29 Mart 2008 Cumartesi

Almanya’da yangınlar tüm yüreğimi sarıyor!

Almanya’da yangınlar tüm yüreğimi sarıyor!

Almanya’da son günlerde yangınlarda bir artış gözüküyor. Saldırılar gün geçtikçe Türklerin yoğun olarak yaşadıkları binalar üzerine olmaya devam etmektedir. Siz de yanacaksınız gibi ibarelerin yangın yerlerinde bulunması bu hareketlerin bir merkez tarafından kontrol edildiğini ortaya çıkarmaktadır.

Almanya yangınlar ile ilk defa tanışmıyor, yangınlar ve küller alman tarihi kadar eskidir. Küllerin yurdun her karış toprağı örttüğü bir ülkede yeniden küller yeryüzünü kaplamaktadır. Yangınlar külleri ortaya çıkarmaktadır. Yer altına itilmiş olan ırkçı ve üstün görme duyguları yeniden küllerin havaya uçması ile birlikte canlanmaktadır. Bu küllerin ortadan kalkması dünyamızı yeni bir çatışmanın ortasına sürüklendiğini açık olarak göstermektedir. Ulus devletin ortadan kalktığı ve yerini birleşik devletlerin aldığı bir dönemde ırkçı saldırıların da artması acaba bu birleşik devletlerin iflası olarak okunur mu? Yeryüzünü küller kaplamaktadır, sadece yeryüzünü mü?

Almanya’da başlayan yangınlar Avrupa’nın diğer devletlerinde de Türkler ve Müslüman inançlı olanların evlerine doğru yayılmaktadır. Hollanda’da, Danimarka’da ve diğer Avrupa devletlerinde ulus devletin bilincini oluşturan milliyetçi duyguların yanında Avrupa milliyetçiliğinin duygularının da oluştuğunu göstermektedir. Yangınlar Araplar ve Türklerin oturduğu binalara yönelmesi insanda değişik duyguların ve düşüncelerin oluşmasına yer açıyor. Avrupa’da yaşayan biri olarak yangın beni daha yakından sarmaktadır. Kaygılarımın artması doğal olarak geliştiğini düşünüyorum, çünkü Avrupa kendi içine kapanırken, yeniden oluşturduğu duvarları ile karşı karşıya günlük yaşamda yüz yüze kalıyorum. Berlin duvarı yıkıldı, yerine beyinlerde oluşan başka duvarlar aldı. Bu duvarlar tek taraflı oluştuğunu düşünmüyorum, Avrupa’da yaşayan benim bile Avrupalı ve yaşadığım ülkenin halkına karşı güvensizliğim üt noktalara çıkmaktadır.

Irkçılık hangi ülkede olursa olsun, yeryüzüne ateşin küllerini bıraktırır. Irkçı olan üstün olduğunu düşünür ve bütün insanlığın kendi dilini konuşmasını bekler. Irkçı insan her şeyi en iyi ve doğru düşündüğünü düşünür. Irkçı insan zayıf ve kendi toplumuna uymayanları yok edilmesi gereken bir böcek gibi görür. O yüzden ırkçı saldırılarda ırkçı insan hiç acı ve üzüntü duymaz, yaptığının doğru olduğunu düşünür ve yaptıkları ile övünür. Irkçılık insanlık tarihin kanlı sayfalarını oluşturur. Hangi ülkede olursa olsun, ırkçı insan ve ırkçılık ile kavga edilmelidir, çünkü o düşünce bir süre sonra seni de yok edecektir.

Almanya’da başlayan yangınlar yüreğimi kuşatıyor. O yangınların bir benzeri dünyanın her hangi bir yerinde olmayacağını kimse garanti edemez. Görüldüğü kadarı ile ırkçılar şimdi kıta üzerinde sınırların olmadığı bir alanda yeniden biçimlenirken, yeni hedeflerini koymuş olduklarını görüyorum ve kaygılanıyorum.

Yeni faşizmin yükselmesi tesadüfi değildir, bu yükselen faşist hareketler eğer şimdi engellenemezse ve evrensel dayanışma geliştirilemezse daha büyük yangınların habercisi olarak görüyorum. Bir arada yaşam kültürü geliştirilmediği sürece öldürenler hep kendilerini haklı göreceklerdir, ölenler ise hep suçlu olmaya devam edecektir.

