25 Nisan 2008 Cuma

İsyana doğru…

İsyana doğru…

Dünyanın değişik bölgelerinde isyankarlar sokakları teslim almış durumdadır. İsyan dalgası dünyayı sarıyor. Bu salgın ülkemizi etkileyecek mi?

İsyanın etkileyip etkilemeyeceğini bilemiyorum, fakat isyanın sebebi olan nedenler ülkemizde de etkisini gösterdi. Gıda ürünleri gün be gün fiyat artırmaktadır. Bu fiyat artışı ülkemizde dünyadaki artışından daha yüksek olduğu saklanmıyor. Karaborsacılar yıllar sonra yeniden ortaya çıkmış durumdadır, yeni sermaye birikimi yeniden gıda üzerinden yapılmaya başlandı.

Ülkemiz insanın bakış açısı 1995'te yapılan bir araştır­mada bulunmuştu. İstanbul Mülkiyeliler Vakfı Sosyal Araştırmalar Mer­kezi, "Türkiye'de 90'ların Gençliği" başlıklı araştırmada 1078 gence "Türkiye'nin ge­leceğini nasıl görüyorsunuz?" diye sormuştu.

Gençlerin yaklaşık yarısı (yüzde 46.5) "Ülkenin gele­ceği kötü" demişti. Sonra aynı gençlere "Pe­ki kendi geleceğinizi nasıl görüyorsunuz" sorusu yöneltildi. Gençlerin yaklaşık yarısı (yüzde 47.7) kendi geleceğine umutla bakı­yordu.

Ülkenin geleceğini karanlık görenler, kendi geleceklerini parlak görüyorlardı. Bu görüş hala devam ediyor mu?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün genel müdürü Jacques Diouf, “Gelirlerinin yüzde 50 ila 60’ını gıdaya harcayan ülkelerde bu kargaşanın yayılması riski var” diye açıklamada bulunmuştu. Bu açıklamayı dikkate alırsak, ülkemizde gelirinin kaçta kaçını gıdaya ayırıyor sorusu kafalarda oluşur. Açlık sınırı ile ilgili araştırmayı Türk-İş araştırmasından öğrenilebilinir. Onların verilerine göre açlık sınırının biraz üzerinde yaşayan çoğunluk, kısa bir süre sonra sınırın altına düşmesi şaşırtıcı olmasa gerek, eğer fiyatlar bu şekilde artmaya devam ederse.

Bu duruma nasıl gelindi? 30 yıldır ilk defa dünyamızda aynı anda pek çok yerde gıda yüzünden protestolar patlar vermektedir. Gıda fiyatları ne oldu da artmaya başladı?

Tüm dünyada takriben 1 milyar kişi günde bir dolarla yaşamaktadır. İyimser bir tahminle gıda maliyetleri yüzde 20 artarsa (bazı yerlerde artış bundan çok daha fazla oldu), 100 milyon kişi daha bu seviyeye, yani mutlak yoksulluk sınırının altına inebilir.

Avrupa’nın küçük ülkelerinden Belçika, yıllık gıda üretimi bir Afrika kıtasının yıllık üretimine denktir. Belçika gıda üretimini sanayileştirmiştir, en son tekniklerini ve bilinçli bir şekilde üretmektedir. Amerika Texas eyaletinin çöllerinde üretilen pirinç süpermarketlerin raflarında durmaktadır. (Pirinç sulak arazide üretilir.) Zengin ülkeler yeni enerji kaynağına doğru yöneldiğinden, verilen sübvansiyonlar nedeniyle gıda fiyatları tavan yaptı. Ayrıca hükümetler ihracat kotaları ve ticaret sınırlamaları getirerek sorunu iyice ağırlaştırdı, fiyatları daha bir artırdı. Bugün yaşanan sorunun temelinde gelişmiş sanayi ülkelerinin tercihleri yatmaktadır. Çünkü sanayi ülkeleri gelişmemiş ülkeleri ya çöplük olarak kullanmışlar ya da belirli ürünlerin yetiştirildiği alanlar olarak planlamışlardır. Örneğin muz, muz cumhuriyeti ülkelerinde üretilir, pirinç Asya’da gibi. Ülkelerin içindeki ürün çeşitliliğini koydukları kotlar ile sınırlamışlardır. Ülkelerin coğrafi yapısını ve ekolojik dengesini bozan uygulamaları olmuştur.

