26 Temmuz 2008 Cumartesi

Sokağa balkondan baktım!

Sokağa balkondan baktım!

TV ekrana çıkan insanlara bakıyorum, mikrofon uzatılıyor ve sakin bir şekilde ne soruluyorsa cevap veriyorlar. Herhangi bir heyecan dahi duymadan rahat davranışları dikkatimi çekti. Yılların profesyonellere taş çıkaracak bir rahatlık!

Sokakta yürüyen insanlara bakıyorum oturduğum balkondan. Sokakta yürüyen biliyor ki, bir çift göz onu izliyor. Sokaklara bakan balkonlar veya pencerelerden bakan biri hep bulunur. Sokaktaki izlendiğini bilir ve ona göre sokakta davranışına dikkat eder. Sokaktaki insan rahat değildir, toplum kurallarına göre giyinir ve yürür. Konuşması, gülmesine dikkat eder. Sokaktaki insan izlenir!

İzlenmeye o kadar çok alıştık ki, artık etrafımızda kameraların olması ya da önümüze çıkan ani bir mikrofon ve kamera dahi bizi şaşırtmıyor. Soğukkanlı bir şekilde sorulan soruya yanıt veriyoruz. Sokaktaki insan hep tetiktedir, gelebilecek her türlü uyarıya karşı açıktır ve ilgi ile çevresini gözlemler. Gerçi son dönemlerde ellerdeki cep telefonları ve mp3’ler bu dikkati dağıtmış olsa da!

Sokaktaki insan, kendisini daha güvenli hissetmek için gözleri kamera arıyor, kamera ile gözlenen sokaklar çok güvenliymiş izlenimine katılıyor. Kamera ile gözlenen sokaklar daha güvenli gibidir. En azından korkusunu yenen bir güven aracı gibidir kameralar!

Sokaklarda güvensiz olduğu hissini verebilmek için bazı suçlar bulunmuştur. Eski ve kasaba gibi ilişki içinde olan yerleşim birimlerin parklarında ve sokaklarında korku yaratacak fazla bir şey ile karşılaşmazsınız, çünkü o parklar ve sokaklar hep insanlar tarafından doldurulur ve sohbetler gecenin geç saatlerine kadar sürerdi. Sokakta dahi olmazsa balkon sohbetleri bu yerleşim birimlerinin vazgeçilmezidir! Sosyal olan ilişkilerin olduğu yerde sokaklar daha güvenlidir ve korku dahi akıllara getirilmez!

Modern yaşam korkuyu besler, korku sayesinde modern insan yani yalnız insan oluşturulur. Bu bir tercihtir ve süreçtir. Yeni yerleşimlerin olduğu yerlerde ilişkilere bakın, sokaklar boştur ve sokakları arabalar doldurur. Sokaktaki trafik akışı insandan daha önemlidir ve park yerleri ona göre belirlenir. İnsanın sokaktaki özgürlüğü düşünülmez. Sokaklar modern toplumlarda daha temiz ve daha sakindir. O temizliği bozan ise sokak çocukları ve efsaneye dönüştürülmüş katillerdir. Gazetelerin 3. sayfası bu düşünceyi bilinçaltına işler. Sokaklarda cirit atan sapıklar ve katiller topluluğu olduğu düşünülür, düşünülmekle kalmaz, korkulur. Işığı yanmayan sokağa korkmadan girilmez, her hangi bir aracın altından ya da evin köşesinden çıkacak ve size zarar verecek biri beklenir. Korku modern yaşamın vazgeçilmezidir ve korkarız! Neden korktuğumuzu dahi kendimize söyleyemeyiz, korkular anlamlı değildir. Anlamsız korkular bireyi hasta yapar ve bir profesyonelden yardım alırız. Terapi yapacak komşu, havadan sudan konuşacağın bir her hangi biri, dostun yoktur. Çünkü modern insan yalnızdır ve işi her şeyin üstündedir. Arkadaşlarını bile işine göre belirler, çocukluk arkadaşı yoktur, okul arkadaşı ile aynı iş yerinde çalışmıyorsa eğer okul yılıklılarında kalan bir resim konumuna düşmüştür. Yalnız insan yakaladığı ilişkiyi ve işini kaybetmemek için her türlü özveriye hazırdır. Kaybetmek en büyük korkudur, o duyguyu yaşamamak için çok çalışır.