27 Mart 2008 Perşembe

Tarih bize neyi miras bıraktı?

Tarih bize neyi miras bıraktı?

Bir zamanlar politikacıları taklit eden komedyenler vardı. Tek kanallı ve siyah beyaz olduğu zamanlarda televizyonumuzdan evlerimize misafir olurlardı. Onların ekranlar aracılığı ile bize yansıttıkları günü konusu olur, taklitçilerin taklitleri yapılırdı sokakta sohbetlerimizde. Şimdi düşünüyorum da kimlerdi taklit yapanlar? Onlardan hiç ses ve nefes kaldı mı?

O dönemlerde taklitçilerin adları soyadları hatta özel yaşamlarını anlatan ‘Hayat dergi’lerinden bilirdik. Şimdi ne adlarını anımsıyorum, nede seslerini duyuyorum. Eskiden kalma birkaç politikacı hala hayatta, eğer onlarda bu dünyadan göçerlerse kimse anımsayamayacak, ne taklit eden, ne de taklit edilen.

Düşünüyorum da, yakın tarihimizde bizim için acı anılar bırakan politikacıları yeni kuşak tanıyor mu diyerek. 12 Eylül darbesi size ne anımsatıyor desek çocuklarımıza, acaba ne cevap alırız. O dönemi yaşamışlara sorsak. O dönem yaşamışlara 12 Eylül darbesini yapan askerlerin isimlerini sayın desek kaç kişi sayabilir? O dönemde başbakan kimdi, idamlara ellerini kaldıran meclis üyeleri kimlerdi? Gerçekten yakın tarihimizde idamlar oldu mu? Diziler olmazsa onları da anımsayamayacağız duruma düştük. Benlikler bu kadar zayıfladı mı? Yüzyıllar öncesi dersi yüzülen aydın insanların isimleri vardır benliklerimizde, fakat dersini yüzme emrini veren ve uygulayanın ismini bilen var mı? En azından nalet okumak için bile isimi benliklerde yok! İstanbul’da Şeyh Bedreddin’in mezarının olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım, o idam edildiği yerde olduğunu sanıyordum, meğer katili yanına gömdürmüş. Şimdi katili ile kurban aynı yerde yatıyor, fakat katilin ismini bilen var mı?

Bir dönem önlerinde insanları titretenler tarihin karanlık sayfalarında yok olurken, geriye acaba ne kalır. İnsanlık geçmişini ileriye taşıyan canlıdır. İnsanın tarihi vardır. Şimdi düşünüyorum da ileriye taşınanlar belli olduğuna göre, bu kadar acı ve işkence değer mi? Birbirimize yaptığımız bu zulümler, acılar ortada duruyor, geçmişte de yaşadık. Yaşadılar atalarımız. Bir otlak için birbirini boğazlayanların kavgası günümüzden bakınca ne kadar anlamsız olduğunu düşünürüz, içinde yaşayan için neden doğal gelir? Bugün bize doğal gelen ileride neden gülünç geleceğini düşünmeyiz. Neden bu kavga ve hırs? Sonuçta iktidarı elde edenlerin kaçı anımsanıyor. Tarihin dehlizlerinde birçok iktidar sahibi katiller ile dolu. Katiller katlettikleri ile bile anılmıyor. Şeyh Bedreddin’e ölüm fermanı veren kimdi?

İstanbul sokaklarını dolaştım, her sokak isimi bir şeyler anlatıyor. Boğazlıyan sokaktan geçerken kaç kişi boğazlandı ve denize atıldığını düşündüm. Eski İstanbul sokaklarını dolaşırken, o döneden kalan kırpıntıların bize anlattıklarının izlerini görmeye çalıştım. İçtihad binasının önünden geçerken acaba geçmişte o binada neler olduğunu anımsayan var mı? İlk demokrasi hareketimiz hangi evin salonunda konuşuldu? İlk mecliste bulunan milletvekilleri anımsıyor muyuz? İlk başbakan kimdi? Demokratik rejim altında ilk darbeyi yapanlar?

