19 Nisan 2008 Cumartesi

Bizde köleler var mı?

Bizde köleler var mı?

Osmanlı topraklarından kölelik ne zaman kalkmıştır? Bu sorunun yanıtı aslında ilk demokrasi deneyimizin içinde yattığını söylesem abartı olmasa gerek. Bizde kölelik resmi olarak 1839 yılında köleliği kaldıran ikinci ülke konumunda olduk. 1839 yılı biliyoruz ki, Tanzimat Fermanının ilan edildiği yıldır. 1847 yılında Sultan Abdülmecit yayınladığı bir ferman ile kölelik bu topraklardan tamamı ile kovulmuştur.

Osmanlı köleleri ne olarak kullanıyordu? Elbette asker ve hizmetçi olarak. Çünkü gelişmiş bir sanayisi olmadığından Avrupa’da ki gibi ya da Amerika’daki gibi büyük çiftliklerde çalıştırılmamıştır. Osmanlı şark usulü yaşam tarzı içinde köşklerde cariye ve bahçıvan olarak kullanılmıştır köleler. Devlet asker olarak kullanırken, ahali de yaşadığı köşkünde köleleri çalıştırmıştır. Geniş bir kesim oluşturan halkalar ise köle çalıştıracak durumda değildir, çünkü onlar ancak kendi karınlarını doyuracak kadar toprak ile uğraşmaktaydılar. Kölelik diğer ülkelerde olduğu gibi ekonomiyi elinde bulunduranların hizmetinde kullanılmıştır.

Köle olan yerde elbette ticaretini yapanlarda olur. Köle tüccarlarının olduğu yerde doğal olarak pazarlarda. Bu pazarlar nerede oluyordu, İstanbul’u gezen biri acaba bu köle pazarlarının nerede olduğunu biliyor mu?

Osmanlı İmparatorluğunda esir alıp – satmak serbest olduğundan, esircilik bir meslek haline gelmiş ve bu meslek grubunun başına “Esirciler Kethüdası” getirilmişti. Esircilik kârlı bir işti ve bu işi yapanlar zengin tüccar grubundan sayılıyorlardı. Her isteyen esirci olamıyordu. Esirci esnafının iyi tanınması gerekiyordu. Kanuna aykırı hareket eden veya kölelere kötü muamelede bulunanlar bu meslekten atılıyordu. Meslek odaları içinde bu meslekte vardı ve kanunlar ile düzenlenmişti. Meslek kurallarına aykırı olarak hareket edenler ise cezalandırılıyordu. Bu gruptan günümüze kalan isim var mıdır? Elbette ünlü bestekâr ve musiki ustası Mustafa Itrî Efendi de, Esircilik Kethüdalığı yapmıştır.

Bu pazarlar önceleri panayırların yanında kurulurdu, zaman içinde bunlarda mekana kavuşmuştur. İlk esir pazarı Bursa’da kurulmuş ve daha sonra Osmanlı toprakları içinde yaygınlaşmıştır. İyi para getiren bir ticaretin yaygınlaşması kadar doğal ne olabilir ki! İstanbul’un fethinden sonra bu pazarlar bir düzene girmiş ve değişik köle ticareti yapan şehirler öne çıkmıştır. Öne çıkanların ekonomik durumlarının iyi olduğunu söylemek abartı olmasa gerek.

İstanbul’daki Haseki semti bu merkezlerin içinde öne çıkmıştır. Burada Bedestenler içinde köleler alınıp satılır olmuş. Kölelerin dini inancı satış sırasında önem kazanır, çünkü Müslüman bir köleyi ancak bir Müslüman alabilir. Müslüman Osmanlı vatandaşı her türlü inançtan köle alırken, diğer varlıklı azınlık dindekiler sadece Müslüman olmayanları alabiliyordu.

Osmanlı’da köleler, birer hizmet ve üretim aracı olarak görülmemiş; toplumun içine entegre edilmiş, insanî şartlarda yaşamaları sağlanmıştır. Eski filmlerde görürsünüz, dadı görevi bir siyah tarafından canlandırılır ve kırık Türkçesi ile eski sinemalarımızın vazgeçilmezidir. Kendi evi içinde yaşayan köleye batıdaki gibi işkence yapılmamıştır ama evin erkeği canı istediğinde kadın köle ile birlikte olabiliyordu. Ona uygun yerlerde kölenin yaşamasına izin verilirdi. Sarayda bile köleler yani cariyeler padişahın hizmetindedir. Bazıları padişahın eşi olurdu, bazıları sadece evlilik dışı ilişkide padişaha hizmet ederlerdi. Aynı zamanda harem bölümünün hizmetçileri olarak kullanılırlardı.

Köleler bizim tarihimiz içinde vardır. Kölelerin azad edilmesi yani özgürlüklerinin verilmesi köle sahibinin niyetine bağlıydı. Köle sahibine karşılıksız bağlı olmak zorundaydı ve sahibinin tüm isteklerini yerine getirmek ile mükellefti. Bizim tarihimiz içinde kimler köle oldu, kimler köle sahibi oldu pek konuşulmaz. Bugün kölelik üzerine düşündüğümüzde hep batı ve Amerika gelir. Orada insanlık dışı yapılan ayrımcılığı kınayarak bakarız. Bizler bizim geçmişimizi pek bilmeyiz. İstanbul’u gezen turistlere burası köle pazarıdır, burada ne canlar alındı satıldı, neler yaşandı diye anlatmayız. Çünkü biz geçmişimizi sadece şatafatlı yönünü görmek için eğitilmişizdir.

Kölelik ülkemizden resmi olarak kalkmıştır ama hala izlerini görmek mümkün mü? Az ücretle çalıştırılan ve hiçbir hakkı olmadan güneş dahi görmeden küçük tezgahlarda emeklerini verenleri ne olarak görmek zorundayız? Gerçekten kölelik ülkemizden hepten uzaklaşmış mıdır?

18 Nisan 2008 Cuma

Yazı yazmak ayrıcalıklı mıdır?

Yazı yazmak ayrıcalıklı mıdır?

Bu ülkede yaşamak bir ayrıcalıktır, çünkü yaşarken gördüklerin bütün dünyada bin yıl yaşasan göremezsin. Yaşam hızlı ve çok çeşitlidir bu ülkede. Yazı yazan, mizah yapanlar için müthiş bir sahnedir. İzle ve yaz!