Sokaklar insanın davranışını belirler, oturduğu semt ve kariyerine göre davranır. Kariyer onun yaşamını belirler. Kariyer onu yalnızlaştırdığını düşünmez, o kendisini kariyerine göre belirler ve tanımlar.

Kaybetmemek için her türlü güvenceyi ister. Sokakta korkusunu yenebilmek için sokağın kamera ile izlenmesine onay verir. O kamera aslında kendi bireysel özgürlüğünü yok ettiğini düşünmez. O kamera ile izlendiğini aklına getirmez. Tesadüf sonucu önüne çıkan bir sokak röportajında hiç yabancılık çekmeden sorulan sorulara sakin bir şekilde yanıt verir. Uçlarda cevap vermez, soru neyse ve o anda yaşadığı normlar neyse ona göre yanıt verir. Soru soranda bilir, onun ne yanıt vereceğini! Kimse bu durumu sorgulamak istemez! Doğaldır artık her şey…

İzlenen insan özgür olamaz, sevgilisinin camına küçük taş atarak sokağın köşesinde buluşamaz. Gece kaçamakları, balkon sohbetleri, sokakta futbol oynamalar, saklambaç vb gibi oyunlar artık yoktur. Eskinin o naif kaçamak bakışlar yok oldu, yok olduğunun da farkında değiliz.

Sokakta yürüyen insana bakıyorum, sonra çevremdeki pencerelere, birkaç yaşlı kadın sokağa bakıyor, gençler ise büyük olasılıkla bilgisayarın penceresinden dünyaya bakıyorlar. Gençler eskisine göre daha rahat davranışları var, kıyafetler daha özgürce gözüküyor. Saçlar jöleli, sevgilisi ile el ele rahat rahat dolaşmaktadır. Eskisi kadar kimse sokağa ve sokakta yürüyene bakmıyor, çünkü kendiside hiçbir zaman pencereden bakmamıştır, pencere yerine bilgisayarın penceresine bakıyor. İnsan diğer insanları kendisi gibi bilir! Ama bilir ki, bir kamera hep onu izliyor, fakat o kadar benimsemiştir ki, doğal gelir bir yere görüntüsünün kayıt edilmesine…

Davalar demokrasiye kapı açabilir mi?

Davalar demokrasiye kapı açabilir mi?

Bir dava açılarak ülkeye demokrasi gelmediğini geçmişin izleri içinde görürüz, demokrasiye doğru gidişte olsa olsa bir Arnavut taşı olabilir.

12 Eylül sonrası açılan toplu örgüt davalarına bir bakın, neler ile karşılaşırsınız? O güne kadar yapılan hangi olaylar su yüzüne çıkmıştır?

Kuzey kutbunda birbiri ile bağlı olan buz tepeciklerinin nerede birleştiği ve nerede ayrıldığını nasıl çıplak göz ile ayır edemiyorsak, toplumsal davalarında bağlantıları tam olarak anlaşılamadan sonuçlanmak zorunda kalmıştır. Örgüt davalarının sonucunda ülkeye demokrasi geleceği kabul edilmiştir, fakat gelen ne demokrasi ne de özgürlük olmuştur. 12 Eylül öncesi işlenmiş ve hala karanlıkta kalan yüzlerce cinayet ile karşı karşıya duruyoruz. O dönemde olan ve bugünde ilişkileri devam eden kontrgerilla hakkında hala gerçek anlamda bilgi ile donatılmış değiliz, hangi olayda kontrgerilla var hangisinde yok diyecek uzmanımız bile yoktur, çünkü olaylar o kadar iç içe geçmiştir ki, kimin ne yaptığını olayların sonucuna bakarak bile tespit etmek zor. Bırakın katillerini bulmayı, hangi olayı kimlerin eseri olduğu bile tartışma konusudur.

Türkçede bir söz vardır, at izi, it izine karışmıştır. Bu karışıklık hala devam ediyorsa demektir ki, bu ülkede demokrasiye giden yolda daha çok davaların açılması gereklidir, karmaşık ilişkilerin ortaya çıkması için.

