5 Nisan 2008 Cumartesi

İstanbul’un simgelerine yeni bir sembol katılmış…

İstanbul’un simgelerini yeni bir sembol katılmış…

2008 Olimpiyat ateşinin geçeceği şehirler ile ilgili bir kitapçık hazırlamış Çinli yetkililer. İstanbul’dan geçerken İstanbul’un simgesi bir türbanlı çocuk fotoğrafı olmuş. Bizim gazetelerde de bu haber ilk sayfada yer almış. Bizi türbanlı tanıtıyorlar diyerek. Bende bu haberleri yapanlara hayretler içinde baktım, çünkü doğal ve olanı yansıtmışlar. İstanbul’un simgesi her ne kadar lale ise de yaşam tarzı olarak ortada durmaktadır.

İstanbul şehrini o şekilde tanıtmışlar ama biliyoruz ki son yıllarda ülkemizi türban zaten sembolize etmektedir. Yurtdışı gezilerinde, yurtiçine gelen misafirleri karşılayan ve su bardakları ile şampanya bardaklarının tokuştuğu salonlarda hep türban vardır. Türban takanın elinde su dolu şampanya bardağı durur ve o şekilde pozlar verilir! Türban takan eşini hiçbir şekilde yanından ayırmayan devlet büyükleri yurtdışında hep bizi bu şekilde tanıtmışlardır. Türkiye sadece turizm afişlerinde (tanıtım broşürlerinde) plajda çekilen güzeller ile temsil edilir, onun dışında her yerde türban vardır. Ben hep düşünmüşümdür, neden bu turizm için yapılan broşürlerde haşemalı fotoğraf yer almaz? Normal de o da ülkemizin gerçeğidir.

Biz başkasından bir şey saklıyoruz, fakat o başkası bizi daha açık ve büyük salonlarda görmektedir. Diyelim ki, çağdaş ve uygar ülkeyiz, fakat onlar görüyor ki bizimim çağdaşlığımız ve uygarlığımız başbakanın ve Cumhurbaşkanın yanında durmaktadır. Biz medeniyeti ancak bu şekilde modern dini kıyafetler ile yakaladık.

Şimdi, dini kıyafet dedim diyerek eleştirecekler, türban dini kıyafet değildir denecek. Diyanet başkanımızın eşi acaba nasıl giyinmektedir, hiç görmedim eşini. Dini kıyafet değil, dini inancı gereği giyilen kıyafet diyecekler. Peki, buradan ne sonuç çıkaracağım? Türban şimdi ılımlı İslam’ın simgesi değil mi?

Katolik inanca saygılı ve kilise sınırları içinde yaşayan kadınlar siyahlar içinde yaşarlar. Onların sembolü giydikleri kıyafettir ve kimse onlara neden bu kıyafeti giyiyorsunuz, aslında Katolik inancında bu yoktur tartışması yapmazlar. Onların kıyafetleri kabul görür, fakat bizim dinini yaşamak isteyen kadınların kıyafetleri kabul görmez, çünkü sonradan uydurulduğu içindir. Geleneksel bir durumu sembolize etmiyor, eğer etmiş olsaydı Osmanlı haremindeki kadınları bu kıyafetler ile çizerlerdi. Geleneğimizde olmayan bu sembol, olsa olsa ılımlı İslam’ın bize dayattığı bir semboldür. Tartışmada buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’yi tanıtan ve onu yurt dışında temsil edenler bellidir. Biz içte ne yaşarsak yaşayalım, ne düşünürsek düşünelim, dünyayı dolaşarak bizi tanıtanlar ortada. Dışarıdan bizi tanıtıldığı gibi görmeleri kadar doğal bir şey yoktur.

İstanbul’un simgesi sadece lale değildir, türban takan bir küçük kız çocuğu da olabilir. Çünkü dışarıdan biz bu şekilde görülüyoruz. Bu bile büyük bir başarıdır, çünkü eskiden bizi hep fesli tanıyorlardı, artık bizi fesli değil, türbanlı olarak tanıyorlar. Türbanlının yanındaki fes takmıyor, o bile çağdaşlık açısından ileri adım olarak düşünülür, fesi çıkardık sonunda!