Kızılbaş o, onun cenaze namazı kılınmaz der cami hocası, nedeni de diyanet işleri başkanlığı yayınlarında gizlidir. Alevi inancı hala diyanete göre sapık ve sapkınların inancı olarak algılanır. Onları İslam’a çağırmak ve yeniden İslam dini içine kazandırmak için tüm alevi köylerine cami yapımına devam edilir.

Alkollü olduğu hastasını muayene etmeyen doktor, benim prensibim alkol alana bakmamak der, hastasının yüzüne bakmadan muayene odasından çıkar gider.

Normal eğitim içinde haftada bir iki saattir din dersi ama nedense bu iki saat çocuğun tüm hayatına uygulanmak istenir. Ramazan ayında okul kantini açtırılmaz, yemek haneler yıllık bakıma hep bu aylarda yapılır.

Ramazan ayında oruç tutan polis sayısı her geçen yıl katlanarak artar, iman gücü ile solcu göstericilere saldırılır. Kurşun atan faşist biri olsa da suçlu solcudur diye bakar ve solcu öğrenciler olaylarda tutuklanır.

Solcular alevi olarak algılandığı için, Alevilerin ve solcuların öldürülmesini doğal karşılanır. Pir Sultan Abdal’ı anma etkinlikleri içinde yapılan saldırılarda, Madımak oteli bir yangın yerine dönüşmüş ve orada Türkiye’nin aydın yüzü yanmıştır. Hayatını kaybedenler için orası müze yapılacağına, et lokantasına dönderilir, “pişmiş aşa su dökülmez!” diyerek inat ile orada et kızartılmaya devam edilir.

Otobanın ortasında yol çöker, hiçbir işaret konmadığından bir aile hayatını kaybeder o çöken yolda. Hayat kaybedildikten sonra oraya inşaatlarda kullanılan araçlar ile çukurun etrafı işaretlenir. Trafik çöküğün sağından ve solundan akmaya devam ederken, kazaya bakarken kaza yapanlar bu ülkede olur.

Kaçak havai fişek üretenler şehrin tam ortasında bir iş hanında üretimine devam eder. Bir gün havai fişekler patlar, onu izlemeye çatıya çıkanlar havai fişeklerden çıkan ateş ile ölürler. Çalışma bakanı ve belediye başkanı olayın unutulması için zamana yayarlar. Gerçekten de bir aya kalmaz unutulur. O iş hanlarında üretim devam eder.

Tersaneler çalışmıyor, verimli üretim yok derken, birden tersaneler ucuz işçilik ve kaliteli üretim ile serbest piyasadan iş almaya başlarlar. Ucuza mal olsun diyerek güvenlik için harcanacak para harcanmaz ve artı değer olarak kasada kalır. Bu arda canını kaybeden işçinin ailesine gece yarısı gidilir ve acı parası bu artı değerden verilir. Acı düştüğü yeri yakar. Birgün gazetelere haber olur, işveren basını suçlar, ülkeye giren döviz düşmanı olarak! Bizi canavar olarak gösteriyorlar diyerek haber yapan muhabire gözdağı verilir. Bu arda ölümler olmaya devam eder.

Her bir Mayıs’da taksim meydanı ve İstiklal caddesinde solcu olarak kim görülüyorsa üzerine biber gazı dökülür, kahvede oturanlardan biri solcu olduğu tahmin ediliyorsa tokatlanır. Bu olay kameralar önünde olur ama tokat atan polis yakalanamaz, dava eylemi yapanın tespit edilemediği için düşer. İstiklal Caddesine 1 Mayıs’da girenler biber gazının dumanı altında kalmayı göze almış demektir.

Haberin ve mizahın bol olduğu ülkede yazı yazmak ayrıcalık değildir.

TMSF özelleştirilmelidir!

TMSF özelleştirilmelidir!

Tasarruf Sigortası Mevduat Fonu (TMSF) özelleştirilmelidir, sözünü önce söyleyerek konuya adım atayım dedim! Türkiye’nin en çok kar getiren kurumu haline getirildi. Bir anda fonun elinde medya, bankalar, otobüs firması, artık bizim de bilmediğimiz mal varlıkları ile ekonominin dinamosu görevini görür oldu. TMSF hükmeden Türkiye’nin gündemine hükmeder.

Özelleştirme adına kar eden bütün devlet kurumları tek tek açık ihalelerle elden çıkarıldı. Açık olması ihalenin, ihalenin önceden kimlere verileceği tahmin etmeyi ortadan kaldırmaz. Elbette her şey şeffaf olur ama o şeffaflığı yazmak mahkeme kapılarına düşmek anlamına gelebilir. İhale alan ve Türkiye’nin kritik noktaları dış güçlerin denetimine girdi desek, bu sefer bir şeye hakaret etmiş mi oluruz?

Zarar eden şirketleri devlet adına el konulup, kar yapar hale getirilerek daha uygun bir müşteri arayan kurumdur. Zararı kara dönüştürmeye çalışır, bu sayede alacakların en azından %10’unu kurtarmaya çalışır. Zararın neresinden dönersen kar kurumu işlevini görür.

Devleti yönetenlerin en büyük görevi kar eden kurumların elden çıkarılmasıdır. Bütçe açığının geçici olarak kapanmasıdır. İktidarda kaldığı süre içinde bütçenin açıklarının görsel olarak kapatılarak geçici bir refahın oluşmasını sağlamaktır. Gelecek olanların fırtına biçeceği önemli değildir. Gelecek olanı şimdiden saf dışı yaparak bir lale devri yaşatmaktır.

Her lale devri ilerleme ve zevk olarak görülür ve o şekilde övülür. Altın boynuzda yapılan yalılar ve kayık sefaları içinde genç kızlar, yakışıklı ve hazineden geçinen erkekler ile buluştuğu dönem, birbirinden güzel şarkılar eşliğinde anlatılır. Sonraki dönemi ise kimse anlatmak istemediğinden hep karanlıkta kalır. Bugünlerde kaldırımlarda lalelere bakarken neler düşünür insan?

Özelleştirmenin de sınırı varır, elde satılacak bir şey kalmadığında sanırım su ve hava’da dış güçlere yani dıştan gelecek sıcak para karşılığında elimizden de çıkacaktır. Bizim ekonomimiz sıcak paraya bağımlı olarak yaşamaya alışıktır, çünkü sorunumuz kronikleşmiştir.

