir oyundur ve oyunda kazanılır ya da kaybedilir. Bunu gurur meselesi yapanların travmalarını inceleyen psikiyatri klinikleri var mıdır? Nasıl bir tedavi uyguluyorlar? Maça ölmek kaydı ile gidenler aynı zamanda öldürürlerde! Futbol sahalarında ölüm olaylarını nasıl açıklayabilirler sosyologlar?

Elektrik arızasını gidermek için giden TEDAŞ işçileri yanlışlıkla şalterin açılması sonucu hayatını kaybetti. İş güvenliği konusu acaba ne zaman ele alınacak? Şalteri açan kişi bu işten suçlu olarak yargılanacak mı?

Avrupa Futbol Şampiyonası Euro 2008'e katılan takımlara baktım, Ermenistan, Kazakistan vb ülkeler Avrupa kıtası içinde mi, eğer bunlar Avrupa ülkesi kabul ediliyorsa Türkiye üzerine yapılan tartışmalar anlamsızlığa bürünmüş demektir, çünkü İstanbul boğazı Avrupa’nın ortasında olur. Türkiye Avrupa ülkesi olup olmayacağını bilmiyorum ama şimdi bu karşılaşmalar Avrupa ülkeleri arasında oluyorsa, avrupanın göbeğinde bulunduğumuzu şimdiden söyleyebilirim.

Ekonomi gazetesi Financial Times, bir Türkiye Raporu yayınlandı. Öncelikle Türk ekonomisine ilişkin değerlendirmelere yer verildiği raporunun bir bölümünde “İş Dünyası, Finans ve Siyasetteki Liderler"in portresi de çizildi. Gazetenin seçtiği 10 lider sırasıyla şöyle:“İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Mustafa Boydak, Koç Holding CEO’su Bülent Bulgurlu, Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Garanti Menkul Kıymetler İcra Kurulu Başkanı Metin Ar, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Akbank Murahhas Üyesi Suzan Sabancı, TOBB Başkanı Rifat Hisarcılıklıoğlu, Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren."

Ben bu yukarıdaki listeye baktım, bakanlar kurulunu göremedim. Sizin aklınıza acaba bu listeye bakınca ne gelir? Benim aklımdan geçenleri buraya yazmayayım, çok uzun cümlelerden oluşur diye düşünüyorum!

Kanada'da bir kasabada, çocukların duman altı olmasını önlemek amacıyla otomobilde sigara içmek yasaklandı. Bu haberi okuyunca hemen aklıma geldi, bizimkiler sigarayı arabada içer, külünü ve dumanını dışarıya atar. İzmarit söndürme alışkanlığımız olmadığından sigara içilen arabaların kül tablaları her zaman temiz kalır, deniz gören araziler hep yanar!

Eskişehir'de bir kişinin, boşanmasına neden olduğu iddiasıyla annesi ile ablasını bıçakla öldürüp, 2 ağabeyini yaraladığı iddia edildi. Eğer haber doğruysa göz yaşartıcı bir aile birliğine bağlılık görürüz. Aile birliği için kendi ailesini doğrayan cani!

Her yıl hacca gidecek olan insan sayısını Arabistan belirliyor. Bizim diyanette oradan aldığı sayıya göre hacı adaylarını kura ile belirler, çünkü hacca gitmek isteyen sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Gidenlerin bir bölümü birden fazla gitmiş olması kuranın sonucu oluşmuş bir hata olarak görebiliriz, çünkü hac başvurusu yapıp da kurada adı çıkmayan birçok adayın varlığı olması da doğaldır. Bu sene diyanet gideceklerin sayısını her seneki gibi olduğunu düşünerek yerleri satmış. Fakat Suudi kralı bu sayıya yarıya düşürmüş, ne olmuş dersiniz? Bizim cumhurbaşkanımız Suudi kralının ayağına gitmiş ve ricada bulunmuş, ne olur her seneki kontenjanı bize verin diyerek! Kötü mü yapmış canım, bir de cumhurbaşkanımızın iş bitiriciliğini eleştiriyorlar!
21.11.2007

Bir haber üzerine…

Baba kızı ile evlenmiş dedim ya hemen bizde de var yazıları aldım. Meğer bizim ülkemizde de baba kız evleniyormuş.

Ben genelde olduğu gibi her türlü olumsuzluğu kendi dışımızda arayanlardanım. Aklımın almayacağı olayları duyduğumda yadırgarım hatta kınarım. Fakat bizim toplumumuzun görünmeyen yüzünü kaldırdığımızda ne gibi çarpık ilişkilerin olduğunu görebiliriz.

Kendi çocuğu ile evlenme ülkemizde olduğuna ihtimal vermiyordum, fakat meğer varmış. Yaşanmış örnekleri ülke toprakları üzerinde varmış. Bizdeki baba acaba kendisini nasıl savunuyor?

“Hayat evine gideceğime kızımla yaparım!”

Bu ses kulağımda çınlar oldu, hayırlısı diyelim.

Çocukların evlendirilmesi, töre gereği kardeşlerin değiş tokuş olması. Yaşlı adamların karılarının üzerine kuma alması. Zenginlerin metres tutması ve sevgilileri ile birlikte evlerini satmaları. Bunları duydum. Bunları haber olarak okudum, fakat ilk defa baba kızı ile evlendiğini duydum, okudum.

Arkadaşının kızı ile evlenen, çocuk ile evlenip, sonra onun memelerinin çıkmasını bekleyen erkekler. Bütün bunlar bu topraklarda yaşandı. Çocuk yaşta evlenip, çocukları ile büyüyen anneler ve babalar. Para ile saadet arayanların günümüzde sınırlar ötesi eğlence merkezlerinin ziyaretleri. Hayat kadınlarının da bulunduğu mekanlarda erkeklerin yaşlarının büyük olması ve yaşlı erkeklerin küçük kızlar ile olmak için parayı saçtığını duydum, filmlerde izledim.

Aile içi cinsel tacizler araştırmalarda pek gözükmez, fakat travma yaşayan çocukların varlığı yadsınamaz. Toplumumuz da kirli, fakat biz kirli tarafını pek görmek istemez, dışarıda yaşananları ayıplarız, kınarız hatta eleştiririz, fakat kendimizin yaşadığı topluma pek bakmayız.

Düşünebiliyor musunuz, kırk küsur yaşında aksakallı birinin oyun oynayan çocuk ile evlenmesini. Çocuğu arkadaşlarından alıp, kendi yatak odana bir cinsel obje gibi kapatman, hayattan o çocuğu koparıp, kocasının zevki içi hizmette bulunan bir canlıya dönüştürmen. Çocuk yaşta evlendiği içinde elbette okuyamaz kız çocuğu.

Bu yukarıda saydıklarım analı babalı çocuklar, peki anasını babasını kaybedenler? Kasabanın bütün esnafının ve gençlerinin ortak malı olan çocuklar. Bu çocuk erkek kız fark etmediğini okuduğum gazetelerden biliyorum.

Bütün bunların ışığı altında acaba bu tip davranışlar son zamanlarda mı ortaya çıktı, yoksa ne zamandan beri bu ilişkiler vardı? İlkel toplumdan alınmış gelenekler ve davranışlar toplumumuzun içinde ne kadar hala etkinliğini sürdürmektedir? Bizim davranışlarımızın ve düşünce yapımızın kaçta kaçı ilkel çağdan gelen mirastır?

Toplumuzun iç dinamiklerinin ne kadarını görebiliyoruz, bu toplum içinde yaşanan dramların kaçta kaçından haberimiz var, kaç çocuk veya birey travmalar içinde yaşamaktadır. Toplumsal cinayetler yanında bireysel cinayetlerin altında acaba bu tip davranış bozluklarının etkisi nedir? Yapılmış bir araştırma var mıdır?
21.11.2007

Oğullar ve babalar

Turgenyev'in aynı adlı eserinden günümüze yansıyanlar neler kaldı? Kuşaklar arası çatışmanın en güzel anlatımını yapmıştı zamanında.

Cumhurbaşkanın reşit olmayan çocuğu ticarete atılmış. Okumakta neymiş, ticarette var ne varsa.

Başbakanın oğulları neler yapar? Ticaret!

Bakanların çocukları ne yapar?

