26 Ocak 2008 Cumartesi

Ergenekon üzerine…

Ergenekon üzerine…

Devlet bir operasyon yapar, İsim ile anılır sonrada. İsimler öylesine ve tesadüfen konulmaz, olayların iz düşümü gibidir. Bugünlerde operasyonlar arka arkaya ve her yönde olmaya devam ediyor. Bir şeyler ortaya çıkıyor gibi gözükmesine rağmen, operasyonlar aynı zamanda açılması mümkün olanlarında kapanması anlamına gelmektedir. Her açılma yeni kapıları çağırır, fakat her kapı açılmaz. Açılmayanların kapılarda başka olaylar olmaya devam eder, işler daha da karmaşıklaşır.

Ülkemizde devlet dışında örgütlenmeler her zaman var olmuştur. En büyük örgütlenme yasal kulvarları kullanarak yapılandır. Yasal olarak örgütlenen ‘gladyatör’ (NATO örgütlenmesidir ve her NATO ülkesinde vardır.) örgütlenmesi ülkemizde yeteri kadar açıklanamamıştır, onun için değişik isimler ile anılır olmuştur. Kontrgerilla ve derin devlet kavramı bu yasal örgütlenme üzerine verilen isimlerdir. Onlara yönelik davalar açılmıştır, fakat kendini koruyan yapısı gereği davaların ulaşabileceği belgeler kısıtlıdır. Açılır ve zaman aşımından ya da yeterli delilin açığa çıkmaması yüzünden davalar düşer. Davaların düşmesi bu tip yapılanmaların sona erdiği anlamına gelmez, onlar varlıklarını yeni duruma uygun olarak ve yeniden biçimlenerek devam ettirir.

Ergenekon adı verilen operasyona ilişkin düşüncelerim Susurluk operasyonuna yönelik yapılanlar ile aynı olduğunu düşündüm. İkisi birbirinin devamı gibidir. Ortak payda devlettir. Devletin birliği tehlikede görenler gerek yurt içi ve gerek yurt dışında yaptıkları eylemlerdir. Hukuki bir tarafı yoktur, olmuş olsaydı dava açılmazdı haklarında. Devlet elini kirletmeden işini başkalarına havale ediyor izlenimi vermektedir. Devlet burada suçsuz gibi durmaktadır. Bunlar kendileri yan yana gelmiş bir takım insanlar gibi algılanıyor, fakat açılmayan kapılardaki geçmişlerinde acaba öyle mi?

Kapılar kapalı kalacaktır, çünkü her kapı açılmasına izin verilmeyecektir, devlet sırrı bir yere kadar açıklanır, sonra üzeri örtülür. Bizim her kapıyı açacak elimizde anahtar yoktur, sadece tahminlerimiz ortada dolanır ve bir süre sonra bir balon gibi söner gider. Bir daha ki yapılacak operasyona kadar.

Hile ile yenilmiş bir halkın yeniden doğuşunu anlatan destan ismi verilmiştir bu son operasyona. Destanda anlatılan yer dağların arasında kuş uçmaz kervan geçmez yerdir. Dağda bir yol açılır ve orada onları ekleyen bir kurt vardır. Kurt onlara o uçurumların olduğu yerden aşağıya inecek yolu gösterir ve yenilen bir halkın doğuşunu anlatır. Buna benzeyen destanlar değişik halkalarda da vardır. Anımsayalım Roma’nın kuruşunu, Almanların Aral dağından Avrupa’ya geçişini anlatan destanlar. Birbirine benzeyen destanlar değişik halklarda söylence olarak vardır.

Birbirinden bağımsız olarak yapılan operasyonlar ülkenin değişik şehirlerinde devam etmektedir. Bu sayede devletin gücü düşmana ve dosta bir kez daha gösterilir. Devlet güçlüdür ve kendisine karşı yapılacak her etkinliği bilmektedir denmektedir. Fakat ne yazık ki, yapılan bu operasyonlar sonunda olaylar bitmez ve kanlar ülke topraklarını sulamaya devam eder.

Sonuç olarak operasyonlara isimler verilmeye devam edecektir. Ülkemizde gerçek anlamda her kapının açıldığı bir sonuca ulaşmamız zor, çünkü karmaşık ilişkiler bu ülkenin yapısına o kadar sinmiştir ki, o karmaşık ilişkiler içinde insanın kafasının içinde net olarak sonuçlara ulaşılsa da hukuk kuralları içinde zordur. Gerçek karar verenlere ulaşamayacağız, tetikçilerin zaman içinde yapılan olaylar ile ele geçmiş olması, olayların sonlanması anlamına gelmemektedir. Karmaşık ilişkilerin ortaya çıkası demek, devletin yeniden yapılanması anlamına gelmektedir.

Devletimizin yeniden yapılanmasına hazır mıyız?

26. Ocak 2008

24 Ocak 2008 Perşembe

Bulutların arasından…

Bulutların arasından…

Gökyüzünün içinde insan ne zaman dolanmıştır ilk defa, ne duymuştur? Uzun bir yolculuğun içinde gökyüzündeydim, bulutların yeryüzünde pamuk gibi dağıldığını gördüm. Bulutların üzerinde her an buluta basacak gibi gitmek farklı bir duygu. Bulutların üzerinde yaşam sessiz ve hiçbir şey yok gibi. Sadece boşluk ve uzayın sonsuzluğunun verdiği bir duygu.

Gökyüzünde uçan bir uçağın içinden pencereden bakarken, tarihin derinliklerinde yatan birçok kahramanın bu duyguları yaşamadığını biliyorum. Kahramanlar yeryüzünde olur, gökyüzünde yaşamın sessizliği hakimdir.

Sabahın erken saatlerinde İstanbul sokakları boştur, in cin top oynar derler ya, aynen öyledir. Sessizlik gün ışıklarının yeryüzüne yansımasına yakın bozulur. Sokak kalabalığın ve düzensizliğin içinde yok olur. Sokaklar yerleşim birimlerinin oluşması ile oluşmuştur. Komşunun kapısının açıldığı yerdir, paylaşım alanıdır, şimdilerdeki gibi değnekçilerin hakim olduğu yerler değildir. Sokakların paylaşıma açık olduğu dönemden, korkunun ve belirsizliğin hakim olduğu döneme geçtik. Sokakların cıvıltısı yoktur eskisi gibi, daha çok egzoz kokuları arasında bir gürültü vardır.

İki bulutun arasında giderken, uzayın derinliklerine bakmak istedim, gözümü en uzak noktaya diktim, baktım sadece bir dönencenin sınır çizgisini gördüm. Bir yerlere yağmur yağıyordu, yeryüzünde zaman zaman kar beyazlığını da gördüm. Bulutların arasından yeryüzünü görmek insanın ufkunda başka pencereleri de açıyor. Küçük kavgaların, sokakta yer kapmacanın, iş koşturmacısı arasında sevdiklerinden uzak yaşamın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyor insan. Kıyıya yakın bir kayalığa tununmuş bir deniz kestanesinin yaşam mücadelesini izlemek gibi, uzaktan bakmak yaşantımıza.

Haberlere baktım bugün, çatışma ve ölümler hakimdi bültenlere. Ölümler hep var olmuştur yeryüzünde. Yaşamın olduğu yerde ölüm kaçınılmazdır, yoksa yaşamın anlamı ortaya çıkmazdı. Anlam kazanmak için ölüm mü gerekli. Bir insanın çatışmada öldürülmesi bir anlam mı kazandırıyor? Bir ideolojinin anlam kazanabilmesi için ölüm şart mıdır? Ölüm kahraman mı yaratıyor?

Bugünlerde ölümler gündemi değiştirmeye devam ediyor, uzayın sonsuzluğunda bir anlamı var mıdır? Tarihin sayfaları içinde yaşanmış toplumsal olaylarda ölümler tarihin çizgisini değiştirmiş midir? Dönemsel zaman birimlerinde evet, tarihin çizgisi değişmiştir. Fakat öldürenin de hakimiyeti uzun sürmemiştir, tarih çizgisi içinde. Dünyanın büyük topraklarına hükmedenlerden kim ayakta kalmıştır? Brutüs elleri kanlı olarak tarihteki yerini korur, eli kanlı birini öldürdü diyerek ellerinin kanı temizlenmemiştir. Ölüm ölümü davet eder, tarih bunun izleri ile doludur.

Gökyüzünde bulutların arasından geçerken uçak, içinde ben bulutların grisi içinde yaşamın içindekilerin anlamsızlığını düşündüm. Benden önceki kuşak için benim yaşadıklarımı yaşamak belki çok zordu, o günkü teknoloji içinde parası bol olan biri yaşayabilirdi. Şimdi sıradan biri olarak ben bulutların arasından geçen bir uçağın içinde yolcu olarak durmaktayım. Tıpkı yaşamın içinde bir yolcu olduğum gibi.

24 Ocak 2008

20 Ocak 2008 Pazar

İstanbul’u geziyorum, gözlerim kapalı!

İstanbul sokaklarında gezin, Türkiye’yi gezmiş gibi olursunuz. Bütün çarpıklığı ile Türkiye İstanbul’a sığmış gibidir. İstanbul demek Türkiye demektir. Bütün renkleri, bütün dilleri bu şehrin içinde bulmanız mümkündür.

Bazı semtleri ortaçağı yaşamaktadır. Modern İstanbul görüntüsü olan duraklar, alman ve amerikan firmalarının logosunu taşımaktadır. Bir Avrupa şehrinde karşılaşacağınız duraklara burada rastlamanız sizi şaşırtmaz. Otobüs duraklarında bulunan bilbordlardaki reklam afişleri ilginizi çeker, çünkü ışıklandırılmış ve modern bir görünüm sergiler. Standardı bellidir. Oraya parasını veren reklamını astırır. Genelde büyük firmalar oralara reklamlarını vererek kendi müşterisini yaratmaya çalışır. Modern dünyaya açılan bir kapı gibidir bu reklamlar. Yaşam sokakta daha farklıdır, oradaki yaşam daha farklıdır. Bu farklılık yüzünden olacak bu bilbordlardaki kadın fotoğraflarının üzerine kendilerince sansür uygulayanlar çıkmıştır. Camları kırmak yerine "Ahlak Maneviyat Tahribatına Hayır! Edep Ya Hu" diye yazı bulunan çıkartmalar yapıştırmışlar.

Yazının içeriğine bakarak kimler tarafından yapıştırıldığını ve hangi semtlerde görüldüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu mesaj reklam verene değildir, reklamı tüketenedir. ‘Bakın burada biz varız, o reklama bakarak o şekilde davranmayın!’ diye uyarısını yapmaktadır. Kendi kafasında oluşturmuş olduğu yaşamı dayatmaktadır. Mahalle baskısı otobüs duraklarında yazılı olarak durmaktadır.

İstanbul semtlerine göre yaşam tarzları oluşmuş gibidir. Sokaktaki yaşam ve büyük alışveriş merkezlerinde (özel korumalı semtler ve siteler dışında) yaşam olarak ayrılacak kadar keskindir. Özel korumalı ve dünya ile bağlantısını koparmış büyük alışveriş merkezlerinde daha çağdaş görünüm hakim olurken, Mısır Çarşısında Avrupalı turistlerin dışında buralı başı açık, modern kıyafetler içinde kadını görmeniz zor gibidir, çalışan kadın dışında elbette.

Kadının toplum dışına iteklenmesi karşısında, kadının da direnişini görmekteyiz. Gericiliğin kök saldığı semtlerde kadın çarşaf altına zorlanırken, çarşafın modern siyasi yorumu türban ile direniş gösterdiğini düşünmekteyim. Çarşafa karşı türban. Sanki ortaçağda yapılan bir mücadele gibi geliyor değil mi? Yaşanan zaman dilimi ortaçağ değil, çünkü ortaçağda türban yoktu. Şimdiki zamandan bahsediyorum. Modern yaşamın getirdiği kıyafetler ile sokakta dolaşmak gün geçtikçe zorlaşıyor gibidir. Modern kıyafetlerin üzerine eğer türban takarsanız, modern kadın gibi özgür davranırsanız, istenen kadın profiline ulaşmış oluyorsunuz.

Üsküdar sahilinde kız kulesine karşı oluşturulmuş platformlarda, el ele göz göze türbanlı genç kızlar ile genç erkekleri görmek yadırgatıcı olmasa gerek. Erkeklerin kıyafetlerine baktığımızda varoşlardan geldiğini düşünebilirsiniz. Varoşların çocukları kaçamaklarını kız kulesine karşı yaşıyorlar gibidir. Çarşaflı kadını orada göremezsiniz, fakat türbanlı genç kızlarımızı modern kıyafetler içinde, kendine güvenen yürüyüş içinde görebilirsiniz. Daha özgürdür, hareketleri serbesttir. Erkek arkadaşı ile öpüşmekten dahi çekinememektedir. Romantik saatlerini türban takarak daha özgürce yaşamaktadır, ailesinin gözlerinden uzakta.

Türban takanlar hem batı tarzı yaşama karşı duruşlarını ortaya koymaktalar hem de ortaçağ görünümü olan çarşafa karşı direnişi göstermektedir gibidir.

Siyasi bir sembol olarak kullanılan türban başka anlamları da içinde barındırdığını düşünüyorum. Türban takarak çalışma yaşamı içinde olanlar, patronları istediği için değil, kendi istedikleri için taktıklarını tanıdıklarımdan biliyorum. Fakat işverenlerinde yeni düzen içinde sekreterlerinin türbanlı biri olmasını da istediklerini saklamamak gerek, özellikle devletten ve belediyeden ihale alanlar için. Dış görünüş önemlidir ve her döneme de uyulur. Çalışan kadın türban taktığında daha özgürdür, çünkü cami imamına göre (ki geçenlerde bir yerde vaaz verirken cemaatine açıklamıştı) çalışan kadın kötü kadındır, kötü yola düşmüştür! Kötü yoldan çıkmak için kapanması yeterlidir, Allah herkesi affeder! Türban tak rahat et!

Türban modern İslam’ın bir dış görünüşüdür. Eski sembollerin yerini almıştır. Çarşaf iticidir ve siyahtır. Muhafazakar kadın tercihini çarşaf yönünde değil, türban yönünde kullanmıştır. Modern çizgilerin hakim olduğu lüks tüketiminin yolunun açık olduğu bir yaşam tarzıdır. Kapitalist rejim altında yaşamaya uyumludur. Boyun eğen bir yaşam yerine göreceli olarak daha özgürcedir ve batıya karşı duruşu simgeler, fakat batı gibi yaşamayı da ihmal etmez. Türban çağımızın çelişkisinin yaşandığı bir görünümdür.

Türban takanlar, gerçekten İslam’ın emri olduğunu düşündüğü için takmış olabilir. Siyasi bir sembol olarak görmüyordur, fakat günümüzde bir siyasi sembol olmuştur. Türbanı siyasi simge olarak görenler, iktidara gidiş için bir araç görmeye ve kullanmaya devam ediyorlar. Sembolü takanlar değil, sembolü kullananlar iktidardadır. Sembollerini de yanlarından ayırmadan.

Çarşaf giyenlerin yanlarındaki beylere bakıyorum, onlar modern kıyafetler içindeler. Sokakta tek başlarına veya grup olarak dolaşan tarikat kıyafetlilerin yanında da kadın görmüyorum. Onlar sanırım eşlerini kafeslerin arkasında bırakıyorlardır. Çelişki yaşamın ayrılmaz parçasıdır.

Modern Türkiye’nin en büyük şehrinden bana yansıyanları paylaşayım dedim, farklı bir pencereden bakarken. Modern zamanı mı yaşıyoruz, yoksa fatih’in İstanbul’u fetih ettiği zamanı mı? Acaba o zaman dilimi bugüne göre daha mı moderndi?

İstanbul rüyaların hakim olduğu şehirdir, evren farklı aksa da İstanbul’da yaşam çok farklıdır. İstanbul’u geziyorum gözlerim kapalı.

20.1.2008

Dink’i bir yıl sonra da unutmadık.