Ülkemizde haşhaş ekimi üzerine geçmişte konan kotayı unutmamak gereklidir. Gelişmekte olan ülkeler (geri bıraktırılmış ülkeler) her istediğini üretemez, ekemez. Onlar, tarımın yok edilerek sanayileşeceğine inanır, ondan dolayı çevre duyarlılığı fazla gelişmemiştir. Evlerin içi temizdir, sokalar pislikten geçilmez.

Gerçekten ülkemizde bir memur, işçi ne kadar maaş alır ve maaşının kaçta kaçını gıdaya aktarmaktadır? Ortalama olarak düşünüldüğünde, fakirlik sınırı içinde yaşadıklarını söylemek abartı olmasa gerek. Açlık sınırı dahilinde ülkemizin nüfusunun yüzde kaçı durmaktadır?

Ülkemizde açlıktan dolayı kargaşa olur mu? Eskiden köyden gelen besinler ile denge kuranların, bugün sadece şehirde yaşamalarından dolayı ve köylerde üretimin en alt düzeye düştüğü ortamda ne gibi sonuçlar olur?

Tahrik cezayı ortadan kaldırır mı?

Tahrik cezayı ortadan kaldırır mı?

Tahrik nedeniyle verilen cezadan indirim hep erkek lehine dönderilir, çünkü erkek erktir ve iktidar ondandır! Devlet erkeklere göre biçimlendirilir ve hayatta kalanlar hep masum olarak görülür, ceza verilse dahi hep iyi hali göz önüne alınarak ceza indirimi yapılır, çünkü ölen tahrik etmiştir ve artık güçsüzdür. Devletler hep güçlü olanı savunur, güçsüzün bir şey yapamayacağını bildiği içinde, her türlü hakları uygun koşullarda ellerinden alınır. Güçsüz olan köledir ve söz söyleme, itiraz etme hakkı yoktur.

Eşi tarafından her türlü eziyet gören kadınların mahkemelerine bir bakın, iyi hal gözletilerek verilen cezalar ile karşılaşırsınız. Ödüllendirme gibidir.

Adana’da eski bir özel harekatçının yaptığı katliam birkaç gündür gazete sayfalarını doldurmaktadır. Evinden çıkan silahlar ve oğlunu parçalayan bombalar. Saldırdığı evin duvarlarında oluşan silah ve bombanın yaratmış olduğu yıkıntılar. Eski özel harekatçı bu kadar silahı kendi imkanları ile alacak değil sanırım, çünkü bir kişinin bu kadar silahı finans etmesi iflas eden biri için imkansız diye düşünüyorum.

Amerikan askerleri Irak ya da başka ülkede ki çatışmalardan kaynaklanan sorunları basında yer alır. Amerikan askerleri için rehabilitasyon merkezlerinden bahsedilir. Onların ailelerine karşı yaptığı katliamlar, global olarak basına haber olarak zaman zaman düşer. Çatışmaya gitmiştir ve bir çok insanın ölümünden sorumludur, vicdanı ile hesaplaşmaktadır. Kim için ve ne için adam öldürmüştür?

Özel harekatçının geçmişi sorgulanmaz, çünkü devlet sırrı olarak açıklanmaz, konuşulamaz konular arasındadır. Rehabilite merkezlerinde tedavi görenler, gündeme gelmez, bilemeyiz kimlerin ne gibi sorunları vardır. Orada bir çatışma var, o çatışmanın sesini duyarız, kahramanların yaptığı seferlerden bahsedilir ama o kahramanların günlük yaşamı ve sonuçları ortada olmaz. Bir şeyler hep üstlerini kapatır.

Baldızının evini, savaş alanında yer alan herhangi bir eve döndermiş eski harekatçı. Can pazarının görüntüleri gazete sayfalarında arşive konacak gibi durmaktadır. Evinde yatağının üzerinde bulunduğu söylenen silahlar ve kullanılan silahlar hakkında da bilgiler mevcut gazete sayfalarında. Bir eski harekatçı bu silahları nereden bulmuş olabilir?