Açılan bu son dava Susurluk Davasının devamı olarak algılanması doğaldır, çünkü suçlar devamlılık göstermekte, suçların içinde bireylerde bir biri ile ilişki içindedir. Kutupta görülen buz tepeciklerinden birini görmüş oluyoruz, fakat önümüzde o kadar çok buz tepeciği var ki, hangi buz kütlesi gerçek gövdeyi oluşturuyor bilinmiyor. Eğer imkanımız olsaydı bu buz tepeciklerin denizin altındaki bir biri ile bağlantılarını görebilmiş olsaydık. Çünkü zaman içinde bu ilişkiler karmaşıklaşarak bir paralel ilişki ağı kurmuş olabilir. Çünkü Kontrgerilla örgütü NATO’ya üye olmamız (1953) ile birlikte NATO ülkeleri için düşünülmüş örgüttür. Örgütün varlığını diğer ülkelerde yapılan operasyonlar ile kanıtlanmıştır, bizde etkisi ve varlığı yaptığı suikast ve toplu katliamlar ile kendisinden bahsetmiş olmasına rağmen, kesin olarak tanımlanamamıştır. ‘Derin devlet’ gibi bir isimlendirme yapmışız. Derin devletin hala ne olduğu tam olarak tanımlanamamıştır, tanımlanması da bu açılan dava ile mümkün gözükmemektedir, çünkü dava derin devlet ilişkisinin sadece küçük bir tepeciği ile uğraşmaktadır. Fakat ilişkiler içinde bir biri ile alakası olmayan ilişkiler serpiştirilmesi davanın amacı konusunda da soru işaretleri yaratmıştır. Bu dava beklenildiği gibi Kontrgerilla örgütlenmesini mi çözmeye çalışmaktadır, yoksa belirli suçların faillerini mi aramaktadır?

Örgütler, siyasi bir amaç etrafında oluşmuşsa elbette iktidar hedefi olacaktır. İktidar hedefi olamayan bir siyasi örgütlenme olabilir mi? Bütün siyasi örgütler var olan iktidarı hedef alır ve onun yerine geçmeye çalışır. Bu örgütlenmelerin bazıları yasal partiler adı altında olabileceği gibi, yer altı örgütler biçimde de olur. Ülkemizde bu konuda açılmış davalar cennetidir. Eğer sadece iktidar hedefli olan örgütler, sadece iktidarı değil, rejimi değiştirmeyi hedefliyorsa o durumda o ülkenin savunma güçleri devreye girer ve o örgüt ile yüzleşir. Yüzleşmeler mahkemelerde olur. Rejimi tehdit edilenler ülkenin mahkemeleri tarafından mahkum edilir. Örgütlenmenin yer altındaki ilişkilerini teşhir etmeye çalışır, eğer teşhir edemezse doğal olarak başka isim altında yeniden var olacaktır. İdeolojik örgütlenmeler hep varlıklarını sürdürür, o ideolojiyi yaşatan ortam var olduğu sürece. Bu yapılar büyük ya da marjinal şekilde varlıklarını korur. Siyasi tarihimiz bu konuda zengin bir laboratuar özelliğini gösterir.

Son açılan dava bir siyasi örgütleme özelliği gösterdiği gibi, başka özelliklerde göstermektedir. Çünkü örgüt içinde bir koalisyondan bahsedilebilinir. Kızıl Elma adlı bir yapılanma uzun süre varlığını korumuştur, ortak eylemler yapmıştır. Ergenekon isimi sanki bir Kızıl Elma koalisyonu gibi duruyor.

Gazete başlıklarına yansıdığı gibi en büyük dava değildir, çünkü en büyüklerini 12 Eylül rejimi sırasında yaşadık. Eğer bu örgütlenme kontrgerilla örgütlenmesini dağıtmayı ve teşhir etmeyi amaçlamış olmuş olsaydı, o ilişkilerin devlet içinde bağlantılarını ortaya çıkarabilseydi önemliydi. Susurluk bile bu davadan daha ileridedir, çünkü siyasi uzantısını orada ucundan da olsa görmüştük. Bugünkü davada siyasi uzantısı ortada yoktur, hala görev başında olan ve etkin olan devlet görevlisi yoktur, ileri aşamada belki olabilir. Çünkü kontrgerilla örgütlenmesi diğer ülkelerde gördüğümüz gibi devlet ile iç içedir ve onun araçlarını kullanmayı sürdürmektedir. Bu davada ya görevinden emekli olmuş ya da görevde aktif olamayanlar üzerine kurulmuş gözükmektedir. Elbette büyük bir başarı vardır, bugüne kadar Veli Küçük ifade bile vermeye gitmezken şimdi suçlanmakta ve gözaltındadır. Onun vereceği ifadeler önemlidir. Onun ilişkileri önemlidir, belki bir dönemin karanlığı aydınlanabilir, belki Sapanca gölü civarında olan bağcıksız ayakkabıların sırı ortaya çıkabilir.