Çin olimpiyat komitesi bir kitapçık yayınlamış, içinde de İstanbul’u anlatan sayfada türbanlı bir kız çocuğu varmış. Bu demektir ki, Çinliler bizi bu şekilde görüyorlar, en azından fesli, sarıklı, çember sakallı olarak tanımıyorlar! Son yıllarda bizleri yurt dışında tanıtanların büyük başarısı olarak düşünmek gerek.

Çinliler bizlerin fotoğrafını almışlar sayfalarına, neden bu kadar alınganlık, anlayamadım!

Satranç oynayacağına seks yap!

Satranç oynayacağına seks yap!

Eskiden insanlar satranç oynardı, düşünme kulüpleri gibiydi satranç kulüpleri. Şimdi o kulüplerin yerlerinde kumarhaneler ve ekmeğini taştan çıkaranların mekanı oldu. Okey oyununda taşlar dizilir, yaşlar atılır sonuçta parti birinde kalır. Kalan öder, kazanan ekmeğini taştan kazanmış olur!

Satranç bir İran oyunu olarak tanıtılır bize, çünkü eskiden İran’ı yönetenlere şah denirdi. Oyunda amaç rakibin şahını almak, yani mat etmek yatar. Bütün hedef karşı rakibini hareketsiz hale getirmektir. Humeyni bunu tarih önünde yaptı ve şah oyununa o günden sonra ilgi düştü!

İnsanlar neden satranca karşı ilgisini azalttı, acaba bunda başbakanımızın üç çocuk çağrısının etkisi olabilir mi? Çünkü düşünme yerine çocuk yapın dedi, düşünen insan çocuğunun geleceğini iyi bir satranç oyuncusu gibi hesaplamak zorundadır. Satrancın yerini alan okey gibi oyunlarda düşünmek esas değildir, gelen taşarlın verdiği olanaklar içinde ne gibi hamle yapacağını hesaplarsın. Önceden hesaplayamazsın, çünkü okeyde beklediğin gelmeme ihtimali vardır, okey yaşam gibi beklentileri çok olan bir oyundur. Orada düşünülmez, çoğu zaman refleks tepkiler öne çıkar. Satranç öyle değildir, birkaç adım sonrası ne gibi hareket yapacağını tahmin etmen ve bütün olasılıkları göz önüne alman demektir. Günümüzde insanlar düşünmek istemiyorlar, düşünmek yerine seks yapmak ve okey oynamayı daha çok tercih ediyorlar. Seks düşünülerek yapılmaz, o yüzden düşünme yerine seks yapın önerisi seslendirilir. Başbakanımız bunu çocuk yapın diyerek belirtmiştir, eğer düşünürseniz, illüzyonu görme olasılığınız fazladır. O demektir ki, evet bizlerin yaptıklarını görüp sorgulayacağınıza çocuk yapın! Pazara çıkıp neyin fiyatı ne kadar artıya bakacağınıza çocuk yapın! Homurdanın, söylenin ama kendi kendinize ve neden okeyde şu yaş gelmedi diyerek şansınız ile kavga edin ama düşünmeyin demektedir.

24 Ocak kararlarının ülkemize kazandırdığı en büyük yenilik, düşünerek değil, imkanları iyi kullanarak ayakta kalın fikrini yerleştirmiş olmasıdır. Yani o dönemin başbakanı ve uygulayıcısı Özal; ‘memurum işini bilir’ derken, imkanlarını iyi kullanın demek istemiştir. Oda düşünmeyin, okey oynayın demektedir, hatta o da nüfusun artışı ile beyanları olmuştur, ne kadar çok nüfusumuz artarsa batı dünyasında o kadar yerimiz olur gibi sözler söylemiştir. Genç nüfusun artması emek gücünün artması ile orantılıdır diyerek genç nüfusu teşvik etmiştir. Sonuçta düşünmeyin, seks yapın demiştir. Ondan dolayı onun zamanında günlük seks gazeteleri satış rekoru kırmıştır. (pardon seks demeyelim, erotik gazeteler) Belden aşağıya esprilerin olduğu talkshowlar ve mizah dergilerinde artışta bu döneme rastlaması tesadüfi değildir. Günlük sorunlardan uzak, sadece gülmek için boş sohbetler bu dönemin ürünüdür. Boş sohbet yapanlar ekranları doldurdu. Boş ve gündemin gerçeklerinden uzak sohbetlerin adını magazin koydular ve o programlar ile ucuz ve verimli yayıncılık yapılmaktadır. Verimlilik kime göre yanıtı elbette cümle içinde gizlidir, açılmaya gerek var mı?