Birileri seçim zamanında verilecekleri bekler, kimileri paralarına para katmaya devam eder. Yeşil sermaye ülkede örgütlendikçe, yaşam standardımız ve yaşam biçimimizde değişmektedir. Alışıyoruz, yeni yaşam bize dayatıldıkça daha içe kapanır ve camilere sığınır oldu çoğunluk!

Boş alanlar, yeşil alanlar birer birer camilere dönüşürken, camileri biz yaptırıyoruz, biz topluyoruz oranın parasını, ne oluyor, neden itiraz ediyorsun diyenler de çoğalıyor. Camiler yerine kiliseler mi olsun diyenler de var bu ülkede. Ülkede her boş alana kilise yapan var sanırsınız, kiliseler ile camiler sanki yarıştaymış gibi sunuluyor.

Cami parfümlü siyaset toplum üzerine kendi kokusunu sindirirken, kışla parfümlerin kokusu toplum üzerinden zaman içinde yok olmaya başladı.

Biri gemi ile mal taşıma işine girmiş, biri yeni teknolojiden yararlanarak ticaret yapıyor. Oğullar ticarette, babalar bürokrasinin başında. Nüfuslarını kullanmıyorlar elbette, kullanmalarına imkan tanınacak ortamda olmaz. Çünkü onların verdiği rüzgar yelkenlerin yeteri kadar hava ile dolmasını sağlar. Yol alınır, rüzgardan bilinmez gidilen yolun hızı.

Günlük konuşma ve hareketlerimiz ne kadar değişti, gençler elbette bunun farkında olmazlar, o yüzden eski filmlere bakın, söylemlerde ne kadar fark göreceksiniz?

Bakanların başının oğlu askerliğe gitmeyecekmiş, çürük raporunu nasıl aldığını bilmiyorum. Bugün gazetelerin internet baskısında sabah haberi gördüm, öğleden sonra haber internet baskılarından çıkarılmıştı, neden acaba?

Geçmişte bir başbakan kendi oğlunun askerliğini yalısının karşısındaki birlikte yaptırmıştı. Çürük almamıştı ama evinin karşısında askerlik biriminde vatanın kutsal görevini yerine getirmişti.

Laik ülkemizin laik öğretmenleri 24 Kasım günün de bazı illerde mevlit okutarak günlerini kutlayacaklarmış. Babalar yapın demez, onlardan alınan hava gemilerin karasularında dolaşmasına yeter artar bile.

İktidarın vermiş olduğu hava gereği, eskiden solcu olan Trabzon şehrinden bol bol katil çıkması ve iki de bir linç gösterilerine tanık olunması nasıl açıklanır?

Okey oynarken yıllardır camiye gitme ihtiyacı duymayan vatandaşlarımız, kahve kenarına cami yaptırarak bir ‘yurdum insanı’ örneği sergilemişler. Peki, bu insanlar birden mi ihtiyaç duydular, iktidarın vermiş olduğu cami parfümün etkisi olamaz mı? Yıllardır okey oynayanlar bir anda para toplayıp cami yaptırmaları ve oyunlarından vaz geçmeden günlük yaşantılarına devam ettiklerini burada belirtmek gerek.

Babaların vermiş olduğu hava çocukları hangi yönde etkiler bilinmez, fakat görünen o ki, babaların yolundan gitmiyor çocuklar.
23.11.2007

Bugün gözüme takılanlar…

Hüseyin Çelik’in başöğretmeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’müş, çünkü başöğretmenin makamında oturan kişi aynı zaman da onun bu kariyerini de almış kabul ediyor. Aristoteles bugün yaşasaydı Çelik’e hak verirdi, düz mantık ile ancak bu sonuca varılır!

Hatay’da üniversiteli kızlarla büyü bozma bahanesiyle cinsel ilişkiye girenler göz altına alınmış. İlişki sonunda bir de paralarını almışlar. Büyü bozmak adına bize tecavüz ettiler diyerek şikayette bulunmuş üniversiteliler. Üniversite öğrencilerin düşünce yapısı Çelik’in kafası ile ne kadar uyumlu olduğunu düşündünüz mü?

Bugün öğretmenler günü, öğretmenlerin ne kadar sefalet içinde yaşadığı ile ilgili haberlere gazete sayfalarında rastlamışsınızdır. Sefaletlikleri acaba sadece ekonomik mi?

Dünya’da eğitim sisteminde bir gerileme olduğunu yapılan araştırmalarda görülmektedir, acaba global olarak eğitim sisteminin çökmesi kimlerin işine geliyor?

İnternet dünyasında dolanan ve para kazanmayı vaat eden iletilerin fazladan dolaşması acaba bu çöküş ile bağlantısı var mıdır? Bir an önce köşe dönme hayali kurmak çöküşün belirtisi mi?

Günümüzde ekran yorumlarında dini adamların görüşlerinin alınması bu çöküş ile bağlantı kurulabilinir mi?

Klonlanmış koyunumuz kurban edilebilinir mi tartışması başlamış. Bilimsel bir çalışmayı nasıl algıladığımız ortada değil mi? Orada önemli olan klonlanmış koyun olmadığı, bu klonlanmanın Hitler’in rüyası olduğunu neden görmeyiz? Saf ırk yönünde atılmış bir büyük adım, ne kadar etiktir? Bizde hemen neden kurban tartışması açılır?

Beklentileri fazla olanların hayal kırıklıkları da fazla olur.

Gaziantep'te açılan bir sergideki çıplak kadın resimleri çaputla kapatıldı. Bu hangi çağın eseri?

Özürlü kız mide bulantısı şikayetiyle doktora gitti ve hamile olduğu ortaya çıkmış. Bu olaydan bana ne diyebilirsiniz, fakat gerçek hamile kalınca ortaya çıkmış, meğer bütün akrabaları tecavüz etmiş. Tecavüz gerçekleştirilenlerin listesine baktım, baba, enişte, eniştenin kardeşi diyerek uzayıp gidiyor.

Yeni bir araştırma, erkeği, meslektaşından daha fazla kazandığını bilmenin mutlu ettiğini ortaya koydu. Bu sayede biraz fazla para ver, verimliliği artır döneminin teorisi de oturmuş oldu!

İzmir'in Bornova İlçesi'nde bir ilköğretim okulunun tuvaletindeki muslukları sökerek çalan üç genç, çaldıkları musluklarla yakalanarak gözaltına alındı. Okul sevgisi bu kadarmış!

24 Aralık 2007

Fotoğraflara bakarken…

Bugün sahra fotoğraflarına baktım, sonsuzluğa uzanan çöl topraklar. Sahra Arapçada çöl demekmiş. Çöl bildiğimiz gibi toprağın olmadığı, yaşam belirtilerinin en az olduğu topraklar. Sahra milyonlarca yıl öncesi yemyeşilmiş. Akarsuları varmış, vahaları birer cennetmiş. Toprağından her ürün fışkırırmış. Nasıl olmuşta olmuş, o yemyeşil topraklar kumların memleketi olmuş. Kumlarım memleketine bakıyorum, insan eli çizilmiş sınırlar var. O sınırlardan kim geçer? Yolunu kaybetmiş bir sahra maceraperestten başka? Sahra kumları yaşamın eski izlerini kapatmış, bir yorgan gibi durmaktadır.

Çetin Altan’ın yazısından bir önemli not ilişti gözüme. “1755'de 9 şiddetindeki Lizbon depremi, kenti pesperişan edince; Kilise, Tanrı'nın günahkârları cezalandırdığını iddia ederek, önüne geleni suçlamaya başlamıştı.Vatikan'ın yaygınlaşan suçlamalarına karşı, Voltaire de karşı çıkarak:- Tanrı'yı da, insan yaratmıştır, demişti.18. yüzyıldaki "Aydınlanma Çağı"na, bir bakıma katkısı olmuştu Lizbon depreminin de...”
Bu satırları okuyan bilir ki doğal olayları bir bakıma toplumsal olayları da tetikler. Aydınlanma çağının temelinde bir depremin olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Ülkemizde her yapılan eylemin altından bir çapanoğlu arama merakımız vardır. Nasıl olmasın ki, Susurluk’ta bir kaza olunca onlar eften püften şeyler diyerek önemsemeyenlerin iktidardan gidişini izledik kısa bir süre içinde. Normal intiharları bile gizli ajanların parmağı olduğuna inandık. İnandığımız belki gerçekten doğruydu, fakat ne yazık ki hiçbir zaman ASELSAN içinde çalışanların intiharının nedenini tam öğrenemeyeceğiz. Yeni teknoloji geliştirenlere karşı uygulanan bir kıyım makinesi sanki intiharlar!