Tarihin dehlizlerinde dolaşanlar, acaba hangi gerçekliklerle karşılaşıyorlar. Aynı suda ikinci defa yıkanmaz diye öğrettiler bize, fakat dönüştürülen su ile ikinci defa yıkanmıyor muyuz? Tarih içinde bize verilen öğütlerin hangisine kulak asıyoruz. Bizler her şeyi yeniden mi yaratıyor ve öğreniyoruz? Bir zamanlar taklit edilenler ve edenler vardı… Bir de onları izleyenler…

Korkuyu yenmek!

Korkuyu yenmek!

İlk saat güneşin hareketiydi. Onu gölgesi izledi. İnsan gölgeye bakarak zamanı öğrendi. Dicle ve Nil ırmakları kenarında zamanın ölçüsü gelişti. Babilliler 360 günden oluşan bir yılı geliştirdi, her günü 12 saate bölen Mısırlılar oldu. Günümüzde kullandığımız saati ise, batı dünyası sanayi devrimi ile birlikte yaşamın ayrılmazı olarak kabul etti ve zaman yaşamsal bir unsur olarak algıladık.

Zaman hareket var olduğu sürece vardır. Ne kadar hızla yol alıyorsak zaman o kadar hızlıdır. Zaman bizim için olaylar belirlemeye başladı. Olayların ne kadar hızla ilerlediğine bağlı olmaya başladı. Mutlak olan zaman olarak algıladık zaman içinde ama mutlak olan zaman değildir, ışık hızıdır demiş Hawking. Fakat yerkürenin çekim gücü zamanı büker, olayların gelişimi de zamanı yavaşlatır ya da hızlandırabilir.

Ülkemizde zaman bir hızlı bir yavaş gidiyor, bir anda hava boşluğunun içinde yuvarlanır buluyoruz, yüreğimiz ağzımıza geliyor, sonra bir anda normal tarihin seyrinde kendimizi buluyoruz. Fakat bizim ülkemizde çok garip olaylar oluyor. Zamanın eğimi o kadar dalgalar oldu ki, bir anda denizin ortasında kalmış küçük bir kağıt parçası gibi olduk!

Zaman kavramı değişkendir, her coğrafik ortama göre değişirken yaşanan olayların etkisi de olduğunu biliyoruz, günümüz bilgisi ile. Afrika’da bir köyde ki zaman kavramı ile İstanbul’daki zaman kavramı arasında müthiş bir fark olduğunu düşünüyorum. Bundan o kadar eskiye gitmeyelim, bizler henüz çoğunluk olarak köylerde yaşarken zamanı nasıl belirliyorduk?

Zaman, yaşanan anı belirtmektedir. Ortam ve hareket birbirinden ayrılamaz bir bütün! Eğer ortam içinde hareket yok olursa zamanda yok olur. Zamanın olmadığı ortamlar oldu mu? Zaman kavramı insanlık tarihi içinde henüz çok yenidir. Babil’den yani Dicle kıyısından İstanbul boğazına bu ana kadar ne kadar zaman geçmiştir?

Bugün İstanbul boğazında balık avlayan bir balıkçının zaman dilimi, akşama tuttuğu balık ve sattığı balık ile orantılıdır. Eğer İstanbul boğazındaki su havasız kalmış olsaydı içinde balık olur muydu? Bugün yaşadığımız siyasi hava içinde bizlerin nefes almasını güçleştiren olgular fazlalaştığında, acaba kaçımız bu ortamda ayakta kalabiliriz. Korku nefes almayı güçleştirir, çünkü içinde bulunduğumuz su havasız kalmış, içinde yaşayanlar bizler teker teker ölüyoruz! Bu durumda korku duyulmaz mı?

Korkuyu yenmek için, hava alacağımız ve hareket edebileceğimiz bir ortamın yaratılmasıdır. İnsanlık tarihi işte bu hava almak için yapılan mücadeleler ile doldur. Daha demokratik, daha özgür bir ortam için yapılan kavgalar zinciri ile karşılaşırız. Bugün de korkuyu yenmek için elimizde olanaklar vardır. Bizim için zamanın başlaması için, öncelikle korkuyu yenmemiz gereklidir, kendi nefesimizi düzgün alacağımız ortamın yaratılmasından geçiyor.

25 Mart 2008 Salı

Lodos vurdu!

Lodos vurdu!

