8 Mart 2008 Cumartesi

Dünya emekçi kadınlar günü…

Dünya emekçi kadınlar günü…

Bugün dünyanın değişik yerlerinde emekçi kadınların günü kutlanırken, ülkemizde feminist hareket İstanbul Kadıköy’de kadınlar gününü kutluyor. Orada ince bir ayırım yapmışlar, emekçi kelimesini çıkarmışlar.

Emekçi kelimesini kimler çıkarır dersiniz, bu işten kar eden sermaye sahipleri değil mi? Fakat bizde feminist hareket emekçi kelimesini çıkarmış, afişlerinde olmadığı gibi, Yaşam radyo’da yaptığım programa katılan konukta özellikle belirtti, emekçi değil, kadın günü diye altını çizdi.

Tarihin cilvesine bakın ki, kadınlar bugünü alın terleri ile kanları ile elde etmişlerdir. Tarihi kısaca anımsayalım isterseniz; Tarih, 8 Mart 1857. Amerika`nın New York kentinde 40 bin dokuma işçisi kadın, insanca çalışma koşulları istemiyle greve başladı. Ancak Amerika polisi grevcilere saldırdı. Saldırı sırasında çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi can verdi.

O günden bugüne kadar emekçi kadınlar meydanlarda, işyerlerinde her alanda günlerine sahip çıkıyorlar, bizimkiler ise sevgililer günü gibi, anneler günü gibi bir alışveriş ve hediye alma gününe dönderiyorlar. Bugün emekçi kadınların günüdür ve emekçiler meydanlardadır. Meydana gelenler ellerinde sadece kırmızı karanfil değil, mor bir bez parçası ile kendilerini sembolize etmiyorlar, o meydanlar emeğin sesini ve alınterlerini de getiriyorlar, daha güzel ve özgür bir yarın için. Bugün meydanlar emekçi kadınlarındır. Her ne kadar organize edenler emekçi sözünü afişlerlinden ve söylemlerinden çıkarsalar da.

Emekçilerin ortak kutladığı 1 Mayıs dışında kadın emekçilerin içinde onların özel durumlarından ve daha çok sömürülmelerinden dolayı ayrı bir gün ile sorunlarını gündeme taşıdıkları gün birer eğlence günü ve hediye alma günü değildir. Bugün sevgililer günü değildir, bugün anneler günü değildir, bugün emekçi kadınların örgütlenme ve alınterlerinin mücadele günüdür. Clara Zetkin; bu yangında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart`ların Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisini getirdiğinde emekçi kelimesinin kalkacağını asla düşünmemiştir.

Bütün kadınlar emekçidir diyerek emekçi kelimesini çıkaranlar, TÜSİAD başkanının da gününü kutlamalıdır. TÜSİAD başkanına bir karanfil bıraksınlar, tersanede ölenlerin eşleri adına, Davutpaşa’da patlayan havai fişeklerin sonucunda hayatını kaybedenlerin anısına. Yılın maliye bakanı seçilen maliye bakanın eşine kutlama mesajları göndersinler.

Emekçi kadınların gününü kutlarım. Onlar ki anamızdır, bacımızdır, iş arkadaşımızdır. Onlar ki kavgada barikat arkadaşımızdır, omuz omuza özgürlük için yürüdüklerimizdir. Onların bu günü kutlu olsun! Ne mutlu dünya emekçi kadınlar gününü kutlayanlara.

Yabancılaşma üzerine notlar…

Yabancılaşma üzerine notlar…

Hegel kendi dünya görüşü içinde; ‘Kişi kendi fikri olmadan kendi fikri gibi davrandığını düşünür.’ buna karşın Marx ters yönde konuyu ele alır ve der ki; ‘kişi pratik yaşamı içinde nasıl bir şekilde yaşıyorsa, yani hangi üretim ilişkisi içindeyse ve üretimin hangi alanında yer alıyorsa, kişi o şekilde düşünür. Kişinin düşünce yapısını belirten, bulunduğu ortam ve üretim ilişkisidir.’