İstanbul, 19 Ocak günü kışın takvimdeki yapraklarına inat güneş gökyüzündeydi. Yeryüzü güneşin etkisi ile ısınırken, ayaz havada kendisini hissettiriyordu. Taksim meydanına giden yoldaydım, istiklal caddesi üzerinde. Oraya büyük kaldırımlar caddesinin nefes kesen yokuşundan gelmiştim, Karaköy’den.

Kan lekesi silinmez. Düştüğü yerde isyan edercesine durur. Bir Ermeni aydını Hrant Dink vücudu yeryüzünde yatarken, düşünceleri ve yazdıkları evrenin sonsuzluğunda yerini alıyordu.

Ötekine duyulan öfke kurşun olmuş, vurmuştu yaralı güvercini. Yaralı güvercin Agos gazetesi önünde duruyordu, yeryüzü kan ile kaplanmıştı, uzaktan sari gelin ezgileri duyuluyordu. Üzeri küller ile örtülen ateş, yeniden yeryüzüne doğru alevini yaymıştı. Yeryüzü alevdi, sessizlik içindeydi her şey. 14:58 saatlerin durduğu andı. Alev sessizliği yok etti ve bir aydın insan sonsuzluğa yolculanıyordu. Dostları onu bir yıl sonra sessizliğin yok olduğu saate anıyordu, sessizlik içinde. Onu yolculuğa uğurlayan ezgi ile.

İstanbul kış gününü yaşıyordu, yeryüzü siyah ile kaplıydı. Kar yoktu, güneş gökyüzündeydi, fakat yeryüzü siyah olmuştu. Dostları onu anmaya gelirken siyah kıyafetler içinde, siyah beyaz yazılar içinde duygularını yansıtıyorlardı. Yasın rengi siyahtır. Yeryüzü siyahtı.

Siyahın hakim olduğu alana yürüyerek gittim. Taksim meydanından Şişli yönüne doğru yöneldiğimde birçok tanıdık yüz gördüm. Bütün yüzler Hrant olmuştu. Göğüslere takılan resim yüzlerdeki ifade aynı gibi geldi. Meydana vardığımda her bir katılımcı Hrant Dink olduğunu gördüm. Hepimiz Hrant’ız derken gerçekti. Yolda her karşılaştığım dostumun adı Hrant olmuştu. Yolda yürüyerek gittim, geçen senekinden daha kalabalık olmalıydık, çünkü bir yıl sonra öldürenler anlamalıydı, öldürmek çözüm değildir. Bir ölür bin geliriz!

Tarihin karanlık sayfalarında kanların isyanı sürmektedir, çünkü katilleri (gerçek) henüz yakalanmamıştır. Tetiği çeken değil, tetiği çektiren suçludur asıl olarak! Tetiği çekende kurbandır aslında. Kurbanların özgürce dolaştığı bir ülke konuma geliyoruz, çünkü faili meçhul cinayetlerin henüz ortada durmaktadır. Cinayetler hala işlenmeye devam ediyorsa, hiç birimiz güvende değiliz, çünkü nerede ve ne için geldiği belli olmayan bir kurşun havada özgürce hareket etmeye devam ediyor.

Irkçılık kan ile beslenir. Irkçılığın yükselmesi için katil kurbanlar bulunur ve kanlar ile ırkçılık beslenilir. Bir süre sonra ırkçılık normalleşir. Çünkü toplum ırkçı olur, tıpkı 1933 yılında Almanya’da olduğu gibi. Farklı düşünen ve farklı kültürden gelen öteki olur ve yok edilmesi gereken bir hedeftir. Hedefin insan olduğu unutulur. Bir madde olarak düşünüldüğü için, duygusu olduğu unutulur. Fırına giden bir ağaçtır, mezbahaneye giden bir koyundur ırkçının gözünde. Öldürmek sıradandır. Bir şeyi yeryüzünden temizleyerek temiz toplum gerçekleşebileceğine inanır. Irkçılar kan ile beslenir. Öteki ise değersizdir.

Halaskargazi caddesi üzerinde saygı duruşundan sonra yeniden binlerce Hrant ile birlikte Taksim yönüne doğru yürüdüm. Hrant’ı bir değer olarak gören ve ona sahip çıkan binlerce insanla birlikte aynı duyguları yaşadım. Irkçılara inat farklılıklara rağmen bir arada yaşamı savunan binlerce insanla taksim meydanına doğru yürüdüm.

Gökyüzünde güneş etkisini kaybetmişti, yeryüzünü ayaz dondurucu etkisini iliklerime kadar hissettirmişti. İçimdeki yaralı güvercin bir yıl sonrada oradaydı. Taksim meydanı bir Türkiye gerçeği ile duruyordu. Oradan İstiklal Caddesine kalabalığın arasına kendimi bırakmıştım. Karanlık yeryüzünü kuşattığında kalabalık arasında yalnız olmadığımı hissettim. Unutturulmak istenenler unutulmuyordu. Dink’i bir yıl sonra da unutmadığımızı yaşayarak gördüm.

19.1.2008

Irkçı doğulmaz, ırkçı olunur!

Çamuroğlu üzerine yapılan bir açıklamadan duyduğum rahatsızlığı paylaşmak istedim. Reha Çamuroğlu durduğu nokta ne olursa olsun, onun etnik kökü beni ilgilendirmiyor. Kendisini alevi olarak görmekte ve alevi inancı üzerine çalışmalarda bulunmuştur. Siyasi tercihi sağ bulvarda yer almak üzerine oturmuştur. Onun ile siyasi mücadele zemini, o zeminin koşulları ortadadır ve o koşullarda düşünceler çatışmaktadır. Etnik kökü önemi yoktur. Düşünceler ve çözüm yolları ortaya konur, o konu üzerinde tartışılır. Bugüne kadar yapılanda bu yönde olmuştur. Fakat Cemal Şener açıklamasını okuyunca irkildim. Çamuroğlu alevi değil, ermenidir açıklaması yapmıştır. *

Alevi bir inançtır, ırk değildir. Onu ayıracak kadar okumuş olduğu yazarın yaşam öyküsünden okudum. Irk ile İnancı karıştıracak kadar gözü karadır. Sırf düşmanı karalamak için her türlü yolu mubah görür, fakat çamur atarken kendi çamurunu ortaya sermiştir. Alevi inancı içinde bu şekilde davrananlara ne denir? Alevilikte en önemli kurallardan biri diline hakim olmaktır. Diline hakim olamayan ve ırkçı davranışı ile alevi olunamayacağını bilmesi gerekir, çünkü alevi inancı içinde ırk ayırımı yoktur, ceylan ile aslanı bir kucakta tutmaktır esas olan. Ayrılıkları olduğu gibi kabul ederek çok kültürlülüğü kabul eder. Ermenidir açıklaması ile kendisince Ermenileri ötekileştirmiştir. Kişinin kökeni isterse Ermeni olsun, ister Yunan olsun eğer kişi kendisini alevi olarak görüyorsa alevidir. Mahzuni bir ‘alevi’ olarak ölmüştür, alevi topraklarında sonsuzluk uykusundadır.

Alevi doğmuş olmak alevi olarak yaşanacağı anlamına gelmez. Alevi öğretileri dışında davranış gösterenler alevi olup olmayacağına kişi kendisi karar versin. Cem toplansın, cem’de karar verilsin. Ulemalar gibi fetva vererek Alevilik içinde olunup olunmayacağına karar veremez kişi. O Ermeni’dir diyerek güya kendisince dışlıyor ve küçümsüyor. O dışarıdan gazel okuyan bir kişi, bizim iç işimize karışamaz demektedir. Kendisinde o hakkı görmektedir, ırkçı bir düşünce ile.
(Alevi olmak için Kürt, Türk ve Arap olmak gerek sadece sanırım. Diğer halklar alevi olamaz!)

Kişilerin etnik kökenine bakmak ne zamandan beri solcuların işi olmuştur? Gobels ile içki mi kaldırdılar aynı sofrada?

Irkçılar genel olarak bütün kötülüklerin nedeni olarak Yahudileri görür. Bazıları da Ermenileri. Onlar yok edilmesi gereken birer asalaktır ve toplumun kanser hücresidir. Kanser uru bulunuyorsa, onu bıçak ile yarıp içinde ki pisliği dökmek gerekli olduğuna inanılır. Kendilerince yaptıkları da budur. 1938 yılında Dersim bölgesinde de aynı anlayış ile neşter atılmıştır.6 – 7 Eylül’de de aynı düşünce yapısı ile dükkanlar yağmalanmıştır, sokaklarda yakalananlar linç edilmek istenmiştir. Varlık vergisi ile ellerindeki mal varlıkları alınmışlar tarihin sayfalarında durmaktadırlar. Bunlar bizden olanlar, evrensel köyümüzde Almanya tarihi tüm açıklığı ile ortadadır. Hitler, Yahudi ırkını Almanlardan temizleme operasyonu gerçekleştirmek için her türlü yöntemi kullanmıştır. Amerika’da yerlileri beyaz ırkın kölesi yapma mücadelesi, onların topraklarının tamamı ile yok olmasına neden olmuştur. Beyaz ırkın insan gücüne ihtiyacı sorunu Afrika insanlarının dünyanın her yerine köle olarak satılması ve onların toplum dışına atılması sadece Amerika kıtası ile sınırlı değildir. Ülkemizde de Afrika’dan gelen kölelerin oluşturmuş olduğu yerleşim birimlerini kim bilir?

Irklar konusunda çok şey bilenler elbette her şeyi biliyorlardır! Kimin hangi ırktan geldiğini çok net olarak bilirler!

Ermenilerin en yakın dostu olanlar Alevilerdir, çünkü tarih içinde ortak acıları vardır. Birbirlerini iyi anlarlar. Bir Ermeninin kendisini alevi olarak görmesi yadırganacak durum değildir, çünkü o büyük zorunlu göçte Ermeniler çocuklarını alevi ailelere bırakmıştır.

Irkçılık çağın hastalığıdır, bu hastalığa eskiden solcu olarak gördüğüm insanların kapılmış olduğunu üzülerek görmekteyim. Değişim ırkçılık yönünde de olmaktadır. Bazıları iktidar partisi kuyruğuna takılıp oradan rant elde ederken, ırkçılıktan da rant elde edildiğini düşünüyorum, çünkü bir insan neden durduk yere ırkçı olur ve ırkçı açıklamalarda bulunur?

Çamuroğlu ile hiçbir zaman aynı çizgide olmadım. Aynı dünya görüşünü paylaşmıyorum, ortak bir geçmişimiz yok. Aynı zaman dilimi içinde sadece Türkiye’de yaşadık, onun dışında hiçbir ortak yanım yok. Fakat onun kökeni beni hiç ilgilendirmiyor. Hangi etnik kökenden gelmiş olması onun siyasi düşünce yapısını ve duruşunu değiştirmez. Hiçbir insan ırkını ve konuştuğu dili seçme hakkı yoktur doğduğunda. Hangi ortamda doğmuş olursa onu benimser ve o isim ile anılır. İnsanların seçme hakkı olsaydı belki o yönde eleştiri olabilirdi. Seçme şansı olmayanlar her ortamda eşittir ve ne biri diğerinden üstündür ne de alçaktır. Üstün ırk yoktur! Eğer var olduğunu düşünüyorsanız, Hitler ile akraba olup olmadığınızı düşünün derim!

19.1.2008


* Alevi Haber Ajansı (VATAN - 16 Ocak 2008)

Semboller

Semboller her toplumda aynı anlamda algılanır mı?

Bazı semboller evrenseldir, o sembolleri gördüğümüzde hemen ne anlatmak istediğini algılarız. Semboller üzerinden okuma yazma dahi bilmeyen insanlar ne anlatıldığını anlar ve ona göre davranışlarını düzeltirler. Semboller hayatı kolaylaştırmak amacıyla ortaya çıkmıştır, fakat zaman içinde hayatı belirlemeye başlamıştır. Semboller ile hayatını değiştirenler vardır günümüzde.

Türban bir semboldür, kimi temsil eder?

İslam dininin sembolü olmak yolunda emin adımlarla gidiyor, fakat İslam’ı sembolize eden başka şeklilerde vardı, onlar türban sembolünün gölgesine düşmüştür. Günümüzde global olarak türban radikal bir şekilde değişim isteyen İslam’ı temsil etmektedir. Onun evrensel örgütlenmesi, El Kaide örgütü şeklinde örgütlenmiştir. El Kaide’nin yükselmesi ile birlikte ılımlı İslam dalgasının etkisi ile bütün İslam ve batı ülkelerinde türban tartışılan bir sembol olmuştur.

Türban kimi temsil ediyor, her ülkede aynı anlamı taşıyor mu?

Siyasi bir sembol olduğu ve bu sembolün etkisine kapılan büyük bir kitleden bahsetmek yanlış olmasa gerek. Yükselen değer konumundadır.

1930’li yılların gamalı haçının Almanya’da yükselişi incelemek gereklidir, çünkü o sembol etkisi ve tek tip kıyafet ve davranış biçiminin büyük ekonomik ve siyasi kriz çıkış yolu olarak görülmüş ve seçim ile iktidara gelmiştir.

Türban ülkemizde seçim ile iktidara gelmiştir, toplumu nereye götüreceği belli değildir. Belirsizdir. Bu belirsizlik insanları tedirgin etmekte ve sadece onlara muhalif olmak için muhalefet gelişmiştir. Hedefi olmayan ve sadece onların iktidardan gitmesi için yapılan etkinlikler, onların daha da gelişmesine katkı sunmuştur.

Topluma verilen mesajlar önemlidir. Türban ‘huzur İslam’da!’ sloganını kullanarak gelişmiş ve tüm ülke sathına yayılırken, ekonomik güç olarak da büyümüştür. Türban karşıtlığı türbanın daha da geniş çevrelere ulaşmasına büyük katkısı olmuştur. İçe kapanık ve kapalı örgütlenme olarak gelişen İslami hareket daha geniş bir kesim ile kucaklaşmasını sağlayan sanal olarak yapılan darbelerin etkisi büyüktür! İktidar hedefi olmayan, sadece onlar gitsin diyerek meydanı dolduran muhalif hareket bir çıkmazın içindedir, çünkü hedefi içinde yapacakları ve gelecek projesi yoktur. Türban takanların kocaları ise devletin en önemli yerlerine büyük bir destek görerek taşınmıştır.

Sembolleri taşıyanlar değil, sembolleri kullananlar iktidara gelmiştir. Sembolleri kullananlar, sembollerini hep yanlarında taşımaktalar. Bütün dünya da bu değişimi izlemektedir.

Bu sene turizm için yapılan grafik çalışmalarına baktım, yaşananlar ile hiç alakası yok gibidir. Ülke yönetimi farklı, yaşam farklı gibi durmaktadır. Turizm için farklı semboller kullanılırken, yaşam içinde iktidara gelenler yanarlından siyasi sembollerini kamusal alanın her alanında kullanmaktan çekinmemekteler.

İktidar hedefi olmayan ve gelecek konusunda projeleri olmayanların yaptığı muhalif hareketler sadece sembol taşıyanların iktidar yürüyüşüne katkı sunmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Siyasi semboller her dönem yaşamımızın içinde olacaktır. Bir zaman şapka olacak, bir zaman türban, bir zaman gamalı haç. Her dönem içinde semboller yaşamın içinde yerini alacak ve zamanı gelince silinip gidecektir. Fakat arkalarından bıraktıkları izler, geleceği ne kadar etkileyeceği sorun olarak duracaktır.

17.1.2008

AKP yapacakları karşısında muhalefet istemiyor!

AKP yeni açılımlar yapıyor, her açılımında yeni hedeflerine emin adımlar ile yürümek istiyor. Değiştirmek ve değişime hızlı bir şekilde uyum sağlayanlar, minareleri birer cephe olarak görmekten vazgeçtiler, çünkü savaşacak karşılarında yeterli güç kalmamıştır. Şimdi toplumun yeniden biçimlendirilmesi ve yeni yaşama uydurulması sorunu vardır.

