7 Haziran 2008 Cumartesi

Haziran’ın ilk haftasından yansıyanlar…

Haziran’ın ilk haftasından yansıyanlar…

Rusya'nın zehir kalıntıları olduğu için almadığı domatesler iç piyasaya sürüldü. Halk domatesin ucuzlamasından dolayı memnunluğunu gazetecilere ifade etti.

Ordu içinde çalışma gruplarının adları değişiyor, yaptıkları değişmiyor diyen bir başlık atmıştı ulusal gazete, haberi kaç kişi okudu ve yorumladı dersiniz?

Türkiye Kamu-Sen, Mayıs ayı için tek kişinin yoksulluk sınırını bin 285 YTL 77 YKr olduğu açıklandı. Bu açıklamaya göre kimler fakir olmuş oluyor? Ülke geneli nüfusu içinde oranı ne kadardır?

Deniz Çakır'ın canlandırdığı Ferhunde karakteri rol gereği öpüşünce reyting tavan yaptı. Halk öpüşme sahnesinin saat kaçta ve hangi dakikada yapacağını nasıl biliyor?

İstanbul’a özel vergiler ve zamlar yürürlüğe girmiş. 2010 yılına kadar sürecek olan bu zamlar, köprülere uygulanan zamlar gibi olmasın? Köprülere geçiş ücretleri bir süreliğine konmuştu, kalıcı oldu!

ATO'nun araştırmasına göre Türkiye'de 20 bin kişiye 1 hakim, hakim başına ise 852 dosya düşüyor. Bu habere yorum yazılabilinir mi?

Altın suyuna batırılarak üretilmiş kolye, küpe, bilezik gibi sahte ziynet eşyalarını, göğüs dekoltelerini açarak dikkatlerini dağıttıkları kuyumculara satan iki kadın yakalandı. Kuyumculuk yapan erkeklerin gözlerinin nerede olduğu bu haberde ortaya çıkmış gibi!..

İstanbul’un Tuzla ilçesine bağlı Akfırat Beldesi’nde, beş yıl önce jandarma operasyonuyla çete suçundan tutuklanan, 15 kadınla harem kurduğu çiftliğine "mera alanı" olduğu gerekçesiyle yıkılıp el konulan sahte şeyh Yaşar Yılmaz, aynı araziye bu kez imar oyunuyla geri döndü. Devran kimin lehine döndüğü ortada değil mi? Devletin malını yemeyen şeyh olmasın!

Gece yarısı İstanbul’da deprem olmuş, İstanbullu büyük deprem beklerken küçüğünden haberi olmamış.

İstanbul’da ekmeklere zam yapıldı, fiyatları düştü. Daha önce 1 YTL olan ekmek fiyatları zamdan sonra 85 YKr oldu. Ekmek gramajında küçük bir oynama ile zamlar cebe görünür olarak yansımadı!

Türkiye’nin vergi yüzsüzleri açıklanmış. Kimler yok ki? Olmayanı açıklayayım olanları açıklamak yerine. Memurlar ve işçiler. Onun dışında vergi kaçırmayan mı var?

Anayasa Mahkemesi'nin, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal ederek yürürlüğünü durdurması kararı Türkiye'de olduğu gibi tüm dünyada özellikle de Avrupa'da yankılandı. Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten, yaptığı yazılı açıklamada, "Temel özgürlükleri yargı sisteminin merkezine alacak yepyeni bir anayasa gerekli" görüşüne yer verdi. Bu anayasa ülkeye nereye götüreceği tartışmalı olur, çünkü hazırlayacakların düşünceleri ve yaptıkları ortadır.

İşadamı Jak Kamhi'nin oğlu Hayati Kamhi'yi İstanbul Pendik'te bir arazinin satışı konusunda tehdit ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan Nizamettin Aytemiz ve 17 adamı dün tutuklandı. Yeniçağ gazetesi köşe yazarı Sabahattin Önkibar'ın da, konu ile ilgili olarak 5 bin dolar karşılığında Nizamettin Aytemiz lehine köşe yazısı yazdığı ileri sürüldü.