Trafik kazları ajanların en çok kullandığı yöntem olduğunu macera romanlarından okumuştum, daha sonra yaşam içinde o kadar garip kazalar ile karşılaştık ki, romanlar mı gerçek, gerçekler mi roman diye düşünür oldum. Son uçak kazası da içinde sırları ile yok oldu gitti, neden olduğunu gerçek olarak hiçbir zaman belki öğrenemeyeceğiz, fakat kaza bir şeyi ortadan silmez, pırıl pırl beyinlerin ve güzel insanların yok olduğu gerçeğini.

Gariplikler çağını yaşıyoruz, bir anda saman alevi gibi kabaran toplumsal olaylar birkaç hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi günlük olayların içinde koşturmalar arasında yok oluyor. Neden meydanlara çıktığını, neden slogan attığını bile bilemeyen insanlar topluluğu istiklal caddesinde birbirinin omzuna dokunarak gezmeye devam ediyor. İstiklal caddesinde tek değişmeyen şey, güzel bayanların arkasından bırakılan ıslıklar!

İstanbulluya şehrin merkezi neresi diye sorarsan, yaşadığım alışveriş merkezleri der bugünlerde. Büyük alışveriş merkezleri içinde yaşam biçimlenmiş gibi, orada geçirmekteler bir kesimi. Büyük bir kesimi ise hala istiklal caddesinden yürümemiştir belki! İstanbullu için şehrin merkezi, karnını doyurduğu iş yeri oturduğu alan kadardır!

İstanbul’u bekleyen büyük deprem sayesinde birçok kişi zengin oldu. Korku ile zengin olmanın en iyi ürünü İstanbul gibidir. Bir anda arsa zengini, bina zengini yanında bayrak üreticisi zengini de katılmıştır. Korkular birileri için güzel bir gelir kaynağıdır. Korkular ne zaman toplumun içine bu kadar sindi?

Korkular olmasaydı, acaba demekteyim bu kadar sivil güvenlik firması olur muydu? Güvenlik firmaların sahipleri meslek olarak nereden gelmiştir dersiniz, onların tarihini öğrendiğinizde ne ile karışlaşırsınız? Merak edeniniz oldu mu? Susurluk kazası ile bağlantısı olan kaç kişi şimdi güvenlik firması sahibidir?

Sahra çölünün fotoğraflarına bakıyorum, binyıllar öncesi orası acaba nasıldı?
30.11.2007

Tarihçiler dünyaya nasıl bakarlar?

Tarihçiler dünyaya nasıl bakarlar?

Romalılar, Roma devleti olduğu zamanlarda esirleri ve suçluların kanlarını ‘değersiz’ olarak görüyorlardı. Bu bakış açısının hala devam ettiğini son günlerde daha çıplak olarak yüzümüze vuruyor. Öldürülen kişiler kendinden olmadığı sürece gündeme gelmiyor, fakat canı acıyan taraf oldun mu yer ve gökyüzü öfke ile dolup öç almak için alanlar dolduruluyor.

Yakın tarihimiz büyük katliamlar ve soykırımlar ile doludur. Tarih sayfalarından kanlar akmaya devam ediyor. Günümüz yazan tarihçilerde kalemlerini kan ile doldurmaya devam ediyorlar. Tarih hep kan ile mi yazılmalıdır? Barışın ve hoşgörünün tarihi yok mu?

Ölüm döşeğinde bulunan biri ile nasıl konuşurdunuz? Geçmişinden mi konuşurdunuz, gelecekten mi? Ölen kişi geçmişinden konuşmak istemediğinde ne yapacaksınız? Çünkü en kısa zaman onun ölüm anı olacağını bile bile gelecek konuşabilir misiniz? Geçmiş ile ilgili soru soramayacağınız yüzünüze tokat gibi yapıştıran sözler karşısında tavrınız hemen şimdiki zaman ile ilgili konuşmak elinizde kalıyor. Şimdi düşünelim, şimdiki zaman ile ilgili soru sorabilir misiniz?

Bu durum ile ben karşı karşıya kalmıştım, bir arkadaşım kanser hastası olduğunu ve hiç ümidin kalmadığını bildiğim zaman diliminde ziyaretine gitmiştim. Geçmiş ortaktı, fakat geçmişin acısı yüzünden kanser olmuştu. Konuşamazdım, çünkü geçmişi düşündüğü an öfkeye kapılıyordu. O an ne yapacağını bilemeden oturdum ve o anlık bir ayırıma varmıştım. Yaşamımızda şimdiki zaman ile ilgili sorular soramıyorduk, yoktu. Gerçekten benim açımdan yoktu. Şimdiki zaman için ne sorabilecektim? Şimdiki zaman sadece var oluştur. Sorusu olmayan bir dost nasıl olurda acısından yatağında kıvranan dostuna yardım edebilirdi? Dostumun acılı yüzünde yanında olduğum için bir memnunluk vardı. Sessizlikti şimdiki zaman.

Tarih hep ölümlerin ve acıların tutanağı gibidir. Barış içinde huzurlu yaşamı öğreten bir öğreti bile kan ile bastırılmış yok edilmiştir. Son dönemlerde yeniden gündeme gelmektedir, çağın hastalığı ‘panik atak’ karşısında meditasyon ile yeniden canlanan bir öğreti. Budist öğretisi yeni biçimi ile çağdaş dünya ile kucaklaşmaktadır. Buda olarak tanınan ‘Siddhatha Gautama, İ.Ö. 500’de Himalayalar’ın eteklerinde hüküm süren bir kralın oğlu olarak doğmuştur.’ 29 yaşına gelince çevresindeki olaylardan kaçmak istemiş ve o ünlü öğretisini oluşturmak için yollara düşmüştür. İnsanoğlunun manevi acılarının çoğu kez nasıl ve neden kendi elleri ile yarattığını anlamak için meditasyona dalmıştır, Ganj Ovasında. Bunun sonucunda kendi deneylerinden elde ettiği sonuçlarla ‘yüce gerçeğe’ ulaşmış.

Dünya maddi ve manevi acılarla doludur. İnsan arzularına fazla bağlanması yüzünden acı çeker. Acılardan kurtulmak için arzularına bağlılığı ortadan kaldırmaktan geçer demiş. “Ne düşünüyorsak oyuz.”

Bugün beşinci büyük bir inanç olarak Asya kıtasında yaşamaktadır, yenidünya ve eski kıtada da gelişmeye devam etmektedir. Budizm bir din değildir, çünkü onda tanrı yoktur, bu durumda insanları otoriteyi sorgulamaya teşvik eder. Son olarak uzak Asya’da Budist rahiplerin direnişi daha iyi anlaşılabilinir sanırım.

Vietnam savaşı sonrası ve savaş sırasında da Hollywood yapımlarında yenilen Amerikan askerlerinden kahramanlar çıkarmıştır. Bütün kahramanlar savaş suçlusudur aslında, kimse onları savaş suçlusu oldukları için sorgulamadı, sadece beyaz perdeye yansıyan kahramanlara bakıldı, onlardan esinlenerek şimdiki çocukların kahramanı örümcek adam çıkmıştır. Kahraman olmak için dışarıdan bir dürtü ile elde edilen güç sayesinde olunuyor. Bugün Irak direnişi ile ilgili filimler üretildiğinde gelecekte nasıl bir ekran ile karşılaşacağımızı düşünebiliyor muyuz? Sınırları aşan askerler ve onların kahramanlıkları. Tıpkı Roma İmparatorluğu zamanında olduğu gibi sıradan bir Romalının baktığı gibi algılayacağız. Ölenlerin insanları değersizdir, yeter ki bizden olmasın! Bizden olurlarsa kahraman olarak düşüneceğiz. Tarih yazıcıları kalemlerini hep kan ile dolduruyorlar?
2.12.2007

geçmişin izlerine bakarken...