Bu dava bir dönem ile yüzleşmeyi getirebilir, fakat siyasi iradenin bu konuda ne kadar güçlü olduğu ile ilişkili olacaktır. Yeni bir seçim önümüzde durmaktadır, bu seçim sonucunda oluşacak siyasi irade bu davanın gelişme ve sonuç bölümünü belirleyecektir. Dava artık açılmıştır, bu dava sonunda bir dönem ile yüzleşilecektir. Umarım bu yüzleşme sırasında bir çok olayda gün yüzüne çıkar ve faili belli olmayan durumdan kurtulunur.

25 Temmuz 2008 Cuma

Suç, çıkar çatışmasından mı oluşur?

Suç, çıkar çatışmasından mı oluşur?

2455 sayfa bugün basına sunuldu. Bitmiş değil, gelecek ek sayfalarda olacak. Sayfa sayısı artacak. Buna itiraz edeceklerin başında bana göre Yeşiller Partisi olmak zorunda, çünkü bu sayfaları basına ve avukatlara verileceği düşünülürse ne kadar kağıt tüketimi olduğunu anlarsınız.

İddianameden acaba gerçeklerin hangisi ortaya çıkacak, yoksa yargılananlar birer kahraman olarak mı çıkacaklar?

2455 sayfa, henüz tamamlanmadı, gelecek sayfalarda var. Bu sayfalar içinde belli bir düzen içinde harfler ve cümleler durmaktadır. Duranlar acaba sadece bir iddia mı, yoksa kanıtlanmış ve belgesi olan olaylar ve suçlar mı durmaktadır? Yakın tarihimiz içinde bir çok faili meçhul ve karanlıkta kalmış ilişkiler durmaktadır. Bu karanlık perdesi acaba ortadan kaldırılacak mı, kral çıplak denecek mi gerçekten?

2455 sayfa ve sayfalarda duranlara internet ortamından bakıyorum. Çıktı almaktansa ekrandan okumak kendimce bir doğa dostluğu sergiliyim dedim, gerçi bu durumda da doğa dostu olduğum söylenemez, çünkü tükettiğim enerji doğadan neyi alıp götürdüğünü bilmiyorum. Günümüzde gönülden ne kadar çok doğa dostu olmak istesem de elimizdeki olanaklar içinde doğa düşmanı olmaya devam ediyoruz. Çünkü tüketiyoruz, tükettiğimizin oluşum aşamasında ve tükettikten sonra geriye bıraktığımız çöplerin ne olduğunu bilemeyiz? Biz sadece yaşadığımız alanın temiz olmasını düşünürüz. Elimizde ne varsa sokağa atar, sonra sokağın görüntü kirliliğinden bahsederiz. Türkiye’de şehirleri dolaşırken hep dikkat ettim, pencerelerde ve balkonlarda Avrupa’daki gibi çiçekleri göremezsiniz, odalara girdiğinizde her köşede bir çiçek ile karşılaşmak sizi şaşırtmaz. Sokakta yürüyen insan sadece beton görür. Asfaltın sıcaklığı, gündemin sıcaklığı altında ezilen insan sokaktadır.

2455 sayfa bugün basına açıklandı, beklenen ve bugüne kadar yazılanlar ile ne kadar örtüşüyor?

Servis yapılan o kadar bilgi acaba kirlik olarak mı kalacak? Çünkü bahsedilen günlükler sıcakların etkisi ile sanırım buharlaşmış durumdadır. Servisi kim yaptı, neden yaptı ve neden belli basında yayınlandı gibi sorular geçmişte kalmış olacak. Bugünden sonra dünü değil yarını konuşacağız. Savunmalar beklenecek, neler olacak, nasıl sonuçlanacak gibi gelecek sorular içinde olacağız. Bu sefer servisleri kim yapacak ve hangi basına gidecek? Elimizdeki 2455 sayfa oluşurken bir kamuoyu oluşturuldu, yeni sayfalar içinde doğal olarak kamuoyu oluşturulacaktır. Servisler yapılmaya devam edilecek büyük olasılıkla.