Satrancın gündemden düşmesi tesadüfi değildir, artık kimse düşünmek istemiyor. Düşünmek yerine seks daha önemli olmuştur, o kadar önemlidir ki, tecavüz olaylarında patlama ve seks üzerine işlenen olaylardaki artış bunu kanıtlamaktadır. Seks için çalıştığı kurumun kasasını boşaltan sevgililer bile bu toplumda normal karşılanır oldu!

Seks yap, düşünme!

Koruma olan yerde suç yoktur!

Koruma olan yerde suç yoktur!

Doktora gittim, doktor benim ile konuşarak muayene etti, fakat benim hastalığım konuşarak değil dokunularak tedaviye uygundu, çünkü aynı rahatsızlıktan daha öncede doktora gitmiştim, ne olacağını ve nasıl davranılacağını biliyordum. Sonuç olarak ben paramı verdim, birazda nasihat aldım ve elimde bir de reçete ile çıktım doktordan. Hastalığım devam ediyor, çünkü doktor görmeden ameliyat dedi, üstelik sen dedi entelektüel olduğun için anlarsın bu durumu!

Elimde reçete var, içindeki ilaç doktorun anlaştığını sandığım ilaç firmasının alcı yazılı, daha güçlü ve benim rahatsızlığıma uygun ilaç olmadığı kuşkusunu taşıyarak aldım eczaneden ilacı. Doktora gidip de insanın kafasında soru işareti varsa orada tedavi yoktur demektir.

Doktorlarımız yasalar ile koruma altındadır, koruma olan yerde suç yoktur.

Çok kötü mal üretirsin ve ürettiğin mal kullanana zarar verir ama zarar gören bundan dolayı tazminat alamaz, çünkü mal koruma altındadır, dokunulamaz. Dokunulsa dahi koruma altında olduğu için alternatifi olmadığından zarar gören gördüğü zarar ile kalır. Koruma suçu ortadan kaldırır. Suç yasalarda var olduğu sürece suç olarak kabul edilir, yasada yoksa suç yoktur.

Ben geçmişte taşıdığım bir düşüncemi hala taşıdığımı düşündüm. Türkiye’ye dışarıdan sağlık emekçisi gelip özgürce çalışabilmeli düşüncesi. Bizde doktorlar ve sağlık alanında imkanlar kıt. Yeterli fiziki yapı yok, yeterli alet yok vs. vs. diye uzar gider. Kıt imkanlar ile geniş bir nüfusa hizmet verilmeye çalışılır. Bu kıt imkanlar yüzünden bir çok insanımız hayatını kaybeder. İmkanların içinde bir de yeterli eğitimi almamış personelin hataları eklenince ortaya bugünkü durum ortaya çıkıyor.

Doktorlar etmiş oldukları yemine sadık kaldıkları kabul edilir, fakat uygulamadan bir çok doktorun yemin ile ilişkisi olmayan işler yaptıkları ortada. Organ ticareti yapandan tutun, gereksiz ameliyat yaparak döner sermayeye para kazandıran kadar. İlaç firmaların istedikleri ciroyu tamamlamak için hastasına bol keseden yazdığı ilaçlardan tutun da, yanlış teşhis ile tedavi edilen hastalara kadar. Yanlış teşhis ile tedavi olanların başka hastalıklara yakalandıkları ne kadardır? Bir araştırma var mıdır bu konuda?

