2 Mayıs 2008 Cuma

1 Mayıs üzerine…

1 Mayıs üzerine…

1 Mayıs geldi ve geride biber gazı bırakarak geçti. Biber gazları acıyı ve çığlığı İstanbul sokaklarına sinmesine neden oldu. Acı ve çığlık İstanbul’un vazgeçilmezi, İstanbul kurulduğu günden beri acılar ve çığlıklar gökyüzünde durmaktadır.

İstanbul kurulurken acının ve feryadın bu kadar güçlü bir şekilde gökyüzüne çıkacağını düşünülmemiştir. İstanbul aslında küçük bir parçasını oluşturuyor şimdi, fakat bütüne yaymıştır zulmü ve işkenceyi. İstanbul kuruldu kurulalı bu kadar biber gazının gökyüzüne çıkarken feryadı ve acıyı yanında taşıdığı görülmemiştir. İstanbul’un önceki isimi Kostantinpolis. Polis şehir/devletdir. Polis günümüzde devlet olarak algılanır. Eski anlamı ile değil, günümüzde anlamlar yer değiştirmiştir, polisin Kostantin’i olarak okuyabiliriz, gerçek ise Kostantin şehridir. Günümüzde istanbulpolis olmuştur. Fakat günümüzdeki anlamı içinde!

Bizde 1 Mayıs tarihine kronolojik olarak kısa bakalım;

1911 Selanik ilk 1 Mayıs bayramı ülkemizde kutlanır.
1912 İstanbul
1923 İşçi Bayramı yasal olarak kutlanmaya başlandı.
1924 işçi Bayramını kitlesel olarak kutlanması yasaklandı.
1925 Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı.
1935 1 Mayıs`a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
1976 DİSK ilk defa kitlesel olarak İstanbul’da kutladı.
1977 İstanbul’da gösteriye karanlık güçler ateş etti ve 36 İşçi öldü.
(Ahmet Gözükara, Aleksandro Kotsas, Ali Fuat Özkaş, Ali Sırdal, Atila Özbilen, Bayram Çıtak, Bayram Neyir, Beyhan Sürücü, Dilan Nigis, Ercüment Gürkut, Garabet Ayhan, Hacer İpeksaman, Hamdi Toka, Hasan Yıldırım, Hatice Altın, Hikmet Öztürkçü, Hüseyin Kırkın, Jale Yeşil Nil, Kadir Balcı, Kadriye Duman, Kahraman Alsancak, Kenan Çatak, Leyla Altıparmak, Mehmet Ali Gençoğlu, Meral Özkol, Mustafa Elmas, Mustafa Ertan, Mürtecim Oltulu, Nazan Güladi, Nazmi Arı, Niyazi Darı, Ömer Harhan, Ramazan Sarı, Rasim Elmas, Sibel Açıkalın, Ziya Baki )
1979 Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul`da miting yapılmasına izin vermedi. Korsan kutlandı.
1981 1 Mayıs tatil olmaktan çıkarıldı.
1989`da trafik polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
1996 Kadıköy’de kutlandı. Polisin açtığı ateş sonucu 3 işçi (Dursun Adabaş, Hasan Albayrak ve Yalçın Levent ) öldürüldü.
2007 Taksim’de kutlanmak istendi ve İbrahim Sevindik hayatını kaybetti.
2008 1 Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edildi. Hükümet Taksim’de olamayacak dedi ve Taksim alanına çıkan tüm yolları kapattı. Taksim insansızlaştırıldı.

Taksim insansızlaştırdı, fakat insan feryatlarının biber gazına karışık olarak üzerine yağmasına engel olamadılar.

Neden Taksim’e işçilerin çıkması engel olunur? Taksim tüm gösterilere ve kutlamalara yasak olduğu söylenir ama yılbaşlarında yabancı ya da yerli uyruklu kadınlara taciz ve tecavüz toplu eylem içinde görülmez ve sadece izlenmek ile yetinilir. Tacizciye biber gazı verilmez, karanfil sunulur! Her derbi maç sonucunda kazanan takımın taraftarı kutlamasını orada yapar, onların eğlencesine ortak olunur!

Neden Taksim işçilere yasaktır?