2455 sayfa geçmişe yönelik bir fotoğraf olarak sunuldu, bu fotoğraf içinde acaba objektifler ne kadar gerçeği yansıtmıştır? Çünkü her objektiften görünen gerçeği tam olarak göstermez, istenilen kadarını gösterir. Nereyi görmek istediğimizi belirleyen fotoğraf makinesini elinde tutandır. Belki birde yanında yönetmen olur. Eğer bir senaryo varsa ve o senaryo ile kamuoyu yönlendirmek isteniyorsa. Her film aslında izleyicisini yönlendirir, kendi gerçekliği içinde olayları yorumlanmasını ister.

2455 sayfa yerine daha öz yazılarak ve somut suçlar ortaya konarak yazılmış olsaydı ve dava sırasında genişletilerek ve gelecek yeni belgeler ile dava sayfası genişletilseydi daha iyi olmaz mıydı? (Bu soruyu sorarken ben henüz hepsini okuyamadım, bir önyargımın beni yanılması olarak algılayın.) Bu benim hukukçu olamayan ama doğa dostu görüşümdür. Çünkü bu kadar sayfada içinde ispatlanması imkansız iddialarda olabilir, bu iddialar tespit edilmediğinde ne olacaktır?

Bu dava geçmişte açılmış ama sonucuna ulaşılmamış davalar gibi olmasın, çünkü karanlıkta kalan her olay yeni olayların doğmasına sebep olmuştur. Karanlıkta kalan her olay içten içe yanan bir kor gibidir, ne zaman kimi yakacağı belli olmaz.

Hiçbir olay karanlıkta, hiçbir suç ilişkisi gölgede kalmasın.

Günümüzde iletişim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin karmaşıklaşan ilişkiler içinde suçlar saklı ve örtü altında kalacaktır. Suçların ortaya çıkması için gücü elinde bulundurulanların çıkarına dokunması gereklidir. Aksi halde sıradan bir suç gibi algılanıp sorgulanmadan zaman aşımına uğrama ihtimali vardır.

Suçlar eskisi gibi düz mantık ile çözülemez, karmaşıklaşmış ilişkiler içinde, karmaşıklaşmış çıkarların çatışması ile oluşmaktadır. Sanayileşen toplum, karmaşıklaşan ilişkiler daha titiz çalışmayı ve her ayrıntıyı dikkatli bakmayı getirmiştir, çünkü suç ayrıntıda gizlidir, eskisi gibi ortada ve görülen gibi değildir. Gözle görülene bakarak sonuca varmak demek, suçluyu korumak anlamına gelebilir.

Çok sözün söylendiği yerde gerçeklerin çarpıtılma olasılığı yüksektir, söz öz olmalıydı. Eğer çok söz söylenmişse yorum farklılıkları da o kadar çok olacaktır. Yoruma açık olan iddialar ise tartışmaları ve cepheleşmeyi de beraberinde getirecektir.

Cellatlarda ödüllendirilir!

Cellatlarda ödüllendirilir!

Tarihin dehlizlerinde gezerken dedikodular ile karşılaşmamak olmaz. Tarihi yazanlar acaba bu çekememezlik kavgalarından ne kadar etkilenmiştir bilinmez. Fakat tarih denen o tozlanmaya bıraktığımız sayfalardan günümüze yansıyanları bir dedikodu sohbeti içinde bende dokunayım dedim.

Tarihin biriktirmiş olduğu tozunu hafiften sayfaların üzerinden üflediğimizde, toz zerreciklerinin dansı içinde tarih bize neler anlatıyor?