Yıllardır yeni yaşam biçimi toplumun genelini sessiz bir şekilde sarmalamaktadır. Bu yeni yaşam biçiminin sembolü türban olarak gözükmektedir. Türban takanlar ve çalışan kadın sayısındaki düşmeler istatistiklere yansıyacak kadar olmuştur. Artık istisnai durumdan bahsedilmez. İstatistiklere girebildiğine göre, önemli bir değişim yaşandığının göstergesidir.

Yeni yaşam alanları kendisini büyük şehirlerde daha çok hissettirir olmaya başladı, küçük şehirlerdeki değişim hızlıdır ve bu hızın etkisi ile AKP kendisine güveni daha çok artmıştır. Yaklaşan belediye seçimlerinde yönetiminde olmadıkları belediyeleri açıkça kendi renklerine katılmasını istemektedir. Bu şekilde ben ve ötekileri var demektedir ve bir cephe oluşturmaktadır. Biliyor ki cephe mücadelelerinde kendisi hakim olacaktır, çünkü ekonomik güç ve hazine gücü arkasındadır. Hazineden geçinen müteahhitler ve onarlın yan ürünleri dediklerini yerine getirecektir, çünkü en çok bunların iktidarı döneminde devletten ihale almış ve görevlerini yerine getirmiştir. Belediyelerin yönetimi ve hükümetin icraatları özelleştirme ve ihale ile iş yaptırma oranı cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutta havuzu gelişmiştir. Bu havuzda el değiştiren sermayenin gücü ne kadardır? Para hareketine bakılırsa, yeni yaşamın hangi yönde geliştiğini görebiliriz diye düşünüyorum.

AKP bu dönüşüm devresinin ikinci aşamasında yapacakları karşısında muhalefet istememektedir. Yapacaklarına bir baktığımızda, ülkenin yeni toplum sözleşmesi anayasanın yapılması ve onaylanması sürecidir. Bu süreci kendi istediği gibi atlatabilirse, önünde anayasa mahkemesi engeli de kalmayacaktır. Muhalefetin yaptıkları karşısında ikide bir anayasa mahkemesine açacağı davaları da bu şekilde sonlandıracak ve kafalarındakini daha rahat hayata geçirecektir. Ülkenin temel sorunlarından biri özelleştirmelerde ortaya çıkan pürüzler. Onlar yasa değişikliği ile ortadan kaldırılabilecektir. Sağlık reformu sorunsuz gerçekleşmesi için tabipler birliği gibi sivil toplum kuruluşunun yönetimini isteyecektir. TMMOB seçimlerinde kendi adaylarını destekleyecektir, bu sayede toplum içinde muhalif olan kanadı ortadan kaldırarak, yapacakları karşısında oluşması ihtimal olan muhalefeti ortadan kaldırmasa da tepkileri en aza indirecektir. Türk İş seçiminde elde ettiği başarıyı asgari ücretin belirlenmesinde meyvesini hemen almıştır. YÖK kurumunun başına adayını atayarak, o kurumu da kendi amacına yönelik kullanabileceğini göstermiştir. Komu emekçilerinin temsilcilerini kendi adaylarının yönetime gelmesini destekleyen yaptırımlar uygulaması şaşırtıcı olmasa gerek. Onların mücadeledeler aslında siyasi değil, ekonomik olduğu için demokrasi gereği fazla üzerine gitmemektedir. Hazineden geçinenler doğal olarak değişime en çabuk uyum sağlayanlardır. Son zamlar karşısında gösterdikleri tepi ortadır.

Değişim kaçınılmazdır ve bu değişim tüm toplumu sarmıştır. Değişim geçirenler, değişim yapmaktalar.

AKP sonuç olarak yapacakları karşısında hiçbir muhalif istememektedir. Yurt içinde muhalefeti yok ederken, acaba yurt dışında durum nasıldır? IMF ve Dünya Bankası, AB ve ABD gibi belirleyici durumda olanlar karşısında nasıl bir strateji izlemekteler? Acaba başbakan ve Cumhurbaşkanı yurtdışı gezileri buradan gelebilecek tepkileri etkisizleştirmek için girişimlerinin başarı oranları nasıldır? Etkisizleştirmek için ne gibi tavizler verilmektedir? Çünkü toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek için kendi düşüncelerinden ve yaşam biçimlerinden tavizler vermişlerdir. Söylemde de olsa artık milli görüşçü değildirler. Ama görünüm olarak eski düşüncelerinden taviz vermedikleri görülmektedir. Sadece şimdi daha markalı ürünleri kullanmaktalar ve düşüncelerine uygun olarak lüks mal tüketimi yapmaktalar.

Bir değişim varsa, o değişim sadece içte olmaz dışarıda da olur. Yıllardır ülkemiz içindeki değişim, yurt dışına yansıması sadece cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlarının eşlerinin görünümleri ile olmamaktadır diye düşünüyorum. Ülkemizdeki değişim AB ve ABD hükümetleri açısından olumlu görüldüğünü biliyorum, IMF ve Dünya Bankasında istekleri yerine geldiği sürece yaşam biçiminin değişimi ile ilgilenmemektedirler. Yurt dışından bakanlar için ülkemizde demokrasi geliyor gözüküyor, fakat içeriden bakılınca gelenin ne olduğunu kim söyleyebilir?

Kimler muhalefet istemez? Bu sorunun cevabı tarihte gizlidir, girip bir bakın isterseniz, o kadar uzağa gitmeyin, yakın tarihimizde de görebiliriz, sonuçları ile birlikte. Hadi biraz da siz düşünün!

14.1.2008

CHP alevi oyları için laiklikten ödün mü veriyor?

CHP aşure dağıtacakmış, Alevilerin yas orucu sonrasına olacakmış. Alevi Haber Ajansının verdiği bilgiye göre genel merkezde genel başkanın katılımı ile olacakmış.

Alevileri listelerinden aday göstermeyen genel başkan, Alevileri arka bahçesinde görüyor, o yüzden yılda bir de olsa onların ağzına bir parmak bal çalmak gerektiğini düşünmüş olacak ki, bunu gelenekselleştirmeye çalışıyor, bu suretle laik parti, Alevilerin gönlünü alarak, gelecek seçimlerde oyunu alma istemektedir. CHP Alevilerin partisi değildir, Alevileri temsil etmez. Fakat seçmenin çoğu Alevilerden oluşmaktadır. Aleviler temsilcilerini bile parti yönetiminde temsil edemezken, neden CHP gibi bir partiye oylarını akıtır?

Alevilere temsil hakkı tanımayan bir partinin aşuresinden alana ne denir, dedeler bunu açıklasınlar!

AKP partisinin düzenlediği iftara katılanlara düşkün diye bakanlar acaba bu aşure dağıtımına katılanlara ne gözle bakacak, merak içinde izleyeceğim. CHP hiçbir şekilde Alevileri temsil etmediği gibi, onları asimile eden politikaların da takipçisi olduğunu unutmasınlar.

Aleviler kendi içlerinde CHP karşısında alacakları tavrı netleştirmeliler, onlara karşı geliştirilecek tavır, Alevilerin bağımsız bir politik duruşlarının da yolunu açacaktır. Gelen yerel seçimlerde aleviler kendi tercihlerini netleştirmeliler, geleneksel politik duruştan uzaklaşarak, kendi amaçları yolunda yeni politik duruşlarını belirlemeliler.

CHP sol politikası yoktur, alevi politikası ise ortadadır. Laik kurumların incinmemesine özen gösterir, değişimden yana değildir.

Son seçimler sonucunda kısaca Alevilerin açıklamasına göz atalım;

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Genel Başkanı Turgut Öker, "Deniz Baykal, 'biz etnik ve dinsel görüntüyü ulusal bir çizgiye kavuşturduk' beyanıyla 'biz bu partide Kürt kimliği ve Alevi kimliğini koruyanları istemiyoruz' mesajını vermek istiyor" dedi. Alevilerin istenmedikleri yerde kalmayacakları belirten Öker, Baykal'ın "Alevi kırımı" yaptığını da savundu. Yol TV Genel Yayın Yönetmeni ve CHP İstanbul 3. Bölgeden aday adayı olan Necdet Saraç da listeyi "CHP Alevi kimliğini telaffuz edenlere kapılarını kapattı" diyerek yorumladı.

Araştırmacı Ali Yıldırım, CHP'nin listeleri için "Bomba gibi düştü, bir güç olarak Alevi örgütleri kaale alınmamış, Alevileri incitmiştir" dedi."

CHP kimi temsil ediyor?

13.1.2008

İnsanlık başa mı dönüyor?

Ölüm anında insan neler hissedermiş, bilim adamları araştırıyormuş. Ben ölüm anını gördüm, yaşadım. Ölüm anında insan anasının dilini konuşur. Ömür boyu konuşmadığı dili bir anda konuşur olur.

Yaşam içinde ölüm doğal bir süreçtir, doğum gibi. Şimdilerde ölüm üzerinden geçinen ve ölüm ile varlığını ispatlayanlar çoktur. Ölüm varlık sebebidir.

Uluslar devleti olduğunda bir ç.ok devlet doğmuş ve yok olmuştur, tıpkı insanlar gibi. İnsanların ölümleri gibi, son nefesini veren monarşist devletlerde son dönemlerde doğdukları dillere dönmüşlerdir. Kuruluşu yaptıkları dil, zaman içinde küçümsenmiş ve yok sayılmıştır, fakat ulus devleti kavramı içinde kendisine kök arayanlar doğdukları dillere dönmüştür eğer ulus devlete geçiş yapacaksa monarşist devlet, elbette ulusal dil kullanmak zorundadır, üstelik o geçmişin anlı şanlı dönemlerinde resmi olarak konuşulmayan dil.

Osmanlı koskocaman bir imparatorluk olmuş ve yenidünya düzeninde kendisine yer bulamamıştır, o yüzdendir kabaran emperyalist dalgalar arasında yok olmuş gitmiştir. Geriye kala kala ilk kurulduğu topraklar ve onun dili kalmıştır. Yenidünyada yeni bir ulus devleti ile yer almıştır. İlk kurulan dil ulusal dil olarak ilan edilmiştir. Ulus devlet homojen düşünülmüştür, çünkü ulus kavramı diğerlerini yok etmek ve saf devleti yükseltmeyi hedef yapar. Ütopyadır ve o ütopya hayata kanlar ve katliamlar ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Ulus devletin kuruluşunu dünyaya ilan eden Fransa bile günümüzde dahi o ütopyaya ulaşamamıştır. Ütopya kanlar içinde dünyaya kendi elbisesini geçirmek isterken, iki büyük savaş geçirmiş dünyamız, şimdiler de üçüncü büyük savaşı yaşamaktayız, fakat yeni bir dünya, ütopik düşünceleri değişmiş olarak. Ulus devletler birleşerek, uluslar üstü ve çok kültürlü bir geleceği kucaklarken, emperyalizm bu yeni oluşumun hizmetindedir. Bu dönemde bol bol sınırlar arasında görülen ve görülmeyen duvarlar örülmekte, ötekiler ve gelişmişler olarak yeniden biçimlenmektedir.

Osmanlı devleti tarih sahnesine giderken, meclisinde Türkçe konuşulmaktaydı. Sokakların dili meclis duvarlarında yankılanıyordu. Sokalar meclis duvarlında yankılanmaya başlaması tarihin akışının yönünü de çizmişti. İttihat ve Terakki partisi her ne kadar çok kültürlü bir gelecek içinde cumhuriyet amaçlı kurulmuş olsa da, tarih onu başka yerlere sürükleyecekti. Tarih akması gerektiği gibi yeni kanalında akmıştır.

Darbeler ile iktidara gelenler, darbeler ile yok olmuştur. Kan kanı çağırmış ve bir kan gölüne döndermiştir. Ölüm anında insan anasının dilini konuşur, toplumlarda bana göre ilk kurulduğu dile yani öze döner. Ulus devleti sınırları çizilmeye görsün, kan oluk oluk ırmaklara dönüşür. Fransız devrimin insanlığa getirmiş olduğu en büyük kötülüktür. Bir arada yaşayan ve ortak gelecek rüyası görenleri birden birbirine düşman kılmıştır, sırf ulusal sermaye birikimi için. Ulusal sermaye artık hiçbir anlam ifade etmiyor, o kadar kanlar ile biriken birikimler teker teker elden çıkarıldı.

Geriye doğru dönüp bakalım, bu ulusal devletler insanlığa ne kazandırmıştır? Savaş sanayisinin büyük gelişimi ve insanlığın yalnızlaştırması dışında.

İnsanlık ilk doğduğunda hangi dili konuşuyordu?

9.1.2008

Kendi fotoğrafımızı çekebiliyor muyuz?

Hazineden geçinen mevki sahiplerinin çocuklarının kaçta kaçı yurtdışında okumaktalar? Eğer okuyan öğrenci sayısı fazla ise o ülke için de yapılan yorumlarda “yolsuzluk kanseri” kavramı kullanılıyordur. Daha açık söylenirse, “ulusal zenginliğin kurumsal olarak yağmalanmasıdır” diye tanımalanbilinir.

Yolsuzluklarla ilgilenenlerin bakması gereken yerler, hazineden geçinen mevki sahiplerinin çocuklarının neler yaptığıdır ve nerde durduklarıdır. Hazineden geçinenler sadece siviller olarak algılamayın, eski bir orgeneral ceza aldığını unutmayalım.

Evrenimiz üzerinde devletlerin içine düştükleri zorluklara ve onları aşmak için buldukları çözüme bakınca, bizim daha çok yol katletmemiz gerektiğini hemen soğuk ayazın yüze çarpması gibi yakıyor tenimizi. Bizlerde unutulan kıtanın siyah evlatları gibi olduk. Tenimiz hala beyaz gibi durmasına rağmen, unutulanlar arasında, yani onlar için verimli olmayan insanlar konuma düştük!

***

İnsan umudunu yitirince yıkılır ve “ya savaşırım ya da bu dünyadan giderim” der. Günlük yaşantımız içinde buna benzer duyguları olan insan sayısı artıyor mu acaba? Geçmişe göre daha mı güvensiz olduk? Toplu yerlere giderken, acaba diyerek ve korkarak mı yaklaşır olduk? Terörü ortadan kaldıracağını iddia ederek iktidarı eline alanlar, şimdi acaba hala nü resim çiziyorlar mı?

Nü resimlere bile tahammülü olamayanlar, sergi salonlarına bıçak ile girer olmuşlar. İnsandan sonra resimleri bile bıçaklayan bir zihniyet yaşamın her alanında görülmeye başladı.

***

Türkiye’nin bir ucudur Ceyhan kasabası. Oranın esnafı orada bulunan askeri birlikten geçinir. Son dönemde acaba demekteyim, oranın esnafı ne durumdadır? Olayların artması sonucu kışlasına kapananlara karşı duyguları nedir, olayların artmasına neden olarak gördükleri kişilere karşı duyguları nedir?

Benim tahminim, kışlada duranlardan çok, kışla içine girmelerine sebep verenlere karşı duyguları daha düşmancadır.

***

İyimserlik; gökyüzünün bazen gri, bazen maviye çaldığı coğrafya içinde kendisini koruyabiliyor mu, yoksa karamsarlık bulutları altında yok olmaya doğru mu gidiyoruz? Dünyanın başka yerlerinde mutlu yaşayanların fotoğrafları her gün gazetelerin sayfalarına düşerken, kendi içinde bulunduğumuz durumun fotoğrafına ne kadarına bakabiliyoruz?

Bizler kendi fotoğrafımızı çekebiliyor muyuz?

***

Kendisini aldatılmış hissedenlerin oranı gün be gün artmaktadır, buna neden olan olaylar acaba kişisel midir, toplumsal mıdır? Nedir bu aldatılmış hisleri ve beklentilerin aşağıya düşmesi? Günlük yaşamın koşturmacısı içinde acaba beklentilerimizi düşünebiliyor muyuz, gerçekten bizler çocuk yaşlarda ne gibi beklentilerimiz vardı? Kaçını gerçekleştirebildik?

Meslek seçimini bile tesadüflere ve kazanacağımız sınavın sonucuna göre belirler olduk. Sınav sonuçları yönünde okulu bitirenler acaba mutlu mudur?

***

Yazımı bugün okuduğum bir fıkra ile bitireyim.