Havalar değişti, değişimin sürecini de lodosların yıkıcılığından da anlayabiliriz. Lodos bu sefer o kadar sert esmiş ki, çatılar yerlerinden sökülmüş ve yollara yayılmış. Yol üzerinde ne varsa çatının altında kalmış. Çatı normal olarak binanın üzerinde duru değil mi, lodos sonrası değil diye kısa yanıt verebiliriz.

Türk siyasi yapısında lodosun etkisi sürüyor. Bir yanda Ergenekon soruşturması, öte yandan parti kapatması davası, diğer yandan anayasa değişiklikleri ve yeni anayasa tartışmaları. Bütün bunların dışında Amerika’nın istekleri tek tek geliyor. İran ile savaş, Afganistan’a asker gönderme ve diğer çarpışma alanlarında cephe savaşı için asker istekleri. Çünkü ülkemizin askeri tecrübeli ve bu tecrübe kullanılmalıydı.

Ülkemizin ekonomik durumu da pek iyi gözükmüyor, karşılıksız çeklerde artışlar, habersiz kapanan işletmeler. Ülkede ulusal olanın azalması, global ekonominin sonucu olarak işletmelerin yabacı ortakların artması hatta hiç ulusal ortağın olmadığı markaların en ufak köye kadar girmiş olması nasıl yorumlanmalıdır?

Lodos sadece İstanbul’u değil, Akdeniz ve ege denizi vurmuş ama haberlerde izlerken Konya şehrinde de çatıların uçtuğunu gördüm. Lodos ülkenin ekonomisini nasıl etkiler, felaketten kar çıkaran firmalarımız gibi, işi kara dönüştürecek firmalarında varlığı yadsınmamak gerek. Her felakette ellerini ovuşturanlar mutlaka vardır. Her şey alınır satılan bir zaman dilimindeyiz!

Zamanın olmadığı biz zaman dilimi yaşadık mı? Zaman demek hareket demektir, hareketin olduğu yerde zaman vardır. Eğer hareketler hızlanırsa zamanda hızlı geçer. Ne kadar çok hızlı hareket edersek o kadar hızlı zamanı tüketiriz! Kimler şimdi zamanın farkındadır? Bugün akşam eve döndüğünüzde kaç yaşına geldiğinizi hiç düşündünüz mü? Yıl içinde doğum günleri ne çabuk geldiğini, doğum günümüzde düşünür olduk!

Lodos deniz ulaşımını felç etmiş, bir çok vapur sefere çıkamamış. Vakit nakittir diye düşünen ve vapuru kullanmak isteyenler neler neler kaybetmiştir! Lodos yaşantımıza kaç yüzyıl önce girmişti? Ne zaman adı lodos kondu? Lodosu bekleyen işadamları bayram yaparken, kimler lodosun etkisi baş ağrısı çekmiştir?

Lodoslu havada vapura binerseniz ve eğer denizin ortasındaysanız, size tavsiyem dalgaların vapuru bir yukarıya, birden aşağıya bırakmasından zevk alın, aksi halde korkulu saatler geçirirsiniz. Çocuklar parklarda oyun oynamak için sıraya girdiği tattirevaliden ne zevk alıyorsa, sizde dalgalar içinde ki vapurdan o zevki alın! Lodos böyle ilginç anıları da büyüklere yaşatabilir.

25 Mart 2008, İstanbul

24 Mart 2008 Pazartesi

İşçinin adı yok!

İşçinin adı yok!

Dünyanın her hangi bir yerinde çalışan bir işçi sabah erkenden kalkar ve işinin yolunu tutar. Henüz evde çocukları uyurken yola çıkar ki, akşama çocukları aç kalmasın bir sıcak yemek yiyesin diyedir bu kadar eziyete katlanması.