Sayfalara dokunsan dökülecek gibiydi, sararmış ve eski yazının güzelliği ile kenar süsleri arasında harfler duruyordu. Kenar süsleri mezar taşları gibi işlenmişti. Eski mezar taşlarına baktınız mı, yaşarken mevkisi ne ise öldükten sonrada o mevki taşlarda yaşardı. Taşlar bir işçilik örneğiydi. Eski mezarlıkların önünden geçerken taşlar size bir şeyler fısıldar, bugün ki gibi tek düze ve zevksiz değildir. Taşlar ölenin hayatta bıraktığı izi gibidir. Osmanlı padişahların ve cariyelerinin yattığı yerlere doğru adımlarınızı attığınızda bir çok küçük mezar ile karşılaşacaksınız. Daha henüz yaşama yeni gözlerini açmış çocuklar sadece ölen padişahın çocuğu olma suçunu işledikleri için boğulmuşlardı. Kim iktidara gelirse gelsin, önce kardeşlerini boğdurmak ile başlardı, ölen babasının arkasından, yas tutmadan. İktidara gelen iktidarını kaybetmemek için önce kendisinin yerine geçebilecek ne kadar kan bağı varsa göbekten kestirerek yok ederdi, yani boğdururdu. Her iktidar değişikliği sarayın bodrum katlarında çığlıkların ve korkuların hakim olduğunu gösterir. İktidarın çekiciliği karşısında gözleri dönenler önlerine gelenleri yok etmeyi bir siyasi oyun olarak görürdü. Korku iktidara gelen ile yakınlarının gözlerine siner ve ömür boyu bu korku içinde yaşardı.

Korku ve iktidar iç içedir. Korkuyu yenebilmek için padişahlar kendilerince oyun bulmuşlardır. Korku ile beslenen padişah ise korkuyu çevresine yaymaktan da geri durmamaktadır. Çevresindekiler ister anneleri, ister eşleri olsun devleti yönetmeyi eşlerini yönetmekten daha çok sevdiklerinden olsa gerek eşlerine dünya eğlencesini sunmuşlardır. Padişahın eğlence mekanı haremdir. Kadınlar ve seks.

2. Selim haremde cariyeleri kovalarken ayağı kayması sonucu ölmüştür. Resmi makamlar bu ölüm durumunu nasıl açıklamıştır bilemiyorum şimdi. Dedim ya tarihin dedikodusu bana toz zerreciklerinin arasından geliyor. Güneş bulunduğum odaya küçük bir pencereden girmektedir, ışık altında tozların dansını izlemek ayrı bir zevk oluştururken insanı başka bir dünyaya da davet ediyor.

2. Selim haremde cariyeyi kovalarken ölmesi (15 Aralık 1574) üzerine oğlu 3. Murat tahta gelmiştir. Geldiği gün 5 kardeşini hemen boğdurmuştur. Yönetimi ise Sokullu Mehmet Paşaya bırakacaktır. Ne yazık ki, Sokullu 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan tarafından tutulan bir yeniçerinin elinden olacaktır. Kadınlar arasındaki iktidar kavgasında kurban olacaktır, onun geçmişte yapmış olduğu başarılar artık sıfırlanmıştır. Bu ölüm ile birlikte Safiye Sultan kayınvalidesinden devlet işlerini üzerine alacaktır!

Nurbanu Sultan devlet yönetimini oğluna bırakmayacaktır, eşini idare etmesini bilen elbette oğlunu da idare edecektir. Kızları ile birlikte devlet yönetimini erkeklere bırakmayacaktır. Sokullu onun iktidardaki en önemli eliydi. Ne yazık ki gelini Safiye Sultan daha çevik çıkacaktır. İktidar kadınlar arasındaki savaştır bu dönemde.

2. Selim bu koşullar altında babası gibi haremde cariyelerin peşi sıra koşturmaktadır. Aslında koşturma demek abartı olur, hiç yataktan çıkmadan cariyeler yatağa girip çıkıyor gibidir. Zorunlu ihtiyaç dışında kendisine sunulan cariyeler ile o anı yaşamaktadır. Ne hikmettir ki birlikte olduğu kadınlar hep hamile kalır. Mesir macunu sanırım kullanıyordu. Eğer kullanmıyorsa o durumda çevredeki erkeklerden kuşkulanmak gerek. Çünkü ömrü boyunca yüzden fazla çocuğu olmuştur. Hatta öldüğünde bile 7 cariyesi hamileymiş.