Kronikleşmiş deyince aklıma ilaçların durumu geldi, bizde kullanılan ve üretilen ilaçlar Avrupa’da kullanılan ilaçların etkisinden daha az olduğunu duydum. Biz iyileşmek için aldığımız ilaçlar sayesinde belki hastalığımız kronikleşmiş olabilir. Dikkat etmek lazım, ilaçlar bazen iyileştirir, bazen de kronik hastalığın yolunu açabilir! (Elbette duyduklarım doğruysa)

Türkiye’nin en büyük kurumu olan TMSF özelleştirilmedir, çünkü kar getiren kurum bütçe açıklarını gidermek için iyi bir gelir kapısı olabilir. Lale devrini yaşayabilmek için sıcak paraya ihtiyacımız var!

17 Nisan 2008 Perşembe

Bir yudum bekleyiş…

Bir yudum bekleyiş…

Lazların diyarını anlatan bir belgesel seyrettim. Bir aile ve köy etrafında kısa bir yakın tarihimize Lazların gözü ile bakan belgesel çalışma. Bir yudum bekleyiş adlı çalışmayı İlkay Nişancı yapmış.

Lazların tarihi çayın oraya girmesi ile değişmiştir. Çay öncesi daha fakir ve mutluymuşlar. Kendi içlerinde, kendi dilleri ve kültürleri ile yaşarken, çayın o diyara gelmesi ve ekim için fındık ağaçlarını kesmeleri, mısırların ekimin azaltmalarını gerektirmiş, çünkü çay ekonomik girdi getirmiş ve yaşamları değişmiştir. Hep dışarıya emekçi veren yer bir anda çekim merkezi olmuş, gidenlerin bir bölümü çay ile geri dönmüş. Para kazananlar ise köylerinden kasabalara ve daha sonra başka şehirlere doğru göç etmişler. Gelmişler ve gitmişler. Şimdilerde köylerde kış aylarında birkaç yaşlı insan kalır olmuş.

Lazların yaşayan kültürlerini ortadan kaldırmış, eski imece yerine işçi tutar olmuşlar. Türkü geceleri düzenlenirken, şimdi ezgilerin sadece gölgeleri dağlara ve çay yapraklarında kalmış. Lazlar eskiden sadece kadınları çalışırmış, şimdi gurbete gidenlerin erkekleri de çalışır olmuş. Çay gelmiş, mısırın krallığı tarihe karışmış, eskiden mısır unları ile yapılan ekmeğin yerini buğday unu almış. Yumurta ve sütü artık marketlerden alır olmuşlar. Doğal olarak köy evlerinde olan ve birlikte yaşadıkları canlılar bile artık ortada gözükmez olmuş. Çay onların geleneğini bozmuş. Doğasını değiştirmiş. İyi ekonomik girdi getirmiş, daha rahat yaşar olmuşlar ama gelenekleri birer birer kaybeder olmuşlar.

Çay bereket getirmiş, yanında Avrupa gübresini de. Avrupa gübresini doğaya atarken, avuç avuç ve bilmeden kullanmışlar. O güzelim alabalıklar azalır olmuş. Toprak beyaz renge doğru döner olmuş. Gübrenin artıkları toprak yüzeyinden yağmur ile akar olmuş.

Çay gelmiş ama çaya bağımlı olmayan birde felaket gökyüzünden aşağıya akmış. Hiç isimlerini dahi duymadıkları yerde patlayan nükleer reaktörün sonucunu bura insanı kanser olarak toprağı üzerine öter olmuş. Kanser her aileden can alır, sakat doğumlar artar olmuş. Sadece topraktan mı geliyor, gökten mi geliyor bilinmez olmuş ama sonuç hep acı olarak yaşanır olmuş.

Çay demek bura insanı için medeniyet olarak algılanmış baştan, sonra çay onların sonunu getiren bir araca dönmüş gibi. Topraklarını çay öncesi iş için terk ederlerken, şimdi başka nedenlerden terk eder olmuşlar.

Birkaç yaşlı Laz, eskilerin söylemi ve özlemi içinde bekler olmuşlar, onlar demli bir çay eşliğine bir yudum…

Acılar içinde çocuk gördüm!

Acılar içinde çocuk gördüm!

Yaşamın kıyısında dolanır insan. Yaşamın kendisi belki sırat köprüsüdür, yaşamda kalmak büyük beceri ister, kolay olan ise öteki tarafa doğru düşmektir. Düşmek hep kolay olmuştur, ayakta kalmak ve yürümek, hatta koşmak en zorudur. Ayakta bir de dengede kalırken, iş yapmak.

Sağlık sektörü yaşamın kıyısındaki insanı yaşama bağlamak ile yükümlüdür, fakat gelişen ekonomik ilişkiler; insanlığın yaratılmış oduğu tüm değerlerin yok sayılmaya başladığını üzülerek görüyorum. Sağlık sektörü insanı yaşamın kıyısında tutmaya özen gösteriyor gibidir, parası olduğu sürece birey hayatta kalacaktır, yoksa değersizdir, düşmesine seyirci kalınacaktır. Yoksulun değeri olmaz!

Hastanelerde yaşanan gerçeklikler sorgulanırken doktorların görevleri ve idare birlikte sorgulanmaz, ayrılır sanki. Suçlu arandın mı, idaredir. İdare iyi kontrol edemediği için genellikle suçlu gözükür. Ben bu bakış açısının yetersiz olduğunu düşünürüm hep, suçlu aradın mı sektörü bir bütün alırım. Anlayışına ve durdukları yere bakarım. Sermayenin bakış açısı ile benim bakış açım elbette farklı olacaktır. Parası olmadığı için hastanelerde tedavi göremeyen hastaya, ekonomik açıdan bakanlar için doğaldır, çünkü her hizmetin bir bedeli vardır. Fakat ben sağlık, eğitim gibi toplumun tüm bireylerinin yararlandığı hizmetleri devlet kurumu (varsa eğer) tarafından ücretsiz ve ayrım yapılmadan verilmesi gereken hizmet olarak görürüm. Parası olmayan bir vatandaşın hizmet almamasını anlayış ile karşılayamam.