Karacaahmet Mezarlığı yanından geçer yolum. Zaman zaman içine girer bakarım. Eskilerden neler kalmış bizlere diyerek. Eski olanlar hemen hemen hepsi tahrip edilmiş yeni mezar yerleri açılsın diyerek eski o güzelim sanat eseri gibi işlenmiş taşlar yerlerinden koparılmış mezarlık içinde dağılmış durumdadır. İslam geleneğine göre taşların bir noktaya göre bakması gerekirken bu taşlar başıboş ve öğlesine atılmış olduğu için kuralsız bir şekilde durmaya devam etmektedir.

Mezarlar neden ilgimi çeker, çünkü geçmişe verilen değeri gösterir. Avrupa’da gezdiğim mezarların bir düzeni ve bakımı vardır. Burada yani ülkemde şehrin karmaşası mezarlıkta da devam eder, yani ölen öldüğü ile kalmıyor, aynı karmaşayı ve başıboşluğu öteki dünyasındaki çıkış kapısına da götürüyor. Eskilere ne kadar değer verildiği ortadadır, sahibi olmayanın taşını devir, belki kemikleri içinde kalsın, önemli değil, üstüne kendi yakını göm! Zaten toprak yetersizliği var, o halde başka çaresi yoktur, eskisinin üzerine yenisini koy. Bir gün senin koyduğunda kimsesiz kalacak, o zaman senin yaptığını da başkası yapacak! İleriyi düşünemeyiz, şu an önemlidir ve ihtiyacın giderilmesidir önemli olan, geçmişe sahip çıkılmaz. Benciliz. Bencilliğimizi mezarları gezerken bir kez daha gördüm.

Türkiye’nin en büyük mezarlığı ilk olarak İstanbul’un Araplar tarafından kuşatılması sırasında şehit olan askerlerin buraya gömüldüğü sanılmaktadır. O günden bugüne kadar ayakta kalan mezarlık sürekli değişim gösterilmekte, içinde yollar geçmekte, şimdiler de belediye başka yerde cami yaptıracak yer bulamamış gibi mezarlığın bir alanına da hem hizmet binası adı altında cami yaptırmaktadır. Caminin hemen karşısında da cami vardır, o kadar uzak değildir. Üsküdar belediyesi geçmişe ve ecdatlarına saygılı olduğunu iddia ederek iktidara gelmiş ama geçmişine yok etmekten de geri duramamış.

Mezarlık adını, İstanbul’a Hacı Bektaş-ı Veli tarafından İslam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet Sultan’dan alır. Karaca Ahmet, Horasanlı bir Türkmen Beyi'nin oğludur. İlk yazılı kaynak miladi 1371'de tanzim edilen bir vakfiye senedinde adı "Süleyman Horosani oğlu Karacaahmet" diye geçmektedir.

Karaca Ahmet, Hacı Bektaş Veli’nin yanında dervişlik hizmeti yaptı. Üsküdar sınırları içinde, Gündoğumu Caddesi ile Nuhkuyusu Caddesi'nin birleştiği köşede "Karacaahmet Sultan Dergahı" ve türbesi vardır. Bu türbeye gittim, küçük bir alandır aslında, fakat zaman içinde eklenmeler sayesinde İstanbul’un belki en vazgeçilmez alevi dergahı olarak kalmıştır. Her an içeriye girilip orada dergahı ziyaret edebilirsiniz.

Geçmişin izlerine bakarken, ne kadar çok izleri tahrip ettiğimizi gördüm.
5.12.2007

Erdal İnönü ölmüş…

Amerika’da tedavi görürken çağın hastalığına yenik düştü, doğal olarak da benim için Erdal İnönü ne anlama geliyordu onu paylaşayım dedim.

Erdal İnönü ismini 12 Eylül askeri darbesi sonucu duydum. Darbeci askerler sivil yaşama geçmek için siyasi partilerin kurulmasına izin verilmişti. Kim aday olursa olsun bu beş generalin onayından geçerek siyaset girebilecekti. İnönü isimi sol kesim için kurtarıcı olarak öne çıkmıştı. Bir bilim adamı ve İsmet İnönü’nün oğluydu. Devlet geleneğinin çocuğunu askerler ret edecek değildi ya, fakat beş general kötü oyunlar oynanıyor hisleri ile bilim adamını da ret etmişti. Seçime giremiyordu, fakat sosyal demokrasinin temsilcisi olmuştu. Üstelik bir bilim adamının alçak gönüllüğü ile yapıyordu.

Ben İnönü ile karşılaşmam Ankara’da yalpan bir seçim gösteri sırasında oldu. Sahnede Arif Sağ saz çalıyordu, nutuk atmak için mikrofonun kendisine gelmesini sabır ile bekliyordu. O dönemde ben de Mayıs dergisi kadrosu içinde, her şeye muhaliftim. Kalabalık meydanı doldurduğunda, dünya görüşüme uygun olarak hükümeti eleştiren sloganlar atıyordum. İlk defa orada canlı canlı görmüştüm, bir daha da meydanlarda görmeyecektim, (Behice Boran’ın cenaze töreninde meclis bahçesinde görecektim) çünkü ben hiçbir zaman sosyal demokrat düşünceyi paylaşmadım, ülkemizde sosyal demokrat olduklarını söyleyenleri ise ilkel milliyetçi görmüşümdür genel olarak. (İçlerinde de güzel ve değerli insanlar vardır, fakat yan yana geldiklerinde nedense hepsi ilkelleşiyor ve bir anda milliyetçi olabiliyorlar.) Olması gereken yerde tepki veremeyen bir güruh görünümünü korumuştur sosyal demokratlar.

Yıllar içinde, siyasette olanlar bir kez de olsa iktidara taşınmıştır. İnönü’de Süleyman Demirel ile birlikte iktidara taşınmıştır. Generallerin ret ettikleri iktidara gelmiş, o dönemde başbakan olan Süleyman Demirel Kürt realitesini tanımıştır, Diyarbakır’da. Meclise giren Kürt milletvekilleri birer suçlu gibi cezaevine gidecektir bir süre sonra. Demirel’de cumhurbaşkanı olacaktır.

İktidar döneminde başına başka bir önemli olay gelecekti. Başbakan yardımcısı olduğu dönemde Sivas’ta gerici bir gösteri ile kıyım yapılmıştı. O zaman devletin üst yönetiminde olan İnönü sessiz kalmış, gücü Sivas’ta sıfırlanmıştır. O gösteri sonucunda aydınlar öldürülmüştür. Devletin bekası için, başbakanını arayıp, bu konuda yanlış düşünüyorsun, bak içeride benim milletvekillerim var, onları kurtarın dahi diyememiştir. Çünkü o yangın içinde Arif Sağ milletvekili olarak duruyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ;“Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz” dedi, o da karşı karşıya getirmedi! Türkiye tarihine kara bir leke olarak kaldı bu katliam.

Kurallara katı bir şekilde uyan, kurallar dışında bir şey yapmayan bir devlet adamlığı özelliğini gösteriyordu. Siyaset içine bir darbe ile sürüklenmiştir, fakat yeteri kadar halkına hizmet edememiş, devletine hizmette kusur işlememiştir.

Erdal İnönü tesadüfi olarak girdiği siyasette, daha fazla kirlenmeden çekilmiştir. Onun adını kullanarak kotluk kavgasına girenler, artık onun ismini kullanmadan koltuk kavgasına devam ederler.
31.10.2007

İstanbul’dan yola çıkarken…

Harrem’deydim. Anadolu yakası otobüs garı. Küçük bir kasaba oto garı özeliklerini göstermiştir. Ne zaman gelem, hiç değişmediğini düşünmüşümdür, en son geldiğim gün ile ilk geldiğim gün arasında zaman farkı yok gibidir. Çığırtkanlar yine eskisi gibi çağırmaktalar, Ankara Ankara, Bolu, Düzce, Eskişehir diye devam eden Anadolu şehirleri. Hemen kalkıyooooor, diye bağırmalarına bakmayın, hiçbir otobüs tam zamanında kalkmaz! Trafiğe takılmıştır bir yerlerde, o yüzden geç gelir. Otobüs kalkana kadar gideceği şehrin isimi garı doldurur, her gelen kişi yolcu kabul edilerek yüzüne bakılır, sonra davet edilir, Ankara değil mi, hemen kalkıyor!