Herhangi bir yerde herhangi bir işçidir, isimi yoktur, o sadece işçi olarak anılır. Gittiği fabrika ne iş yapar pek düşünmez, o kendisine verilen görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Fabrikada iş bulduğu için şanslıdır, gerçi şimdi işsizler ve yabancı işçiler yüzünden işini kaybetme korkusu vardır. Şanslıdır, bugün çalışmaktadır. İşsizlik bu kadar artmasaydı, 35 saat eylemlerine hala katılırdı, fakat işsizliğin artması ile birlikte sendika bırak 35 saat çalışma teklifini, 45 saat teklifine sıcak baktığını gördü, yeter ki fabrikası kapanmasın. Fabrika kapanmaması için işçi her türlü özveriyi gösterecekti, sendika başkanları kendi hakkını savunuyordu ve onlardan daha iyi mi bilecekti. Gerçi daha çok çalışıyor ama aynı maaşı alıyordu. Bu arada ülkede develasyon olmuş, enflasyon olmuş farkında değildi ama her gün çocukları için aldığı süt pahalanmıştı. Eskiden daha az paraya aldığı sütü şimdi daha pahalıya alıyordu. Eskiden daha rahat ay sonunu getiriyordu, şimdi daha çok zorlanıyordu, gerçi çocuklar durmadan yeni teknoloji ürünü aletler istiyordu. Cep telefonu senede bir değiştiriyordu, çünkü durmadan yeni fonksiyonlar geliyordu ve çocukları istiyordu, ne yapsın çocuk arkadaşı alınca ona almamak olmazdı. Babalarda düşünmezdi ya, alırdı çocuklarına, en iyi şartlarda yetişmesi için çocuğunun. Kendisinin yaşadığı zorluğu çocuğu yaşamasın istiyordu. Çocukların ihtiyacı bütçeyi zorluyordu.

Dünyanın her hangi bir yerinde savaş oluyormuş, onları hep televizyondan izliyordu, neden insanların birbirini boğazladığını anlamıyordu. Neyse ki, kendi ülkesinde veya oturduğu şehirde bu tip cinayetler işlenmiyordu. Savaşlar, doğal afetler hep televizyonların vazgeçilmez konularıydı. Deprem korkusu duyanlardan da haberi yoktu, onun için en önemli korku işsiz kalmak korkusuydu. İşsiz kalırsa ne yapacaktı, kendi alanında hemen iş bulabilir miydi, üstelik bu kadar işsizin olduğu bir ülkede. Yaşı da ilerlemişti, işverenler şimdi gençleri daha çok tercih ediyordu. İşten bir çıkarsa ömür boyu işsiz kalma tehlikesi yaşıyordu. Ne olursa olsun, ne gerekiyorsa bütün özverileri vererek işinde kalmalıydı. Fabrikası kapanmaması için tok karnına bile çalışmaya razıydı. Akşama çocukları sıcak aş bekliyordu. Sabah erkenden kalkıyor, ayakları onu iş yerine yatağa çekse de gitmek zorundaydı. İş daha da ağırlaşmıştı, iki kişinin yapacağı işi tek başına yapıyordu, işvereni için daha çok verimli olmak zorundaydı, yeter ki işini kaybetmesin. Bütün katlandığı zorluklar çocukları içindi. Eşi de çalışıyordu, şanslıydı. Eşi ve kendi geliri yatırım yapabilecek olanak tanıyordu. Bankaya borçlanarak bir ev almıştı. Evin taksitleri ve ihtiyaçlar ile iki maaş ancak karşılıyordu, en büyük gideri ise çocukların okul gideri alıyordu, okullarda da ihtiyaç hiç bitmez. Yeter ki çocuğu iyi eğitim alsın ve kendi konumundan daha yukarıda olsun. Okumak zorunda, işçi olmamak için. Her şey çocuklar için…

İşçinin adı yoktu, işçi olarak anılıyordu. Annesi ve babası ona bir isim takmışlardı ama unutmuştu yıllardır kullanmaya kullanmaya. Eşi de ona sevgilim, hayatım diye hitap ediyordu, o bile eşinin ismini anımsamıyordu. İsimin ne önemi vardı, önemli olan çocuklara götüreceği ekmek…

İşçi her sabah fabrikaya gider, orada bandın başında çalışır. Ne ürettiğini bilir ama ürettiği ürünün hangi parçasını ürettiğini bilmez. İş zordu, dikkat etmesi gereken işti. Her şeyi göze almıştı, hatta sağlığını bile önemsemiyordu, yeter ki çocuklarına sıcak ekmek ve borçlarını zamanında ödesin. Eğer ödeyemezse bu kadar gösterdiği özveri boşa gidecekti, onun tek bir amacı vardı, çocuklarının geleceği.