Ne yazık ki, yaşadığımız çağ, sosyal devlet için yapılan onca mücadelenin kaybedildiği zaman olarak görülmektedir. Bütün kazanımlar tek tek yok olmaktadır, olmaya da devam etmektedir. Emeklilik hakkı gibi, sağlık, eğitim, ulaşım, su, elektrik gibi temel hizmetlerden yararlanmak artık bir bedel karşılığındadır. Bu hizmetlerden ücretsiz yararlanmayı düşünmek bile garip karşılanır. Bedel ödemeden neden hizmet getirilsin? Bedeli devlete vergi olarak verdiğimizi unuturuz. Devletin varlık sebebi değişmiştir.

Vücudunun her yanı yanmış bir çocuğun, acılar içinde kıvranırken, hastane bakım ünitesinde hiçbir hizmet gösterilmeden acı çekmesine seyirci kalındığını haber programlarında izlediğimde insanlığımdan utandım. Ona hizmet vermeyen sağlık görevlileri utanmadıkları belli, (o kadar çok benzeri sorunla karşılaşıyorlar ki, artık kanıksadılar sanırım) onlar idareden gelecek yanıta göre hizmet vermek zorundalar. Sağlık görevlisi ettiği yemine ancak para verildiğinde yerine getirecektir. Bedel kasaya yatırılmadan hizmet yoktur. Acil gişelerinin hemen yanında kasa vardır ve o kasadan alınan fiş ile ilk yardım yapılır. Eğer o fiş olmazsa hizmet olmaz.

Çocuk acılar içinde kıvranmaktadır, acı çekmektedir. Görevliler kendi işleri ilgilenmeye devam etmekteler. Bedeli ödeyene hizmet sunulmakta, ödemeyenin sesi dahi duyulmaz. Çocuk acı çekiyormuş, yarasına merhem olalım düşüncesi yoktur, idareden bakın emri gelmediği sürece bakamaz. Bakarsa ne olur? Bedeli cebinden öder! Suçlu idare olarak gösterilir, asında suç ortadadır ve o büyük suçluyu göremeyiz. Suçlu ben sadece idare ve orada çalışan sağlık emekçilerini görmüyorum, onlar sadece suça karışmış olarak görmekteyim. Suç ve suçluyu tanımlamak sizin görevinizdir, yok olan sosyal devlet ve yerine gelen anlayışı bir sorgulayın, suçun neresinde bizde suçluyuz?

16 Nisan 2008 Çarşamba

Pirince giderken, evdeki bulgurdan olduk!

Pirince giderken, evdeki bulgurdan olduk!

Yıllar öncesi Beslenme bölümünde öğrenciydim. Bölüm başkanım Ayşe Baysal idealist bir yurtsever olarak öğrendiği bilgileri öğrencilerine aktarmak ile uğraşıyordu. O hep kötü durumdaki ülkelere bakarak durumuzu iyi olduğunu söylerdi. Bende tersi bakardım, gelişmiş ülkelere göre durumumuzun vahim olduğunu belirtirdim. Çünkü yaşam içinde daha kötü koşullarda yaşayan her zaman bulunur.

Bölüm başkanım öğrencilik yıllarımda mercimeğe takmıştı. Mercimek protein deposuydu. O yıllar içinde Toprak Mahsulleri Ofisi depoları mercimek ile doluydu ve onun tüketilmesi gerekliydi. Topluma mercimeği anlatacak en iyi isim, bu dalda eğitim yapmış, idealist biri gerekliydi, o da aranmasına fazla gerek olmadan Hacettepe Üniversitesi içinde bulunan Beslenme ve Diyetetik bölümü o zamanki başkanı Ayşe Baysal tercih edilmişti. Tercihin doğru yapıldığı reklamların etkisi ile gösterdi. Depolar boşaldı, mercimeğin tatlısından tutun, dondurmasına, yemeğine kadar her türlüsünü toplum günlük yemek alışkanlıklarına aldı, fakat bu alışkanlık depolarda ki ürün bitince kısa sürede terk edilme ile sonuçlandı. Çünkü o zamanlardaki kadar çevremde mercimek yiyen görmüyorum. En azından dondurması yok!

Ayşe Baysal’ı yıllar sonra yine ekranlarda, başka bir reklamda gördüm. Bu sefer özel bir yağ firmasının reklamını yapıyor. Çok fazla konuşmuyor, sadece anacan ve anlayışlı sesi ile onaylıyor gözüküyor. Reklam sade ve anlaşılır kılınmış. Bölüm başkanımı orada görünce düşünmeden edemedim, çünkü değişim rüzgarları onu da yakalamış.

İsviçre’de bir merkez var, Dünya Ticaret Merkezi. Bu merkez gümrüklerden hangi malın ne kadarının geçeceğine karar verir. Dünyadaki ticareti yönlendirir. Her uluslar arası kurumlarda olduğu gibi bu merkezde de istisnai durumlar olur. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında dünyadaki malın hareketini kontrol eder. Bu şu anlama gelir; bir ülke ne kadar neyi üreteceği ve ne kadarını yurtdışına çıkaracağı bu merkez tarafından global olarak tespit edilir ve ona göre topraklar ve malların üretimi paylaştırılır. Tüketici olanlar bellidir, önemli olan üretimdir.

Bu merkez aynı zamanda tarımı da kontrol eder, çünkü tarım ürünleri de mal statüsündedir. Yani sanayi malları gibi alınıp satılan bir ticaret malıdır, farkı yoktur diğer ticari mallar arasında. Geçen Amerikan seçimlerinde Bush istisnai durumdan yararlanmış ve ülkesindeki tarım yapanları sübvanse etmiş ve dışarıya çok ucuza pamuk satmıştır, bu sayede tarım bölgesi eyaletlerden yüksek oy almıştır. Bu sübvanse ediliş elbette birilerinin zararına olmuştur. Amerikan seçim yapıldığı yıl, Afrika ülkelerinde depolarda çürümeye yüz tutmuş pamuktan ve tarlalarda çürüyen pamuktan söz etmeye gerek var mı?

Dünya çapında pirince karşı talep artmış gözüküyor, çünkü pirinç üreten ülkelerde bir sorun var. O sorunu tartışmak bu sayfaları aşar ve yazıyı bildiğiniz gibi okuyan olmaz. O yüzden sadece sorun var diyeyim. Peki, sorunun kaynağında tarımın planlanması ve üretimin sınırlanmasını yapan Ticaret örgütünün elini görebilir miyiz? Amerika yeniden bir seçim sürecine girdi, orada ki seçmenin cebine girecek paranın önemini hissedebiliyor musunuz? Dünyada satılan pirincin kaçta kaçı marka olarak Amerikan kökenlidir?