Yine zamanın durmuş olduğu noktaydım, haremdeydim! Neden oraya harem demişler bilmiyorum. Anadolu yakasında otogar! Bir eski Anadolu kentindeki otogar gibidir. Küçük, iç içe ve çığlıkların yanında araba seslerinin hakim olduğu bir yerdir. Günümüzde bir çok firma oraya otobüsünü sokmamakta, kendisine ait İstanbul’un değişik yerlerinde otogarları vardır. Oralara servis ile gidilir. Otogar bir şehirde bir tane olur, fakat İstanbul’da sayısını bilene aşk olsun!

Ses çığlıkları arasında, ilk gençlik yıllarımı düşündüm. İlk defa İstanbul’a üniversite öğrencisi olarak gelmiştim. Otobüs ile harem’de inip, kalacağım yere doğru servis ile gitmiştik. İlk heyecan bugünde devam ediyor. Ne zaman İstanbul’a adımı atsam ya da çıksam hep heyecanlı olurum. Neden olduğunu bilmem ama içimde farklı duygular hep var olmuştur.

İzmir yönüne giderken Düzce’de eski kale(hisar) denen bir yerden arabalı vapur ile karşıya geçilir. (isimlerde yanılmış olabilirim.) bir köprü yapılması düşünülmez, fakat vapur içinde araçlar ve içlerinde insanlar ile birlikte deniz analarının istila etmiş olduğu körfezi aşarız. Deniz durgundu, güneş gökyüzünde olağanca cömert bir şekilde durmaktaydı. Denizin içinde denizanaları, beyaza boyamıştı mavi yüzeyi. Beyaz örtünün altında bir balık sürüsü gördüm.

Yollar geniş ve yolculuğa uygun bir gündü, bir dostumun kitabını okudum yol boyunca, zaman zaman dışarıya baktım, yok olan barajların yakınından geçerken, su ticaretine atılmak gerek diye içimden geçirdim! Çünkü kıt üründen doyumsuz kar elde edilir! Üstelik zorunlu tüketim aracı su! Neyse ki param yokta öyle insancıl dışı işlere adım atmıyorum.

Kıt doğa ürünlerinden doyumsuz kar hırsı, doğanın dengesini bozdu, bugünkü sorunların temelinde bu korkunç hırs yatmaktadır. Her şeyi paraya dönüştürme hırsı, insanı ve doğayı olabildiğince bozdu, bozulan dünyadan da yeni kar elde edilecek ürünler bulup pazarlarlar oldular!

Otobüs değişik oto garlarda durdu, her biri birbirinden güzel otogarlar. Bir de haremi düşündüm. Bursa, Balıkesir, Manisa derken İzmir! Yol bitmişti, ben hedeflediğim noktaya gelmiştim. Otobüs yolculukları beni hep geçmişime götürdüğü için tercih ederim. Yolculuk için özel zaman ayırmalı insan. Bu sayede hem kedine zaman ayırmış oluyorsun hem de geçmişine. Genelde yalnız seyahat ederim, yol boyunca belki bir iki kişi bulurum konuşacak, fakat genelde konuşmam, kendim ile sohbet etmeyi yeğlerim.

Uzun ince bir yoldur yaşam, o yaşamın içinde farklı otogarlarda bulunuruz, fakat ben hiçbir oto garda kalıcı olmadım, oradan başka garlara, başka şehirlere gittim. Gitmeye de devam edeceğim. Yolları ve yolculuğu seviyorum.
1.11.2007

Savaşa değil, eğitime bütçe!

Ankara sokaklarında farklı sesler yükseldi hafta sonu. Seslerin gitmesi gereken yere ulaştığını düşünüyorum. Ankara dışından gelenler toplu olarak ve yorgunluğu üzerinden atarak meydana sloganlar ve dövizler eşliğinde gelmiş, sokaklar yıllar sonra siyasi bir istemin sesini duymaktaydı. Savaşa karşı, barış.

Sloganlar içinden benim ilgimi çeken bir sloganı tartışmak istedim, çünkü eğitim bugün üzerinde en çok konuşulan ama çözümü olmayan(!) bir alan durumdadır. Toplumun kanserli hücresi gibidir.

Çocuğu olan bir arkadaşım ile konuşurken, öğretmenlerden yakındığını gördüm. Okula ve eğitim için çocuğuna yapmış olduğu masraflar karşısında belinin bükülmüş olduğunu anlatımının ilk cümlesinden çıkardım. Okul yolunda çocuğun beli bükülürken, velinin belide masraflar ile bükülmektedir.

Benim babam öğretmendir, köy enstitüleri son dönem öğrencilerinden olup, öğretmen okulu mezunudur. O dönemin rüzgarından faydalanmış şanslı öğretmenlerdendir, çünkü yaşamı öğrenen ve uygulamalı olarak öğreten olarak eğitilmiştir. Klasik romanlar ile tanışmış, onları özümsemiş idealist öğretmenlerdendir. Onların devresinden sonra öğretmen eğitimi sistemin istemleri yönünde yön değiştirecek ve sadece mesleklerini bilen, eğitim pedagojisi ile biçimlenen birer meslek elemanlarına dönüşeceklerdir. Zaman içinde pedagoji bölümü de ortadan kalktı(!), geçim sıkıntısı içinde nasıl para kazanırım düşüncesinin hakim olduğu bireylerin hakimi olduğu bir girdaba dönüştü, öğretmenlik.

Günümüzde öğretmenler, öğrencilerini birer velinimet olarak görmekte ve öğrenciye bakarken birer müşteri gibi gördüklerini düşünüyorum. (Bu sözlerim küçük yerleşim birimleri için şimdilik geçerli olmayabilir, fakat büyük şehirlerde maalesef benim gördüklerim bu yöndedir. Küçük yerleşim birimlerde ise başka bir trajedi oynanmaktadır, çünkü öğretmenlik mesleğine başlayan ve geçim kaynağı olarak gören genç bekar bayan öğretmenler o yörenin yetkili (erkek) kişileri ve müdürleri tarafından birer metres olarak görüldüğünü anlatılan bir çok hikaye duydum. Bunlar ne kadar doğru bilmiyorum.) Çünkü, normal öğrenim saatleri dışında öğrenciler dershanelere gitmekte, etüt adı altında okullarda dersler verilmektedir. Normal ders saati içinde öğrenci öğrenmekle yükümlü olmasına rağmen, o yükümlülüğünü yerine getirebilmesi için ayriyeten ders almak zorunda. Bu durum ilkokul düzeyine kadar inmiş, birinci sınıflara kadar yayılmış olduğunu yeğenimin okuluna bakarak görmekteyim. Etütlere gitmeyen öğrencilerde dershanelere ya da özel öğretmenlerin olduğu yerlere gitmekteler. (Dershanelere alternatif şimdi başka oluşumlarda oluşmakta, birkaç öğretmen bir araya gelip daha az öğrenci ile butik dershaneler kurmuş gibidir. Tekelleşen dershanelere karşı öğretmenlerin kendilerince çözüm yollarıdır.)

Ülkemizde genel bütçeden pay alan ikinci büyük bütçesi Milli Eğitim Bakanlığına aittir. Bu bütçe ile öğretmenlerin maaşları ve okul masrafları karşılanmaktadır. Öğrencilere kitaplar ücretsiz dağıtılmaktadır, fakat bu kitapların dışında bir de yardımcı kitaplar vardır ki, dışarıdan satın almak zorundadır öğrenci / veli. Demek ki, kitaplar yetersiz ki, yardımcı bir kitaba ihtiyaç duymaktadır öğrenci ya da duyrultulmaktadır. Her kitabın bir de yardımcı kitabı vardır. Veli bu kitabı almak zorundadır, eğer çocuğunun başarılı olmasını istiyorsa! Biliyoruz ki, var olan sınavlarda (orta öğretim, üniversite vb.) okullarda verilen müfredat ile ilgisi yok (gazetelerden izlediğim kadarı ile), dershanelerde verilen derslere göre sorular hazırlanmaktadır! (dershanelerin varlık sebebi de buradan kaynaklanmaktadır!) Öğrenci sınav başarabilmesi için gitmek zorundadır ya da özel ders almak zorundadır!