İzmir'de internette "chat" yaparak tanıştığı erkek çocukları ve gençleri cep telefonu kontörü karşılığında erkeklerle birlikte olmaya zorladıkları ileri sürülen 5 zanlı eşzamanlı operasyonla yakalandı.

Aile içi cinayetlerde artış devam ediyor, her gün gazetelerin üçüncü sayfasında buna benzer haberler ile karşılaşılmaya devam ediliyor. Ülkede her şey yolunda diyenlere birde bu sayfalara bakması önerilir.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Hastalar müşteri midir?

Hastalar müşteri midir?

Doktorlar bildiklerini yenilemek zorundalar gün be gün, çünkü yanlış bildiklerimiz doğru, doğru bildiklerimiz yanlış çıkıyor ya da gereksiz çıkmakta. Tıp müthiş bir ilerleme içinde ama çaresiz gibi gözükenlerinde çareleri bulunmaya başlanıyor.

Çaresiz olduğumuz hastalıkların tedavisi bizim için yanlış olan bilgiler yüzünden yapılmıyor olmasın? Çünkü çağdaş tıp birçok şeyi kendisi yarattı ve yeni kanunlar oluşturdu. O kanunların bazıları zaman içinde çöktü. Çökenin yerine eski geleneklerden de bazı yöntemlerin yer laması acaba diye soru oluşturuyor kafamda. Doktorlar hastayı iyileştirmek yerine ilaç fabrikalarının kölesi mi yaptı? İlaç sanayisi büyük bir sermaye grubuna aittir, o grubun izin vermediği hiçbir tedavi yöntemi dünyada yaygınlaşma şansına sahip değildir. Her ülkeye göre sigara üretir gibi, ilaç ürettikleri de kulaktan kulağa gittiğine göre, inanın kafasında birçok soruya davet çıkarmaması olasılık mı?

Doktorlar insanlık adına yemin ederek başlar ve hastanın cinsiyetine, ırkına ve ekonomik durumuna bakmadan hiçbir ayrım gözetmeden tedavi etmek ile yükümlüdür. Doktor için öncelikle hastanın sağlığı önemlidir. Bu önerme şimdi doğru mudur?

Doktorlar tedavi için hastalarına ilaç yazdıklarında markasına ve tedavi süresine bakarak mı yazarlar, yoksa kendisine gelen eşantiyonlara göre mi? İlaç firmaları sürekli eşantiyon dağıtmaya devam ediyor, hastalar kuyrukta beklerken bu eşantiyon dağıtıcılara zaman ayıran doktorlara rastlamışsınızdır!

Geleneksel olarak kullanılan ve doğal tedavi yöntemleri neden küçümsenir?

Ülkemizde kaç eczacı doğal bitkilerin karışımından hastalarına mehlem yapabilir? Neden doktorlar bu merhemleri hastalarına öneremez? Konuştuğum doktorlar aslında önermek istediklerini ama eczacıların bu yöntemi unutup, sadece fabrika ilaçları sattığını söylemekteler, ‘eğer biz diye devam ettiklerinde sözlerine, tedavi yaparken başka hastalıkların oluşmasına da sebep olmak istemeyiz, çünkü eczacı bunu yapacak ne beceriye ne de bilgi birikimine sahiptir. Bu durumda tedavi amacını aştığı için yazamıyoruz.’ Bu durumun gerçeklilik oranı acaba bir araştırma konusu olsaydı, ne gibi sonuçlara ulaşırdık? Eczanede eczacı yerine bir başkası çalışıyor, eczacının diploması duvarda asılı durmaya devam etmektedir. Eczacı neden dükkanında olmaz? Bu söylem genel gibi algılansa da sözüm diplomasını gördüğüm kendisini görmediğim eczacılar içindir.

Sağlık baştan aşağıya bir ticari olaydır. Sağlık ticari bir araç olduğunda hastalarda müşteri olur. müşteriyi hasta ederek daha çok gelir elde edilir. Sağlam birinin ameliyat edildiği gazete sayfalarında durmaktadır. Hastasına müşteri olarak bakana doktor denir mi?