Çiftlikteki danalardan biri üzgün ve bezgin bir durumda, otların üzerine serilmiş, kara kara düşünmekteymiş.Bu dananın arkadaşı olan dana onun yanına gelip çökmüş ve burnuyla arkadaşını dürtüp sormuş:
- Nedir bu halin?.. Hasta mısın, başına kötü bir şey mi geldi?
Üzgün ve bezgin dana, durumunun nedenini arkadaşı danaya anlatmaya başlamış:
- Bu insanlar bizi neden besliyorlarmış biliyor musun? Belirli kiloya ve yaşa gelince bizi keseceklermiş. Derimizi yüzeceklermiş. Kaburgalarımızdan pirzola, butlarımızdan bonfile yapacaklarmış. Beynimizi ve yüreğimizi bile çıkartıp, yiyeceklermiş.
Bunları dinleyen dana gülmüş, arkadaşı dananın başını yalamış,

- Sen ruh hastası olmuşsun. Kendini komplo teorilerine böyle kaptırırsan, aklını iyice yitirirsin, demiş.

* * *

Karamsar yazı oldu sanırım, havanın karanlık geçmesine verin! İyimserlik tohumlarının yeryüzünü yeniden rengarenk olarak kuşatmasını diliyorum.

9.1.2008

Sessizliğin içinden…

Sessizliğin içinden…
“Halka karşı bu kadar vurdumduymaz olunması, ekonomik açıdan onlara gereksinim duyulmamasından kaynaklanıyor.” Nijerya Toplumsal Eylem örgütü başkanı İsaac Asume Osuoka. (National Geographic, Şubat 2007, sayfa 114)

Yukarıdaki sözleri ülkemiz üzerine düşünürsek gerçeklik paydası bulabilir miyiz?

* * *

Kadıköy’den Karaköy’e giden vapurlara baktım, arkalarında martılar kanat çırpıyordu. Bir bölümü ise gidene önemsemeden deniz üzerinde çevreye dikkatlice bakıyordu. Kaldırımda koşturanlar ve kapalı alanda çay içenlere baktım. Yaşamın koşturmacası arasında martı gibi etrafını seyredene pek rastlamadım. Martılar giden geminin arkasından koşturuyordu, liman önünde koşturanlar ise giden geminin arkasından bakar konumundaydılar. Ellerinde cep telefonları ile oynar haldeydiler. Bir kış günün de güneşin tepede olması sıradan bir şeymiş gibi algılanıyordu. Değişime ne kadar çabuk uyum sağlıyoruz!

***

39 Osmanlı padişahının çoğu beyin kanaması, kalp krizi ve veremden ölmüş, kalanlar ise öldürülmüş. Osmanlı düzeni yıkılmayacak derken, tarih sahnesinden yaşadıkları gerçekleri çıkarılıp destanlar yaratmak ile uğraşıyoruz. Bir çağ deviren padişahın sonun ne olduğu hala tartışmalıymış, öldü mü, öldürüldü mü?

***

Yakın tarihimizin tarihi bilgileri bile resmi bilgiler ile sınırlı olmaya devam ediyor, kuşkular ve sorular hep ortada dolanmakta, acaba demekteyim, tarih hep kuşkuların ve varsayımların olacağı tartışma alanı olarak mı kalacak? Nereden gelir resmi tarih kavramı ve gerçek tarih? Hangisi gerçek?

***

Afrika’da bir ülkede çocuklara tecavüz erek öldürüyorlar, bir seçim sonucunu beğenmeyenler tarafından. Çocuklar mı sandıkların geleceğini belirlediler, büyüklerin kavgasına bir anda kurban olmuş olmalarına rağmen, kalkınmış ülkelerin televizyon kanallarında acaba hangi dizi ya da daha çok izlenmiştir. Afrika unutulduğuna göre, orası artık batı için verimli değildir!

* * *

Eski fotoğraflara bakarken, o döneme ait elbiselerin biçimlerine ve çevresine bakarım. Geçenlerde bir fotoğraf gördüm, Samsun’da çekilmiş. Bir sinema filmleri afişleri önünde bir grup insan durmaktadır. İçlerinden biri hamaldır. Kim bilir o çocuk ne hayaller kurmuştur. Yaşam acıdır, biri sokağından öteye geçemezken, bir başkası çok uzaklardan gelip o anı fotoğraflayabiliyor, üstelik kimlerin ne yaşadığını ve ne düşündüğünü bilmeden. Fotoğrafçı bir hırsız gibidir, kendi düşüncesini ve duruşunu çektiği kareye yansıtırken, oranın gerçekliğini de bilmeden geleceğe aktarır. O andan çalınan biz zaman dilimidir, zaman düşmez kağıt üzerine fakat zamanın izi orada durmaktadır.

* * *

Bu ay suikastlar sonucu yaşamını yitiren Hrant Dink ve Uğur Mumcu'yla gözaltında öldürülen Metin Göktepe anılıyor. İsmini anamadığım o güzel insanlar, sesli bir şekilde aramızdan yok oldular biz hala sessiz kalmaya devam mı edeceğiz?

8.1.2008

Tarih geleceği yazar mı?

Tarih geleceği yazar mı?
Eski dergiler ve gazetelere göz atarken, gözlerim fotoğraflara takıldı. O döneme ait kıyafetler ve çevreyi yeniden gözlerimde canlandırdım. Şimdi o fotoğrafların çekildiği yerlere ne olmuştur, fotoğraftakiler yaşıyor mu acaba? Nasıl görünüyorlardır şimdi, eğer yaşıyorlarsa.

Geçmişi günümüze taşıyan yazılı basın büyük bir arşiv görevini görmektedir. Yazı ve resim geçmişi günümüze taşıyan en önemli araçlardır. İnsanın diğer canlılardan ayıran özelliği yaşadığı anı kayıt altına tutmuş olmasıdır. Bilgi birikimi açısından her zaman geçmişten şimdiki zaman ileri olmuştur. Geçmişin üzerine bilgi birikir.

Yukarıdaki söylemim günümüzde anlamını yitiriyor gibidir. Bilgi birikimine ihtiyaç olmadan yeni teknolojik ürünleri tüketir olduk. Yeni nesil öğrenmiyor, öğretici konuma geçmiştir! Ben şahsen, yeni nesilden öğreneceğim çok şey vardır, çünkü öğrendiklerin artık işlevi fazla olmayan teknik bilgiler çöplüğüne dönüşmüştür, bu çöplük birikimi beni ileriye taşımıyor, sadece yerinde patinaj yapan araç gibi boşa enerji harcar konuma geldim. Yeni nesilden öğreneceğim çok şey var, fakat öğrenmekten de korkar oldum, çünkü öğrendiklerimde bir süre sonra çöplük oluyor ve çöplük içinde yaşar konumda buluyorum kendimi. Eski bilgi birikimi ile ne kadar yol alacağımı dahi bilmiyorum, birikim acaba gelecekte mi oluşuyor günümüzde?

Tarih her zaman geçmişe doğru yapılan yolculuktur. İleriye doğru yapılanlar ise fantezidir ve varsayımlardır. Bu önerme şimdilik doğruluğunu korumaktadır. İleride belki bu önerme bile doğruluğunu kaybedecektir. Olasılıklar içinde duruyor olmasına rağmen, tarih yazılımı teknik yazılımın gerisinde kaldı diye düşünüyorum. Çünkü teknik alanında gelişme hızı karşısında tarih yazıları da benim gibi çaresizliğe düşmüş olabilirler! Tarih sadece savaşları ve kazananları yazmaz, aynı zamanda insanlığın gelişimini de yazar.

Yaşam kalitesinin artması beklenendir. İnsanlık tarihi yaşam kalitesinin sürekli arttığını gösterir, her gelişme yaşam standardının yükselmesini işaret eder. Fakat günümüzde benim hislerim yanıltmıyorsa eğer bu standardın tepe noktasına ulaştığını ve geriye doğru bir gelişmenin başladığı yönündedir. Çünkü insan üretebileceği teknolojinin en hızlı sürecini yaşıyoruz ve kontrolsüz büyümek ve kontrolsüz rekabet insanı teknolojinin kölesi yaparken, geçmişinden de bağları koparmaktadır. Şimdi düşünüyorum da geçmişten bize ulaşan geleneklerimizin kaçı hayatta kendisine alan bulmaktadır? Yeni yaşam alanı içinde yok olan değerler yerine yeni değerler oluşuyor mu? Uzay boşluk kaldırmaz, yerini hemen bir şeyle doldurur, acaba kaybolan değerlerimizin yerine gelen yeni değerler insanın yaşam standardını yükseltecek değerler mi, yoksa insanın yok olmasını getiren doğadan kopuk, insandan kopuk bireysel bir yaşamımı getirmektedir?

Silah bulunda mertlik bozuldu diyen ozanların dizeri artık benliklerden uçmuştur, şimdi teknoloji hızlı ilerlemesi karşısında benliğimizde geçmişin izleri ne kadarı kalmış olabilmektedir. Toplumsal benliğimizin yok olması karşısında, bireysel benlik ne gibi tepki vermektedir? Anlık gelen ileti, iletilen bir ileti olur ve okuduğunuz ileti gönderdiğiniz an unutulacaktır! Anlık anımsamalar ve anlık varsayımlar yaşamın belirleyicisi mi oldu?

Eski fotoğraflara bakarken, o döneme ait izler görmekteyim. Günümüzde çektirdiğim ya da çektiğim fotoğraflara bakarken neler duyumsayacağım? Her baktığım fotoğrafa bakarken daha dün çekmişim gibi mi duyumsayacağım? Zaman kavramını kaybettiğimi düşünüyorum, çünkü her yaşadığım anı dün yaşamışım gibi duyumsuyorum! Büyüyen yeğenim olmazsa zamanın nasıl geçtiğini bilemeyeceğim bile! Aynaya her gün bakan biri kendi değişimin farkında dahi olamaz, bir gün eski bir dosta karşılaştığımızda, acı gerçek ile karşılaştığımızda neler hissederiz? Hislerimiz o anlık olup, sonra unutacağız büyük olasılıkla!

Bu cümleyi kurarken aklıma bir şey geldi, bu güzel günü hafif bir gülümseme ile noktalayalım.

Geçenlerde bir meyhaneye gittim, arkadaşlarla muhabbet içinde günün son demlerini masa başında dem ile noktalayalım düşüncesi içinde. Masa olup da sohbet olmaz mı, elbette olur! Orta yaşı çoktan aşmış, eskilerin değimi ile yaşlanmış iki genç yürekli arkadaşımın çapkınlıları üzerine sohbet açıldı, anlatan dostum kendi gözlemini aktarırken gülmekten yerlere yatıyordu, muhabbet ortamında kahkahaların hala doğal karşılandığını söyleyebilirim, çünkü kimse rahatsız olmamıştı. Lafı çok uzattım biliyorum, iki arkadaşın elinde cep telefonu, şu son teknoloji ürünü aletler. Fotoğraf çeken ve içinde fotoğraf bakılanlardan, ellerinde cep telefonları ile birbirine bir şeyler anlatmaktalar. Ceplerinden çıkardıkları yakın gözlükleri takıp cep telefondaki fotoğraflara bakıp, yeni kız arkadaşlarından bahsetmekteler. Genç ve güzel odluklarını söyledikleri kız arkadaşlarının fotoğraflarını birbirine gösteriyorlar, gözlerinde yakını gösteren gözlükleri ile.

Yukarıda anlattığım size doğal ve gülünç olmayan bir şey gelebilir, çünkü yazı ile olayı tam fotoğraflayamadığımı düşünmekteyim. Neyse siz yine düşünün, burada doğal olmayan o kadar çok şey var ki! Bakalım kaçımız farkına varacağız? Değerler değişirken, sohbetlerin de içerikleri değişiyor!


6.1.2008

Yeryüzünü bombalar dövüyor…

Yeryüzünü bombalar dövüyor…
İstanbul’da bir kelebek kanat çırpsa Çin’de fırtına olur, eğer bir fanus içinde olsaydı dünyamız! İpe yolu boyunca milyonlarca yıl milyonlarca ticaretçi malı bir yerden alıp başka diyarlara götürüştür. Bu yollar boyunca kervansaraylarda ne gibi hikayeler geçmiştir, kaçının hikayesi günümüze ulaşmıştır?

Ticaret erbabı günümüzde yolu tersine döndürmeden devam etmektedir. Çin malları pazarlarda her kaliteden yer alırken, yeni bir dünyanın başladığının haberini de veriyordu. Yenidünya düzeni içinde roller henüz net değilken, bombalar toprak üzerine düşmeye başladığında, insanlığı ne gibi felaketlerin beklediği belirsizliği içindedir. Balkanlar birbirinden ufak devletçiklerin patlayan bombalar gibi yayılmış olduğunu gördük. Orada değişen sınırlar, yeni sınırlarında habercisi gibidir. Eskiden varılmış anlaşmaların yırtılmasıdır, balkan devletlerin dünyaya gelişi. Bombalar yeryüzünün topraklarına düşmeye devam ediyor. Patlamalar, yağmalamalar, ölümler ve her türden ticaretin serbest olduğu bir dünya içinde etik kavramının da yeniden belirlediğini düşünüyorum. Yeni toplumlar yeni kurallarını yaratır. Yeni kuralları koyanlar, kendilerini kuralların dışında tutmaya özen gösterir!

Yeryüzünün bir parçası gece gündüz bomba sesleri ile dövülürken, başka bir yerde, büyük bir metropol sokaklarında ateş alevi ile aydınlandığını görüyorum. Patlayan bomba ile alev aydınlığı arasında bir bağlantı yoktur belki, fakat sonuçta her ikisi de korkuyu toplumlara yaymaya devam etmektedir. Metropol korkuları içinde barındıran yerlerdir, o yüzden metropol insanı kendisine güvenmez, çetelerin hakimiyeti altında sokaklar karanlıkta tekin değildir. En korunaklı sokaklarda dahi sokak insanları tarafından durdurulan insanların korkuları gözlerinde gizlidir. Metropol sokakları evsiz insanlar tarafından ev olarak algılanır. Evsiz insanları metropol mü yaratmıştır, yoksa evsiz insanlar mı metropolleri yaratmıştır?

Sokak insanların yorganıdır kağıtlar! Kağıtlar olmasa sokaklar daha soğuktur, beton ve asfalt üzerinde. Kağıtlara sarılmış, banklarda uyuyanlar görülür, merkezden uzakta bir yerde. Merkezlerde bunları pek göremezsiniz, çünkü gözleri rahatsız ettiği için ve varlıkları hep ret edildiği için yok sayılırlar. O yüzden adli makamların önüne sokakta yattığı için kimse gitmemiştir. Çünkü onlar şehirlerin ayrılmaz parçalarıdır. Gazeteler birer kağıt parçası olarak görenler evsizler ile tanışmadığını gösterir!

Sokalar karanlıkta ıssızlaşır, yerlerini öteki olarak gördüğümüz canlılar alır. Ötekiler gündüzleri göze pek çarpmazlar, akşamları ise sokaklar onlarındır! Bombalar dünyanın herhangi bir parçasında yer küreyi döverken, onun yaratmış oldu ses dalgası dünyanın bir başka yerinde fırtına yaratıyordur!

26.12.2007

Kurşun adres sormaz!

Kurşun adres sormaz!
Suikastları yapanlar aynı ülkenin çocuklarıdır genelde, dışarıdan gelmez.

Kennedy 1963 yılında Dalası ziyaret ederken, üstü açık arabasından halkı selamlarken, bir kurşun darbesi ile hayattan ayrılmıştı. Kimse katili bilmiyor, katil olarak yargılanan ise yıllar sonra suçsuz olduğu anlaşıldı, fakat o idam edilmişti. Katil onu idam edendi!

1963 yılında Türkiye Avrupa birliğine başvuru yapıyordu o sırlarda. Gelecek için kendisine göre rota çizme telaşı içindeydi. Türkiye’nin ilk holdingi Koç Holding kuruluyordu.