Veliler toplantısı dershane tavsiye toplantılarına dönüşmüş durumdadır, ‘öğrencinin başarılı olabilmesi için filan dershaneye gitmesi uygundur, okulumuza özel indirimi olan dershaneler mevcuttur’ gibi söylemi de duymak mümkündür! Büyük şehirde çocuk okutmak kolay değildir. Çocuğun sırtında çanta, velinin bütçesinde kamburdur!

Öğretmenin maaşı yıllar içinde azalmıştır, toplum içinde itibarı kaybolmuştur, eskisine göre. Öğretmen günümüzde örnek olan değil, birer ticaret adamı gibi görülmektedir. Okul öğretmeninden daha çok dershane öğretmeni veliler arasında tanınmaktadır.

Okullar öğrencileri oyalama merkezi işlevini görürken, aynı zamanda öğrencilerin birer müşteri olarak görüldüğü alanlar olmuştur! Öğrencinin eğitiminden daha çok önemli olan öğretmenin ne kadar kazanacağı ve okulun döner sermayesine ne kadar çok katkı sunacağı önem kazanmıştır. Okullar birer ticari işletme gibi görülmeye başlandığı günden beri eğitim kalitesi düşmüştür.

Babam ile dostları ziyarete gittiğimizde her zaman konu eğitimden açılır ve dostlar; ‘nerede sizin zamanınızda ki eğitim, hatta bizim çocukluğumuzda aldığımız eğitim?’ diyerek iç geçirirler.

NOT: Yukarıda anlattığım bütün düşünceler ve görüşler benim kişisel düşüncelerimdir. Gerçekler ile ne kadar uygun düşer onu bu yazıyı okuyanlar karar versin. Çünkü bu yazıyı yazarken elimde bilimsel veriler ve kanıtlar yoktu, tamamı ile hisler ve gözlemler ile oluşturulmuştur. Dilimiz döndüğünce, elimiz tuşlara gittiği kadar düşüncelerimi paylaşıyorum, hatta yaptıysam af ola! Öğretmen dostlarımı üzmek ve onları küçültmek gibi bir niyetim yok, onların sayesinde geleceğin Türkiye’si biçim almaktadır. Ben daha çağdaş ve uygar bir ülke özlemi ile gördüğüm sorunları paylaşıyorum, yanlış düşünüyorsam düzeltin lütfen.
5.11.2007

Memurlara bakış…

Aşağıya yazmaya çalıştığım bir deneme henüz bitmiş değildir, o yüzden hep beraber bu konuda düşünelim ve ekleme yapalım, bakalım nasıl bir sonuca ulaşacağız?
Var mısınız bu konuda düşünmeye ve yazmaya, hadi o zaman, yazıyı başladım ve sonucunu siz getirin!
Cem

Memurlara bakış…

Memur kelimesi kökü Arapçadan emredilen anlamından gelirmiş. Memurların tarihi ne zaman başlar? Bu konuda yapılmış bir araştırma var mıdır?

Memurluk kavramı devletin ortaya çıkması ile başladığını düşünüyorum. Modern devlet kavramı içinde memurlar özel konumlara bürünmüş ve işçilerden ayırmak için uydurulmuş bir isimdir. Sonuçta memurda bir işçidir. Emredilen kişidir, fakat zaman içinde konum nedeniyle beyaz yakalı işçilere memur denmiştir.

Modern sosyal devletin kuruluşu sanayi devrimi ile mümkün olmuştur. Almanya dünya tarihine çıkarken, işçileri bir şekilde kategorize etme ihtiyacı duymuştur. Bu sayede işçi sınıfı daha rahat kontrol altında tutulacaktır. Gelişen işçi sınıfı ile birlikte memurlar, sınıfına sosyal demokratların yaptığı ihaneti baştan yapacaktır, çünkü rahat ve çalışıyormuş gibi gözüken işçiler diğer işçileri devlet adına yönetecektir. Memurluk kavramı devlet kurumlarında vardır, özel sektörde memur olmaz.

Devlet kurumlarının işleyişine bakınca memur kavramının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır, çünkü devlette önemli olan devamlılıktır. Ne olursa olsun, şartlar neyi gösterirse göstersin, devlet işleri yürümek zorundadır, o yüzden kritik alanlarda grev veya iş yavaşlatma eylemi dahi yoktur. Devlet en büyük işverendir. İşçisini kategorize ederek çalışanlarını yönetme sanatını en iyi şekilde yerine getirir. Memurluk sıfatını kullanarak, işçiler arası oluşması mümkün olan birliktelik çıkar ve kariyer yüzünden imkansız gibi hale getirtilmiştir.

İyi bir idareci, çalışanlarını bir hedef ve amaç yönünde motive etmesidir. Devlet ise iyi bir idarecidir, çalışanlarını devletin hedefleri yönünde beli bir disiplin altında organize etmekte ve yönlendirmektedir. Devlette önemli olan sürekliliktir, orada amaç ulusaldır. Kişisel çıkarların üzerindedir. Soyut hedefler yönünde çalışanlarını kendisine bağlarken, toplum içinde de statü kazanmalarına ve devleti temsil ettiğine çalışanını ikna etmelidir. Bir çalışan (memur) kendisini devlet yerine koyup, hedefler yönünde karar alması istenmektedir. Bu kararlar her zaman doğru olacak diye bir kaide yoktur, yanlış alınan kararlar, denetleyici memurları sayesinde doğru kanallara sevk edilebilinir. Devlet içinde denetim, kendi içindedir ve süreklidir. Hiçbir memur tek başına karar veremez, kararı belirleyen yılların birikimi olan mevzuatlardır. Memur kurallar içinde çalışan ve kurallar dahilinde düşünebilendir. O yüzden devlet kurumları ve işleyişi çabuk değişemez. Zaman içinde gelişen bilgi birikimine göre değişimler gösterir fakat hızlı olamaz. Kontrol mekanizması işleyişi yavaşlatır.

Memurluk kavramı içinde birey yoktur, işleyişin bir parçası vardır. Kişiler değişebilir, yerlerine hemen o işi yapacak biri hemen bulunur.

Devlet zaman içinde siyasi yöneticiler (iktidara geldikten sonra) yandaşlarına iş bularak bir yatırım alanına dönünce, bürokrasi doğdu. Devletin işleyişi zaman içinde hantallaşmıştır. Bir işi tek kişi yaparken, zaman içinde aynı işi yapan emekçi sayısı artmıştır. Günlük deyişle iktidara gelenlerin yandaşlarını beslediği alan oluvermiştir. Devlet üretici değildir, üretileni aslında denetlemek ve sosyal düzeni korumakla yükümlüdür, fakat sermaye birikimi içinde ulus devlet aynı zamanda üretici olmuştur. Üretim alanları zaman içinde karlı kuruluş olmaktan çıkmış, birer yağma alanına dönüşmüştür. Toplumdaki işsizliği azaltarak, ortada dolanan mayın gibi patlamaya hazır enerjiyi kontrol etme alanı olarak da görmüştür, sanayi ataklarını yaparken. Devlet her şeyi kontrol etmeyi ister.

Günlük dile giren arpalık sözü devletin aynı zamanda yağmalanmasını, dolaylı olarak da toplumun belirli güç tarafından sömürülmesi anlamına gelmektedir. Memurlar zaman içinde topluma yük olmuştur. Toplumun sosyal kamburu işlevini görür hale gelmiştir. Dengesiz ekonomik büyüme sonucu, memurların gelirleri düşmüş, zaman içinde devlet çalışanın maaşını veremez hale gelmiştir. Memurlara ödenen ödenekler devletin en büyük gideri konumundadır.

5.11.2007

Antalya’dan..

Yılmaz Erdoğan. Bu isimi hepimiz biliyoruz sanırım. Tiyatro yazarı, şair, oyuncu. Elinde bir çok yeteneği olan biri aynı zamanda sinema tarihimiz için önemli ilimlerinde yaratıcısı, yönetmeni, oyuncusu.

Antalya’da yapılmakta olan film festivalinde ödül vermek için sahneye çıkar ve izleyicilerden umulmadık bir protesto ile karşılaşır. Laik, çağdaş ve vatansever olduğunu iddia eden elit izleyici Erdoğan’ı alkışlamaz. Bu kesim soyadını karıştırdığını düşünmediniz değil mi? Eğer karıştırıyorlarsa artık onlara ne denir?