Her şeyin başı sağlıktır, sağlık olmadan insan mutlu olamaz…

Sağlıklı olmak içinde para günümüzde şarttır. Para her şeyin başında olmaktadır. Ya da bu şekilde algılanmaktadır.

Mutluluk sizce nedir?

3 Haziran 2008 Salı

Aydınlığa doğru…

Aydınlığa doğru…

Evin içi darmadağınıktı, yılların birikimi olan kitaplar ve gazetelerden kestiğin yazılar yoktu. Bütün eşyalar olduğu yerden, başka yere atılmış, savrulmuş gibiydi. Ev yılların birikimi olan düzeninden farklı bir şekildeydi. Bu düzeni sağlayan gözler ile odaya baktı, sonra eli hiçbir şeye dokunmak istemedi. Bütün birikimleri alt üst olmuştu.

Karanlık odadan çıkalı henüz birkaç dakika olmuştu, elleri arkadan bağlı olarak gittiği binadan elleri boyalı dönmüştü. Sonra bir kağıda imza, fotoğraf ve bir aracın içinde yollara düşmüştü. Sokaklar her zamanki gibiydi ama değişen bir şey vardı. Değişimi fark etmeye çalıştı. Yanında oturanlar sessizce çevreye bakıyorlardı. Arabanın içini kaplayan dijital sesler ve ıslık gibi çalan parazit sesleri kaplamıştı. Yanında oturan elini başına koymuş yere eğilmesini sağlamıştı. Yolda giderken çevresine bakmayacaktı, sadece arabanın zeminine.

Yolda geçerken kulağına gelen sesler ile nereden geçtiğini tahmin etmece oyunu oynuyordu kafasında. Yol uzundu ya da ona öyle gelmişti.

Bir binaya girmek için arabadan indirildi, elleri arkada, iki kolunda da yabancı biri vardı. İlk defa görüyordu ya da ona öyle gelmişti.

Bir koridor. Koridora açılan kapılar. Kapıların önlerinde bekleyen birileri vardı. Sandalyeler vardı, doluydu hepsi. Elleri arkada olarak ayakta bekledi. Kapılar açılıyor, kapanıyor. Giren ve çıkanlar. Önünü ilikleyen erkekler dikkatini çekmişti. Elleri arkadaydı ve önünü ilikleyeceği ceketi yoktu. İlk defa ceketi lise yıllarında giymişti, sonra üniversitede kravat takma zorunluluğu geldiğinde giyidi, kravat hep boynunda idam ipliği gibi sallanırdı. Medeniyet dediğin idam ipliğiydi. Üzerinde ceket dahi olsa ilikleyecek durumda değildi, elleri arkasındaydı, karşısında görevini yapmanın huzuru içinde bıyık altından gülen birileri. İlk defa görüyordu ya da ona öyle gelmişti.

Zaman dağınıktı ya da kendisi dağınıktı. Toparlayamıyordu.

Kapılar açılıyor, kapanıyor. Her açılışta biri giriyor ya da çıkıyor. İçeriden kalın bir ses ‘gel’ diyordu. Her kapı açıldığında işaret parmağı ile kapıya vuruluyor sonra sese göre içeriye giriyorlardı. Kapılar açılıyor, kapanıyordu.

Kapılar her zaman aydınlığa açılmaz, onu yaşadığı birkaç saat öncesine kadar yaşayarak öğrenmişti.

Kapının önündeydi, boşalacak bir sandalyeye oturmayı umut ediyordu. Sendeleyeler sanki hiç boşalacak gibi değildi. Kapılar açılıyor, kapanıyor ama sandalyeler hep doluydu.

Kolundan tutup buraya getiren yüzüne dikkatlice bakıyor ve hala gülümsüyordu. Acaba gülümseme halinde donup mu kalmıştı, çünkü hiç ona bakmıyordu! Kapılar her açıldığında açılan tarafa doğru kafasını dönderiyordu. Bir kapı açılışında hareketlendi, kolundan tuttu ve içeriye doğru adım atmadan önce işaret parmağı ile kapıya tıkladı. Gel komutunu alır almaz, önde elerli arkasında olan ve arkasında o girdi.