Cevabını kendime göre vereyim, çünkü 1977 katillerinin kimler olduğu sorgulanacaktır. Kanlı 1 Mayıs’ın hesabı sorulacak ve o yüzleri karanlıkta kalanların yüzlerine ışık tutulacaktır! Kitleye atılan kurşunların sahibi, bugün o alana girmeyi yasaklayanlara ait olma olasılığı vardır! Eğer birileri bir şeyi yasaklıyorlarsa, bir şeyi saklıyorlar anlamına gelir. Anmak demek unutulmasını engellemek demektir. Onlar unutulmasın diyerek işçi sınıfı Taksim demektedir. Taksim’i yasaklayanlar o suça ortak olmaktadırlar.

Bugünden geçmişe bakarsak ne kadar ileriye gittiğimizi veya ne kadar geriye düştüğümüzü gözler önüne serilir. 1 Mayıs’da Taksim insansızlaştırıldı, acılar ve feryatlar ama alandan uzaklaşmadı, üzerine yağmaya devam ediyor.

1 Mayıs alanlarında AKP’nin barbar yüzü!

1 Mayıs alanlarında AKP’nin barbar yüzü!

İstanbul’da 1 Mayıs gösterilerinin tam ortasında YOL TV adına canlı olarak yayın yaptım. Durduğum nokta şişli ila taksim arasında Osmanbey Metro durağının üstüydü. Öyle bir yere durmuşuz ki, olaylar aracımızın önünde oldu. CHP İstanbul il binası hemen aşağıdaydı. Bizim ile birlikte NTV canlı yayın aracı.

Canlı yayın yapan ekibi ben ilk defa o sabah görmüştüm, birlikte sabah maceramız Altunizade’de başladı. Sabahın ilk ışıkları bizim yola çıkmamıza sebep olmuştu. Çünkü o gün 1 Mayıs’tı ve Olağanüstü hal ilan edilmişti. Gerginliğin patlayacağı gün, biz yayın aramızla yollardaydık. Yollar kalabalıktı ev adım adım ilerledik. Hedefimiz Taksim vardı, fakat oraya vardığımızda girişimize izin verilmedi. Sabah taksim bir kaleyi anımsatıyordu, surlar desteklenmiş ve yeni surlar oluşturulmuştu. Taksim hedefti ve hedefe kimse ulaştırılmayacaktı. Bizde ulaştık ama giremedik ve oradan yayın aracımız ile ayrıldık. Yürüyüşün başlayacağı alana ya da gidiş yoluna konumlanmamız gerekliydi ve tercihim yol oldu. Yolun sesini yol’dan yansıtacaktım.

Yürüyüş çizgisinin tam ortasındaydım. Şişli’den başlayacak olan yürüyüşün ortası, fakat yürüyüş olamadı, çünkü sabahın ilk ışıklarında polis DİSK gelen merkezine saldırmıştı, toplanmaya çalışanların üzerine ilk biber bombaları ile tanışmışlardı bile. Günün nasıl geçeceği belliydi, geçen seneki görüntülerin daha beteri olacağını ilk işaretini veriyordu. Gökyüzünde güneş tüm ihtişamı ile dururken, kimse güneşi görecek hali yoktu. Yeryüzü biber gazının dumanları ile doluydu.

Biber gazı çalıştığımız alan içinde hiç dinmedi, ara sokaklara iteklenen bayramı kutlamak isteyenlerin üzerine gaz bombaları ardı ardına atılıyordu. Gazın dumanı tüm alanı kaplaması birkaç saniye sürüyordu. Yayın gözyaşları ve boğazımın yanması eşliğinde başladı ve devam etti. Bulunduğumuz nokta her iki taraftan polis kontrolüne alınmıştı ve bizim alanımıza basın ve görevlilerin dışında kimsenin girmesine izin verilmedi. Yayın aracımızın teknik imkanları içinde görüntüleri vermeye çalıştık. Uyduya çıkmadan önce asıl çatışma yanımızda olmuştu, artık çatışmalar biraz daha azalırken yayındaydık. Yayınımız süresi içinde de kontrol edilmiş bir alandan olayları izlemeye devam ettik.

Yanımıza gelen sivil polisler bizi dünyaya rezil eden görüntüleri mi yayınlıyorsun demişti, ben sadece kameranın gördüklerini yayınlıyorum maalesef demiştim. Çünkü gönül ister ki, güzellikleri ve birliği dayanışmayı yansıtayım. Biber AKP’nin barbar yüzünü gösteriyordu.