Bu izleyici kesimi sadece Hakkârili olduğu için alkışlamıyormuş, öğrendiğime göre. Malumumuz Hakkari’de olaylar olmuş, askerler kaçırılmış ve öldürülmüş durumdadır. Aynı zaman içinde de karşı tarafta büyük kayıp vermişti. İki tarafta canlarını toprağa vermiş fakat ölümler tek taraflıymış gibi yansıtıldı. Her gün haberlerde şu kadar kişi öldü duyuruları yapılmaktadır. Ölenler sanki canlı değil, sanki aileleri yok işte ölmesi gereken bilgisayar oyunundaki bir düşman! Ölümler haberlerde sayı olarak geçmektedir. Ölenler bu ülkenin insanı değilmiş gibi, yabancılaştırılmaktadır.

Bu ülke kürdü, türkü, lazı, çerkezi, rumu, ermenisi, süryanisi… gibi yaşayan her bireyindir. Kültürler bu ülkenin zenginliğidir. Zenginliğimizi yok saymakla yok olmuyor, sürekli ve günlük olarak bir arada yaşıyoruz. Yaşantımızı bozmaya çalışanlarda bellidir. Tek kültürün hakimiyetini savunanlar özeleştirilerini verirken, hala ülke zenginliğini yok sayan anlayışların 9 Kasım’da Almanya’da sinagogları yakan zihniyet ile aynı tarafa düştüğünün farkına dahi varmıyor.

Erdoğan sahneye çıktığında alkışlayanı ve üstelik ayağa kalkanı küçümseyen ve onu aşağılayan bakış atanları kınıyorum. Onlar bu ülkenin mutluluğunu değil, düzenin bu şekilde devam etmesini isteyen küçük bir azınlık olarak görüyorum. Erdoğan, Kürt sorunu karşısında duruşu ortadadır, onun ne düşündüğünü beğenin ya da beğenmeyin kendisini saklamayan ve üretken bir insan.

Bir aydın ülkenin sorunları karşısında ırkçılık söylemlerine teslim olmuşsa, o ülkede gelecek aydınlık olmaz. Aydın bir gelecek için, kişilerin doğduğu ve etnik kimliğine bakarak tavır alınıyorsa, o ülkede aydınlık gelecek Nazilerin geçmişi kadar olur. Tarihten ders almayanlar, kan gölünde boğulmaya mahkumdur. Ben kan gölünde değil, gül bahçesinde bir arada yaşamayı savunuyorum. Yılmaz Erdoğan o protestodan bir şey kaybetmedi, fakat o protestoya katılanlar neler kaybettiklerini iyi düşünsünler.
6.11.2007

Zam yağmuru altında…

Ülkemizde her gün bir zam haberi haber bültenlerinde okumak veya duymak alışkanlık oldu. Günlük gelirimizin artmadığı fakat giderimizin gün geçtikçe artığı bir dönemde haber kanallarında tasarruf haberleri zam haberleri sonrasından verilir oldu. Bu geleneksel bakış açısı yıllardır yapılır, halkımız o kadar büyük bir tasarruf sürecinden geçti ki, yapabileceği her türlü tasarrufu yapmıştır. Şimdi tasarrufun her türlüsünü yapmış olan bu geniş kitleye hala tasarruf nasıl yapılacağını anlatan haberleri bültenlerde görmekteyiz.

Zam yağmuru altında nasıl tepki vereceğini bilmeyen büyük bir kitle Irak'ın bütünlüğünün nasıl devam ettirilebileceğini günlük konuşmalarında konuşmaya devam ediyor. İstanbul şehrinde verilmiş olan haklar belediye meclisi tarafından tek tek alınırken, kısa bir homurtu çıkıyor olmasına rağmen, günlük konuşmaların içinde küçük bir yer tuttuğunu düşünmekteyim. Nasıl oldu da ekonomik giderlerin bu kadar arttığı dönemde tepkisiz kalınmaktadır?

Zam yağmuru altında sessiz çoğunluk günlük yaşamının daha da kötüye gittiğini bilmiş olmasına rağmen nasıl oluyor da sessizlik içinde kalarak yapılan zamanlara hemen alışmaktalar?

Acaba zam verenler geniş kitlelere başka olanaklar mı verdi? Ya da soruyu farklı bir şekilde dönüştürürsek, döner sermayeden acaba faydalananların oranı nedir? Kuru bir maaş yeterli olmadığını mantıklı düşününce zor olduğunu kabul ettiğimde, maaşa destek veren bir başka kaynağın varlığı hemen kabul görür!

Eskiden yani feodal ilişkilerin hakim olduğu dönemlerde geniş ailenin vermiş olduğu destekler ile zamlar karşısında sessiz kalınmayı ve kızgınlığını içinde yaşayan bir kalabalıktan söz edilebilirdi, fakat günümüzde çekirdek ailenin dahi parçalanma süreci yaşandığını genel kabul gördüğünü kabul ettiğimde, bireysel tepkilerin güvensizlik nedeniyle bireyin iç çatışmanın ve isyanı yaşadığını düşünmekteyim. Tek tek bireylerin verilen bu zamanlar karşısında isyanları içsel yaşadığını ama küçük bir grup içinde sesli olarak düşüncelerini ifade etmesine rağmen bir araya gelerek protesto etmemelerini nasıl açıklarsınız?

Zamlar karşısında acaba sen nasıl bir tepki vermektesin?
9.11.2007

Almanya’da tevelere bakarken düşündüklerim…

Almanya’ya geldiğimde bir şeyi fark ettim, alman teveleri programları insanı yormuyor Türkiye’deki teveler gibi. Yorulmadan izledim, ses düzeni normal ve her kalanda aynı ses ayarı yapılmış. Kanallar arası dolaşırken dahi sesleri indirip veya yükseltmiyorum. Seslerde bir standart tutturulmuş olduğunu gördüm.

Almanya’daki teveler programları içinde tevelerin yayın politikasına göre yapılandırıldığını gördüm. Rekabet için bir programın benzeri yerine farklı bir alanda farklı bir açıdan seyirciye yaklaşmayı öne almışlar. Her seyirci aynı şeye karşı ilgi duymak zorunda değildir. Kanallar yayın politikalarını kendi istedikleri seyirciyi yaratma üzerine kurmuşlar. Her kişiye seslenmeyi ve daha çok genele seslenme yerine belirli bir kriterlere uygun seyirciyi kendi politikaları içinde belirlemişlerdir. Seyirci için teve yerine, seyircisini yaratan teve öne çıkmıştır. Kültür kanalları sadece kültür olaylarını ve görsel malzemeleri öne çıkarırken, bulvar gazetecilik gibi çabuk tüketilen ürünleri kendilerine temel alanlar daha çok popüler programları öne çıkmaktadır. Son dönemde üretilmiş ve geniş kesimlerin ilgisini çeken magazin programlar ve sinema ürünleri bu kanlardan izlemek mümkündür. Çocuklar için ayrı kanallar mümkündür. Onlarında hangi yaş sınırı aralığına hangi saatlerde sesleneceği belli olan programlar önceden planlanmış ve üretilmiştir. Kanal programında görebildiğim kadarı saniye sapma olmadan başlamakta ve bitmektedir. Aileler hangi saatlerde hangi programın oynandığını bildiği için çocuklarına o saatler arası izleme izni vermektedir. Yani programların başlangıç dakikaları tesadüflere bağlı değildir. Açıklandığı dakikada program başlamaktadır.

Avrupa bir birlikteliğe doğru gitmektedir, doğal olarak ülkeler arası kanallarda vardır. Ortak yayın yapan ve kültürlerin birbirlerini daha iyi anlayabilmesi için çok dilli ve seçme olanağı olan yayınlar yapmaktadır. Aynı görüntü üzerinde iki ayrı ses seçilebilmekte, isteyen istediği dili kanallar üzerinden seçme olanağına sahiptir. Seslendirme çok önemlidir, en ufak ayrıntıya dikkat edilerek ve orijinaline olabildiğince benzer sesler kullanılmaktadır. Genelde Amerikan filmleri ve dizilerinde bu ses uyumuna dikkat daha çok ilgimi çekti. Filme bakarken zaman zaman orijinal sese dönerek izlediğimde ses dalgalarında değişim sadece dilin kendine özgü ayrılığı olarak gördüm, diğerleri müthiş bir şekilde benzer olduğunu hissettim. Kapı gıcırtısından tutunda, ayak sesine, su sesinden ağacın hışırtısına kadar her küçük ayrıntı dikkate değer bir şekilde yerlerini almıştır.