İçerisi büyük bir odaydı. Odanın başında resmi kıyafetli biri vardı. Önünde dosyalar ve kağıtlar. Bir masa ve önünde iki koltuk. Koltukların arasında sehpa. Sehpanın üzeri boştu ve temizdi. Ayakta hazır olda bekliyordu, kolundan içeriye getiren adam.

Elleri artık arkada değildi, öne almıştı. Kolları demirlerden kurtulmuştu. Masanın başında oturan resmi kıyafetli adam yüzüne anlamlı anlamsız bir şekilde baktı ve kendi kendine bir şeyler söylenir gibi kağıda bakarak bir şeyler dedi. Sonra sessizlik. O an sonsuzluk gibiydi.

Ayakta duran ve şimdi elleri önde olan, aslında odaya ve adama bakmıyordu, pencereden dışarıya bakıyordu. Uzun zaman olmuştu aydınlığı görmeyeli. Karanlıkta yaşama gözleri alışmıştı, şimdi aydınlığa alışacaktı. Dışarıda sakinlik hakimdi.

Zaman yeniden sanki düzene giriyordu, dışarıda her şey eskisi gibi aydınlık içindeydi.
Masa başında oturan adam birkaç soru sordu, sonra tamam dedi, gidebilirsin. Yanında duran adam ile birlikte kapıdan çıktı ve koridorda bir başına kalmıştı. Yalnızdı ve yanında kimse yoktu. Elleri yanlarındaydı ve ne yapacağını bilemez haldeydi. Koridor şimdi daha boş gözüktü. Sandalyeler hepsi doluydu.

Koridor büyük bir evren olmuştu, kendisi orada yalnız bir karınca gibi nereye gideceğini bilemez haldeydi. İçgüdüyle merdivenlere doğru yürüdü. Biraz önce bu merdivenleri elleri arkada çıkmıştı.

Zaman koridorda sonsuzluğa dönüşmüştü, fırtınası insanı uzaklara götürecek gibiydi.

Dış kapıya doğru geldi, biraz önce yukarıdan baktığı alandı burası. Penceren görüldüğü kadar her şey normaldi, şimdi sonsuzdu. Karınca gibi içgüdüleri ile yuvasına giden yolu arıyordu.

Merdivenlerin başındaydı, aşağıya bakarken başının döndüğünü hissetti. Güneş mi onu sersemletmişti, yükseklik mi?

Aşağıya baktı, yalnızdı. Karanlığa girmeden öncede yalnızdı, karanlıkta da yalnız olmuştu. Şimdi aydınlıktaydı ve yine yalnız.

Yalnızlık zamanın sonsuzluğuna işaretti.

Yol kenarında bekleyen taksiye el etti, yürüyecek gibi değildi. Onun gelmesini bekledi. Cebinde para var mıydı?

Biraz önce evinin dağınıklığı ile karşılaşacaktı. Bütün birikimleri karanlık ile yok olmuş ya da darmadağın olmuştu. Zaman mı dağılmıştı, yoksa sen mi?

Zaman her şeyin ilacı dedi, dağınıklığın içinde uzanacak bir yer bulup uzandı. Gözlerini kapayamadı, ışık gözlerini yakıyordu. Perdeleri çekti ve odayı loş hale getirdi. Karanlıkta bakmaya alışmıştı, ışığa alışmak için loş ortamda durmak istedi ve uzandığı yerden dünü düşündü.

1 Haziran 2008 Pazar

On dakikada değişti her şey!

On dakikada değişti her şey!

Şu anda yazmak doğru mu, on dakika önce yaşadığımı, bilmiyorum. Henüz on dakika olmuştu ve ellerim hala titriyordu.

Kadıköy’de yaza dönen bir gündü, tıpkı diğer günler gibi. Adalara giden gemilerin durduğu iskele biraz ötemde duruyordu. Sarı balon yönünde denizin başladığı iskelede duruyordum. Küçük yolcu gemilerinin iplerinin bağlandığı demir bir şeyin (baba) üzerinde oturuyordum. Sarıya boyanmış bu demir, iplerin sıkı tutması için biçim verilmişti. Her şey normaldi, diğer günler gibiydi.