AKP kimi temsil ediyor sorusu hep aklımda durdu yayın süresi içinde, çünkü işveren 1 Mayıs için tatil olsun ve onlar bayramlarını istedikleri yerde ve bayram havasında kutlasınlar açıklamasında bulunmuştu. TÜSİAD genel merkezinde çalışanlara 1 Mayıs izini dahi verilmişti. İşçiler isteklerini günler öncesinden söylemişlerdi. AKP kimi temsil ediyor?

1 Mayıs İstanbul sokaklarında biber gazının hakim olması ile sonuçlandı, bu orantısız güç gösterisi bir gün orantılı olduğunda ne olur? Umarım ki gelecek sene 1 Mayıs taksim alanında özgürce ve biber gazından yoksun bir şenlik havasında olur ve bizler de bu şenliği dünyaya yansıtırız. Gerginlik ve çatışmadan uzak, kardeşliğin, dayanışmanın, bir arada yaşamı savunan bir bayram kutlamak umuduyla…

Sonuç olarak bu baskılara rağmen isçiler gününe sahip çıkmıştır, hiçbir baskı ve zulüm bu günün kutlanmasını engelleyememiştir. Bu günün inatlaşma ile orantısız güç gösterisi ile çatışma körükleneceğine, dostluk filizlerinin büyümesine emek harcanmalıydı.

Benim ile birlikte yayını gerçekleştiren tüm emekçi dostlarıma ve konuk olanlara çok teşekkür ederim.

30 Nisan 2008 Çarşamba

Medya ne yapmak istiyor?

Medya ne yapmak istiyor?

Türkiye’de basın tek ses değildir, ırkçı başlıkta görebilirsiniz, hedef gösteren başlıklarda. Genelde sağ basın hedef ve ırkçılık konusunda kimseye toz kondurmaz. Barış ortamı için dileklerde bulunurlar ama ırkçı ve hedef gösteren başlıklardan da geri durmazlar.

Bir zamanlar iki gazete dikkat çekti, çünkü aynı başlıkta ve aynı biçimde iki ayrı grubun çıkardığı Tercüman gazetesi. Tercüman gazetesi bir medya grubuna aittir. O grubun televizyon kanalları, gazeteleri ve dergileri vardır ve Türk medyası içinde kendisine ait duruşunu patronun çıkarlarına göre biçim değiştirir. Patronun çıkarları hükümetle çatışmalıysa, hükümet karşıtı başlıklar öne çıkabilir, fakat biliyoruz ki, hükümet ile uğraşmak demek TMSF kurumunun dikkatini çekmesi anlamına gelir ki, her patronun açık tarafı vardır, hükümetle uğraşılmaz!

Hükümet ile uğraşmayan basın nasıl haber yapar? Hükümetin icraatlarını överek ya da görmezden gelerek!

Bizim basınımızda çok büyük maaşla çalışan köşe yazarları vardır, fakat yüksek maaş alan gazeteci yoktur. Köşe yazarları gazetede yazı yazdıkları içinde kendilerine gazeteci denmesinden hoşlanırlar. Bir de televizyonun haber bölümünde çalışanlara da haberci denmesi gibi. Bu yüksek maaş alanlar patronlarına para kazandırmak zorundalar, çünkü patron para kazandırmayana ve verdiği paranın karşılığını almadığı birine neden maaş versin ki, verimli olmaz! Verimlilikte esas, kişinin patronuna para kazandırmasıdır, yani artı değerini patronun hizmetine vermesidir. Maaşını kazanacak, artı patronun şampanya parasını da kazandıracak.

Tercüman gazetesi başlıkları genelde hükümetin icraatları dışında iç çatışmayı körükler gibidir. Peki, bu başlıklar kime ne kazandırır? Gazete patronuna para kazandırmak zorundadır, çünkü medya sahibi gazeteci değildir, o medyayı para kazanmak amacıyla çıkarır, idealist değildir. İdealist olmuş olsaydı gazetede bir yazısı yayınlanırdı.

Patronun yazı yazacak zamanı yoktur, çünkü o daha büyük sorunlar ile uğraşmaktadır. Gazetesinde çalıştırdığı her elemanı satın almış durumdadır, istediği zaman istediğini yazdıracak konumdadır. Bunu yapıp yapmaması patronun tercihidir. Bir medya satın alınıp satılabilinir, içindeki çalışanlar ile birlikte. Çalışanların buna karşı bir şey söyleme hakları yoktur. Üstelik ihale usulü satış tüm kamuoyu önünde olur.