Bütün bu sorunlar ortada durmaktadır, sağlık sektörü bir ticari sektör olduktan sonra, ki hep ticari olmuştur, günümüzde daha fazla para kazanma hırsı mesleğin önüne geçmiştir. Bu hırs meslek odalarını daha da korumacı yapmıştır, çünkü odalar mesleği değil, meslek elemanın haklarını savunur hale gelmiştir.

Çözüm konusunda düşüncelerim açıktır, malları koruması anlamına gelen gümrük duvarları yıkıldığında sanayimizin sonu geleceği düşünülüyordu, sonu gelmedi ama entegre olarak uluslar üstü sermayenin parçası oldu. Sağlık sektörü de bir ticari sektör olduğuna göre, bunun da koruma duvarlarının kalkmasını düşünüyorum, bu sayede belki sağlık alanında iyileştirme olabilir, bu şekilde gittiği sürece iyileşme yerine daha da geriye doğru giden bir durum söz konusundur. Zengin olan doktor sayısı artmakta, büyük hastaneler kurulmakta, bunun yanında daha sorunlu bir Türkiye ile karşı karşıyayız.

Korumanın olduğu yerde suç yoktur!

4 Nisan 2008 Cuma

Kahramanlar hep karanlık dönemde önem kazanır!

Kahramanlar hep karanlık dönemde önem kazanır!

Kahramanlar tarihin akşını değiştirmezler, sadece kötülükleri ortadan kaldırırlar. Bütün kötülükler gece yarsı olur, kahramanı olan çalışmalarda. Neden kahramanlar hep gece yarısı özgürce hareket ederler?

Superman, Örümcek Adam ve Batman gibi kahramanların doğuşu yenidir. Superman galaksilerin ortasından doğar ve dünyaya yönlendirilir. En son kurtulan canlıdır doğduğu galakside. Örümcek Adam bir örümceğin ısırması ile oluşur, Batman ise bir sanayicinin oğludur ve babasının öldürülmesi üzerine kendisini kötülüklere karşı savaşmaya adar. Teknolojinin nimetlerinden serveti sayesinde yararlanır ve en son teknolojik bilgiler ile olayları çözen bir dedektif zekası vardır. Bu kahramanlar şimdiki çocukların bilinç dünyasını biçimlendirmekteler. Çocuklar onlar gibi olabilmek için kıyafetler almakta ve oyuncakları ile oynamaktalar. Bu oyuncaklar sadece bildiğimiz oyuncak değil, dijital ortam ile de içine girmekteler. Sesleri açık oyun bilgisayarı başında kendini kaybetmiş çocukları görmek şaşırtıcı değildir.

Kahraman olmak için bir canlının ısırması ve uzaydan gelmek önemli değildir, Batman bunların dışında zengin çocuklarında macera ruhunu okşamaktadır. Çocuk zengin olmak ister, ki dünyayı kötülüklerden kurtarsın. Zengin olmak ayrıcalıktır, ayrıcalığı kötülere karşı direnmeyi doğal kılar. Klasik eserler içinde de Hugo’nun kahramanları içinde de bulabiliriz. Sefiller romanında kahramana da bakabiliriz. Macera sanayi devrimi ile birlikte burjuva sınıfı içinde önem kazanır. Zengin olan dünyayı seksen günde gezebilir, değişik maceralara çıkabilir. Sadece kahramanlara daha fazla yetki ve özellik verilince gözlerimizin içinde gerçek kahramanlar yaratılır. Kahramanlar dünyanın akan tarihini değiştiremezler, sadece o an gözleri ile gördükleri aksiliklere karşı savaşırlar.