Sorunun başka yönüne doğru bakalım, çünkü emekli olunca eşini aldatmış ve başka biri ile yaşamaya başlamış. Eşinin evini terk etmesine içerlemiş ve bombaları ve silahları ile bir Vietnam savaşlarının Hollywood ürünü kahramanları gibi silahları kuşanmış ve evi yerle bir etmiştir. İçinde kimler var ya da yok bilmeden ellerindekilerini, içini boşaltır gibi boşaltmış. Konumuzun giriş cümlesine dönelim isterseniz burada. Güçlü olan erkek, tahrik unsuru kadın; evini terk edip kardeşine sığınmış olması. Suç belki kadın giderken yanına erkek çocuğunu almış olması. Çünkü her Türk asker doğar mantığı içinde, asker adamın oğlu asker olur! Oğlunun elinden alınmasına içerlemiş olabilir, bunu mahkeme sırasında yapacağı savunmada duyabiliriz belki. Fakat talihin kötü oyununa bakın ki ilk atılan bomba oğlunun başını ortadan kaldırmış. Bir insan nasıl olurda bu kadar büyük bir öç alma duygusu duyar, üstelik yıllardır birlikte olduğu kişileri ortadan kaldırmak için saldırır?

Tahrik konusu elbette büyük olasılıkla bu dava içinde uygulanacaktır, çünkü daha önce uygulamalar bize bunu düşündürmektedir. Şimdi tahrik konusu geniş bir kavramdır, çünkü bazı insanlar bir kadın saçından tahrik olurken, bazıları sekiz yaşındaki kızın belinin dansta biraz açılmasından da tahrik olabilir. Erkin beyninin neden tahrik olacağını önceden bilmek mümkün değildir, çünkü tahrik olmak için milyonlarca sebep yaratılabilinir. Tıpkı kahramanlar sonradan yaratıldığı gibi.

23 Nisan 2008 Çarşamba

23 Nisan

23 Nisan

Bugün yeni cumhuriyetin meclisinin açılış günü olarak algılarız. Fakat ilk meclis olarak kabul ettiğimiz zamanlarda ülkemizde cumhuriyet henüz yoktu. Üç yıl daha beklemek gerekliydi.

İlk mecliste okumuşların oranı yüksekmiş. Yabancı dil bilenlerin oranı % 60’ı buluyordu. Bugün meclisimize baktığımızda yabancı dil bilenlerin oranı ne kadardır? Bir milletvekili arkadaşımdan duymuştum, ilk meclis açıldığında parti grupları değişik çalışma grupları kurarlarmış. Avrupa Birliği ile ilgili birim için de dil bilen üyeler ararlarmışlar ve birkaç kişi dışında da bu işe gönüllü olan pek çıkmazmış. Dil biliyor hanesinde hepsinin bir yabancı dili var olduğu görülür ama konuşan ve yazan mebus sayısı çok azdır. Hatta Avrupa gezileri sırasında bir dil bilen Avrupalı meslektaşına (milletvekilliği meslek olarak kabul görmüştür artık, milletvekilliği diplomasını kim verir dersiniz?) ülkenin durumunu kendi penceresinden anlatır, yanında olan üyeler bu konuşmaya şahit olurlar ama içeriğini bilmezler. Avrupalı diplomat bir gazeteciye açıklama yaptığında haberleri olur, çünkü haber Türkçe yapılmıştır! Şahit oldukları olayı gazeteler aracılığı ile öğrenirler.