Tercüman gazetesi bugün (30 Nisan 2008) tarihinde attığı başlık ile diğer günlük gazetelerin dışında bir duruş sergilemektedir.

Sakarya’da yapılan bir etkinlik ve o etkinlik önünde yapılan gösteri olarak habere giriş yapalım. Etkinlik yapan yasal bir siyasi parti. Etkinliğe karşı gelende yasal bir partinin gençlik örgütlenmesi. İçeride barış ve kardeşlik söylemelerinin olduğu bir gece, orada ne silah vardır, ne de savaş kışkırtıcılığı. Eğer olmuş olsaydı o şehrin savcısı olaya el koyardı. İzin alınarak yapılan bir etkinlik. Etkinlik ilerleyen saatlerde saldırı ile karşı karşıyadır, çünkü dışarıda linç etme kültürünün izlerini gösteren sloganlar atılmakta ve polisin yapmış olduğu barikatı aşmaya çalışanlar vardır. İçeridekilerin biri o sırada kalp krizi geçirir ve o kişi için gelen sağlık arabası dışarıdaki grup tarafından engellenir. O kişi zamanında müdahale yapılamadığı için ölür. Dışarıdaki eylemciler artık katildir, çünkü bir kişinin ölümünden sorumludurlar.

Gazete bu durumu nasıl yansıtmaktadır?

‘Helal sana Sakaryalı’

Gazete bu başlığı atarak ne yapmak istemektedir? Bu başlık ülkedeki barış çığlıklarına katkı mı sunuyor? Karışıklıktan kimler kar sağlamaktadır? Bu gazetenin sahibi olan medya grubu ve onun sahibi olan holdingin ne gibi çıkarı var? Silah tüccarı mı? Karışıklıktan kar eden bir alanda hizmet mi yapıyorlar?

Gazetenin üst kadrosu hangi ideolojinin ürünü olarak olaya bakmaktalar? Gazete sahipleri ideolojik değil, verimlilik esasına göre baktıklarına göre, gazete üst yönetimini nasıl biçimlendiriyorlar?

Sorular çoğaltılır, cevapları mı, okuyucu karar versin değil mi?

29 Nisan 2008 Salı

Kölelik bitti mi?

Kölelik bitti mi?

Kölelik devrinin artık kapandığını düşünürüz ve kölelik denildiğinde genellikle gözümüzün önüne gelen 19. yüzyıldan bir görüntüdür; zincire vurulmuş siyah köleler.

Basra körfezinde deve yarışlarını bilirsiniz, o yarışlarda develerin üzerinde oturanlara hiç dikkat ettiniz mi? Pakistan ve Afganistan’dan getirtilen köle çocuklar! Yarışı kazanmak zorundadır, efendisinin gururu için. Taylandlı çocuk fahişeler… Brezilyada yağmur ormanlarında ağaç kesen çocuklar… Çiftliklerde çalışmak zorunda kalan ve ailesinden kalan borç batağından kurtulmak için mücadele edenler ve gittikçe borç batağına saplananlar…

İnsan satışı karlı bir iş, çünkü ucuz emek ve borçları ödemek zorunda olanların bitmek tükenmek bilmeyen enerjileri… Kredi ve banka borçları ile köleleştirilenler… Yasadışı göçler ve insan ticareti...

Çocuk bakımı bahanesi ile getirtilip, daha sonra satılan kadınların hikayelerini bilirsiniz, polis sürekli köle tüccarların elinden, hayat kadını görevi verilmiş kadınları kurtarır ama bitmez, sürekli operasyon olur, bir bölümü basına yansır! Üstelik doğudan ve kuzeyden gelenlerde genellikle okumuş insanlardır. O köleleştirilmiş kadınların hikayelerini bir öğrenmeye kalkmayın, çağdaş dünyanın dramını orada izleyebilirsiniz. Suriye fuhuş piyasası Türklerin elindeymiş, Suriye’de fuhuş resmi olarak yasaktır. Genelde kuzey ülkelerin insanları ülkemizden o tarafa götürülüyormuş! Sınırları kaçak geçen sadece eli silahlı insanlar değilmiş!