İşçi fabrika girişinde fabrikanın ismini okuyordu her gün. Silah üretimi yapan bir fabrikada çalışıyordu, bütün düşüncesi çocuklarıydı. Dünyada değişik yerlerde çatışma olduğunu haberlerde izlerdi ama kendi yaptığının oralarda kullanıp kullanılmadığını bilemezdi. O alın teri ile ekmeğini kazanıyordu, o işlenen cinayetlerden sorumlu değildi, o masumdu ve sadece ekmeğini kazanıyordu, çocuklarının geleceği için…

23 Mart 2008 Pazar

Büyük adadan…

Büyük adadan…

İstanbul bir Pazar günü sisler içinde uyanmıştır. Sis yeryüzünü tamamı ile kaplamaktadır, sadece İstanbul gök semaları içindedir. Sis içinde güne uzanan İstanbul şehrinden uzaklaşmak istendiğinde ilk akla gelen adalar öne çıkar. Adalar içinde en büyük olanı ise büyük adadır. Büyük ada; Prenkipos orijinal adından Türkçeye tercüme olarak aktarılmıştır. Adalar İstanbul’dan önce de vardı. Adaya ilk adım attığımız liman 1915 yılında Mimar Mihran Azaryan tarafından yapılmıştır. İstanbul çok kültürlülüğünün adaya yansıması olarak düşünürüz, fakat bu limana adım atarken ilk sürgün edilenin de bir ermeni olduğunu elimdeki notlardan okuyorum. Adalar İstanbul’un sürgün yeriymiş. Bizans zamanında, Osmanlı döneminde de sürgünler gelirmiş buraya. Adanın değişik yerlerinde idam mangaları bulunurmuş, idamların bir bölümü bu ada topraklarında olmuş ve denizin içine bırakılırmış ölenlerin vücutları.

Adalar ölüler diyarı olarak düşünebilirsiniz, ölülerin ruhları belki adanın her yerinde dolanıyordur. Sürgünlerin hepsi ölüm ile sonuçlanmamış, en son sürgün Troçki orada dört sene yaşadıktan sonra sonunu hazırlayan yolculukta büyük adadan başlamış. Troçki buradayken birçok sürgünde gelmiş, en son sürgün akımı sanırım Dersim yöresinden olmuş. Yurtdışında yaşarken Dersim’li Adalılarla tanıştım, onlar sürgünü anlatmışlardı.

Ada çok kültürlü yapısını korumaktadır. Ada toprakları üzerinde kiliseler ve camiler yan yana durur, sokakta her dili duyabilirsiniz. Mimoza çiçeklerinin kokusu gibidir. Adanın değişik yerlerinde fırlamış mimozalar, sarının içindeki dansını izleyebilirsiniz.

Ada sadece ölülerin ruhlarını değil, yaşamın güzelliklerini de içinde barındırır. Limana adım atmaz, sizi bir saat kulesi karşılar. Saat kulesinin sessini izlerken, yolda sağlı sollu dükkanlar ile karşılaşırsınız. Ada denince izole yaşam diye düşünebilirsiniz, korunmalı alan. Fakat ada İstanbul’un kokusunu taşır, rengini safiye dinginliği ile karşılar. Ada içinde motorlu araç yoktu eskiden, şimdi araçlar ile her an karşılaşabilirsiniz. Resmi plakalı araçlar adanın hizmetindedir. Adayı betimleyen en önemli unsur paytonlardır. Paytonlar ile adayı gezebilir, belirli güzergahlardan geçerken çevredeki yalıların güzelliklerini izleyebilirsiniz. Bakımlı bahçeler, içeride yaşam belirtisi olmayan villalar. Bahçelerinde yeşilin her rengini görebilirsiniz, bazılarında ise mimozalar.

Adada yaşam sakindir, koşturmaca değil dersiniz, fakat günlerden Pazar ise öyle olmadığını adım attıktan sonra anlarsınız. İstanbul’da motorlu araçlar, burada paytonlar. Birbiri ile yarış yapar gibi koşturan paytonlar, araçlar gibi sollayanlar. Payton şoförleri tıpkı taksi şoförleri gibi davrandıklarını gördüm. Bir telaş içindeler, daha çok para kazanmak için koşturulan atlar.