İlk meclis içinde muhalefet var mıydı diye sorabilirsiniz, çünkü henüz savaş koşulları var ve olağanüstü koşullarda meclis çalışıyor. Bizde iki de bir darbe sonucu meclis çalışamaz hale gelir ama o koşullarda meclis çalışır, çünkü o dönem olağanüstü koşullar olağan karşılanır. Mecliste kalpaklılar ile sarıklılar/ fesliler arasında sürtüşme hep olmuştur. Fes takanlar kalpak takanlara karşı kendi taktıklarını savunurlar. Fakat 2 Mahmut Fesi ülkemize ithal ettiğinde halk ve devlet erkanı o dönemde büyük bir direniş göstermişti. İkinci Mahmut’ta fesi Rumlardan ithal ettiği için az mı eleştirilmişti zamanında. Zorla ahaliye fesi taktırmıştı. Tarih yaşanır ve unutulur.

Oturum tutanaklarına bir bakın, fes Türk’ün ruhuna yerleşmiştir diyerek savunma yapılmış ve yaşasın fes, karşı tarafta yaşasın kalpak nidaları ile meclis birbirne girmiş. Günümüze yansımasına bir bakın ne olur, birileri türbanı dayatıyor ve yaşasın türban nidaları atıyor, meclise türban ile girince sloganlar yine atılıyor, kürsülerin kapakları müthiş sesler çıkarıyor. İlk meclisten günümüze yansıyanlara bakınca insan düşünüyor, neden bizim gündemimiz hep semboller üzerine dönmüştür?

İlk meclisin iki kanadını temsil eden elbette liderleri de vardı. Biri her şeye muhalefetlik yapan konumda, öteki iktidarını korumakla yükümlüdür. Ali Şükrü Bey ve Mustafa Kemal bizim tarihimizin vazgeçilmezleridir. İlk meclis tutanaklarında onların isimlerine çokça rastlarsınız. Biri tutucudur ve gelenekleri savunurken, öteki daha farklı yaklaşmaktadır. İki tarafta birbirini acımasızca eleştirir. Eleştiri o kadar ileri gider ki meclis salonunda yumruklaşmaya kadar varır. Sert tartışmalara şahit olanlar kendi pencerelerinden olayları anılarında anlatırlar.

Meclis’te Lozan müzakereleri ile ilgili tartışmalar sırasında 27 Mart 1923 tarihinde birden Ali Şükrü Bey ortadan kaybolur. Çünkü o diplomat olmayan İsmet İnönü'nün dışişleri konusunda yeterli altyapıya sahip olamadığı için Lozan'da başarısız olduğunu ifade ediyor ve savaşla kazanılan zaferlerin masa başında yok edildiğini belirtiyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal, "Memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?" diyerek üstüne yürümüş. Bu olay bir kopuş olarak algılanır. Çünkü Ali Şükrü Bey kaybolmasından sonra dördüncü günü cesedi Çankaya’da sürülmüş bir tarlada bulunur. Öldürenin ise Topal Osman olduğu araştırmalar sonucunda ortaya çıkmış. Topal Osman’ı anlatmaya gerek var mı? (Mustafa Kemal'in muhafız kıtası komutanıdır ve bir çok kanlı eyleme karışmıştır. Bu olaydan sonra kendisi de öldürülecektir.

Eğer bu ölüm olayı olmasaydı, ölenler yaşasaydı, tarih nasıl dönerdi bilinmez ama ölenlerde öldürmek için fırsat kolladığını anılardan okumaktayız.

Tarih akışına devam etmiştir. Bugünlere geldik, bugünlerde tartıştığımız konulara bakarak ilk meclisimizi düşünebiliyor muyuz? 23 Nisan günü ilk meclisimize ve bugüne kısa bir bakalım dedim.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Karşıdan karşıya geçerken…

Karşıdan karşıya geçerken…

İzmir’de yaşamını yitiren çocuk için..

Sercan Borduk İzmir’de ailesi ile oturur, o da diğer çocuklar gibidir, okula gider, oynar. Başarılıdır. Büyüyünce her çocuk gibi bir şey olmak ister. Yeter ki bir an önce büyüsün. Çocuklar hep acele ederler büyümek için. O da acele ediyordu, tıpkı yoldan karşı karşıya geçerken.

O yoldan hep karşıdan karşıya geçerken çok dikkatliydi, kaldırımı olmayan yollarda yol kenarından yürürken dahi hep dikkatliydi, şoförler onun kadar dikkatli olamazdı. O başarılı ve gelecekte bir şey olmaya karar vermiş genç bir yürekti. Karşıdan karşıya geçerken, yolun kenarında olduğunu hep biliyordu.