Kaçak işyerlerinde çalıştırılan ve her türlü hakları elinden alınmış göçmen ya da fakir işçilerin durumu, Davutpaşa’daki havai fişek üretim yerinde patlama ile gözler önüne serildi ama kısa zamanda unutuldu. Tuzla’da ölümler devam ediyor… Tezgahlarda kölelerin çalıştırılmasına devam ediliyor. Mevsimlik işçiler, devrilen bir aracın altında cansız vücutları yollara saçılır ama (onları modern köle olarak gördüğümüzden) onlar sadece gazetelerde bir bakımlık haber olarak görür ve hemen unuturuz. Mevsimlik işçilerin memleketlerine gidip gelmeleri çalıştıranlar için verimli olmadığı göz önüne alındığında daha verimli bir çözüm yolu bulunur, verimsiz topraklarda yerleşim birimi kurmalarına izin verilir. Devlet oraya her hizmeti götürmez elbette, çünkü onlar ötekilerdir ve akan kanın, dökülen gözyaşının sorumlusu olarak görülürler. Ege bölgesinden mevsimlik işçilerin kurduğu köylerin olduğunu kaçımız biliriz?

Modern kölelik kurumu günümüzde metres adı altında devam etmektedir. Çalışmayan kadın ve muhtaç bıraktırılmış çocuklar borçlandırılarak köleleştirme süreci günlük yaşamımızda tüm çıplaklığı ile devam etmektedir.

Köle hep bir borcunu ödemek zorundadır, ödül özgürlüğüdür. Özgürlüğü hiç tatmayan biri özgürlüğü nasıl tarif eder?

Muhtaç bıraktırılmış, arkadaşının eşi ya da torunu ya da kızını kendi himayesi altına alıp, onlardan yararlanmayı seçmek bir efendinin yapacağı iştir. Topluma onları himayesi altına aldığı görüntüsü vererek, hem vicdanen hem de ahlaken toplum içinde dik başlı yürümesini bilir, fakat bir gün himaye altında aldıklarından biri gerçekleri bir şekilde kamuoyuna aktardığında, oradaki ilişkinin köle ile efendi ilişkisi olduğu ortaya çıkar. Toplumumuzda düşmüşe yardım etmek önemlidir, fakat o düşmüşten yararlanmak düşkünlük demektir ve toplum dışına atılması gereklidir. Fakat günümüzde ödüllendirilmektedir. Her düşkünün düşkün dostu vardır!

Türkiye’de köle ticaretini gözler önüne serecek sosyolojik araştırmalar var mıdır? Soruyu başka açıdan soralım, Türkiye’de sosyoloji bilimi var mı?

Siyaset bilimi profesörü Ahmet İçduygu’nun hazırlamış olduğu bir rapor vardır, onun da güncellenmesi gereklidir, çünkü araştırma yaptığında ülkemizde ki bu ticareti yapanların küçük şebekeler olduğunu belirtmişti, bu geçen zaman içinde durum ne olmuştur?

Yapılan bir araştırmada kölelerin küresel ekonomiye katkısı 13 milyar dolar olduğu tahmin ediliyormuş. (CIW – Coalitation of Immokalee Workers) Üç milyar insan günde 2 dolardan az ücretle hayat mücadelesi veriyor. Kölelik resmi olarak yasaktır. Üstelik kölelik üzerine önleyici yasalar vardır. Geçmişin sermaye birikimi için kullanılan köleler, şimdi yine sermaye birikimi olarak kullanılıyor ama bu sefer eskisi gibi zincir ile açıktan pazarda satılmıyorlar. Kölelik biçim değiştirerek varlığını sürdürmektedir.

Ülkemizde bankalar neden tüketiciyi sürekli borçlu yapmak için uğraşmaktadır? Borçluların çoğunlukta olduğu ülkelerde sosyal patlamalar oluyor mu?

27 Nisan 2008 Pazar

Reklamlar…

Reklamlar…

Reklamlar dünyamıza bakışımızı belirlemeye başlayalı kaç yıl oldu? Reklamlar diyerek geçmeyin, çünkü reklam kuşağı çocukların konuşmalarına bakın, nasıl etkilendiğimizi görürsünüz.

Geçenlerde bir reklam seyrediyorum, (reklam arası dizi seyrederken zaplayamadan yakalandım!) nasıl haberin oldu diye soruyor, çok okuyorum canım demekte telefondaki ses! Çok okuyor ve nerede ne ucuzluk var, biliyor. Demek ki günümüzde okuma yazma kursları reklamları okumak için gerekli! Fakat ülkemizde toptan satılan gazetelerin sayısına bakın, nüfusun kaçta kaçının okuduğunu görürsünüz. Okumuyorlar reklamlara bakıyorlar!