Giriş yazımın başına döneyim, eski bölüm başkanım reklamlarda gördüm, en azından sağlığı yerinde olduğu için sevindim. Değişim insanları kucaklaması kadar doğal bir şey yoktur. Günümüzde her şey alınıp satılır hale geldi, acaba diye düşünmekteyim, emekçilerin ücretlerini de belirliyor mu bu ticaret örgütü?

Acil servisi önünde yaşanan telaşlar içinden...

Acil servisi önünde yaşanan telaşlar içinden...

Arabanın kornası acı acı çalıyordu, bir yandan da dörtlü lambalarını açmıştı. Acelesi vardı. Bütün yol o kalabalıkta olanaklar verdiği ölçüde yolu açmaya çalışıyordu. Tüm başlar bu sesin olduğu yöne dönmüştü. İçinde acil yetişmesi gereken bir hasta var olduğu ortak kabul etmişti. Orada büyük çoğunluk ‘Allah kurtarsın’ diyerek sağlık diliyorlardı büyük olasılıkla.

Arabanın acı sesi yanımızdan hızla uzaklaşırken, yolu açmanın getirmiş olduğu bir vicdan rahatlaması duymuştuk, belli belirsiz bir tutmuş olduğumuz nefeslerimizi verdik. Arabayı sadece bizler izlemiyorduk. Hastane önünde biriken kalabalıkta izliyordu.

Acil kapısına gelmiş ve içinden telaşlı biri çıkmış ve görevlilere sesleniyordu, içeriden görevliler eğer uygunsular koşuyorlardı. Bu görünüm hastane önlerinde hep olurdu, bir alışkanlık vardı çalışanlar için.

Hastane önlerinde başka izleyenlerde vardı, kapısı açık ve orada sakince duran otomobilleri alıp götürenler. Acil kapısının önü meşgul olmasın diye parka araba çekiyorlar gibi görüntü görüyorsunuz değil mi? Araba bir süre sonra hareket ediyor ve arabayı izleyen artık gözler yoktur. Araba bir anda ortadan kaybolur. Acil kapısından acılı bir vatandaş çıkar ve çevreye bakar, telaşına telaş katmıştır. Araba yoktur. Biraz önce kornasına baktığı araba yerinde yoktur. Hemen yanındakine sorar, o da işaret eder, araba parka doğru gitmiştir. Araba içinde bir şeyler vardır, alması gereklidir belki, getirdiği hastanın ilaçları, sağlık karnesi filan. İçeriden istenmiş olabilir. O telaş içinde bunları arabada bırakmış da olabilir. Telaşlıdır ve telaşına başka bir telaş katmıştır. Araba yerinde yoktur. Dörtlüleri yaktığı, kornasına bastığı araç yok.

Hemen acil önünde duran polise başvurur, o da karakola haber verir, çünkü araç çalınmıştır. Hastane önünde parka araç çeken görevli yoktur. Hasta yakını ve hırsız mağduru içindeki evrakların bulunmasını ister, çünkü araçtan daha önemlidir. Fakat o araç şimdi nerede ve hangi otoparkta plakası değiştiriliyordur.

Polise yalvarır hasta yakını, lütfen bulun bu aracı. Araç önemli değil içindekiler daha önemlidir. “laboratuvar tahlil sonuçları, röntgen filmleri ve doktor raporları çok önemli. Lütfen onları bulun" diye yalvarır gözlerle bakar, güçsüzdür ve çaresizdir. İçeride hastası, dışarıda aracı. Başı kalabalıktır, neyi yaşadığını bile anlamamıştır. Hırçınlaşmıştır, araç değil önemli olan, içerdekilerdir. İçeri de hastası, dışarıda araba. Bütün düşüncesi içeridekinin yaşamasıdır ve hayata bağlanmasıdır.

Dörtlüleri yakıp acı acı kornaya basarak gelen araçları izleyen sadece bizler değiliz. Her araç geldiğinde çevreye dikkatlice bakan ve uygun olduğuna aracı götürenler var. Acil servis önleri bir telaş vardır. Bu telaşı sadece hastane çalışanı ve hasta yakını yaşamaz, bir de araçları götürenler.

15 Nisan 2008 Salı

Yazı yazmak

Yazı yazmak

Yazı yazmak için birikim gereklidir, birikimi olmayan yazı yazamaz, ancak konuşur.

Bizde konuşma doğal karşılanır ve her birey her konuda bir şey bilir. Bilmediğini ise günlük gazetelerin ve şimdi google sayfasının imkanları ile öğrenip üstün körü konuşmaya bayılır.

Siyaset de üstün körü konuşma değil midir? Bir bilen gibi konuşur, hatta öyle cümleler kurar ki, kendisi bile hayran kalır cümlelerine. Anlamlarına bakmaz, sadece cümleleri kurarken izlediği yol önemlidir. Vereceği mesaj önemlidir ve damardan vermeye özen gösterir. Bayramlarda otobüsler ücretsiz olur, çünkü bilir ki, parası olmayan bayramdan bayrama otobüse binerken oyunu da kendisine atacaktır. Yılda bir ay evlerin önüne bir tas ve ekmek konur, bilir ki gelecek seçimde oy olarak kendisine dönecektir. O bilgi birikimi ile değil, yıllar içinde siyaset gereği ayak oyunlarının getirmiş olduğu kurnazlık ile konuşur. Bir siyasetçi bilgisine güvenmez, damardan nasıl enjekte edeceğine güvenir. Çünkü halkını yani oy alacağı kemsimi iyi tespit etmiştir ve onlara göre davranır. Bu öyle kolay oluşan bir şey değildir, birikim ile oluşur. Siyasetçilerin yaşları o yüzden bellidir!

Yazılar uzun olunca kimse okumaz ve geleni siler gider. Önemli olan kısa konuşmak ve mesaj olabildiğince açık olmalıdır. Uzun yazı yazanların okuyucusu bellidir ve onlarda belirleyici olamazlar. Çünkü çoğunluk okumaz, konuşur! Kulaktan kulağa fısıltı daha önemlidir, ‘haksız da olsa bizimki her zaman haklıdır’ anlayışı damarlarında akan kana kadar sinmiştir.

Kısa ve bir satırlık yazı yazanlar milyonlarca dolarını kasasında saklarken, ona o parayı veren acaba ne kazanmıştır? 20 kuruşa satılan bir gazete ile o kadar büyük parayı nasıl öder gazete sahibi?