Silahtan çıkan mermi, hedefine giderken tarihin nasıl çizileceğini hesaplamaz. Her suikast tarih içinde bir kırılmayı da temsil eder. Bir Sırp prensesinin öldürülmesi ile başladığı yazar tarih kitapları. Bir kırılma noktasıdır, o tarihten sonra sınırlar değişmiş, en büyük ve yıkılmaz olarak görülen Osmanlı İmparatorluğu dağılıyor, yerini Türkiye Cumhuriyet’i alıyordu.

Yakın tarihimizde de bizde de oldu, kimler kurşun ile tanışmadı ki? Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, İsmet İnönü, Musa Anter, Vedat Aydın, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy… liste uzar gider. Ülkemizde de sık sık suikastlar olur.

Yakın tarihimizin çizgisini değiştiren bir suikast vardır ki, atlamadan geçilemez. İzmir Suikastı. Atatürk’e karşı planlanan suikast olmadan suçlu oldukları tahmin edilenler bir muhbir sayesinde yakalanmış ve istiklal mahkemesi tarafından yargılanmışlardır. 13 Temmuz 1926 günü karara bağlandı ve o gün tüm suçlular idam edildi. Çok partili bir cumhuriyet denemesi son bulmuş oldu. İttihat ve Terakki partisinin etkisinin yeni cumhuriyette azalmasına yol açar. Bir dönemin de kapandığının ilanıdır. 1 Eylül günü itirafçıya gerekli hediye resmi bir törenle verilmiştir.

12 Eylül sonrası iktidara gelen Turgut Özal’da suikast yapılır, hafif bir yara ile atlatır. Kurşun kalabalığın içinden gelmiştir. Özal’a yapılan bu saldırı, bir döneminde sonuna doğru gidildiğinin kırılma noktasıdır. Çankaya köşkünde sorularla dolu olan bir ölüm gerçekleşir. (aile fertleri öldürüldüğü konusunda beyanatları olmuştur.)

14 Şubat 2005 Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri bir bombalı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Lübnan tarihinin dönüm noktasıdır, çünkü Suriye bu olaydan sonra Lübnan’dan çekilmiştir.

4 Kasım 1995 İsrail Başbakanı İzak Rabin bir Yahudi genç tarafından öldürülmüştür, barış’a bir kurşun sıkılmıştır. Bu kurşun ile bir Yahudi’nin kendi dininden birini öldürdüğü ilk olaydır. Dışarıdan saldırı bekleyenler için büyük bir hayal kırıklığıdır.

28 Şubat 1986: İsveç Başbakanı Olof Palme, İsveç’te kimler tarafından öldürüldüğü belli olmayan bir suikasta gitmiştir. O günden sonra İsveç bir barış ülkesi konumundan çıkmış, Avrupa tarihi içinde bir kırılma noktasıdır, çünkü yeni sosyal demokrasi hareketi bütün Avrupa’da işçilerin haklarını yok ettiği politikaları uygulamaya koymuştur. İşçilerin mücadele elde ettikleri hakların hızlı bir şekilde kaybettikleri yılların başlangıcını temsil eder!

Pakistan’da bir kırılma noktası da Butto’nun öldürülmesi üzerine olacaktır. İlerleyen günlerde tarih bu kırılmanın hangi yönde olduğunu gösterecektir!

Tarih içinde suikastlar tarih akışını değiştirme gibi bir özelliğe sahiptir, beklentiler bu cinayetlerden sonra gerçekleşmemiş ve tarih olması gibi akmaya devam etmiştir.

27.12.2007

Gazetelere bakarken…

Yeni bir yılın başlangıcına, eskisinin de sonuna doğru geliyoruz. Bir yandan yeni takvimleri evimizin duvarlarına asarken, eskilerin de son günlerinin geldiğini hüzün ile seyrediyoruz.

Hüzün yeni yılı karşılarken, insanın elinde değildir, çünkü yaşanmışlıkların güzelliği ne kadar fazla ise, o kadar hüzün çöker insana, bir da sene içinde acılar ve hastalıklar fazla ise, bin kat fazla ile yenisi beklenir, bir geçse de diyerek umut içinde bakılır. Hüzün yaşamımızın vazgeçilmezidir. Sevinçler gibidir. Anlık sarar ve bir süre benliğimizi meşgul eder.

Bugün gazetelere baktım, yaşamın tüm çelişkisini üzerinde taşıyordu. Sevinçler, hüzünler, ağıtlat ve kanlar gazetelerin sayfalarını doldurmuştu. Renkli sayfaların artmasıyla magazin güzellerinin birbirinden ben alcı görüntüleri gazete satışlarını artırıyor mu bilmiyorum, fakat gazete yapanlar tarafından satıldığına inanılıyor ki, ark güzeller, gazete güzeli gibi özel yerler ayarlamışlar oradan takvim yapraklarının güzelleri gülümsemektedir. Cinsel açlık topluma daha bir açlık bırakacak gibi sunulmaktadır. Karısının, sevgilisinin bu güzel gibi olmasını özleyenler toplumda arttığını, eşini aldatanların gazete sayfalarına haber olarak düştüklerinden görüyorum. Evli biri ile ilişki içinde olan kişiden birinin yaşı çocuk yaşta, evli olanında genelde iki çocuklu olması acaba tesadüfi mi diyerek haberleri okurum. Aldatmak ile iktidar olma mücadelesi arasında acaba bir ilişki var mıdır?

Her ikisinde de bir riski göze alıyorsun. Kaybedeceğin bir şeylerin var. İş yaşantısında bile bu kadar riske giremeyenler, bu iki kavram içinde riski göze alabiliyorlar. İktidar için her türlü riskli davranışları göze alıp, o iktidar koltuğuna geldiğinde acaba ne hissediyorlar? Eşini genç biri ile aldatan, otel odasından çıkarken ne düşünür? Gazete sayfalarında sergilenen fotoğrafların ve başlıkların etkisi olmuş mudur?

Eşinin göbeği açık olduğu için öldüren canilerin bu ülkenin sokaklarında cirit attığını, başının açık ve başka erkeklerle (kapıya gelen sütçü değil, normal insanlarla da) görüştüğü için işlenen cinayetlerin arkasında, cinayet işleyende bir kendisine karşı güven duygusunun olmaması yatar mı? Kendisini eşinde gören, acaba öldürdüğü kişi kendisi olmuyor mu? Psikologların yanıtlaması gereken sosyal psikolojik sorunlar ortada cirit atarken, bu sorunlara politikacılar nasıl çözüm yolları önerirler?

Büyük olasılıkla kaçak binalara nasıl yaklaşıyorlarsa öyle yanaşırlar! Bir bina için birçok kontrol mekanizması olması gerekirken, politikacılar ellerini kaldırırlar ve iktidar partisinin tekrar iktidara gelebilmesi için yeni oy potansiyeli gördüğü alanlar için aflar çıkar. Ülkemizde af genelde seçim öncesi çıkar! O sayede iktidar partisi varoşlarda oy patlaması yaşar! Çünkü varoşlar genelde kaçak binaların olduğu yerlerdir, normal şartlarda orada yapılan kaçak binaların hiç birisi oturma uygun olarak bina ruhsatı alamaz, çünkü çürüktür, çünkü zemin etüdü yoktur, çünkü yanlış şekilde inşaat edilmiştir, göz kararı ile yapılan binalar en ufak depreme dahi dayanıklı değildir. Örneğin eskiden bataklık olan yerlerin üzerinde şimdilerde gökdelen kaçak binaların olması, orada oluşacak olan felaket sonucunda neler olabileceğini düşünmek bile korkunçtur. Fakat bu korkunç gerçeklik ile yaşamaya devam ediyoruz. Politikacılarımız şehir planlamacılarımızdan iyi bildikleri şehirleri oluşturmuşlardır, şimdi işin içinden çıkılmayacak bir kaos içinde yaşamaya devam ediyoruz. Bugün sokakların bu kadar güvensiz olmasının arkasında acaba bu afların ne kadar etkisi vardır?

Gazete sayfalarında yayınlanan güzeller gibi olmak için her türlü bakım kremine aldığı maaşını yatıran bayanların varlığı bu ülkenin gerçekliği içindedir. Kadınlara yönelik bu kadar mağazanın açık olmasında acaba bu yayınların ne gibi etkisi vardır? Güzellik kavramı yüzyıl içinde büyük değişiklikler yaşadı, eskiden güzel olarak gördüklerimiz şimdi gözümüzde güzel olarak görünmüyor, bu değişimin içinde medyanın etkisi ve oyuncak sektörün beyinlerimize etkisi araştırılmış mı, araştırılsa ne gibi sonuçlar çıkacağı öngörülür mü?

Yeni bir yıla girerken değişen sadece takvim yapraklarının olmadığını, bizimde kaçınılmaz sona doğru yani sonsuz yalnızlığımıza doğru adımlarımızı attığımı hep düşünmüşümdür, o yüzden her başlangıç bende hissedilir hissedilmez bir hüzün ile ilk adımımı atarım. Her başlangıç belirsizliğe doğru atılmış adımdır, beklentilerimizin gerçekleşmesi ile hüzün mutluluğa dönüşür. Mutlu bir yeni yıl geçirmenizi dilerim.

29.12.2007

Söyleniyoruz sadece!

Söyleniyoruz sadece!
Bizler yaşantımız içinde sürekli söyleniriz, şikayetlerimizi kendi kaderimiz olan küçük dünyamızda eritir ve yok sayarak yaşarız. Başımıza geldiğinde sadece söylenir ve haklı dahi olsak yılana dokunmaktansa etrafından dolanırız. Söylenmek sadece o anlık bir boşalımdır, o an ortadan kalktığı zaman, her şey eskisi gibi yaşam devam eder.

Yola çıkarız, yolun bozukluğundan, kaldırımın düzensizliğinden ve taşların dizilmesinin yanlış olduğundan, onu yapan mütahittin ne kadar parayı belediye ile paylaştığını düşünür ve söyleniriz. Söylenirken yanımızda birisi olmak zorunda değildir, çünkü söylenmek bireyseldir.

Tepkisiz toplum olduğumuzu söyleriz, söyleniriz. Tepki vermekten kaçınırız, çünkü başımıza bir şey gelmesinden korkarız, çünkü korku kişiyi içine kapalı yapar. Korkunun belirtisidir, söylenmek. Zamansızlık değildir, çünkü söylendiğimiz konu üzerine gidecek her zaman bir zamanımız vardır, fakat bulaşmak istemeyiz, çünkü onun için ayıracak zamanımız yok. Zamansızlık insanı tepkisiz yapar! Tepkisizlik ise söylenmeyi, yani bireysel olanı ortaya çıkarır. Kişinin çıkarı tepkiyi ortadan kaldırır.

Okula giden çocuğumuz varsa, onun okulda karşılaştığı sorunlar üzerine söyleniriz, dershaneye verilecek paranın yüksekliğinden bahsederiz, dershane hocasının çocuğunuzla yeteri kadar ilgilenmediğini, onun aslında daha fazla puan alacağı konusunda emin olduğunuz halde, çocuğunuz sizin istediğiniz kadar başarılı olamadığı için söylenirsiniz. Söylenecek o kadar çok sebep var ki, söylenmeden duramayız. Sorunları iyi tahlil etmeyiz, daha doğrusu sorunu hiç tahlil etmeyiz, o an gözümüze çarpanı kendi gündemimize alırız ve biraz sonra unuturuz. Yaşarken ve sonucu ortadan kalkana kadar gündemimizde vardır, sonra yoktur!

Toplu yerler eskisine göre daha güvensiz olmuştur. Uzun süreden beri camilere ve onarın çevresinde olan Pazaryerlerine (Irak’ta, Pakistan’da, Cezayir’de) saldırılar düzenleniyor, orada intihar eylemcileri üzerlerindeki bombaları bilinçli bir şekilde patlatıyorlardı. Son Butto’nun öldürülmesi olayı da tıpkı eskiden yapılan eylemler gibi planlanmış ve bu konuda tecrübe kazanmış bir örgüt tarafından yapıldığı kuşkusu yoktur.

Toplu eğlence merkezleri eskisine göre daha güvensiz olmuştur, çünkü bu son eylem ile dünya gündeminin nasıl değiştirileceği konusunda tecrübe sahibi oldular. Toplum psikolojisini etkileyebilecek ve bir korku dalgasının oluşturulması için önemli bir araç konumdadır. Tarihte bu kadar şiddetli ve savunmasızlara karşı bir saldırı yolu seçilmiş değildir.

Toplumları etkileyen cinayetlere şimdi toplu cinayetler evrensel olarak yerleşmektedir, bu son eylem bir kırılma noktası olarak görüyorum, çünkü eylemlerin yeri ve boyutu tahmin edilemeyecek konuma gelmiştir. Saldırı için sınırlar ortadan kalkmıştır. Londra, Madrid, İstanbul saldırıları bir birikimdir, bu birikimden en iyi şekilde yararlanacak bir fedai örgütü evrensel boyutta oluşmuştur. Butto cinayeti ulusal sınırlar içinde gerçekleşmiş olmuş olsa da, evrensel bir boyutta korku dalgasının yayılmasına sebep olmuştur.

Basının birinci haber olarak vermesi tesadüfi değildir, çünkü bu korkudan beslenenler ve kasasını dolduranlar ellerini ovarak olayları izlemiştir. Bu cinayetten kimler karlı çıkmıştır? Bir sosyal demokrat dünya görüşüne sahip bir politikacının öldürülmesi nasıl bir kırılmayı yanında taşıyacaktır? Bu soru uzun zaman kafalarımızı meşgul edecektir, sonucunu kısa zamanda göreceğiz diye tahmin ediyorum.

Dünya yeni bir ayrışmaya doğru gidiyor, bir cepheleşme bilinçli olarak yaratılmakta ve bu yeni cepheleşme ulusal devrimlerden sonra oluşan dünya ölçekli savaşlardan daha karmaşık ve sorunlu oluşmaya başlamıştır. Bu yeni sorunda taraf olmayanlar bile bir süre sonra olayların iteklemesi sonucu istemediği yerde taraf olmuş, savaşıyor olabilir. Kargaşa ve korku dünyamızı sarmaya devam etmektedir. Toplu yerlerde bombalı eylem yapanlara karşı sessiz kalınması ve onları karşı sadece söylenme boyutunda kalan tepkiler karanlığın üzerimize gelmesinden başka bir anlamı yoktur.

Bizler olaylar olduğu zaman söyleniriz, haberlere bakarken kendimizce yorumlar yapar, söyleniriz, sonra günlük koşuşturmacalar arasında biraz önce gündemimizde olan olayı unuturuz. Günlük yaşamın yapılması gerekenleri daha önceliklidir, bireysel çıkarımız neyse odur. ‘Toplum nereye giderse bizde gideceğiz, karşı durmanın ne anlamı var! ‘ diyerek söyleneceğiz.

Söylenmeye devam edeceğiz, çünkü söylenmek bizi rahatlatıyor!

30.12.2007

Yeni yılın ilk günlerinden…

Yeni yılın ilk günlerinden…
Yeni yıl zam ile başladı, bu arada alkol satılmayan yerler için KDV oranı % 8’e indi, eskiden %18miş. Bu durumdan kim karlı çıktı dersiniz! Laik Türk devleti! Ayrımcılık bu ülke topraklarının en küçük hücresine kadar sinmiş durumda!

Zam haberleri zaman içinde bütün yaşantımızı saracak ve bu zamlar karşısında da eskiden olduğu gibi biraz homurdanacağız, sonra alışacağız, neye alışmadık ki? Zamlar sınırlarımızı zorlamaz, çünkü bizler işini bilen bir milletiz, döner sermaye sağ olsun! Hayallar kurduran piyangoda çekildi, yenisi hemen hafta başınadır, gün geçtikçe fakirleştikçe piyango çeşidi de artmaya devam edecek!

İran vanayı kısar, bize zam olarak döner doğal gaz! Neden kısar, çünkü iç tüketime yetişemez, bu biline biline anlaşma devam eder, İran devleti desteklenir, almadığımız havagazın hava parasını vererek!