Superman hepsinden farklıdır, dışarıdan gelen ve dünyada büyüyen bir canlıdır ve dünyaya iyiliği getirmekle sorumludur, çünkü o daha gelişmiş bir evrenden gelmektedir ve ileri teknoloji sayesinde geleceği bilmektedir. Bütün yaratılan kahramanlara özel kıyafetler dikilir. Özel kıyafetler ile diğerlerinden ayrılırlar. Superman’de kıyafet üzerindedir ve hiç çıkarmaz, lazım olduğunda pelerinli hale hemen gelmektedir. Uçmak için pelerine ihtiyacı vardır. Peki, pelerin kullanan cinayetleri çözen bir dahi dedektif anımsıyor musunuz? Onunda hep pelerini vardır ve yanında yardımcısı konumunda arkadaşı doktor vardır. Fakat bu yeni kahramanlar hep tek başlarınadır ve bireyin hayal dünyasını zorlarlar. Batman yardımcısı vardır ama olaylar sırasında yalnızdır, yardımcısı sadece teknik yardımda bulunur. Çetelere karşı direnen birey! Birey yaşadığı ortamı kendisine göre düşmanlardan temizler. Birey karşısındakini düşman gördü mü, yok etmeye kendisini haklı görür. Günümüzde cinayetleri bir kahraman işler, onu teşvik edenler ise perde ya da pelerin arkasında saklanmaya devam eder. Çünkü dünyayı kurtaracak hep bir kahramana ihtiyaç vardır. Dünyamız hep batma sorunu ile karşı karşıyadır ve kahraman beklenir. Godot beklenecek değil ya! Godot gelir ve dünyayı kurtarır.

Kargaşa ortamlarında hep kahramanlar yaratılır ve beyinler biçimlendirilir.

1933 yılında ilk Superman yaratılır ama bugünkü Superman zaman içinde biçim değiştirir ve 1938 yılında artık günümüz Supermani yaratılır. Superman'in güçleri teknolojinin gelişmesi ile artar, çünkü o her zaman teknolojinin ve onu kullanan sıradan insanın önünde olmazsa süper insan olamaz. Superman Nietzsche'nin Ubermensch (üstün insan) kavramı temel alınarak yaratılmıştır. Bu kavram da önemli olan fiziksel güç değil erdemdir.

Batman, ilk defa 1939 yılı Mayıs ayında Detective Comics'in 27. sayısında çizilen bir çizgi roman süper kahramanıdır. Pek çok diğer süper kahramanlar gibi süper güçleri yoktur, zekası ve dedektiflik yeteneğini, şirketi sayesinde bilim, teknoloji ve kişisel serveti ile destekleyerek savaşını sürdürür.

Örümcek adam 1962 yılında yaratıldı. Örümcek Adam, kendi duygusal ve kişisel problemlerini süper güçleriyle çözemeyen, süper güçlerinin çoğu zaman ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği bir kahramandır.

3 Nisan 2008 Perşembe

Futbol ve demokrasi…

Futbol ve demokrasi…

Bir zamanlar demokrasimiz eleştirilirken futbol ile bağ kurulur ve futbolumuz ne kadar ileri ki, demokrasimizde o kadar ileri olsun! Bugün maçların sonuçlarına bakıyorum, futbol demokrasimizi sollamış gidiyor, bizim demokrasi yerinde duruyor!

Demokrasi deyince sanmayın biz demokrasiyi gördük geçirdik ve sonra kaybettik. Olmayan şeyin özlemi olur ya, dışarıdan bakınca ‘ah ahh der insan keşke benden de olsa’ diyerek imrenilir, bizler hep imrenmişiz, imrendiğimizi almak için ya da yaratmak için kılımızı kıpırdatmamışız. Sadece bakmakla yetinmişiz. Karikatürlerde görülür, döner ya da tavuk döner satan camekanında bir fakir ve aç içeriye bakar. Karikatür tarihimizde bu karikatüre sık rasatlarsınız, eğer eski bir albüm elinize geçerse.

Demokrasimiz bize özgüdür, bir lider vardır ve lider her şeyi belirler ve biz zavallı seçmende seçer, liderin dediğini. Lider gibi düşünüp düşünmediğimizi bilmeyiz, kanımız aksa da sarı laciverttir! (Bugün öyle olsun, başka zaman başka renk olur!) taraftar oluruz, hem de ölesiye taraftarız, fakat neyi savunduğumuz bilmeden sembol takıp gezmeyi çok severiz. Sembolümüze biri laf mı etti, hem en kavga ederiz, öldüresiye!