Meydanda bir heykel var, heykelin arkasına doğru meydan açsız devam eder. Ağaçların etrafında insanlar vardı. Bir grup genç tulum sesi eşliğinde türküler söylüyor, horon oynuyorlardı. Onlara bakan bir grup insanda onlara dönmüştü. Ada vapuru iskeleye yanaşmış, her zamanki gibi yolcularını indiriyordu. Henüz ışıklar yanmamıştı, gün ufuk çizgisine doğru iniyordu. Eski İstanbul kızıl bir gökyüzünün altında, yansıması benim olduğum yöne doru denizden dalgalanarak geliyordu.

Martılar her zamanki gibi gelen gemin arkasından koşarak gelmişti, şimdi limanın çatısında dinleniyorlardı. Bir grup martı hala gökyüzünde dolanıyordu. Yorgun olanlar kendisini denizin üzerine bırakmıştı. Gün sıcaktı, havada akşam meltemi kendini hissettiriyordu.

Şu an 10 dakika öncesini yazmak ne kadar doğru bilmiyorum. Çünkü yaşam on dakika öncesi durmuştu.

Kadıköy, akşam kalabalığını ve telaşını yaşıyordu. Gelenler gidenler, hareket eden araçlar, koşanlar ve sevgilileri ile gün batımını izlemek için sahilde dolananlar. Çiçek satanlar, birlerini bekleyen sabırsız insanlar. On dakika öncesi her zamanki gibiydi.

Müzik gelen yöne doğru bakmıştım, bir süre onları izledim ve kafamı denize doğru dönderdim, elimde tuttuğum kitabı okumak istiyordum. Deniz ve ben kızıl bir gökyüzünün altında romantik bir görüntüydü. On dakika önce her şey her zaman olabilecekler oluyordu. Yaşam henüz eskisi gibiydi ve değişmeyeceğini düşünüyordum.

On dakika öncesini yazmak ne kadar güç olduğunu şimdi anlıyordum. Siz hiç on dakika öncesini yazdınız mı? Ben denemeye çalışıyorum.

Kitabın sayfaları içinde kelimelere bakarken, aklımdan neler geçiyordu? Okuduğumu anlıyor muydum? Okuyor muydum gerçekten, şimdi onu düşünecek gibi değilim. Her şey değişmişti, hiçbir şey on dakika öncesi gibi değildi.

On dakika önce kızıl denizin, gökyüzünde hiç bulut olamadığı halde kabardığını hissetmiştim. Vapurun hareket etmesi ile dalgaların yükseldiğini düşündüm. Bazı araçlar yüksek dalgalar oluşturur. İleride olan deniz otobüsü limanındakiler normal vapura göre daha fazla dalga yaratıyorlardı. Sanırım diye düşündüm, onların dalgası. Deniz kızıl bir ışık altında yükselirken, üşüdüğümü hissettim. İçim titremişti. Deniz kenarında bağlı olan kayıklar ve yolcu vapurları kıyıya vuruyor, dalga sesleri altında lastiğin betona değmesi gibi ses çıkarıyorlardı. Hırçın ve düzensiz bir sesti. Ses rahatsız ediciydi, kitaptan gözümü uzaklaştırdım, kelimelerden bir dünya kuruyordum. O dünya bu yaşadığım anın gerçekliği ile paramparça olmuştu.

Sesler çoğalmıştı, koşanlar, bağıranlar… Etrafıma baktım. Korkulu gözler sarmıştı etrafımı. Anlayamamıştım, ne oluyordu. Yer sallanıyordu, sanki biri oturduğunuz yerde sizi itekliyordu. Bir elek üzerinde oynayan buğday tanesi gibiydim. Yer ses çıkarıyordu, deniz sesler ile gökyüzünü kucaklıyordu. İçgüdüsel olarak en yakın ağaca koşmuştum, koşarken yer hareket halindeydi. Bulunduğum yerin altı denizdi. Deniz yukarıya doğru kaldırıyordu, çatırdıyordu. Ağaca yapışmıştım. Ağaca tek sarılan ben miydim, on dakika önce bu soru aklıma gelmezdi. Tanımadığım biri ile birbirimizi tutuyorduk. Bunu şimdi görüyordum.