Soğuk hava koşulları arasında yeni yıla girdik, taksim meydanında resmi kutlama olmadı ama resmi olmayan taciz olayı her sene olduğu gibi devamlılığını gösterdi! İstanbul iki meydanı canlı bomba korkusundan yasaklandı, sokağa atılacak paramız yok dedik, paramızı sokak yerine havaya attık! Gökyüzünü renkler ile boyadık, gece yarısını geçerken, birbirimize sarıldık, geçmiş yıllarda yaşadığımız acıların bir daha olmaması için!

İstanbul’da kutlama yaparken, Kenya’da 250 kişi seçim sandığından ölü çıkı! Seçim sonuçlarının açıklanması üzerine sokaklar kan gölüne dönmüş. Pakistan’da ise sokaklarda kaç kişinin öldüğü belli bile değildir, sokaklar gerilmiş, rejim sonun ne olacağını bilmediği bir yolda yürümeye çalışıyor. Yanı başında olan savaş, ülkenin geneli yangın yerine döndürmüş durumdadır. Bağdat’ta ise cenaze törenine silahlı saldırı yapılmış, 30 ölü olduğu sanılıyor, ajanslara düşen haberlerde. Irak kan ile sulanmaya devam ediyor.

Fransa’da gece kulüplerinde ve lokantalarda sigara içme yasağı geldi, yeni yıl ile birlikte. Daha önce uygulamaya koyan ülkelerden biri olan Almanya’da yapılan araştırmalarda; dışarıda sigara içenlerin ısınması için kullanılan araçların insan sağlığına zararlı olduğu belirtilen sigaradan daha zararlı olduğu anlaşılmış. Bu sonuca göre; insanı düşünen karar, aslında insanı değil de başka şeyi düşündüğü ortaya çıkıyor, acaba sigara yasağı kimleri karlı çıkartıyor? Sigara içen kişiler için restoranların ve kafelerin arkasında ısıtmalarla ısınan bir açık alan olduğunu söylemden geçmeyeyim, eksik kalmasın bilgi.

El Kaide Türkiye’ye sızmış! Bugün düşen haberler içinde o da vardı, El Kaide neredeydi de sızsın? Eğer ülkemizde yeteri kadar alt yapısı yoksa nasıl sızacak? Irak, Pakistan, Afganistan ve Balkanlarda eğitim görmüş birçok militanın bu ülkede kanlı eylemlere imza atacağı emirler henüz internet sayfalarına düşmediği için göremiyoruz! Geçmişte yaptıkları eylemleri ve yapılan operasyonda yakalananlara baktığımızda yeteri kadar örgütlendikleri görülür. Yılbaşı kutlamalarının iptali arkasında sakın bu sızma haberleri olmasın?

Ekranlarda ve gazetelerde elektronik sigara altında reklamlar yapılıyordu, sağlık bakanlığı sonunda alışkanlık yapıyor diyerek yasaklanmış. Buradan ne gibi sonuç çıkarırsınız? Yasaklama yerine, ‘dikkat alışkanlık yapar!’ diyerek satışı serbest olabilirdi!

Büyük modacı Cemil İpekçi yeni yılda yeni imajı ile girmiş ve hükümetle çatışmanın iyi sonuçlar getirmez diyerek büyük medya patronlarının yolundan gitmiş. Hükümetin siyasi çizgisini destekleyen bir açıklama yapmış ve türban serbest kalana kadar defile yapmama kararı almış. Kişilerin tercihlerine saygı duyulmalı!

İstanbul’da bir imam’da Cuma vaazında çalışan kadınlara karşı bir şey söylemiş, duymayanınız kaldı mı? 'Karınızı çalıştırmayın. Çalışan kadın nefsine hakim olamaz' gibi cemaatine nasihat etmiş. Hükümetimiz belki bu ahlaki koruma yüzünden olsa gerek, işbaşında oldukları süre içinde çalışan kadın sayısı düşmüş! Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma derler! Bu lafı söyleyince aklıma Erbakan hoca geldi, nedendir dersiniz?

Gazetelerin internette sayfalarında okurların yazdıkları yazıları okurum sıklıkla. Özelikle Kürt kelimesi geçen haberlerin altındaki yorumlarda ırkçılık düz boyu gitmektedir. Irkçılık bu ülkede serbest! Her türlü küfürlerin yayınlandığı yorumlarda, ahlaka ve saygıya dair hiçbir şey göremezsiniz. Acaba bu okuyucu yorumları suç teşkil etmiyor mu? Yorum yapacak kelime var mı? Yorum yazanlar yazdıklarının ırkçılık olduğunun farkında mı değiller, sanırım ırkçılık bu ülkede okuyucu yorumları içinde ve sokakta normal karşılanıyor. Irkçılık normalleşmiş kısaca.

1.1.2008

CHP günümüzde kimi temsil ediyor?

CHP günümüzde kimi temsil ediyor?
Partinin dayandığı taban sınıflardır. Muhafazakar partilerin dayandığı taban genelde orta ölçekli sermaye grubu ve onun etrafında beslenen değişimden daha çok var olan sistemin devamını isteyen kesimleri temsil eder. Köylüler, sermaye sahipleri, temel olarak seçmen grubunu oluşturur. 12 eylül 1980 yılına kadar da bu kesimden oy almışlardır. O tarihlerde sağ partiler sanayi kentlerin belediye başkanlıklarını pek alamazdı.

İdeoloji partiler ise dayandıkları seçmen tabanını kendisi belirler ve ideolojileri yönünde seçmen oluşturmaya çalışırlar. MSP / MHP bu konuda en iyi örnektir. Homojen bir yapı içinde, parti başkanın belirlediği siyasi yol mutlaktır, değiştirilmesi dahi düşünülemez. 12 Eylül 1980 yılından sonra bu partilerinde misyonun bittiğini, yeniden biçimlendiğini görmekteyiz.

Sosyal demokrat parti adını kullanan CHP 12 Eylül öncesinde işçi sınıfı ve aydın / öğrenci kesim tarafından desteklenmiş ortanın solu bir parti görünümündeydi. 12 Eylül 1980 yılında kapatılması ile bu misyonundan uzaklaşmıştır.

Yukarıda kısaca 1980 askeri darbesinden önceki siyasi partilerimizin arasında ki duruş noktaları ayrılığını belirttim. Askeri darbe yaşantımızı olduğu gibi değiştirmiştir. Siyasi yaşamın olmazsa olmazı siyasi partilerin de duruşları ve dayandıkları tabanlarının da değişmesini getirmiştir, çünkü 12 Eylül sadece bir darbe değil, ideolojilerinin de altlarının boşaltıldığı köklü bir saldırıyı da sembolize eder. Bütün siyasi partilerin yasaklanması ve bütün eğilimlerin tek partide toplandığını ileri süren Turgut Özal’ın liberal politikalarının öne çıkması ile birlikte siyasi yaşantımızın yeni partileri de yeni duruş yerleri ile ortaya çıkmıştır. 12 Eylül öncesi duruşlarını kaybeden partiler yeni insana uygun örgütlenmeye gitmiştir. İdeoloji partileri daha çok popüler politikaya yönelerek iktidar hedefine doğru var olan koşulların da uygun olması ile birlikte değişim yaşamışlardır. MSP yerini alan parti İslami sermayenin Türkiye’de örgütlenmesine uygun olarak, güçlenmesine paralel olarak popüler politikaya yönelmiştir. Cami parfümlü parti, kışla parfümlü siyasilerin komünizm ve Kürtlerin bağımsızlık söylemlerine karşılık panzehir olarak başlangıçta desteklenmiştir. Devlet güdümlü Hizbullah örgütünün ortaya çıkışı, İstanbul gibi büyük metropollerde sol görünümlü cami parfümlü örgütlerin eylemlerinin artması bir tesadüfi durum değildir, siyasi bir tercihti. (Türban sorunu bir tercihtir. Kemalizm adına yapılmış politik tercihler 12 Mart rejiminin kötü bir karikatürüydü. Biçimsel olarak 1930 yılları günümüzde yaşatma çabası olarak ortaya çıkardığı bir mizahi şov olarak da algılanabilir, fakat yaşam bir şov alanı değildi. Kazanımların teker teker ortadan kaldıracak bir süreci de sembolize ediyordu.) Siyasi zemini belirleyen ekonomik güçlerdir. Yeşil sermayenin ülkede güçlenmesi ile birlikte cami parfümlü söylemlerinde günlük yaşantımızın belirleyici olması doğaldır. Askeri rejim kendi düşmanını yine kendi eylemleri sonucunda yaratmıştır. Kürt dilinin yasaklanması PKK örgütünün yeniden doğuşuna olanak yaratmıştır. Zindanlar işkence yerlerine dönderilirken, dışarısı da sessiz çığlıkların hakim olduğu bir düzene bürünmüştü. Liberal ekonomik program devletin elindekilerini başkasına peşkeş çekmek olarak algılanan özelleştirme son hızı ile devam ederken, alışkanlıklar ve düşünce yapısı da değişiyordu. Askeri rejim yeşil sermayesinin palazlanması için her türlü ortamı yaratmıştı. Al Baraka Türk bu rejimin tercihi yönünde ülkemizde hizmete başlamıştı. Suudi sermayesi Suudi geleneklerini de yanında taşıyordu. Ülkemizde bize özgü bir dönüşüm yaşasa da, bugünkü sorunların oluşmasında zemin hazırlamıştır. El Kaide Suudi sermayesinin bir ürünüdür. Afganistan’da Sovyet rejimine karşı oluşturulmuş, ABD destekli bir örgüttür. Balkan ülkelerinin oluşması sırasında askeri örgütlenmesini artıran bir evrensel İslami örgüt olmuştur. Arap liderlerin yanında diğer ulusların vatandaşlarının katılımıyla global bir görünüme bürünmüştür.

Ülkemiz özneline dönersek, 12 Eylül sonrası oluşan siyasi durum ve partiler, eskisi gibi bir ayrışma yerine birbirine benzeyen politikalara hayat vermişlerdir. Sadece parti isimleri ve liderleri değişiyordu, fakat politikalar ve ideolojiler aynıydı. Bu benzeşme iktidara hangisi gelirse gelsin uyguladıkları politikadan ortaya çıkmıştır. Süleyman Demirel Özal’ı eleştirirken, kendisi ondan farklı bir şey yapamamıştır. İnönü ve Ecevit yardımcı güç gibi onların politikalarını desteklemiştir, farklı bir şey yapamamışlarıdır, çünkü ekonomi politikayı belirleyen güçler ülkemize belirlediği politika hayata geçirilmesinde her hangi bir pürüz dahi istemiyorlardı. Kim gelirse gelsin, uygulanacaktı, uygulandı da! Kimliksizleştirme ve omurgasızlaştırma bu dönemin bir ürünüdür. Kişiler gibi partilerde omurgasız ve ideolojisizdir. Paradigma öne çıkmıştır. Siyasi çıkar yerine kişisel çıkar öndedir. Eski bir başbakanın dolandırıcılıktan ceza alması buna güzel bir örnektir. Örgüt adına hırsızlık yapmıştır, fakat örgütün ne olduğu ortadır. Örgüt benim demektedir, güvensizdir kendisinden sonra gelenlere. Ayrışma uzun süreli bir iktidarı ortaya çıkarmıştır. İdeoloji yerini paradigma doldurmuştur! İktidarda kalmak kişisel çıkarların korunduğu sürece vardır, çıkarlar çatışmaya başlandığında iktidardan uzaklaşma kaçınılmazdır. Değer paradır, maddi güçtür!

Kısaca gelişim sürecini incelediğim bu süreç içinde CHP hangi rolü oynamaktadır? Kimi temsil etmektedir? Son seçimlerde biz etnik azınlıkları ve tarikatları temsil edemeyiz diyerek alevi inancındakilerini ve Kürtleri dışlamıştır. Onların temsilcilerine yer vermemiştir. En uçta ve homojen ulusal devlet söylemini kendisine yapıştırmıştır. İşçi sınıfından uzaklaşmıştır, sendikallar ile bağlantısı yoktur. Aydın kesiminin büyük bir bölümünü kendisinden uzaklaştırmıştır. Homojen bir toplum için ütopik bir söylem içindedir. Yaklaşan yerel seçimler öncesi alevi derneklerinin kongrelerinde ziyaretçi olarak orada kendilerini göstermekteler. Dayandıkları bir siyasi zemin yoktur, kışla parfümlü siyasilerin tercihleri onların tercihi konumdadır, fakat kışla parfümlüler politikaları tutucudur, sosyal demokrat dahi olamazlar. Eski bir genelkurmay başkanının siyasi tercihi bunun açık göstergesidir. CHP safları yerine DYP saflarından politikaya atılmıştır.

Kendisini dışlayan bir partinin kongrelerinde yer almasına izin vermezdim, eğer Alevilerin yerlerinde olmuş olsaydım; ‘Madem beni temsil etmiyorsun, gelme!’ derdim. Bakın Türk-İş son kongresinde yoktular. Neden, çünkü orayı AKP’ye çoktan kaptırdıklarını biliyorlardı! İşçiden uzak, Alevi’den uzak, Kürt’ten uzak, memurdan uzak sadece Baykal çevresinde duran bir parti ülke geleceği için ne diyebilir? Kimi temsil etmektedir?

2.1.2008

Yerel seçimler yaklaşırken…

Yapılan bir kamuoyu araştırmasında Türkler 2008 yılına umutlu girmiş. Türkler; daha iyi, daha rahat ve daha ucuz bir yıl bekliyormuş. Türklerin yüzde 59.1’i, 2008’de daha mutlu olacağını düşünüyor.

Yukarıda aldığım haber ilk bakışta sıradan gibi gözükebilir, fakat benim tahminlerim eğer doğru çıkarsa, daha doğrusu gündemi okumam doğru olursa en geç mayıs ayı içinde yerel seçimler erkene alınmış şekilde gerçekleşmiş olacak. Çünkü AKP iktidarı elde etmiş olduğu zaferi taçlandırmak isteyecektir. 2009 Mart ayında normal koşullarda yerel seçimler olacaktır, o yıla kadar hükümet elbette yıpranacaktır. Yerel seçimlere iddialı girmeyi planlayan hükümet, oradan aldığı güvenoyu ile anayasayı değiştirmek isteyecektir. Halk desteğini aldığı zaman hükümetin eli daha rahat olacaktır. Bütün bunların gerçekleştirmesi için hükümet en geç mayıs ayında seçim yapmak zorundadır!

Neden Mayıs ayı? Çünkü o zaman belediyelerin önünde bir su sıkıntısı olmayacaktır. Kurak bir yaz beklenmektedir, geçen yazda olduğu gibi. Belediye hizmetlerinden kış ayı sürece yaşanacak olumsuzluklar o tarihe kadar unutulmuş olacaktır. Geçen yazda yaşanan su sıkıntısı düşünülmeyecektir!

Yaşanan sınır dışı operasyonlar gibi sorunlar o zaman ortadan kalkmış olacaktır, Diyarbakır gibi AKP için stratejik öncelikli olan ilde yerel yönetim geçen süre içinde yeteri kadar yıpranmış ve halk desteğinden yok olacağı tahmin edilmektedir. Bu durumda orada en güçlü parti konumda olan AKP adayının kazanma şansı çok yüksektir.

AKP için ikinci önemli yer olan İzmir’dir. Bu şehirde CHP yönetiminde olan Büyükşehir Belediyesi iç kavgalardan dolayı yıpranmış durumdadır, onların en büyük projesi Expo 2015 hükümet desteği ile olacak bir siyasi tercihidir. Bu tercihi AKP belediye başkanı ile yapmak isteyecektir. Şu anda eğer yerel seçim olsa, İzmir’de kazanma şansı en yüksek olan parti AKP konumdadır. DP iç kavgalar nedeniyle ege seçmeninden uzaktır, yeni başkanın çalışması orada eski gücü konusunda alternatif olabilir, fakat şu an içi DP ege seçmeninden uzaktır.

AKP kendisine rakip olarak CHP ve DTP’yi görmektedir. Çünkü göz diktiği belediye başkanlıkları bu iki partinin iktidarda oldukları yerlerdir.