Kapitalist üretim biçimi, iş kollarında emekçinin üretimin sadece bir parçasına katılmasını sağlar, yani sonucunu (ürünün son halini) görmeden bir dişiliyi üretir, ürettiği dişlinin nerede kullanacağını bilmez. Kısaca kendisinin olmayanı üretir. Ürettiği şey aslında kendi günlük yaşamında tükettiği bir şeydir ama kendi ürünü değildir, çünkü sadece küçük bir bölümüne katıldığı için aidatlık duygusu taşımaz. Üretim için harcadığı zaman arttıkça, üretimin daha azına katılır. Yani çalışma saati uzadıkça kendisi için çalışmadan daha çok, sermaye birikimi için çalışır. (Patronun kasası dolarken, emekçi sabir ücret almaya devam eder.) Ürettiği ürün meta (alınıp satılan şeye dönüşürken) olurken, kendi emeği de metaya dönüşür. Emeği satılır ve alınır olur ve piyasa koşulları emeğin ücretini belirler konuma gelir. Kısaca piyasa değeri olabilmesi için alınıp satılabilmeli ve para ile değiştirilebilir olması gereklidir. Ürün ya da emek ancak başkaları satın alabildiği sürece ortaya çıkar.

Toplum piyasanın bir parçasıdır, kapitalist ilişkilerde toplum piyasa olmaktadır. (Malın para karşılığında değiştirildiği alandır.) Kişinin hayatı meta olduğu sürece yani ekonomik değer olduğu sürece yaşamasına izin veriliyor, aksi halde yok sayılması ve sıradanlaşması doğal bir süreçtir. Bugün Afrika halkları piyasa koşullarında yok sayılır, çünkü üretim sürecinde değildirler.

İşgücü değer ürettiği sürece anlam kazanır. Emek artı değer (sermaye) kazandırdığı sürece anlamı vardır kapitalist ilişkilerde. Yani sermaye birikimi yaptığı sürece değerlidir ve önemsenir. Değer alınır ve satılır bu ilişkiler içinde.

Birey konu olduğunda kategorize ederiz hemen. Toplumsal birey ve yalıtılmış bireyden bahsederiz. Eskiden ne kadar sosyal olduğumuzdan bahsederiz, günümüzde ise ne kadar çok yalnızlıktan bahseder olduk! Her birimiz yalıtıldık mı toplumdan, kendi sorunlarımız içinde acaba boğuşmaktan vakit bulup da arkadaşlarımızla dışarıda oturup eğlenmeyeli ne kadar zaman oldu? Günümüzde yalnızlaştırılmış bireyin olmasını nasıl açıklarız? Hepimizin yalnızlığı acaba içsel mi? Tesadüfi mi?

Günümüzde kişi ilişkisi başka şey ilişkisine dönüşüyor, yani iş arkadaşları ve çıkar (faydacı) bir ilişkiye dönüşmektedir. Eğer ilişki bize bir şey kazandırmıyorsa, devam etmesinin anlamı yoktur. Şimdi düşünelim, kısa yaşantımız içinde ne kadar çok çevre değiştirdik? Eskiden görüştüğümüz ilişkilerimizin kaçı devam etmektedir?

Çalışmanın bir erdem olarak algılanması dinlerin öğretileri içindedir. Din insanı çalışmaya ve öteki dünyaya hazırlamayı öğütler. Fakat bunu tersinden düşünürsek, kişi çalışmaya ait değil de, çalışma kişiye ait olduğunda ne olur?

İnsan doğası var mı? Tarih dışında insan doğası yok.

İşçi bir ürün ortaya çıkarıyor, iş kendisini belirten hayatı belirliyor. Kişi nasıl bir sistem içinde olduğunu bilmiyor, zincirlenmiş olarak bir yerde durmaktadır. Zincirin bir halkasıdır ama bütünü göremediği içinde nerede olduğunu tespit edemiyor. Üretime yabancılaşan işçi, çevresine ve kendisine de yabancılaşmaktadır. Kısaca;

İşçi ürününe yabancılaşıyor.

Üretim sürecine yabancılaşıyor.

Kendi türüne yani insana yabancılaşıyor.

Kendisinin olmayanı üretiyor, kendi ürünü ama kendi ürünü değil, çünkü sadece üretimin küçük bir bölümüne katılıyor. Üretim için harcadığı zaman arttıkça, üretim için daha azına katılıyor.