İzmir, Türkiye’nin üçüncü büyük şehri. O şehirde binlerce çocuk gibi o da okula giderdi. Her sabah ant okurdu okulun bahçesinde. Yağmur demez okurdu. Ant okumaya hiç geç kalmamıştı. ‘Doğruyum çalışkanın, küçüklerimi korumak..!’ o hep küçüklerini kavga tutmuştur, çünkü o okuduğu anda sadıktı. Karşıdan karşıya geçerken o hep dikkatliydi.

Yolarlın hep kenarından yürümesini öğretmişti öğretmeni, çünkü yolların kenarı yolda yürümekten daha güvenliydi. Gerçi yolların kenarları arabalar park etmişti ama o inat ile arabaların arasında oyun oynar gibi koşarak giderdi. Her çocuk gibi okuldan koşarak çıkardı. O koşarken dahi bilirdi ki, yolun kenarında yürümek güvenliydi.

Okula giderken o da bilirdi ki, kahvaltı yapmak önemliydi, çünkü aç olunca dersi dinleyemez, karnını guruldaması yüzünden arkadaşlarından utanırdı. Ders zamanında bir de gürültülü guruldaması yok mu, o zaman yerin dibine girmek isterdi, diğer arkadaşları yanlarında beslenme çantası taşırken, o yanında beslenme çantasını olmadığını küçük yalanla savuştururdu. O küçük yalanların yaşamın kıyısında gezenler için normal olduğunu o yaşta öğrenmişti.

Yolların sahibi olduğuna inanan, direksiyonun başına geçince yolların fatihi olduğunu düşünen ahmak şoförleri bilirdi, çünkü o şoförler yayalardan farklı olduğunu göstermek için arabalarının egzozlarına gürültü çıkarması için özel parça taktırdıklarını duyardı. Yoldan giderken ne kadar gürültülü giderse o kadar dikkat çeker ve dikkat sayesinde hız yapardı. Yollarda hız yapanların araçları genelde gürültülü gider. O gürültü gelene doğru bakmayı alışkanlık haline getirmişti. Büyüyünce polis olacak ve o sokak aralarında hız yapanları cezalandırmayı düşünürdü. Çünkü polis olmayınca ne derse de, direksiyon başındaki önemsemiyordu. Gerçi polisi de pek önemsemezlerdi bu tipler ama o hele bir polis olsun, erkekse önemsemesin! O yaşamın kıyısında giderken bütün tehlikeleri göze alınacağını o yaşlarda öğrenmişti.

Her çocuk gibi hayalleri vardı, büyüğünce polis olacaktı. Nereden bilsin annesinin arkasından polis olacaktı yavrum diye ağlayacağını. O sonsuzluk yolculuğuna çıktığında vücudunun tüm parçaları bir başkasına hayat oluyordu. O fakir bir ailenin çocuğuydu ve o fakirliklerine rağmen gururluydular. Babası iş bulamamıştı, yine bugün açız demişti evden uğurlarken. Bugün yine açtı, yaşamın kıyısında son yolculuğuna giderken…

Sercan Borduk şimdi İzmir’de o sevdiği arkadaşlarından uzakta yaşıyor, o vücudunun tüm parçaları başkalarının vücudunda olduğunu bilmeden sonsuzluk yolculuğunda hep hayallerini yanında taşıyor. O yolda giderken yaşamın kıyısından düştü. Yolun açık olsun diyemiyorum, sadece göz yaşarlımı arkandan bıraktım, sevgili Sercan. Yüreğinin güzelliğini kim duydu acaba?

Çiçekler ne zaman dünyayı kucakladı?

Çiçekler ne zaman dünyayı kucakladı?

Dünya ilk oluştuğunda bugünkü gibi değildi, en azından bilim adamlarının bize söylediği gerçek bugünkünden çok farklı olduğudur. Önce ateş vardı, sonra su sonra kara oldu! Belki kara ile su yer değiştirdi! Ateş başlangıçta var olduğu gerçeği yerkürenin ortasında sönmekte olan lavlardan çıkarılabiliniyor!