Devlet süreklilik arz eder ve işler bir şekilde yürür. Kadınlar istedikleri gibi devlet yaşamını biçimlendirirken haremde de duruma hakim gözükmektedirler. Padişah kendi özel zevklerini geliştirirken aynı zamanda ona sunulanlardan da zevk almaya çalışıyordu. Çünkü padişah olduğu süre içinde öldürülmeyecekti, (21 sene iktidarda kalmıştır.) en azından sevdiği çocukları kendisi ölene kadar hayatta kalacaklardı. Aklıma şu soru takıldı acaba 3. Murat çocuklarının isimlerini biliyor muydu?

49 yaşında 16 Ocak 1595 yılında gözlerini kapattığında geriye sayısı tam olarak bilinemeyen çocuk bırakmış, yerine oğlu 3. Mehmet geçmiştir. 3. Mehmet gelenek gereği tüm kardeşlerini boğdurmuştur. Saray o güne kadar gördüğü en büyük katliamdır.

Toz zerreciklerinin dansı altında tarihin bize bırakmış olduğu kelimelere bakarken saray içinde neden bir düğün olmadığını düşünürken buldum kendimi. Her iktidar değişikliği döneminde saray cellatları fazla mesaide çalışmışlardır ve ödüllendirilmişlerdir.

Bu dedikodu kokan tarih sayfalarından bize yansıyan acaba nedir dersiniz?

Üniversiteler tamamdır Mr. Gülen!

Üniversiteler tamamdır Mr. Gülen!

Fethullah Gülen manevi liderliğinde eğitim konusunda yaptırdığı yatırımlar dikkat çekmiştir. Bu yatırımlar sadece ulusal sınırlar içinde değil, evrensel boyutta olmuştur. Sadece Türklerin yaşadığı yerlerde değil, Afrika’nın en ücra ülkesinde bile okullar açılmıştır. Eğitim hedefe giden en emin ve uzun yoldur.

F tipi okulların bazıları soruşturmalara uğradı, devletleştirildi. Birkaç ülkede ise soruşturmalar devam etmektedir. Ülkemizin eğitim konusunda açlığı bildiğimiz gibi 12 Eylül sonrası özel bireylere açılarak giderilmeye çalışılmıştır. Dershaneler ve özel okulların açılması yönünde teşvikler ile kişilere / kurumlara ait okular çoğaltılmıştır. Bu okullar başlangıçta masum görünümlüdür, eğitim vermektedir. Ulus devletin kurallarını, resmi tarih tezleri ışığı altında gelen öğrencilerine vermiştir.

Özel okullar başarılarını yüksek tutabilmek için zeki öğrencileri okullarına alabilmek için kampanyalara kadar işi ilerletmiştir. Ne kadar başarılı öğrenci olursa o kadar ilgi artacağı ve ilgi sonucunda sürekli olacağı kabul edilmiştir. Eğitim ticari bir araç olmuştur. Eğitim ticari bir araç oldukça doğal olarak genel kültür öğretme önemini kaybetmiştir. Çünkü hedef başarılı olmaktır. Başarı ise hedefte olan sınavlardır. Sınavlarda gösterilen başarılar okulun öğrencilerin ve velilerin ilgisini artırmıştır. Başarı kazanç demektir. Sınava göre eğitim dönemi başlamıştır.

Sınavlar okullarda öğretilen dersler ile ilgili değildir, dershanelerde ve özel okullardaki müfredata uygun biçim almıştır. (Son yıllarda yapılan sınavlardaki başarı oranlarına bakınca normal devlet okulunda okuyan ve dershaneye gitmeyen öğrencilerin başarı oranın ne kadar düşük olduğunu görürsünüz.) Dershaneye gitmiş öğrenciler gitmeyenlere göre daha çok başarılıdır. Bu durumda veli yemez içmez çocuğun dershane parası için özverilerde bulunur. Devlet okulları çocuğu oyalama merkezi olurken, özel okullar ve dershaneler hedefine kitlenmiş bir şekilde eğitim (!) vermeye devam eder. Eğitimin başarısı her sınav sonrası binaların üstünü örten büyük reklam panoları ile duyurulur.