Demokrasimiz bize özgüdür dedik, önce tek parti vardı. Gerçi ilk deneyimimiz bir imparatorluk içinde oldu, iktidara gelen koltuğa yapışma devride ve geleneği de o zaman başlamış. Padişahlar kardeşlerini, oğullarını ve uzaktan akrabalarını boğazlama özgürlüğü vardı. Yeter ki iktidar ve ülke toprakları parçalanmasın. Bizde parçalanma korkusu fatih’ten beri kanuni olarak düzenlenmiştir. Daha önce gelenekselmiş, sonra hukuki olmuş. Gelenek kağıda döküldün mü hukuk olur! Bağlayıcıdır ve her padişah bu bağlayıcı yasayı işletmiş. Ölenin cenazesi ortada kalmış, kim iktidara gelirse gelsin önce kardeşini boğazlatmakmış görevi. İktidara gelemeden bu korku yüzünden aklını bile oynatan olmuş. Ölmemek için iktidara gel!

İlk demokrasi deneyimimiz ile birlikte padişahların hakları kısıtlanmış ve bu sefer kan bağı ile iktidara taşınma yerine seçim ile iktidara gelme süreci başlamıştır. Seçim ile gelmek demek, güçlünün güçsüzü ezip, kendini sağlama alma yarışı olarak okunabilir. Partinin başına kim gelirse gelsin önce kendi parti içinde koltuğunu sağlama almak ile başlarmış. Başkanı seçecek delegeleri atama işi ile bizzat parti başkanı ilgilenir. Bu gelenek olarak var, henüz kağıda dökülmedi, döküldüğü an kanun olur. Yeni yapılacak anayasa maddesi olarak bu uygulama (gelenek) kağıda aktarılırsa eğer kanun olur ve bağlayıcı olur. Şimdiki uygulamalar hep gelenektir.

Parti liderlerini ancak ya ölüm ayırır ya da parti kapatma ayırır koltuktan. Bir de cumhurbaşkanı seçildikten sonra geri dönüş olmamıştır bizim tarihimizde, eğer olmuş olsaydı o da bir gelenek olarak devam edecekti!

Bugün futbol takımlarımız bizden oyuncalar yerine dışarıdan getirilen oyuncular ile büyük başarılara imza atıyorlar. Bizlerde bu büyük başarıya bizden diyerek seviniyoruz, önemli olan takımızın forma rengi değil mi? O forma kimin sırtındaysa bizdendir. Kim oynarsa oynasın bizimdir. Bir iyi oyuncu dünyanın neresine giderse gitsin oynayabilmelidir, buna karşı itirazım yok, fakat futbolcu seçmeli bana göre nereye gideceğine. Menajeri onu pazarlamamalı. Şimdi futbolcu alınıp satılıyor ve nereye gittiğini ve kime karşı oynadığını bilmeden sahaya çıkıp, satılan oyuncu yeteneğini göstermek zorundadır, çünkü verimli olamazsa değeri düşer. Verimlilik esastır futbolda, para getirdiği sürece başarı vardır! Futbol kulüplerin başında kaç futbolcu var? Oynayan ayrı, yöneten ayrı. Yönetenler ise genelde hep tüccar!

Futbolda demokrasi olmaz, kurallar nettir ve o kurallar evrenseldir. Her oyuncu kuralara göre oynar ve özgür davranış beklenmez. Şimdi beklenen futbolcunun yapacağı hatadır, hata yaptığı oranda sonuç değişir. Futbol günümüzde oyuncuya hata yaptırma sanatıdır.

Demokrasimizde durum sizce nasıldır?

1 Nisan 2008 Salı

Mizahçıların gününden…

Mizahçıların gününden…

Bugün bir Nisan ve mizahçıların bayramıdır. Mizah haftası düzenlenir, mizahçılar konuşmacı olarak katılır. Mizahçılar bir mahkeme kapılarında anımsanır, bir de 1 Nisan’da. Bugün mizahçıları anmak ve anlamak günü olmalıdır, fakat kimse mizahçıyı anlamak içine girmez. Onlar sadece güldüren insanlardır. Onların sorunları yoktur. Onlar ki hep altın kafeste yaşayan bireylerdir! Onların dernekleri vardır, yerleri kendilerine aittir, hatta İstanbul’daki genel merkezi bir Yerebatan sargıcının çıkış kapısındadır. Orası da belediyeye aittir, istediği an belediye atabilir.