Günümüzün tartışma konularından biride eşit işe eşit ücret tartışmaları. Ücretin kendisi yabancılaşmayı destekleyen bir öğedir. Ürün hiçbir zaman ürün olarak değiştirilmiyor. Ürün meta haline geldiğinde üretiliyor. İktisadi bir kategorize oluyor ve değişim değeri (Para) ile tanımlanması gerekiyor. Ücret mücadelesi yabancılaşmayı desteklemekte insanı daha çok izole olmasına yol açmaktadır.

Sonuç olarak sermaye birikimi, iş kolların bölünmesini getirmektedir, mikro üretim daha çok önem kazanmaktadır. Bu bölünme iş kollarının bölünmesine yol açmaktadır. İş kollarının bölünmesi ise işçi sayısının artmasını beraberinde getirmektedir. Bu durum bir dairedir. Yani başa döner bir daire özelliği gösterir, fakat daire kendisini olduğu gibi tekrarlamaz, her başa dönüş daha da genişlemeyi beraberinde getirir. Bu da bireyin yani insanın doğasını yok ediyor, insana sadece tarih kalıyor.

Üretim süreci yani işçi ne kadar dar alanda çalışmaya itilirse günlük hayata bakışı da o kadar dar olur. Bir bandın başında çalışan işçinin entelektüel bir birikim sağlaması imkansız gibidir. İşinden olmamak için her türlü özveriyi gösterecektir. Son tersane işçilerinin arka arkaya ölmeleri ve bunlara karşı gösterilen tepkilerin dışarıdan gelmesi, orada çalışan işçilerin tepkilerinin üretim alanına yansıtmamasını nasıl açıklayabiliriz?

Cümlemizin başına dönelim, Hegel yabancılaşmayı bir zihinsel yabancılaşma olarak görür, Marx ise ürün (materyal) ve günlük pratik yabancılaşma olarak görmektedir. Kişi pratik hayatında nasıl bir şekilde yaşıyorsa, hangi üretim biçimi içinde, hangi dalda emek harcıyorsa, kişi o şekilde düşünür demektedir. Günlük hayatımıza bakarak bu çıkarmanın doğruluğunu test edebilir miyiz? Üretim ilişkilerimiz bunu düşünecek kadar nefes bırakmıştır bize diye düşünüyorum.

6 Mart 2008 Perşembe

İki parti tek parti midir, yoksa yanılsama mıdır?

İki parti tek parti midir, yoksa yanılsama mıdır?

CHP üzerine düşüncelerimde henüz değişiklik olmadı, son süreçte MHP ile aynı kulvarda paralel tepkileri vermesinden dolayı düşüncem değişmediği gibi görüşlerimde daha da katılaştığımı düşünüyorum.

CHP = MHP olarak algılıyorum. Olaylara verdikleri tepkiler benzerdir. Birbirlerinden ayıran en önemli unsur sadece parti adları ve sembolleridir. Parti başkanlarının fiziki görünüşü dışında davranış ve söylem olarak benzerliklerin çokluğuna dikkatiniz çekmiştir sanırım. Şimdi türban konusunda ayrılık varmış gibi gözükmektedir. MHP AKP ile ortak davranarak yasanın geçmesine yardım etmiştir. Buna en büyük tepkiyi CHP vermiştir. Fakat satırlar arasına baktığınızda ise başka bir gerçek ile karşılaşıyorsunuz, çünkü CHP genel başkanı Bahçeli, pardon Baykal aslında türbana karşı olmadığını, isteyen istediği gibi örtünme ve ibadet etme özgürlüğü olduğunu vurguluyor, tek karşı durduğu şey, bu yasa değişikliğini AKP getirmesi ve getiriş biçimine ve zamanına karşıdır. Aslında karşı değildir, fakat sert muhalefet görünümü altında Erdoğan’ı desteklemektedir. Erdoğan ne zaman sıkışsa, Baykal’ın verdiği olanaklarla rahatlamakta ve kendi düşüncesine daha sistematik ve önceden düşünülmüş havası vermektedir. Aslında Erdoğan Baykal’a ne kadar teşekkür etse azdır.