Yazı yazanlar günümüzde bilgi birikimi ile değil, tanıdıklarının sayesinde, google’nin verdiği imkanlar ile gazetelerde yer bulup, köşelerinden okuyucusuna seslenir. Günlük yazısını yazdıktan sonra arkadaşları ile geyik muhabbetine gider, toplumdan uzak, sırça köşklerinde yaşarlar. Okuyucu onların veli nimetidir, ama okuyucu onları sadece camekanlar arkasında şanslı olanlar görür.

Bana sürekli kısa yaz derler, uzun yazınca okuyamıyoruz, silip atıyoruz. Bende, bana gelen tepkilerden biliyorum silindiğini!

Kimi yazarak birikimini ortaya koyar, kimi konuşarak!

Vapurların arkasında bıraktığı ize bakarım, sonra gözlerimi gökyüzüne dönderirim, uçakların bıraktığı ize bakarım. Hangisi daha önce silinecek gidecek diye düşünürüm. Yazdıklarımın silinme hızı ile onların silinme hızı arasında ne gibi ilişki olabilir?

14 Nisan 2008 Pazartesi

Beylerbeyi sarayı duvarları arasında…

Beylerbeyi sarayı duvarları arasında…

Beylerbeyi Sarayına doğru sabah erken saatlerde yola çıktım. Beylerbeyi sahilinde kahvaltı yapmak için bir ara durduktan sonra, tarihin tozlu sayfalarına doğru yolculuk yapmaya geldi. Beylerbeyi sarayı bugünkü halini almadan öncede orada ahşaptan bir yazlık olarak duruyormuş. Yazın bunaltıcı sıcağı ve neminden uzaklaşmak için hava akımının iyi olduğu bu dönemeç seçilmiş. Saray yaşayanları fırsat buldukça bu yazlığa doğru gelirlermiş.

Beylerbeyi Sarayı bugünkü haline sultan Abdülaziz tarafından verilen emir üzerine getirilmiş. Ahşap bina yılıkmış ve yerine bugünkü saray yerleştirilmiştir. Yazlık olduğu içinde ısıtma sistemi yoktur. Denize girenler yıkanmak için sanırım güneş ısısı ile ısınan sular ile duş almış. Sarayın bütün özelikleri burada da vardır. Harem ve selamlık. Toplantı salonları ve kabul salonu. Konuk ağırlamak için odalar. Bina Orient anlayışına uygun döşenirken, batının olabildiği gelişmişliği ve etkisi de gözler önüne serilir.

Beylerbeyi Sarayı yapısal özelikleri elbette sanat tarihçileri ve mimarların konusuna girer, sadece gözlemlerimi aktarayım dedim. Beni ilgilendiren o binanın içinde yaşamdır. Osmanlı son dönemi ve cumhuriyet'in ilk yılları bu saray salonlarındaki yaşamdır. En önemlisi son Osmanlı sürecinde bir padişahın sürgün yeridir.

2. Abdülhamit; çocukluğunda annesini kaybetmiştir. Öksüzdür. Babası Abdülmecit ilk meclisi kurmuş ve halka direkt ulaşan ilk padişahtır. Tanzimat fermanını ilan etmiştir. İlk yurt gezisine çıkmıştır. Bir ilkler padişahıdır. Hıristiyanları ilk defa askere almıştır. İlk kağıt para bu padişahın döneminde basılır. Devletin gelirleri ve giderlerini bir bütçeye bağladı. Çıkan savaşlar nedeniyle borç batağına saplandı. Ülke dış güçlerin müdahalesine açıldı ve çeşitli bölgelerde iç kargaşalar arttı. Babasının ölümü üzerine yerine geçen amcası Abdülaziz eğitimi ile yakından ilgilenmiş ve onu Avrupa gezisinde yanında götürmüştür. Abdülaziz bir süre sonra şüpheli bir şekilde tahtan indirilir ve abisi tahta çıkar. Abisi 5. Murat ise ruhsal çöküntü geçirdiği bahane edilerek tahtan indirilir. Çırağan sarayına hapsedilir. Abisinin yerine padişah artik 2. Abdülhamit'tir. Kendisini iktidara taşıyan Mithat Paşa'yı sadrazam yapar.

Abdülhamit 33 yıl padişahlık yapar. Tahtan indirildikten sonra 3 yıl Selanik'te sürgün yaşar, Balkan savaşları nedeniyle Beylerbeyi sarayında sürgünlüğü devam eder. Altı sene bu sarayda sürgün yani hapis hayatı yaşar.

İktidarda kaldığı süre içinde bir çok kanlı olaylara tanık olur. Bir çoğunun emrini devletin geleceği için vermekten de tereddüt etmez. Kanlı padişah olarak anılır. Devlet işleri dışında marangozluk yapar. Fırsat buldukça marangoz atölyesinde kendisini çalışmaya atar. Tiyatroya ve operaya ilgi duyar ve sarayında bunların sergilenmesine izin veriri ve fırsat buldukça izlerdi. Osmanlı adına yazılan her türlü kitabı hemen aldırır ve yayın hakkını satın alarak onların başka basımını engellerdi. İyi bir kitap okuyucu olduğu yakınları tarafından belirtilir.

İlk anayasayı ilan etmiştir. Meşruti yönetime geçti. Kanun gereği iki parçalı meclisi oluşturdu ve serbest seçim olanağı verdi. Osmanlı – Rus savaşını bahane ederek meclisi kapatmıştır. 18 Şubat 1878 yılında tek başına iktidarı almıştır. 1895 yılında Kürt aşiretleri ile birlikte Hamidiye Alaylarını kurdurdu ve Ermeni ayaklanmasına karşı Kürtleri cepheye sürdü. Bu yöntemleri nedeniyle batı dünyası onu 'kızıl sultan' olarak adlandıracaktır.

Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. Çok sayıda hafiye'den oluşan bu örgütün amacı Abdülhamit'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamit'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamit yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, zaman zaman sıradan insanların veya aydınların hapse atılmalarına veya sürgüne gönderilmelerine neden oluyorlardı.