Mizah müzesi vardır, kendisine ait değildir binası, her an ‘müze kapandı burayı alışveriş merkezi yapacağım!’ diyen biri çıkabilir. Mizahçı ne yapabilir, 12 Eylül’de ne yapabildiyse onu yapar, alır karikatürleri bir depoya koyar, bir olanak bulana kadar. Mizah hicivdir, mizah yergidir, mizah muhaliftir. Fakat günümüzde mizahın bu yönü hep belden aşağı kullanılıyor! Siyasi mizah yaptın mı, mahkeme kapılarında mübaşirin ismini çağırmanı beklersin. Mizah yapmak tehlikeli iştir, aç kalma ve tek başına kalma riski hep vardır.

Bugün mizahçıların günü, bütün insanlar bir günde olsa kendilerini mizahçı olarak görüp arkadaşlarına dostlarına şakalar yaparlar. Bazıları ağır olur, bazıları hafif ama genelde bugünü şaka yapma günü olarak kutlarlar. Fakat hayat şaka yapmaz, Nisan’da neler olmuş diye tarih sayfalarına bakın. 1979 - Humeyni, İran İslam Cumhuriyeti'ni ilan etti. İran halkı için bir nisan ne anlama gelir? Resmigeçitler filan yapıyorlar mı İran’da?

Bizde ne olmuş, bakalım; 1949 - Türkiye İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine katıldı. Şaka gibi değil mi? 1949 yılından bu yana insan haklarında ne gibi değişiklikler oldu? Kaç insan işkenceden öldü ve sakat kaldı? Onun için tutulmuş bir tutanak vardır, çünkü bizde her şeye tutanak tutma alışkanlığı vardır. Toplantı yaparsın tutanak tutarsın! Ne için?

Kudüs 1950 yılından beri iki parçalı, bir orada yaşayana sorsak şaka nedir diyerek, sanırım şehrin parçalanmasıdır diyecek! Bazı şakalar tarih içinde acı verir ve o acıyı bugüne taşırız. Bir gün mutlaka Kudüs tek bir şehir olacaktır. Parçalanmış şehirler ve parçalanmış aileler. Bir gün parçalamışlıklar ortadan kalktığında gerçek bayram o zaman kutlanacaktır.

Mizah yapmak ağır işçiliktir, sorumluluğu ağırdır. Fakat mizah yapanların sonlarını kimse görmek istemez, sadece onlar altın kafeste yaşayan zeki insanlar olarak gösterilir. Mizah yapanlar bir zamanlar kralların yanında çalışan şarlatanlarla karıştırılırdı, onların sembolleri mizahçılar için kullanıldı, mizah şarlatanların yaptığı iş değildir. Mizah yaşadığı çağa alaycı yaklaşmaktır, çağının sorunlarını alıp geleceğe taşıyandır. Bir daha o sorunlar yaşanmasın diyedir, duyarlılığı acı çekilmesin içindir.

AKP’ye kapatma davasının açılması…

AKP’ye kapatma davasının açılması…

AKP’ye karşı kapatma davasının açılması ile ülkemiz yeni bir dönemece doğru girmiştir. Bu sürecin nereye doğru ivme kazandığını yaşayarak öğreneceğiz. Bu süreç nasıl oldu da tetiklendi, çünkü bir beş yıl iktidarda kalan parti, ikinci seçim zaferi sonucu kapatılma davası ile karşı karşıya kaldı?

AKP Refah partisinin mirasını taşıyor. Refah Partisinin kapatılma süreci 28 Şubat tarihinde verilen e-Muhtıra ile gerçekleşmiş olduğunu hepimiz yaşayarak gördük. Bir darbe mi, değil mi tartışması yaşandı uzun bir zaman. Ben o dönemi darbe olarak görmedim, yeni den biçimlendirme olarak algıladım, çünkü darbe başarılı olmuş olsaydı, AKP iktidara tek başına gelemeyecekti. 28 Şubat süreci içinde ülkemiz büyük bir kriz atlatmış, hatta yurt dışından valimiz pardon maliyeden sorumlu bakanımız bile gelmişti. Görevini tamamlar tamamlamaz geri eski görevine döndü. Dışarıdan bir müdahale olarak gördüm ve o inancımı hala korumaktayım.