On dakika önce başlamıştı, hareket Kadıköy’ü kucaklamış olduğunu şimdi görmüştüm. Biraz önce oturduğum yer yoktu, deniz sakindi. Gökyüzü kızıllığını koruyordu, güneş karşıdan ufuk çizgisinin altına doğru inmişti. On dakika önce yaşadığım yer yoktu. O güne kadar insanın yaratmış olduğu kaldırım ve iskele yoktu. Düzende yoktu, insanın bugüne kadar düzene sokmak istediği her şey bu doğa hareketi ile düzeni yok etmişti.

Her şey on dakika içinde olmuştu ve şimdi ben o an dakika öncesini yazmak için kendimi zorluyorum. Henüz şehre doğru dönüp bakmadım, ben bulunduğum noktayı ve yaşadığım anı yazıyorum.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Bilindik sözü söyledim kendi kendime. Her olaydan sonra bu söz söylenir. Bir birikimin bize yansımasıdır.

Her şey on dakikada oldu, bende bu hikayeyi on dakikada kurgulamıştım!

1 Haziran 2008’e yansıyanlar…

1 Haziran 2008’e yansıyanlar…

Haberlere bakınca önümüzdeki günlerde bizi bekleyenlerin neler olduğunu tahmin edebiliriz. Ülke olarak önceden açılmış kanallardan hedefe doğru tam hızla gitmekteyiz, halkın büyük çoğunluğu bu yeni kanaldan şikayetçi olmadığı yaptığı tercihleri ile ortaya koymaktadır.

Gelişen durumdan sanki kimsenin haberi yokmuş gibi laylom havaları içinde günlük yaşamlarını devam ettirmekteler. Böyle gelmiş böyle gider diyenler değişimin farkında dahi değiller. Tahmin edilen günler eğer gelirse direnileceğine inanmaktalar. Anadolu topraklarında sessizce gelene boyun eğmenin tarihi unutulur. Anadolu toprakları gelenin gücü karşısında boyun eğmiş hakların çöplüğü ile doldurur, hangi höyüğü kazın, bu yenilginin tarihini göreceksiniz!

Bugünkü iktidar ve politikası 12 Eylül darbesinin sonucudur. Gerçi politika 24 Ocak’ta tavsiye üzerine alınmış bir karar ile başlar. O tarihi izleyen günlerde gümrük duvarları ortadan kaldırılırken, başka duvarların da oluşması ve geçmişten gelen alışkanlıkların kökten değişimini de yanında getiriyordu. Tavsiye edenleri yazmaya gerek var mı? 12 Eylül sabahı ‘Bizim çocuklar sonunda harekete geçtiler’ şerefe diyerek kadeh kaldıranların kim olduğuna bakmanız yeterlidir. Kadeh kaldıranlar bizim geleceğimizi masa başında belirlemişlerdi. Bizde o senaryoyu yaşıyoruz!

Ülkemizde diyanet işlerinin aldığı her karar ne zaman tartışılır oldu? Eskiden onların aldığı kararlara kim daha çok dikkat ederdi? Bugün her aldığı karar tartışılıyorsa eğer, oranın öneminin arttığı gerçeğini düşünmemize yol açıyor, dini yaşam biçimi artık günlük yaşama daha çok müdahil olmaktadır.

Sorunlarımız görülmek istenmiyor, yok sayıyoruz. Yok saymakla da ortadan kalkmıyor. Uzun süre gündemimizde olmasına rağmen yok saydığımız konu nedir? Bu sorun adı sizce nedir? Bugün Kadıköy’de yapılan bir etkinlik ile yine gündeme gelmeye çalıştı, fakat halkın büyük çoğunluğu o sorunu düşünmek bir yana önemsemiyor bile! Gelen ölümler karşısında ani tepkileri artıyor, sonra bir süre sonra unutuluyor. Şimdi soruyorum, kaç defa ani tepkiler verdiniz? Kaç defa hiç olmamış gibi davrandık?