İttihatçılar tarafından bu Abdülhamit dönemine "İstibdat Dönemi" adı verilir. Bu baskı dönemi içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulur. 1908 yılında bu cemiyet önderliğinde Selanik'te ayaklanma olur. 24 Temmuz 1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edilir. Seçimler sonucunda meclis yeniden açılır. 13 Nisan'da İstanbul'da bu sefer gerici bir ayaklanma başlar. (31 Mart vakası) Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23 – 24 Nisan tarihlerinde ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırır. 21 Aralık 1918 yılında meclis 6. Mehmet tarafından itilaf devleri isteği yönünde kapatır.

27 Nisan günü 2. Abdülhamit tahta son günüdür ve sürgün hayatı başlayacaktır. Yerine 5. Mehmet geçecektir. Sürgüne giderken hiçbir şekilde direniş göstermez, bunun karşılığında divanı harpte yargılanmaz. Hayatı bağışlanmıştır.

5. Mehmet 2. Abdülhamit iktidarı sırasında hapis yattığından devlet işlerinden uzaktır. O yüzden onun iktidar olduğu süre içinde İttihat ve Terakki Partisi ülkeyi yönetmiştir. 5. Mehmet kalp yetmezliğinden ölmüştür. Yerine 6. Mehmet geçer ve Osmanlı İmparatorluğunun son padişahıdır. Türkiye Büyük Meclisi tarafından tahtan indirilmiştir. Malta'ya iltica etti ve oradan 1922 yılında hacca giden ilk padişah oldu ve oradan İtalya'da ömrünü tamamlayacağı güne kadar orada kaldı. Orada kalp yetmezliğinden öldü, naşı borçlar içinde Şam'a götürüldü ve orada yatmaktadır.

Beylerbeyi sarayı yapıldığında bir sürgün yeri olacağı düşünülmemiştir. Isınma için her hangi bir yer yoktur. Elektrik yoktur, baca yoktur. Kış ve yaz soğuktur. Duvarları o kadar kalındır ki, ısınması imkansız gibidir. Yazın o sıcaklarda dahi gidin, içerisinin soğuk olduğunu göreceksiniz. Abdülhamit orada kaldığı sürece marangozluk yapmış ve kendi yaptığı sandalyeler, yatak ve dolaplar ile ilgilenmiştir. Dolapların bakımı, binanın bakımını saray içinde ve etrafını çevreleyen duvarlar içinde yaşamıştır. Zaman zaman denizden açılan kapıla çıkıp, sarayın olduğu yöne doğru derin bir bakış attığı oluyordur. Artık o orada unutulmuştur, sarayda başkası oturmaktadır. Belki dua ediyordur, çünkü hayattadır ve gelenek gereği öldürülmemiştir. Yanı başında tek bir eşi vardır, cariyeleri onu terk etmiştir. Yanız bir adamdır, çevresinden eksik olmayanlar şimdi başkalarının çevresindedir. Unutulmuştur. Tavanlara yazdığı ya da yazdırdığı yazılar ile bugüne bir mesaj bırakmak istemiştir. Tavanda deniz savaşı görüntüleri yanında adalet ve hak sözlerini içeren deyişler vardır. İbadet odasında Kuran'dan alınan ayetlerde adet ve düzenden bahsetmektedir. Adalet ve düzen için hayatını vermiştir, son sürgün yerinde ise sessiz bir adalet bekleyişi ve yaptıklarının anlaşılmasını beklemiştir. Her şey vatan için yapmıştı. Vatanın geleceği için, daha fazla kardeş kanı dökülmemesi için sessizce kaderine boyun eğmiştir. Beylerbeyi sarayı bir sürgün yeridir, o günden bugüne sürgünün izlerini taşır. Sürgün memleketten çok uzak olduğu gibi, bir elinin uzatacağın kadar yerde olabiliyor. Çocukluğu kafes arkasında geçenlerin, yaşlılıkların da kafes arkasında geçmesini kendi kader çizgileri olarak kabul ettiğini görmekteyiz, Osmanlı tarihi içinde.

Beylerbeyi sarayı yaz aylarında bahçesinde müzik eşliğinde kahvaltı verilen ve haremlik ve salamlık olmayan bir güzel mesire gibi olmuştur. Tarihin içine bırakılan o sessiz çığlıklar denizin duvarları dövmesi gibi, oraya gelenlerinde kulaklarına bir şeyler fısıldıyordur. Elbette her fısıltı duyulmaz, duyulsa da anlaşılmaz.

Dede Efendi’nin evinde düşündüklerim…

Dede Efendi’nin evinde düşündüklerim…

İstanbul gezisine çıktım bir grup ile. İstanbul gezisi dediğimde sadece belirli yerleri ziyaret anlamına geliyor. İstanbul’u tanımayan biri olarak bana cazip geldiğinden ben elimde ne iş varsa bitirip o gruba dahil oldum. Yaşadığım şehri tanımak benim için önemlidir.

İstanbul şehrini gezerken İsmail Dede Efendi’nin yaşadığı ve bestelerini ürettiği eve kadar sürdü. Arap kültüründe olduğu gibi gezimin sonundan başlayayım. İsmail Dede Efendi bir tasavvuf, klasik sanat müziği bestekarıdır. Klasikleşmiş eserleri günümüze kadar gelmiştir.

"Zülfündedir benim baht-ı siyahım" bestesi ilgi uyandırmıştır ve ondan sonra keder çizgisi değişecektir. Mevlevi tarikatında çile doldururken bu eserini ortaya çıkarmıştır. 3. Selim müzik ile ilgilidir ve bu güzel beste ilgisini uyandırmıştır. Ve kendisini tanımak istemiştir. Bu genç bestekar Mevlevi dergahından alınıp padişahın huzuruna getirilmiştir. Dergahta çile dolduranların yaşlı olduğunu bildiği için padişah bu duruma şaşırır, çünkü genç biridir karşısında. Henüz 22 yaşındadır.

Hamamizade İsmail Efendi iyi bir Ney ve müzik bilgisi ile donanmıştır. Yetenekli olduğu bestelediği ilk eserinden bellidir. 3. Selim onu himayesine alır ve geri kalan çilesinin yükümlüğünü dergaha para vererek İsmail Efendinin Dede unvanı kazanmasını sağlar.

İsmail Efendi babasının hamamcı olması nedeniyle Hamamizade olarak anılır. Sarayda kaldığı dönem içinde 3. Selim’in cariyelerinden birine tutulur ve bu tutku saray duvarlarına yansır. Bunu duyan 3. Selim başlarının vurulmasını emreder, çünkü bir padişahın otoritesini sarsacak bir durumdur. Araya anası girer ve bu iki gencin kellesini kurtarır.