Son seçimlerde CHP şansını iyi kullanamamıştır, son seçimde azalarak zafer ile çıkmıştır! Toplumun beklentisini göz önüne almayarak, sadece homojen bir toplum ideali içinde en uç noktalara siyasi mesajlar vererek seçime gitmiş ve tahmin ettikleri başarıya ulaşamamıştır. Meydanlar sandıkta kendisini gösterememiştir. Cephe politikası AKP’nin oyunun artırmasına yaramıştır! İzmir CHP’nin son kalesidir, orada ise gelecek bir seçimde şansları yoktur, eğer bu şekilde sorunlar devam ederse. CHP sağ politikaları ile yeni projeler ortaya çıkaramamaktadır, belediye hizmetleri açısından AKP belediyelerden farkı yoktur. Tabelalara büyük şehir belediyesi çalışıyor yazısı yazdırmak ile belediye çalıştığı doğrulanmıyor.

AKP yerel yönetimler seçimine tek alternatif olarak girmemelidir. CHP, AKP’nin alternatifi değil, kötü bir yansıma kopyası olabilir, o yüzden CHP’yi alternatif olarak görmüyorum. CHP siyasi tarihimizdeki yerini alarak, gündemimizden tamamı ile çıkmasını arzuluyorum. CHP laik Türkiye’nin bekçisi değil, 12 Eylül darbecilerinin bekçisi konumundadır. Darbecilerin tercihi ise ortadadır. Bu seçimlerde kötünün iyi olarak CHP’yi tercih etmemek için, adaylar ve çalışmalar şimdiden başlamalıdır.

Türklerin yüzde 59.1’i, 2008’de daha mutlu olacağını düşünüyor. Bu sonuca bakarak yerel yönetimlerin başarısı tahmin edilebilinir mi?

2.1.2008

İnşaatlarda neler kullanılır?

İnşaatlarda neler kullanılır?

İlk aklınıza geleni yazın deseler ne yazardınız? Ben hemen vinç derdim! Çünkü başımı ne tarafa dönsem büyük vinçler ile karşılaşırım. Küçük inşaatlardan vazgeçip, gökdelenler şehirlerin orta yerinde yükselmeye başlayınca, vinçlerde şehir görüntüsünün vazgeçilmezi oldu.

Belki gelişmenin sembolüdür, vinçler! Bir ülkede inşaat ne kadar çoksa o kadar gelişiyor diye okumuştum bir yerlerde. İnşaat sektörü ve ülkede ki gelişme. İki bağımsız kavramlar iç içe geçebiliyor zaman zaman.

Gazete sayfalarında vinçleri gördüm bugün. Sayfa içindeki vinçler bir tarihi anıt gibi durmaktadır, belki de modern sanat yapıtı gibi. Bir gece yarısı çekilmiş, kar yağmakta dışarıda. Kar altında vinçler ve inşaatın aydınlatma ışıkları altında romantik görüntüler.

Fotoğrafın nerede çekildiğine baktım, İran! Vinçlere bakarken, yıllar öncesi Türkiye’ye sığınan İranlılar geldi aklıma. Onları İran’a geri teslim etmişti o zamanın hükümeti. İltica için bir gerekçeleri yoktu. İran onları istiyordu, bizde doğal gaz! İyi komşuluk ilişkileri gereği onları teslim ettik ve sınırın hemen öteki tarafında vinçler bekliyordu. Bir süre sonra duydum ki, o gidenler vinçlerin uçlarında cansız vücutları asılıydı. Fotoğraflarını bugünkü gazetede gördüm! İran’da vinç demek, inşaat değil, darağacı demektir!

Nice fidanlar asılmıştır, nice güzeller o vinçlerin ucunda can vermiştir?

Vinçler inşaat arasında direkt bir bağlantı kurulabilir, fakat İran’da inşaattan önce ölüm ile bağlantı kuruluyor. Bir İran vatandaşı vinci gördüğünde saklanacak yer arıyordur, acaba neden geldi mahallemize diyerek. Kimse orada büyük binaların yükseleceğini düşünmez, vinç çünkü o ülkede başka anlama bürünmüştür. Korku cumhuriyeti, kar altında cinayet işlemeye devam ediyor.

Dışarıda kar yağıyor, inceden. Kar altında vinçler çalışıyor. Bir sağa bir sola doğru hareket halinde. Bizde bina yapımında kullanılıyor, İran’da can almada. Bilim adamları bir aleti yaparken hedefledikleri amaçlar dışında da aletlerinin kullanılacağını düşünmüş olsalardı, acaba o aracı geliştirirler miydi?

İran’da inşaatlarda ne kullanılır?

3.1.2008

Korku, çağdaş dünyanın en büyük silahıdır.

Gün ağarırken…

Biraz sonra sabahın ilk ışıkları yaşadığım şehrin üzerine vuracak. Soğuk dışarıyı teslim aldığını camda oluşan buhardan anlıyorum. Bir yılbaşını daha kar görmeden geçirdim, kaç yılbaşını kar görmeden geçirdim ve geçirmeye devam edeceğim?

Gökyüzü kızıla dönecek birazdan, karanlığın sürdüğü bu saatlerde onu düşünüyorum. Sokaklar boş ve hareketsiz duruyor, sessizlik hakim yaşadığım şehre. Henüz bu karanlık yeni düştüğünde, başka bir şehirde büyük bir patlama olmuş, çığlıkların yeryüzünü teslim almış olduğunu haberlere düşen son gelişme ile öğrenmiştim. Başka bir coğrafyadaki patlamanın yansıması gibiydi. Gökyüzü aniden karanlığın içinde kızıla dönüşmüş olduğunu ajansların geçtiği fotoğraflardan gördüm. Şimdiki sessizliğim yok olmuştu, korku cumhuriyeti iş başında diyerek isyan etmiştim, korkuya karşı.

Bu patlamalar, bu kan dökmeler sonuç olarak topluma sessiz olun demek için yapılıyor gibi, çünkü patlamalar karanlıktan gelip, toplumun üzerinde patlıyor. Korku üzerimize siniyor. Patlama sonucu çıkan o garip kokunun üzerimize sinmesi gibi. Ateş düştüğü yeri yakar derler eskiler, şimdi düştüğü yeri değil, çok uzakları da yakıyor.

Gece geç saatlerde yatağa gidip, rahat bir uyku çekeyim kendime geleyim dedim, hayır uyuyamadım. Orada düşen acı hala canımı acıtıyor. Hiç tanımadığım görmediğim insanlar öldü, neden? Tarih içinde ne kadar insan öldürüldü, son otuz yılda öldürülen insan sayısı kurtuluş savaşımızda ölen insanların kaç katı olmuştur? Dünya ölçeğinde düşünelim, birinci ve ikinci dünya savaşında ölen insanların sayısı ile son otuz yılda ölenlerin sayısını istatistiki karşılaştırırsak acaba kaç katı insan öldürülmüştür. Gelecek hayali gören insan öldürüldü. Geçmişten aldığı birikimi geleceğe taşımak isteyen insan öldürüldü.

İnsanın doğa ile savaşında doğa yok oldu, insanda yok oluyor. İnsan ömrünü uzatmak için yapılan her çalışma dünya ölçeğinde insan nüfusunun popülasyonunda ki artış, diğer canlıların soyunun tükenmesine etkisi ne kadardır?

İnsanın üretmiş olduğu savaş aletleri sanayi devrimi ile hızlı bir şekilde gelişmiş ve kitlesel ölüm makineleri geliştirmiştir. Düşmanı, yani insanı yok edebilmek için her türlü aleti geliştiren ‘öteki insan’, sadece kendi soyunu değil, savaş aletlerin yeryüzünü dövmesi sonucu kaç canlı türü yok olmuştur? Savaş araçlarını geliştirenler bunu sanayi olarak görmekte ve pazarlamaktalar. Pazarlanabilmesi içinde savaşın yani çatışmanın olması gereklidir. Bu çatışmalardan beslenen kaç firma veya insan vardır? Onların bitmez tükenmez kazanma hırsı insanı ortadan kaldırırken, bizler yani kurban olanlar ne yapmaktayız?

Korku, çağdaş dünyanın en büyük silahıdır. Toplumlar ve bireyler korku ile hizaya getirilmeye çalışılmaktadır. İsyan ve itiraz artık suçtur! Korkuyu oluşturabilmek için her türlü araç kullanılmaktadır. Ajanslara düşen haber ve sunumu bu korkunun yeryüzünü kaplamasına ne gibi etkisi vardır?

Korku üzerimize siniyor, sessizlik içinde çocuğumuzu korumaya çalışıyoruz. Toplum içinde patlayan bir bomba insan ayırmıyor! Ne kadar korursak da bir anda elimizin içinden kopabilir. Daha ne kadar koruyabileceğiz çocuklarımızı ve kendimizi? Üzerimize sinen korkuyu nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Birazdan gökyüzü kızıla vuracak, gün doğacak. Sokaklar sessizliğini bozacak. Gökyüzündeki kızıllığın güneşten dolayı oluşmasını isterim. Romantik görüntüler eşliğinde korkusuzca sevdiklerime sizi seviyorum diyerek avazım çıktığı kadar özgürce bağırayım, sessizliği sesim bozsun, bomba değil. Gün birazdan yaşadığım şehri aydınlatacak.

4.1.2008

Irak sınırı nasıl oluştu?

Irak sınırı nasıl oluştu?
Irak sınırı savaşarak oluşmadığını peşinen söyleyeyim. Kurtuluş savaşı sonrası yapılan anlaşmalar ile güney sınırlarımız oluşmuştur. Bugün gündemimizi işgal eden Irak sınırı nasıl oluştuğuna bir göz atalım dedim.

Irak sınırı resmi olarak 5.6.1926’da Ankara Antlaşması “Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması” adı altında imzalandı. Bu anlaşmalar 6.6.1926 da TBMM, 14.6.1926 da Irak Meclisi, 18.6.1926 da İngiliz Avam Kamarası antlaşmayı onayladı. (http://www.ttk.org.tr) Bu şekilde sınırlarımız çizilmiş oldu. Bu anlaşmaların yapılma sürecine giden yola kısaca bakmakta fayda var.

Irak biliyoruz ki birinci dünya savaşı sırasında henüz orası ırak olmadan önce İngilizler tarafından işgal edildi. Irak henüz ortada yol iken İngilizler Maraş ve Antep’e kadar gelmişlerdi. Neler oldu da bugünkü sınıra kadar çekildiler.

Birinci dünya savaşı sırasında son Osmanlı Meclisi milletvekilleri tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda Türkiye'nin sınırlarını Misak-ı Milli adı altında çiziyordu. Bu alınan karar ile Musul bir Türk şehri ilan ediliyordu. İngilizler tarafından hazırlanan haritada ise, Basra Körfezi’nden başlayıp, tasarlanan Ermenistan Devleti’nin güney sınırına dek uzanan ve Musul ilinin yanı sıra Diyarbakır’da içine alan bölge “Irak-Cezire-Kürdistan” adıyla bir bütün olarak İngiliz etkinlik alanı içinde gösterilmekte idi. Tasarlanan sınırlar birbiri ile çelişiyordu. Savaş kağıt üzerine kaymıştı. Cephe savaşı bitmiş, parçalanan Osmanlı devleti yeni sınırları anlaşmalar ile belirleniyordu. Ellerde haritalar o andaki duruş ile sınırlar diplomasinin keskin kulvarındaydı.

İngilizler Musul dahil bugünkü Irak topraklarımı işgal ederken direnişle karşılaştılar. “Kürt lideri Şeyh Mahmud Berzenci, 22 Mayıs 1919'da Merivan ve Hawraman aşiretleriyle birleşerek geçici Kürdistan Hükümeti ile bağımsızlığını ilan etti, oluşturduğu düzenli orduya Süleymaniye şehrinde işgalci olarak bulunan İngiliz birlikleri tutuklama emri verdi. Çıkan çatışmalar sonucunda 12 Haziran’da direniş kırıldı. Şeyh Mahmud tutuklanarak Hindistan’a sürüldü. Peki Şeyh Mahmud Berzenci bu gücü nereden almıştır? İngiltere elindeki haritaya uygun olarak Mahmud Berzenci, 1918'de Süleymaniye’de eyaletin hükümdarı ilan etmişti. (http://www.kurdistantime.com/?p=142)

İngiltere Irak’ta 1.10.1920 günü “Devlet Konseyi” adı ile bir Arap Hükümeti kuruldu. İngilizler 12.3.1921- 25.3.1921 tarihleri arasında Kahire’de yapılan konferansta Faysal’ı da kral olarak getirmeye karar verdiler. 11.7.1921 de Irak bakanlar Konseyi, Faysal’ı Irak’ın Anayasal kralı olarak tanımlayan bir kararı kabul etti.

Türkiye ve İngiltere tarafında gelişmeler ise, Lozan Anlaşması (24.7.1923) sırasında Musul sorunu çözülemedi. İkili görüşmeler 19.5.1924 de Haliç Konferansı adı altında Kasımpaşa’daki eski Donanma Bakanlığı binasında başladı. Sonuç alınamadan dağıldı. Bunun üzerine İngiltere 6.8.1924’de Milletler Cemiyetine resmen başvurdu. Diplomaside her yol açıktır, Irak sınırları tartışma yapılırken Türkiye’nin pazarlık gücü de azaltacak olaylar olmuştur. Şeyh Sait İsyanı da (Şubat-Nisan 1925) Musul'un kaybedilmesine zemin hazırlayan olaylardan biri olarak yorumlanır. (http://www.tsk.mil.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_6_Toplantilar/ocak2005/Ocak_2005_Sorucevap.htm)

27-29.10.1924 tarihleri ararsında Brüksel’de olağanüstü olarak toplanan Milletler Cemiyeti Konseyi, bugünkü Türkiye-Irak sınırı olan, 29.9.1924 tarihli İngiliz notasında belirlenen sınırı “Brüksel Hattı” adı altında oybirliği ile kabul etti.

Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri de bu arada 23.9.1925 günü Lahey Adalet Divanı’na başvurdu. 16.12.1925 günü Lahey Adalet divanı raporunu da içine alan Milletler Cemiyeti Konseyi kararını açıklamak için toplandı. Buna göre; Brüksel Hattı Türkiye-Irak sınırı olacak kararını aldı. Milletler Cemiyeti Konseyi 11.2.1926 da yeni antlaşmayı onayladı. Böylece Konseyin 16.12.1925 tarihli kararı geçerlilik kazanmış oldu. İngiltere ile 5.6.1926’da Ankara Antlaşması “Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması” adı altında imzalandı.

Kronolojik olarak olayları yorum katmadan inceledim, peki bu kronolojik tarihi gelişmeden nasıl bir sonuç çıkaracağız? İngiltere karşısında Kürtler, Türkler ile birlikte harekat etmiş ve İngilizleri işgalci güç olarak görmüşlerdir. Onlara karşı direnmişlerdir. İngiltere elindeki haritayı neden yırtıp atmıştır? Sadece orada bir Kürt grubun onlara karşı gelmesini bir gurur meselesi mi yaptılar? Kürtler ve Türkler Lozan’da ortak kurucu olarak İngilizlere karşı anlaşma için masaya oturmuştur. Lozan bir kırılma noktası mıydı? (İsmet Paşa, bu konferansta, “Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak” katıldığını ifade etmiştir.) Irak sınırı neden bugünkü hali ile kabul edilmiştir, çünkü sınırın doğru olmadığını bugünkü genelkurmay başkalığı dahi seslendirmektedir. Acaba sınırın bu şekilde olması hem Türklere hem de Kürtlere karşı İngilizlerin tarihsel tepkisi miydi?

24.12.2007

Yeni yaşam alanları…

Yeni yaşam alanları…
İstanbul siluet içinde Kapalıçarşı’yı göremezsiniz, fakat İstanbul tanıtan kitapların içinde önemli bir yer tutar. Kapalıçarşı tarihine bakılınca bir fetih ve sonrası yeni şehrin yeni ticari merkezi ve kalbinin attığı yer olarak da görebiliriz. Siyasi kararların aldığı yerden o kadar da uzak değildir. Siyaset kalbi başka yerde atarken, ülkenin ticari yaşamın bir mozaiğidir.