Alman teveleri seyircisini oluşturmadan önce, politikasını ve perspektifini iyi bir şekilde düşünüldüğünü hissettim. Uygulamada para buradan geliyor yayın çizgimizi oraya döndürelim diye düşünmeden karar verilmiş politika ve perspektif yönünde tavizsiz bir şekilde yayınlarını sürdürmekteler. Kolay para kazanma yönünde ve izleyicisinden para kazanma yönünde düşünceleri yoktur. (Alman kanallarının yayınları içinde aşağıdan sms numaraları dönmemektedir.) İzleyicisinden para kazanmak için; gece geç saatlerde yayın saati kiraya vermekte ve telefon ile katılımı özendiren basit sorular sorarak, izleyicisini telefonlara sevk eden programlar olmaktadır, fakat bu programlar dışarıdan ve birden çok kanal için yapılan programlardır, aynı anda birden çok kanalda yayınlanmaktadır, teve kanalı ile ilgisi yoktur. Uzun süreli reklam kuşağıdır. Ölü saatlerde kanal para kazanmakta hem de birden fazla yönü ile çünkü uzun süreli yayın dönemi içinde program üretmiyor, aynı zamanda kanalda daha az insan çalıştırmaktadır. Gündüz kuşağı boyunca yayınlarına uzun süreli reklam almamaktadır. Reklamlar arası programlarda izlenmemektedir. Bizdeki kadar ucuz reklam yayınlamıyorlar. Mahalle bakalı ulusak kanallara reklam veremez.

Türk kanalların Avrupa için yapmış oldukları yayınlarda uzun süreli reklamlar daha öne çıkmakta, program içinde reklamlar ile seyirciyi daha da uzaklaştırmaktadır. Avrupa’da yaşayanların sorunlarına eğilme yerine, daha çok magazin boyutu öne çıkarılan ve gerçeklerin dışında farklı bir dünya yansıtılmaktadır. Avrupa’ya yönelik yayınlara bakınca Avrupa güllük gülistanlık gibidir. Cennetten yayın yapan teve kanalları gibidir. Devletin eskiden bakış açısı hakimdir. Döviz getiren gurbetçi, şimdi Türkiye’deki kanalların Avrupa yayınlarına döviz akıtan gurbetçi olarak görülmektedir. Yayın kaliteleri çok kötüdür, ses düzeneği yoktur. Kumanda aleti elde olmadan kanallara bakılamaz gibidir, her değişen programda ses düzeyi farklı olduğundan ya sesi açmak ya da sesi kusmak zorunda kalınıyor.

Avrupa’da yaşayan biri elbette kendi dilinde Avrupalı kanallar kadar kaliteli yayın bekleme hakkımız olmasına rağmen, bunun olma olasılığının çok düşük olduğunu düşünüyorum. Çünkü kanlarlımız kısa yoldan daha çok para kazanmaya çalışmaktadır. Teve kanalları bir ticari kurum ama her şeyden de para kazanmak zorunda değildir.
10.11.2007

Köln’de bir an…

Tarih dünyanın her yerinde farklı algılanır ve gelişir. Her insan yaşadığı anı farklı yorumlar, fakat tarih kitaplarına girdiğinde yaşadığı günler, itiraz pek etmeden kendi anıları içinde yorumlar.

Almanya tarihi içinde RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) önemli bir yer tutar. Batı Almanya içinde örgütlenen RAF, amaçları yönünde değişik eylemlerde bulunmuştur. Almanya içinde bir kesim tarafından desteklenen eylemleri, ses getirici olmuştur. Sesin geldiği yerde sempatizanlarında olması doğaldır. Almanya’nın tarihi içinde en kanlı eylemler bu sesin etrafında olmuştur. Her iki taraf önemli canlarını toprak ile buluşması ile sonuçlandı. Almanya hapishaneleri birer Nazi kampları gibidir, giren bütün dünyadan soyutlanır, tek başına ve küçük bir hücrede yaşamak zorundadır. Bu durum içinde yaşayanların başlarına neler geldiğini kimse bilemez, sadece tahminlerde bulunulur. RAF üyeleri bu tecrit odalarında ölü bulundu, birçoğu değişik hastalıklara kapıldı. Tahliye olanlar yıllardan beridir sağlık sorunları ile uğraşmaya devam etmektedirler.

Köln şehri Almanya tarihi içinde önemlidir, çünkü birçok RAF eylemleri bu şehirde olmuştur, doğal olarak taraftarları da buradadır. Yönetici kadroda da olmazsa taraftarları bu şehrin yapısını belirleyendir. Kavganın şehridir Köln! Buradan dünyanın değişik cephelerine emperyalizm ve kapitalim ile kavga etmeye gitmişlerdir. CHE sonrası modern CHE’dirler. RAF değişen dünya içinde kendisini feshetmiştir. Acılar çeken ve dramların yaşandığı bir kuşak kalmıştır geriye. 68 süreci RAF’ın dağılması ile noktalanmış, yeni bir süreç açılmıştır.

RAF dağıldıktan sonra taraftarları neler yapmaktadır, çünkü gelecek beklentileri dağılma ile bitmiştir. Yeni beklentiler ve yeni ilişkiler yaşamın içinde onları beklemektedir. Cezaevinde olanlar dışarıdaki gelişimleri kaygı ile izlerken, çaresizdirler. Dışarıdakiler ise yeni koşullara uygun olarak yaşamlarını kurgulamak zorundadır. Bir bölümü sosyal kurumlarda ve derneklerde çalışmaya başladı. Bir bölümü yurtdışında yaşamlarını kurdu. Kendi inisiyatifleri ile dünyanın değişik yerlerinde savaşlara militan olarak katılıp oralarda öldüler ya da yaralandılar.

Köln’de yaşamayı seçenler ise birbirleri ile iletişimlerini kesmediler. Bir arada, zamanın olmadığı sohbetler içinde buldular. Geçmiş her zaman günün içinde yaşamaktadır, yeni sorumluluklar içinde yaşamları yeniden düzenlenmiş, bir bölümü evlenmiş ve çocuk sahibi olmuşlardır. Toplum dışında, işgal evlerinde alternatif bir yaşamı seçmiştir, elinde fırsatı olanlar. Günlük yaşam insanın üzerine etki bırakır ama kimse acı duymaz!

Uzun süre cezaevinde yaşadıktan sonra özgür olan biri, evlenmiş ve çocuğu olmuştur. Bir kurumda yönetici olmuştur. Fakat biliyor ki devlet hiçbir zaman kendisine güvenmiyor ve izlendiğinin bilincindedir. Attığı her adıma dikkat eder. Sabahları evinden çıkar genellikle, sıcak ekmek almak için ekmekçiye gelir. Ekmek almak amacıyla gelmiştir, fakat o an, bir eski arkadaşını görür ve ekmekçide uzun bir sohbete dalar. Arkadan bir çocuk gelir, baba ekmek getirecektin, masada seni bekliyoruz der. Baba irkilir, ekmek alacağını ve oraya neden geldiğini unutmuştur. Çünkü o zamanı ‘içeride’ kaybetmiştir. İçeride zaman yoktur. Tek başına yaşamıştır, konuşmaya hasrettir. Sohbet, ekmek kadar önemlidir. Sanki ekmekçiye sohbet için gelmiştir. Amacını unutmuştur, eski bir arkadaş zamanı durdurmakta ve o anki amacını unutturmaktadır.

Köln şehrinde yaşanan bir anı yazmaya ve tarihi bilgiler eşliğinde sunmaya çalıştım. Tarih içinde suçlu aranmaz, yaşanması gerektiği için yaşanmıştır her şey diyerek açıklanabilir miyiz? Bizim de tarihimiz dışarıdan acaba nasıl görülüyordur?
14.11.2007