Cumhuriyetimiz inançları belirli biçimde olması için müdahil olmuştur ve anlayışına göre laikliği biçimlendirmiştir. Baykal gibi özgürlükçü değildir. Cumhuriyetin kuruluş düşüncesinde tek din ve mezhep çoğunluk için geçerli görülmüştür. Azınlıklar haricinde olanlar bu pota içinde eritilmesi planlanmıştır. Bugün Baykal’ın durduğu gibi durmamaktadır, kuruluş felsefesi.

CHP demokratik bir parti gibi görülür, genel başkanı demokratik yollardan (seçim ile) kongrede seçilir. CHP gibi demokrasi aslında ülkemizin demokrasisi gibidir. Seçecekler önceden bellidir, seçileceklerde bellidir. Parti genel başkanı delegeleri belirler, o delegeler ilçe ve il parti yönetiminde olur. Eğer genel merkez beğenmediği ve kendi gibi düşünmeyen olduğunu düşündüğünde hemen değişim gerçekleşir. Seçilenler ve atananlar genelde genel merkezin düşündüğü gibi olanlar olur. Muhalif olacağı düşünülenler ya partiden uzaklaştırılır ya da parti disiplin kurulunun verdiği kararlar nedeniyle seçimlerde belirleyici olamazlar. Bu şekilde seçilen delegeler genel başkanını seçer. Genel başkan seçimle gelmiş demokratik bir kurumun başında olur. Demokrasi dediğimiz seçim değil midir?

Ülkemizde her şey kurallara uygun işler. Demokrasi kuralların işleyişi ile ilgilidir. Sonuçta seçilmişler karar verir, seçilmişlerin nasıl seçildiği sorgulanmaz. Meclisi oluşturan vekiller genel başkanın belirlediği adaylar arasından seçilmiştir, ön seçim yapılmış olsa dahi genel başkanın düşüncesi alınır ve onun onayı ile aday olunur. Seçilmişlerin yarışında genel başkanların performansına göre seçimler sonuçlanır. Genel başkan meydanlarda iyi ise seçmenin oyunun çoğunu alır, değilse kaybeder. Bir tek genel başkanları seçim bölgesine geldiğinde seçim otobüsünün üzerine çıkıp seçmenine el sallar, bir de genel başkan ile birlikte çektirdiği fotoğraflar anı olarak kalır. Genel başkanın taktığı rozet ceketinin yakasında gurur ile durur. Ülkemizde demokrasi hep yolunda gider!

CHP hala solcu olarak görünenler var. Üstelik tek alternatif olarak sunulur. Parti üyeleri özel sohbetlerde genel başkan aleyhinde konuşanlar, partili birinin yanında ise genel başkana övgüler ve methiyeler dizmekten de geri kalmazlar. (Ne olur, ne olur, ya genel başkanın kulağına giderse, o zaman karaya düşmüş balık gibi olur!) En büyük demokrat onlardır, eğer onları seçmezseniz gericiler iktidara gelir ve bütün kadınlarımızın başlarını bağlarlar, kafeslerin arkasına koyarlar. Onlar anayasanın bekçisidirler. Anayasa dediğimiz de 12 Eylül rejiminin yarattığı ve halkın büyük çoğunluğunun onay verdiği bugün değiştirilmesi istenen bir temel yasadır. AKP değişiklikten yanadır, kendi özgürlük ve demokrasi anlayışı içinde, CHP ise buna da karşı görünmektedir. MHP bu konuda ne tavır alacağına bakmaktadır sanırım.

İçimizde hala CHP sol bir parti olarak gören var mıdır? CHP gerçekten kimi temsil ediyor? CHP içinde kendilerine solcuyum diyenler ne yapmak istiyorlar, neden hala oradalar? Acaba Baykal’ı ikna etmek için mi oradalar, ne yapıyorlar? Soruları fazla uzatmayayım değil mi?

6 Mart 2008

3 Mart 2008 Pazartesi

Uluslar üstü devlete doğru…

Uluslar üstü devlete doğru…

Yerel seçimler üzerine bir tahmin yapıyordum, Mayıs ayında erken yerel seçimler olur demekteydim, bugün o düşüncemden ayrılma zamanı geldiğini düşünüyorum, çünkü son yurtdışı seferi sonrası yaşanan olaylar bu düşüncemden vazgeçmemi getirdi.