İzmir’de kitap fuarı olmuş, orada bir sapık kendisini ele vermiş ve karakola götürülmüş. Karakolda yapılan incelemede çantasında hala açık olan bir el feneri ve kameralı cep telefonu tespit edilmiş. Bu kişi karakolda sorgusunda; standları gezen kız çocuklarının, cep telefonuyla etek altı görüntülerini çektiği, aydınlık olması içinde el fenerini kullandığı belirlenmiş. Karakolda ifadesinin ardından serbest bırakılmış. Bizim insanlarımız kitaplara ne kadar ilgili olduğu ortada değil mi?

Elinde fener ile Diyojen’in çocukları artık bu ülkenin topraklarında yoklar! Fenerler artık etek altını aydınlatmakta kullanılıyor, yolları aydınlatmak için değil!

Genç kızların külotlarını çekmek sadece kitap fuarında olmuyor. Külot okumanın yeri yoktur, fırsat olursa her yerde okunur! Örneğin, Ankara metrosu girişi ya da çıkışında yakalanan makine mühendisi, elektrik mühendisi ya da bilgisayar mühendisi olan ve ellerinde cep telefonları ile fotoğraf çekenler emniyet kayıtlarında durmaktadır. Okumuşlar ama kitaplar bir şey anlatmamış ki, külotların markalarını okumak için bir sürü zahmete katlanıyorlar! Oradan elde edecekleri bilgi daha önemli sanırım! Reklamların etkisinden diyelim bu merak, çünkü hangi güzelin hangi marka külot giydiğini öğrenmek reklamın etkisini ortaya çıkarır, o okumuşlarda kendilerince istatistik yapıyorlardır sanırım! Okumuşlar istatistik yapmaya bayılırlar ve kategorize etmekten müthiş keyif alırlar. (Yakalanan bu araştırmacıların bir çoğu evli olduğunu söylemeyi unutmuşum.)

Reklam deyip geçmeyin, medyadaki olanaklar geliştikçe reklamın dili de gelişmekte ve insanı biçimlendirmeye devam eder!

Reklamları izleyin ve sizi nasıl bir gelecek beklediğini hissedin, elbette hissedecek duygularınız kaldıysa, çünkü hissetme duygusunu bile ortadan kaldıracak düzeydedir etkisi.

Hastasının sağlam böbreklerini kanser diyerek alırlar, peki sağlam böbreklere ne olmuştur? Okumuşlar, doktor olmuşlar, bol bol hata yaparlar! Nasıl olsa hesap soracak okuyan yoktur! Elinde feneri ile bu hataları gün ışığına çıkması için kim ne yapabilir, doktorlar çok çalışmaktan bu tip hata yapabilirler denir ve geçilir. Böbreğini kaybeden sorunlar ile baş başa kalır. Okumuşlarında reklama ihtiyacı vardır, daha çok para kazanmak için her türlü reklamı hoş görürler, reklamın iyisi kötüsü yoktur!

Okumuşlar yanında bir de yazarların durumu vardır ki, onları okuyanlar için diğer basın tarafından manşet yaparlar. Gazete yazarı 14 yaşındaki kıza tecavüz ettiği için tutuklanmasını duyurulur ama şeriata inanan ve onun kuralları içinde yaşayan için tutuklanmanın anlamı yoktur, çünkü 14 yaş (kızlar için), evde kalmış sayılır! Büyük olasılıkla kız yazarı tahrik ettiği için tecavüz edilmiştir! Yazarın iyi hali göz önüne alınarak dava sonuçlanacaktır diye düşünürüm şimdiden. (Dava sonucunu şimdiden söylemek ahlaki değildir!) Bugün manşet olan, yakında manşet yapanları dava edecektir, büyük olasılıkla. Reklamın iyisi kötüsü olmaz!

Benim bir yeğenim var, reklamlarda hangi ürünü görse istemektedir. Dayı demekte sürekli şunu alsana, şu dediğini ilk defa onun ağzından duymaktayım genelde! Üstelik ne işe yaradıklarını dahi bilmiyorum! Reklamlar geleceği belirlemeye başlayalı kaç yıl oldu? (Elbette her istediğini almıyorum, etkilendiğim reklamın ürününü alıyorum!)