Kürt sorunu var mı yok mu tartışmasını başbakanlar, cumhurbaşkanları yaptıkları açıklamalar ile noktalandı ve varlığı kabul edildi. Ama çözüm bir türlü gerçek anlamda ortaya gelmedi. Paketler açıldı, masa üzerinde paketin içinde neler çıktı bugüne kadar? Bu konuda açıklamalar geçmişin gazete sayfalarında kaldı. Sorun hala varlığını koruyor, can almaya devam ediyor. Sorun nasıl ortadan kalkacak? Bu konuda gerçek anlamda çözüm önerileri oldu mu? Elbette birçok sempozyumlar, tartışmalar ve tv programlarında söylenenler havada asılı kaldı. Ne kadar doğru şey söylerseniz söyleyin, hayatta karışlığı bulmayan şey doğru değildir. Bu konuda söylenecek her söz söylenmiştir. Neden pratik adımlar atılmaz, gündemden düşmez. Bu konun gündemde kalması acaba birilerinin değirmenine su mu taşıyor? Büyük çoğunluk neden bu sorunu görmek istemez?

Bugün hava güzeldi, büyük çoğunluk kenelerin korkusu altında piknik yaptı, aile ziyaretine gitti. Olanağı olanlar şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzağa kaçtı.

Haberlere yansıyanlar ise; tayt giydikleri için dayak yiyen kayak milli takım oyuncuları saldırganlardan şikayetçi oldu.

Askerlik görevinden kaçan gençlerin sayısı %7 kadar olduğunu Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül açıkladı.

Polisin "Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar" başlıklı raporu çocuklarımızı koruyamadığımızı ortaya koydu. İşte istikrar ile artan istatistikler; 1999'da 600'lerde olan tecavüz vakaları 2007'de 1000'e yaklaşırken, sadece 2007'de bin 268 vakada bin 800 çocuk cinsel saldırıya uğradı. Bu çocuklardan, 1'i yabancı olmak üzere 4'ü yaşamını yitirdi. "Cinsel Dokunulmazlığa Karşı İşlenen Suçlar" başlıklı rapordaki rakamlara göre 1999'da 642 olan zorla ırza geçme (tecavüz) olayı 2007'de 920'ye yükseldi. 2008'in sadece ilk 3 ayında ise bu rakam 209'a ulaştı. Bu olaylarda 2 kişi hayatını kaybetti. 2007 ve 2008'in ilk 3 ayında toplam 641 tecavüz girişimi yaşandı.

İzmit’de emlakçılık yapan 35 yaşındaki iş yeri sahibi, yanında işe giren bayanlarla imam nikahı yapmış. İşyerlerinde olan taciz, tecavüz vakaları istatistiklere yansımıyor. Bu konuda gerçek anlamda bir araştırma yapılsa acaba nasıl bir gerçeklik ile karşılaşırdık? İşverenlerin kaçta kaçı, metresi ya da imam nikahlı karısı vardır?

Bakırköy'de Emniyet Müdürlüğü Asayiş Büro ekipleri bir saunada bilgisayardaki MSN programı aracılığıyla fuhuş yaptırıldığını belirlerken, 3'ü kadın 5 zanlıyı gözaltına aldı.

Kene yüzünden ölen birinin cenaze töreninde imam kene olayını; ‘Dünyada fiili ve sözlü fuhuşlar arttıkça, bu tür belalar başımıza musallat olur.' diyerek açıklama getirmiş.

Bitmeyen açıklamalardan biri; Marmara depremi geldi geliyor. Deprem profesörleri uyarıyor! "Kurşun namluya verildi, tetiğin çekilmesi bekleniyor"... Açıklama yapan profesörlerin mal varlığı araştırılsa nasıl bir sonuç ile karşılaşırız?

Sürekli zamlar gelir, hemen arkasından gazetelere nasıl tasarruf yapabileceğimiz ile ilgili bilgiler alır. Zamlar başladı, hadi tasarruf haberini okumaya!

1 Haziran'dan itibaren doğalgazda konutta yüzde 7.4, sanayide 8.3 zam yapıldı.