Eskiden dünyanın değişik yerlerinde bugünkünden daha fazla aktif yanardağ varmış, püskürttükleri lavlar yerkürenin karasını oluşturmuş. Su ve ateş birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Siyah bir yerkürenin maviye dönüşmesi ve dünyayı güzelliklerin kucaklaması uzun bir zaman almış ve dünyayı en son saran şeyin çiçekler olduğu kabul edilir.

“Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlar her şey!” demiş yazar. Dünyayı kurtaracak güzellik ise insan değildir, çünkü insan sadece tüketmektedir ve doğayı kategorize etmek ile uğraşıyor. Her şeyi denetim altına almak için biçimlendiriyor, yönlendiriyor, olmaz ise kendisine göre yeni türler yaratıyor. İnsan sevgisi, doğa sevgisi değildir ve bir insanı sevmek ile de dünyanın kurutulacağını artık düşünmüyorum. İnsanı doğanın bir parçası olarak görmeden ve doğa ile barışmadan dünya kurtulamaz!

Bizler çiçekleri romantik birer nesne olarak görüyoruz. Evimizde saksıda, balkonumuzda bir avuç toprakta beslediğimiz, canımız sıkıldığında konuştuğumuz canlılar olarak algılıyoruz. Doğada yaşayan ve doğa dengesi içine önemli bir varlık olan çiçekleri de doğadan kopardık. Onlar börtü ve böcekten uzak ve yapay görünümleri altında canlılar olarak biçimlendirdik. Seralarda yetiştirdiğimiz gülleri ve bitkileri insanın hizmetine birer sanayi aracı olarak sürdük. Onlar ticari birer varlıktırlar ve her ticari araç gibi müşterinin isteğine göre biçimlendirilebilinirler. Müşteri için her renkte gül üretilir. Müşteri için laleler üretilir ve sokaklarda kısa bir sürede yaşasalar da büyük paralar karşılığında bahçelerde boy gösterir ve festivaller yapılır. Doğadan kopmuş ve doğa ile alakası olmayan insan için doğadan koparılmış canlılar tıpkı insanlar gibi betonlarla çevrili alanlarda hapsedilir.

Şehirde yaşayanlara bir bakalım, hangisi doğal?

Dünyayı, çiçekler yaşanır kıldılar. Diğer canlılar çiçekler ile birlikte renkler ile tanıştılar. Dünyada ki renkler çiçekler sayesinde bir anlam kazandılar. Bugün renkleri tanıyorsak, çiçekler sayesindedir. Çiçekler ile duygularımızı ifade ettik. Çiçekler ile baharın geldiğini öğrendik. Çiçekler ile birlikte yılın bereketli olup olmadığını tahmin ettik. Şimdi zaman kavramı içinde çiçek yoktur. Çiçek sadece bir süs aracı olmuştur ve son dönemde bakımları pahalı olduğundan olsa gerek plastik çiçeklerle de o ihtiyacımızı giderir olduk!

Parklara ve bahçelere yapma heykelcikler konuyor, onların etrafında da çiçek demetleri. Her biri belli bir hizada ve belli bir renk armonisi içinde, peyzaj mimarlarının zevklerine göre düzenlenmiş. Çiçekler doğada bile artık eski çeşitliliğini kaybetmiş. Son yıllar içinde kaç çiçek türü dünyadan tamamı ile yok oldu?

İnsan doğaya hakim olurken, kaç canlı türü ortadan kalktı?

Çiçekler olmasaydı arılar olur muydu? Arılar olmasaydı çiçekler! Hiç şehir yaşamı içinde arı gördünüz mü? Arıların olduğu yerde ayılar, ayıların olduğu yerde orman. Peki, bizim ülkemizde eskiden ceylanların yaşadığını, Asya tipi aslanların olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Hacıbektaş-ı Veli’nin kucağında aslan ve ceylan resmini gördüğünüzde ne düşünürsünüz?

Dünyayı güzellik kurtaracak! İnsanın anladığı güzellik ise dünyayı yok edecektir!