AKP’yi iktidara taşıyan koşullar yaratılmış ve sorunsuz ve düzenli bir ekonomi politikası içinde iktidar hediye edilmiştir. (Bu politika ABD açısından böyledir, bizim açımızdan tam tersidir.) iktidara gelen ve hazırlıksız iktidar olan Erdoğan ve ekibi var olanı uygulamış ve BOP içinde yerini sağlamlaştırmış olduğuna inandı. Eşgüdüm uygulayıcısı olarak kendisini tanıttı. Dinler arası diyalog için başkanlık koltuğuna oturdu Amerika adına. Ülke ülke gezdi, ülke içinden daha çok sınırların ötesinde bulundu. Verilen görevi en iyi yerine getirmek için elinden geleni yaptı. Fakat kendisine bırakılan ekonomi politikanın da bir sonu vardı ve yenileri konması gerekliydi, politikasız iktidara gelen AKP ne yapacağını bilemez oldu, kendisine uygun gündemler yaratmayı seçti. AKP gündemleri tartışma konumuz oldu, iktidarın başındaki kişi şansına çok güveniyordu. O kadar güveniyordu ki, kutsal kitabın dilini günlük konuşması içinde taklit eder olmuştu.

AKP bugünkü gerçeklik ile aslında sınır ötesi operasyon ile yüzyüze gelmişti. Ben işte yeni bir düzenlemenin olacağını o eve dönüş operasyonu günü radyoda yaptığım programda söylemiştim. Irak içine gidilip ve ani bir kararla geri dönüşten başbakanın haberi yoktu, çünkü o gün ulusa sesleniş programının konuşma metnini basına göndermişti. Asker eve dönüyordu ama başbakanın bu işten haberi yoktu. Elbette bunun tersi söylendi, fakat sabah basına yansıyan bu yöndeydi. AKP gözden çıkarılmıştı, iktidara veda etme zamanı geldiği hatırlatılıyordu. Tek başına iktidara gelen ve istikrar için tek parti iktidarı tasfiye sürecinin sonun başlangıcı o gün startını vermişti. Bir darbe olarak okunabilinir ama ben hala yeni bir düzenleme olarak görüyorum. E-Muhtıra yerine geri çekilme almıştı, üstelik bildiri yayınlamadan oluyordu.

28 Şubat sürecinde neler yaşadıysak bu süreçte de bir kopyasını yaşar gibiyiz, kahramanlar değişik, olaylar farklı akıyor ama izlenen yol aynı. Susurluk davası yerini Ergenekon davası almış, Erbakan yerini Erdoğan almış, tek fark olarak Cumhurbaşkanı yerini Gül almış, ki sorumlulardan biri olduğu için o da dava konusu oldu ve bir ilke imza attılar. Bankalar sorunun bu sefer dövizdeki sıcak para kaçışı aldı ve sonuç olarak nasıl bir kriz yaşayacağımız ortada değil, beklentiler var. Şimdi bu süreç içinde kafamda sorular oluşmakta. Acaba demekteyim bu sefer dışarıdan kim gelecek? Bir Türk mü, yoksa kendi memurlarından biri mi? Ödül almış bir maliye bakanımız var, adı olan bir dışişleri bakanlığımız var. Kurumlar pasif konuma düşmüş durumda, en son karar veren ve tek başına karar veren bir başbakan mevcut. Bütün sorunlara kendi üslubu ile cevaplar veriyor. Kutsal kitabın dilini taklit ederek konuşuyor ve birilerine mesajlar vermeye devam ediyor.

Bu süreç bizi nereye götürecek bilmiyorum, fakat kafamda oluşan binlerce soru var. Bir süreç yaşarken, aa ben bunu daha önce yaşamıştım hissine kapılıyorum, bu duygu sadece bende mi mevcut?

01.04.08