Kendisine güvenen başbakan, tüm kaleleri almayı hedeflemişken, evinden olma sorunu ile karşı karşıya kaldı. Son geri eve dönüş, AKP’nin büyük birader tarafından gözden çıkarıldığını düşünüyorum. Büyük birader bugün başka bir alternatif yaratma süreci içinde olduğunu ve tek başına iktidarın beklenmeyen sonuçlar ortaya çıkarabileceğini görmüş olmalı diye düşünüyorum. Kürt sorunu yeni bir kırılma noktası yaşamaktadır, bugün eski politikaların iflas ettiği ve yeni çıkış yolunun ortaya çıkması gerektiğini tarih bize söylemektedir. Yeni süreç nasıl gelişecek bilmiyorum, şimdiden tahminlerde bulunabilinir, fakat uzun süren çözümsüzlük tıkanma ile karşı karşıya gelmiştir. Ülke yeni sorunlar ile boğuşurken, eski sorunlarında çözümü ile karşı karşıya kalmıştır. Ertelenecek fazla bir zaman kalmamıştır. Ülkemizin önünde iki sorun durmaktadır, özgürlük ve demokrasi yolunda. Laiklik anlayışın çağdaş anlamda tanımlanması ve uygulanması ile türban ve Alevilik sorunun çözümü ile özgürlük yolunda adım atılabilinir. Kürt sorunu kendi kulvarını yeniden belirleme ile sonuçlanmıştır.

Yerel seçimler büyük bir sürpriz olmazsa zamanında yapılacaktır, çünkü bahar ayında yapılacak her hangi bir erken seçim iktidar partisinin büyük yenilgisi ile sonuçlanacaktır. Politikasızlık ve duruş sorunu bir noktada yolu bitmiştir. AKP gelecek konusunda politikasızdır, hırçın bir tavır içinde başına gelenleri anlamaya çalışmaktadır. 28 Şubat ayarlaması sonunda yeni bir ayarlama yapılmıştır. Bu yeni bir muhtıra olarak görülebilinir. Muhtırayı bizzat büyük birader tarafından verilmiştir. Küçük piyon politikacıların yorumları ise ayakları havada kalmıştır, yeni sürece uygun gelişmeler kısa zamanda oluşacaktır. Yerel yönetimlerin yeniden yapılanması ile sorunların aşılacağı yönünde politik söylemler artacaktır.

Bu yeni süreç içinde ülke değişim sürecini tamamlama yönünde bir ivme kazanacaktır ve ulus devlet kavramı dışında uluslar üstü devlet anlayışı yönünde eğilim güç kazanacaktır. Ülkemiz tek ulus devlet anlayışının hakim olduğu ütopyanın sonlanması ile karşı karşıyadır. Çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı bir devlet anlayışı için yeni yapılanmaları savunanlar daha da güçlenmiştir. İyi değerlendirilirse, bu çatışmaların en az düzeyde olan bir süreçten geçebiliriz. Elbette direniş olacaktır, eski alışkanlıklarından ve nemalarından olmamak için direnen bir bürokratik yapı ile karşı karşıya olacağız, fakat bu direnişin gelmekte olanı engelleyebileceğini düşünmüyorum.

Ulus devlet yaymış olduğu pis kokulardan arıma zamanı gelmiştir. 1930 yıllarına kadar Fransa’da ve Büyük Britanya’da küçük çocuklar asla yıkanmazdı, zaman içinde banyo yapmak ve temizlenmenin önemi anlaşılmıştır. Sanayi devrimine kadar Avrupa devletlerinde kanalizasyon sistemi olmadığı için şehirler hep kokardı, şehir demek koku demek anlamına gelirdi, zaman içinde şehirler nasıl temizlendiyse, ulus devletlerde yaydığı kokudan kurtulacaktır. “Su” kokan şeyi temizleme arası olarak adlandırılıyorsa günümüzde, uluslar üstü devlet anlayışı da ulus devletini temizleme olarak adlandırılacaktır. Yeniden kirlenmemek için, banyo yapma alışkanlığı geliştirilmelidir!

3 Mart 2008