Bu tarihi bilgilerin arasına bir parantez açayım, çünkü parantez açmazsam içinde kalır söyleyeceklerim. Şimdi bu kelle kurtarma operasyonu ilginç geldi bana. Hükümdarın hareminden kadın almak imkansızdır. Genç, yakışıklı ve de yetenekli biri için padişahın annesi araya girerek onların kellesini yani canını kurtarır. İçimde kötü bir niyet yok ama işte, insan bu, kafada sorular oluşuyor. Güzel sesi ile oradakilerini mest ederken… Neyse kötü düşüncelerimi burada bırakayım!

Bu arada açmış olduğum parantezime devam edeyim, 3. Selim çocukluğu bir kafesin arkasında, iyi bir eğitim alarak geçmiştir. Babası öldüğünde çocuk yaşta olduğu için tahta geçememiştir. Amcası onun yerine tahta 1. Abdülhamit geçer. Amcası öteki akrabaları gibi onu öldürtmez, yaşamasına izin verir ve eğitim almasına devam ettirir. 1. Abdülhamit öldüğünde 3. Selim kafesin arkasından kurtulacak ve tahta geçecektir. Savaş ortamında, yenilgi ile sonuçlanacaktır. İktidar günlerinde aldığı eğitim ile orduya yenilik getirmek ister ve modern askeri teknikleri Osmanlı ordusuna uygular. Nizam-ı Cedid ordusunu kurdurur. Uzun bir zaman geçmez ve yeniçeriler Kabakçı Mustafa liderliğinde ayaklanma başlatır. Bu ordu ortadan kalkarken kendisi de tekrar kafesin arkasına gider. Çocukluğu ve yaşlılığı kafes arkasında olacaktır. Kaderi onu kafesten ancak boğularak kurtarır. Yerine geçen 4. Mustafa geleneği bozmaz ve onu boğdurtur. Elbette burada sadece gelenek değil, 3. Selim yandaşlarının kendisini tahtan indirip kafes arkasına gitme ya da ölme korkusu da bunda etki olmuştur. Alemdar Mustafa Paşa İstanbul’a yaklaşırken, sarayın bir yerinde 3. Selim’in son sesi duyulur.

3. Selim gibi bestekardır, 4. Mustafa. O da dede efendinin saraydan uzaklaşmasını istemez. Ya da burada haremdeki kadınların rolü nedir diye düşünmek gerek. Çünkü hareme damat olarak girmiştir ve saraya ait bir konakta yaşamaktadır. İstediği zaman saraya girip çıkmaktadır. Kapı kuludur ama ayrıcalıklıdır.

4. Mustafa 14 ay iktidarda kalır ve o dönemde 3. Selim yandaşlarına karşı acımasız bir katliam uygulanır. 3. Selim’in saraya aldığı ve karısı ile evlenmesine izin verdiği Dede Efendi saraydaki durumu bozulmamıştır, o bestelerini üretmeye devam eder. Bu arada ilk eşinin kaybeder ve yine saraydan başka bir cariye ile evlenir. Saraydan çıkmaz!

Bu arada 4. Mustafa tahtan indirilir ve yerine 2. Mahmut iktidara gelir. 2. Mahmut’da şiiri ve edebiyatı sever. Osmanlı tarihinde bir ilki yapar ve ilk tıp fakültesini kurdurtur. Ne yazık ki, o da verem hastalığından kurtulamaz ve ölür.

Dede efendi bu arada eşini kaybeder ve yine saraydan üçüncü eşini alır.

2. Mahmut yerine gelen Abdülmecit zamanın da artık bestekarımızın ömrü son dönemindedir. 3 defa saraydan cariyelerle evlenmiştir. Son iki eşi ‘çıkma cariyedir’, yani artık padişaha hizmet edemeyecek olan demektir. Bu cariyelerle evliliğini Harem ağası aracılığı ile yaptığı söylenir. Bestekarımız hac görevini yapmak için gittiği kutsal topraklarda son sesini bırakmıştır.

Sultan Birinci Abdülmecit, ıslahatçı fikirlere sahipti. Batı dünyasına karşı hayranlık besliyordu. Babasının vefatı üzerine, henüz 17 yaşında iken Osmanlı tahtına oturdu. Devletin ilerleyişi için Avrupayi hayat tarzının ülke çapında yaygınlaştırılmasını istedi. Saltanatının henüz dördüncü ayında ilan ettiği Gülhane Hatt-ı Hümayunu sebebiyle Tanzimat Dönemi padişahı olarak tanınmıştır. Adil, merhametli, ıslahatçı, yenilikçi bir insan olan Sultan Birinci Abdülmecit, çok genç yaşlardan itibaren içki kullanmaya başladı. 25 Haziran 1861 tarihinde 39 yaşında iken İstanbul'da veremden dolayı vefat etti.

Padişahlar döneminde kaç sadrazamın idam edildiğinin çetelesini tutamadım, çünkü o kadar sadrazam ve asker idam edilmiş ki, kafam karıştı. Saray bu padişahlar döneminde kan ile beslenmektedir.

Besteleri ile toplumsal sorunlara değinmeyen, kendi iç dünyasının çalkanışını ve sarayda kalacak kadar iç dünyaya seslenen besteler yapmıştır. O karmaşanın ve çatışmanın yüksek oldu dönemde bana göre ölüm korkusundan bir an uzaklaşmayı sağlayan besteler yapmıştır. Padişahlar onun eserlerinde dinginliği ve sakinliği yakalamıştır. Hoşgörüleri bence buradan kaynaklanmıştır. Çalkantıdan uzakta gelen padişahım, giden eski dostum demiştir. İktidar savaşı sırasında kimsenin adamı olmamıştır. Müzik ile hayatını kazanmış ve musiki içinde Mevlevi dedesi dinginliğinde yaşamıştır. Üç eşi olmuştur, üçü de haremdendir. Yani padişahın eşlerinden olmuştur. Kellenin bu kadar ucuz olduğu dönemde üç defa evlenmesini ben başarı olarak görüyorum!... Müzik idam fermanını bile yırtıp atmıştır, elbette sadece müzik demek doğru olmasa gerek! Yakışıklı, hitap etmesini bilen birinin kişisel başarısı uzun ömrü ve yaptığı eserlerde gizlidir.