Adanın bugün sembollerinden olan bir kiliseye doğru yolunuzu bulursunuz, çünkü tüm yollar bu kiliseye çıkar! Roma’nın adadaki sembolü gibidir. Kiliseye çıkan yokuşun başı paytonlar ile doludur, bir de dilek tutacaklar için bir şeyler satan satıcılar. Aya Yorgi Kilisesi'ne doğru giden yol taşlar ile örülmüş. Dik bir yamacın sonunda en üst tokta da ulaşılıyor. Zirvededir ve zirvede ki kilise hedeftir. Zirveye ulaşmak sadece dağcıların hedefi değildir, zirveye çıkmak isteyen her meslek sahibi gibi duyumsarsınız. Zirvede olmak önemlidir, çünkü hep aşağıda kalan insanlara bakmak ayrı bir duygudur. İnsanın egosunun tatmin olduğu yerlerdir. Zirveye ulaşmak farklı bir duygudur, yorgunluğa değmesi gereklidir. Ben oraya çıkarken kendi egomun bencilce isteklerine kulaklarımı kapattım, sadece çevreye bakmak ve fotoğraflamak amacındaydım. Elbette elimdeki metne sadık kalarak nereye gittiğimi de biliyordum. İnsanın ciğerine oksijen girmesi için iyi bir fırsat olarak düşündüm.

Aya Yorgi Kilisesi önce kurulmuş sonra kaybolmuş, kaybolduktan sonra bulunması bir efsane olmuş. O efsane nedeniyle her yıl binlerce insanı buraya çeker.

Bir çobanın rüyasına üç gün üst üste giren Aya Yorgi tepeye çıkan uzun yolun sonunda çan seslerini duyacağını ve orayı kazmasını söyler. Çıplak ayaklarıyla yokuşu tırmanan çoban gerçekten tepeye yakın bir yerde çan seslerini duyar ve bulunduğu yeri kazmaya başlar... Saint George'un (Aya Yorgi) denizden çıkan bir canavarı mızrağı ile öldürdüğü bir ikona bulur. Çobanın bulduğu bu ikona şimdi kilisede sergilenmektedir. Efsane kulaktan kulağa yayılır. Bu kilisenin yeniden bulunması bir mucize olarak görülür ve her dinden insan buraya dilek tutmaya gelir.

Adanın zirvesine çıkılıp da dilek tutulmaz mı, mum yakılmaz mı kilisede. Bir paskalya tatilinde Aya Yorgi Kilisesinde zirvenin vermiş olduğu olanaklar ile fotoğraf çekmemek mümkün mü? Fotoğraflar ile objektifimin gördüğü anı dondurarak aşağıya doğru koşar adım indim. Adan ayrılma vakti gelmiştir, şehir üstündeki sis kalkmamış, sis içinde yaşanan gerçeklerden uzak bir ada sakinliği içinde günümü noktalamak için limana ulaştığımda İstanbul’un karmaşası ile karşılaştım. Limanı yapan mimarın bize sunduğu ışık oyunu içinde sürgünlerin ve idamların diyarını arkamda ki sisin yaydığı gri içinde bırakıyordum, gelecek günler sis içindeydi. Bir gün bir çoban rüyasında gördüğü kiliseyi buluyordu, ben rüyada görünüp bulunan kiliseyi gördüm bugün.

Adanın ilk günlerde kullanıldığı gibi kullanılmadığını ayrı bir tatil yöresi gibi algılandığını bir gün yaşayarak gördüm. Ada artık sürgün yeri değil, İstanbul’un karmaşasından kaçmak isteyen kendi mesleklerinde zirvede olanların yeri olmuş durumdadır. Elbette bir de gerçek adalılar. Onlar binlerce yıldır yaşadıkları gibi yaşamaya devam ediyorlar, onlara bakarken, onların atalarını düşündüm. Belki isyankar dedelerin torunlarıydılar. Sürgün diyarından bugünlere gelirken ada ne gibi değişimler yaşamıştır? En azından sürgün edilenler şimdi adanın bugünkü halini görmüş olsalardı ne düşünürlerdi! Zorla ikamet edilenler ve gönüllü ikamet etmek için servet harcayanlar!

Adanın zirvesinden büyük bir depremde kaybolan adayı gözlerim aradı, belki o ada da rüyalara girmiş bir kilise durmaktadır. Kim bilir, belki başka birinin rüyasına girer de o sular altındaki kilise bulunur!