Kapalıçarşı tarihi içinde depremler görmüş, yağmalar görmüştür, her dönemde de ayakta kalmayı başarmış, her dönemin ticari yaşamın aynası görevini de görmüştür. İpek yolunun bitimi gibidir, asya’nın son noktadır. Altın ve gümüş işçiliği yüzyıllardır orada ayakta kalmayı başarmıştır. 1894 yılında yaşanan büyük deprem ile yeniden yaratılmış gibidir.

Kapalıçarşı yılların ihmali ve para kazanma hırsı ile yağmalanmış gibidir. Kapalıçarşı her an çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. "Yıllarca süren bir talan sonunda çatıdaki kurşunların tamamı çalınmış. Yağan yağmur direkt yapının temeline iniyor. Çarşıda her an bir çökme yaşanabilir. Tarihi yapı sahipsiz kalınca esnaf da elinden geleni ardına koymamış. Yani tarihi yapının yıkılması için elinden ne geliyorsa yapmış. Yapının aynı zamanda taşıyıcı sistemi olan duvarlar yıkılarak, dükkânlar birleştirilmiş. Zemin kazılmış, depolar yapılmış. Uzun yıllar 'çivi çakılamaz' denilen yapıda isteyen istediğini yapmış. Kimse ne yapıyorsun, diye sormamış." demektedir Eminönü belediye başkanı Nevzat Er. (11.12. 2007, Milliyet Gazetesi, Şenol Demirci) acaba bu çöküş sadece fiziki midir?

Kapalıçarşı eski işlevinden ve canlılığından birçok şeyi kaybetmiştir, çünkü İstanbul şehri büyük alışveriş merkezleri yeni çekim alanlarıdır.

İstanbul genişledikçe yeni alışveriş merkezlerin oluşmasına olanak vermiştir, çünkü bu kadar büyük bir şehir bir merkez etrafında toplanamazdı.1988 yılında başlayan modern alış veriş merkezleri İstanbul şehri içinde yayılırken, Anadolu’nun değişik şehirlerinde de kendisine yeni hayat alanları bulmaya başladı. Eski çarşılara olan ilginin azalmasını da yanında getirmiştir. Markalar yenidünya ticaretinin belirleyicisi olmuştur.

Eski yerleşim alanları olan bu çarşılar günümüzde daha çok turistlere yönelik turlar için vazgeçilmez alanları gibidir. Şehir turları içinde bu gibi otantik yerler ilgi görmeye devam etmesine rağmen, orada bulunan esnaf ise, eski günlerin özlemi içinde, turistlerin ihtiyaçlarına göre dükkanlarını değiştirmekteler.

Yeni alışveriş merkezleri insana her türlü hizmeti sunmaktadır. Yeni yaşam alanları olarak tasarlanmakta ve orada bir insan ihtiyaç hissettirilecek her türlü ben alıcı camekan ile karşılaşacaktır. Spor merkezlerinden, büyük marketlere kadar her türlü ihtiyaç hissettirilecek camekanlar sizi beklemektedir. Yeni bir insan profili yaratılmaktadır. Dışarıdaki yaşamdan bir kopuşu da getirmektedir. Dış dünyanın çirkinlikleri orada yoktur, orada önemli biri hissine kapılacaksınız, çünkü bireye hizmet sunulurken her türlü özveri gösterilmiştir. Dünyadan haber veren haber kanallarının ekranları alış veriş merkezlerinin koridorlarındadır. Oraya gelenin cebini boşaltacak her türlü sunum vardır. İhtiyacı olmadığı halde, ellerinde çantalarla çıkacak bireyler düşünülmüştür.

Çalışanların maaşları ve çalışma süreleri düşünülmez. Orada çalışmakta bir ayrıcalıktır. Çalışan insan gecekondu mahallesinden bir otobüs ile gelir ve çalıştığı iş yerine ait iş kıyafetlerini orada giyer ve hizmete her zaman hazırdır. Düşük ücret ile güler yüzlü olmak zorundadır. Alışveriş merkezinde yüzlerce dükkan vardır, binlerce çalışanı vardır. Dış dünyadan kopuk oranın gerçekliğini yaşarlar. Işıkların oluşturmuş olduğu bir dünya vardır. O dünyanın çalışanları ötekisidir. İşi neyse onu yapmakla yükümlüdür. Biri işten çıkarılmış ise yerini dolduracak başkası her zaman vardır. İşçi hakları ve çalışma süresi orada sorulmaz, orada önemli olan hizmettir, gelen müşteriye her türlü hizmeti verirken güler yüzlü olmak zorundadır. Dış dünyadan kopuk, yaşamın yeni alanları gibidir bu çarşılar.

Kapalıçarşı esnafı ve çalışanı eski ahi geleneğinde olduğu gibi daha iç içedir. Sorunlar paylaşılır, yardımlaşma yok olmaya yüz tutsa da gelenekler yaşamaktadır. Kapalıçarşı esnafı için önemli olan esnafa yani kendisi gibi olana güven esastır. Zaman içinde bu güveni sarsan gelişmeler yaşanmıştır, değişim esnafın ahilik özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Yeni yaşam alanları Kapalıçarşı’yı halktan koparmaktadır. Kapalıçarşı esnafı ise turistlere yönelik dükkanlarını düzenlemeye başladılar! Kapalıçarşı’yı İstanbul silueti içinde görememekteyiz.

23.12.2007

Bizi bekleyen felaketler…

Bizi bekleyen felaketler…
Anadolu tarihi içinde toplumların göçmen olmadıkları aksine yerleşik hayat yaşadıklarını yapılan arkeolojik çalışmalardan öğreniyoruz. Arkeoloji bize geçmişin kapılarını açarken, birçok soruyu da yanında getirir, çünkü tarih yazıcıları bu bulunan yeni veriler ışığında tarihi yeniden yazmak zorunda kalırlar.

Ülkemizin toprakları üzerinde binlerce kez sınırlar çizilmiş ve silinmiştir. Sınırlar şehir devletleri biçiminde olduğu gibi büyük imparatorluklar şeklinde de olmuştur. Frigyalılar, Hititliler, Urartulular, İyonlılar... diyerek uzanır giderler. Bu devletlerin sınırları savaşlar ile silindiği gibi, doğal felaketlerin yol açtığı toplumsal olaylar sonucu da yok olmuştur. Anadolu iklimi değişimi incelendiğinde bir zamanlar göller ve ırmakların oluşturmuş olduğu cennet gibi doğa parçası, zaman içinde yerkürenin ısınması sonucu çölleşmiş ve şehirler eskisi gibi küçük olan su yatakları yanına değil, daha büyük yatakların yanına kurulur olmuş. Anadolu insanı göçebe değildi, yerleşik oldukları içinde birbirinden zengin yerleşim alanları olduğu ve o alanlarda bugünkü nüfus dağılıma göre daha fazla insanlardan oluşan köylerin olduğu arkeologlar tarafından tahmin edilmektedir.

Anadolu tarihi içinde çok sık değişen sınırlar büyük kültürlerin oluşmasına engel değildir, hatta sınırların değişimi, kültürlerin birbiri ile kaynaşmasına ve yeni sentez kültürlerin oluşmasına da katkı sunmuştur. Bunların en güzel örneği Hititlilerdir. Onların kuruluş aşamasındaki tanrı sayısı ile dağılma sürecindeki tanrı sayılarına bakarsak, ne kadar kültür ile kaynaştığını ve kendisine özgü kütlüleri içinde yeni katılanları harmanladığını görebiliriz. Hititliler bin tanrılı toplum olarak anılıyorlardı. Çünkü her aldıkları topraklar üzerindeki tanrıları kendi tanrıları olarak görüp, kendi tanrıları kadar hürmet etmişlerdir. Kendi tanrılarını yeni hükmettikleri topraklar üzerine dayatmamışlar, aksine onların tanrılarını kendi tanrıları gibi görmüşlerdir. Bugünkü tek tanrılı dinlerin dışında, mantık yapısı çok değişiktir. Asimilasyon yoktur, uyum vardır. Devletin dini olmasına rağmen, onların tanrıların çoğalması ya da azalması o topluluk içinde bir sorun yaratmamıştır. O devletlerin zayıflayıp yok olma süreçleri incelendiğinde doğal olayların etkisi ve kıtlığın ne kadar belirleyici olduğunu daha iyi anlarız.

Ülkemiz son yıllarda global ısınma sonucu büyük bir değişim yaşamaktadır. Su kaynakları daha da yetersiz konuma gelmiştir. Kıt kaynakların realist kullanımı henüz gerçekleşmiş değildir. Alt yapı sorunu olduğu gibi kendisini korumaktadır. Ankara geçen yaz döneminde patlayan borular ile kendisini göstermiştir. Depremler gibi nedenlerden dolayı borular patlamamış, verilen tazyikli su nedeniyle borular bakımsızlıktan dolayı patlamıştır. Kısaca insan bedenindeki anevrizma durumunu yeraltındaki borularda da gördük. Ülkemizi bekleyen en büyük sorun sudur. Şehirlerimizin yeniden yapılanmasını belirleyecek kadar acildir. Çünkü bugünkü şehirleşme modeli ile kıt olan suyun kullanımda sorun hep var olacaktır.

Şehirleri biçimlendiren sanayi, doğal afetler karşısında ne kadar dayanacaktır? Ülkemizde bir an önce sanayi ve su kullanımı dikkate alınarak merkezi olarak yeniden planlanmalıdır. Şehirleşme tek bir yere değil, tüm Anadolu toprakları üzerinde yatay olarak dağıtılması için sanayi Marmara bölgesinden çıkarılmalıdır. Onun içinde Anadolu içine doğru yapılacak ulaşım sorunu çözülmelidir. En ucuz ulaşım ise su yolu ile olandır, bu sayede hem şehirlere Avrupa’da ki gibi su yolu, yani kanallar ile ulaşmak mümkün olacak, hem de demir yolu sanayi yükünü taşıma amacıya yeniden gözden geçirilip, sanayi ulaşması istenen bölgelere demir ağlar örülmelidir. Demiryolu ve kanallar birbirini destekleyen bir biçimde planlanmalıdır. Kayseri’de liman olması hayal değil, gerçek olmalıdır. Irmaklar sadece baraj amacıyla kullanılmamalı, taşıma amacıyla da düşünülmelidir.

Çevreye duyarlı kuruluşların tepkisini bu yazdıklarım çekecektir, fakat bu ülkenin geçmişi bize yeteri kadar veriler vermektedir. Eğer sanayi yatay olarak ülke topraklarına eşit dağılmazsa zaten kıt olan su kaynaklarını da yeterli kullanamayacağımız gibi, yer altı su kaynaklarını da kirleterek ve Konya ovasında olduğu gibi boşaltarak yok edeceğiz.

Almanya sanayi devrimini yaparken doğayı yok etmiştir. Şimdi yok olan doğayı yeniden canlandırmaya çalışmaktadır. Fakat biz yok ettiğimizi canlandıracak kadar şanslı olmayabiliriz. Çünkü biz hızlı bir şekilde tüketiyoruz ve kirletiyoruz. Bu hızlı tüketime doğadaki değişimlerin etkisi de büyüktür.

Toplumsal olayları tetikleyen en önemli unsurların başında doğadaki değişimlerin olduğunu unutmayalım. Dış güçler ya da iç düşmanlarımız bizi yok etmeyecektir belki, fakat bizi göçe zorlayacak değişim geçen yaz içinde çok yakından hissettik, zaman içinde bu hissettiklerimiz gerçekliğimiz olabilir. Su sorunu geçici aktarma yollarla çözülmez.

Edirne bu sene sular altında kaldı, peki ne oldu o sulara? Denize boşaltacak kadar su kaynağı açından zengin bir ülke olduğumuzu düşünmüyorum. Şehirleri basan selleri iyi bir şekilde organize etmenin yolları olmalıdır, şehir planlamacıları bunu düşünmek zorundadır. Az bir yağmur ile şehirler neden sel ile karşı karşıya kalır? Cevabı basittir, çünkü suyun gidecek yani toprağa ulaşacağı alan kıttır. O yüzden şehir altında olan yer altı suları çekilmemelidir, fakat ne yazık ki büyük şehirlerde araba yılama gibi nedenlerle sular çekilmekte ve çekilen yerler boşalmaktadır. Benim şahsi korkum Konya ovasında yaşanan çökmelerin bir benzerinin şehirlerde olmasıdır. Bu gerçekliğimiz nedense gündeme pek gelmez.

23.12.2007

Diziler üzerine…

Diziler üzerine…
Türkiye’de ne kadar TV dizisi varsa o kadar pop sanatçısı vardır, desem acaba doğru olur mu? Ya da olayı tersinden kurgularsak, ne kadar pop sanatçısı varsa o kadar dizi vardır!

Ülkemiz de bir dizi patlaması yaşanıyor, eskiden arabesk sanatçılarının film patlatması yapmıştı, sonra parayı bastıran müzik firmaları kendi sanatçıları için ekranlar için diziler ve filimler çektirmişti. Günümüzde bu salgın hastalık gibi bütün ekranları kaplamış durumdadır. Profesyonel oyuncuların ikinci sınıf oyuncu gibi gösterildiği senaryolarda başrollerde parası olanın sanatçısı oynamaktadır. Diziyi ya da filmi izlenir kılan oyuncular ise para karşılığında rollerini en iyi şekilde yapmaya devam ediyorlar. Onların sayesinde para veren kuruluş sanatçısını pazarlamış yeni imaj çizmektedir.

Diziler günlük olarak ekranlardan izleyiciye ulaşmaktadır. Asıl işi oyuncu olanlar ise işsiz kalmamak için dizi için çekilen platformlar arası koşturmaktalar, çünkü pop sanatçı sayısı oyunculardan fazla gibidir, bir oyuncuyu birkaç dizide oynarken görebiliyoruz. Onlar da kendi açılarından haklılar, çünkü hangi dizinin tutacağını bilmediklerinden yaşam koşturması içindeler. Reyting adı verilen bir uygulama ile diziler yayında kalıp kalmayacağı belirlenmektedir. Tutan biri uzatıldıkça uzatılıyor, çünkü sonu olmayan senaryo reyting puanı düştüğünde sonlanma üzerine kurulmuştur. Oyuncuların durumu ne olur diye kimse merak edip bakmıyor. Korumasızdır oyuncu, oyun oynadığı sürece karnı doyacaktır. Başoyuncu pop sanatçısı olmuş, başkası olmuş fark etmez, önemli olan karın doyurmaktır. Oyuncular, üzerlerine düşen her türlü görevi en iyi şekilde yerine getirir. Dizileri ve filmleri izler kılanlar o tecrübeli oyunculardır.

Dışarıdan bakılınca popülaritesi olan insanların rahat yaşadığı sanılır. Gökteki ay vurmuştur yüzlerine, tüm sefaletlikler bile pırlanta olarak gözükür karanlıkta. Onların ışıltı dünyasına doğru akar gençlikte. Oyuncu, popüler sanatçı olunca hayatın ışıltısı içinde sınıf atlayacağına inanlar, birer meta olduklarının farkında dahi olamıyorlar! Onların üzerinden kazanılan paralar ve reytingler sayesinde bazı kasalar dolarken, günlük ihtiyacını karşılamak için mücadele edenlerin bir hayat mücadelesidir.

Rasim Öztekin bir söyleşisinde “Gençlerin çoğu oyuncu olmak için değil, meşhur olmak için geliyor. Bir an önce meşhur olayım derdiyle; 'Acaba dizide mi oynasam, yoksa Superstar'a mı katılsam, sirk yarışmasında filin yanında mı dursam? Nerede görülsem de meşhur olsam' diye düşünüyorlar. Tabii bunların yanı sıra oyunculuğa kafayı takıp, ders alanlar da var. Meşhur zihniyetindekilerdense, konservatuvarda okusa bile bir şey olmaz. Oyuncu olmak başkadır, şöhret olmak başka. Taksim'de iki kere pantolonunu indir, yine şöhret olursun.” gençlere öğüt vermektedir. Evet, şöhret olmak aslında o kadar basittir. Şehrin en işlek yerine gidin pantolonunuzu çıkarın!

22.12.2007