Akıllı ama parası olmayan çocukların özel okullar ve dershanelerden yararlanması için vakıflar ve burslar bulunmuştur. Bu vakıflar aynı zamanda öğrencisinin her türlü ihtiyacını karşılar. Bu ihtiyaç karşılanırken vakfın ya da derneğin hedefine yönelik ideolojik eğitim verilmesi de unutulmaz. Öğrenci vicdani olarak borçlandırılır, ileriki yıllarda hepsinden de olmasa büyük bir çoğunluğundan bu borç talep edilecektir. Vicdanlara seslenilen çağrılar elbette karşılıksız kalmayacaktır. Yeter ki çağrının zamanı uygun olsun. Borçlandırılmak son yılların vazgeçilmez bir aracı olmuştur. Borçlanan insan borucunu ödeyene kadar özgür değildir.

Eğitim sabır işidir, uzun zaman gerektirir. Bir birikim işidir. Yeteri kadar birikim içinde yayılmak gerekmektedir. Ne kadar geniş çevre içine yayılırsanız o kadar başarı oranınız artar. Hedefine tam olarak kilitlenen yürüyüşler genelde başarıya ulaşırlar.

F okullarından mezun olan öğrenciler başarılıdırlar ve hedeflerine ulaşırlar. Onlar meslekleri, diplomaları olan birer bireydirler. Hayatın içindedirler. İbadet özgürlüklerini zorlanmadan yerine getirirler. Onlar şekilci değildirler. Hedefe varana kadar modern yaşam tarzını benimsemişlerdir. Onlar gelecek olarak eğitildiler ve artık gelecek bugündür.

F okullarından mezun olanlar ülke saffına yayılmış üniversiteler (ki, eğitim kurumlarının nihai amacı bu üniversitelere öğrencilerini yerleştirmekti), öğrencilerini değil, okumuş ve meslek sahibi olmuş eski öğrencilerini bu kurumların başında görmek istiyor. Gelecek için yetiştirilen öğrenciler kurumları yönetir konuma gelmiştir. Bu durumda bu politikayı ve stratejiyi ortaya koyanlar manevi sahibine başlıktaki seslenmeleri kadar doğal ne olabilir?

Üniversiteler tamamdır Mr. Gülen! Şimdi yeni hedeflere doğru bakmak zamanıdır! Sizce yeni hedefler neresi olabilir?

24 Temmuz 2008 Perşembe

Biz ne zaman aptallaştırıldık?

Biz ne zaman aptallaştırıldık?

Zaman hızlı geçiyor, yaşam ise bireyler için yok oluyor. Bireyler eğer çocuk yaparsa yaşam yeniden başka bir birey için başlıyor elbette. Bu üreme dürtüsü olduğu sürece de yaşam var olacaktır. Zamana bağlı, fakat zamandan bağımsız bir hayat sürüyoruz. Her insan aynı zaman diliminde aynı şeyleri yaşamıyor. Zaman aynı ama yaşam farklı, duygular, tepkiler, kullanılan sözcükler farklı. Aynı ortamı paylaştıklarımız ile bile bir çok konuda anlaşamadığımızı yapılan tartışmalardan görüyorum, çünkü dünyayı farklı algılıyoruz.

Farklıyız, farklıklarımız bizi birey yapıyor. Farklıklarımız bir zenginliktir.

Çocukları okula göndermek demek bana göre çocukları aptal yapmak anlamına geliyor. Bu önermeyi bir çok sohbetimde dillendirdim. Ulus devlet, altında yasal zorunluluklar yüzünden her birey okula gitmek zorundadır. Çünkü homojen devlet düzeni her bireyini belli kalpılar içinde olmasını ve o kalıplar içinde düşün dünyasının olmasını ister. Ulus olmak için gereklidir. Okullar bireyin özgürlüğünü ve özgünlüğünü ortadan kaldırır. Çocukları sadece okula göndermek aptal yapmıyor elbette, çünkü evrensel boyutta bir aptallaştırma dalgası var ki, bizler o dalgaya gönüllü katılıyoruz. Çocuklarımızı aptal eden dalga oyuncaklar aracılığı ile bize sunulmaktadır. Çocuklarımızın hayal dünyasını geliştireceğini düşündüğümüz oyunlar ve oyuncaklar aslında onları birer aptal birey yaptığının farkında dahi değiliz. Çocuklarımız oyuncaklar ve teknolojik oyunlar ile aptallaştırılıyor. Teknoloji oyunu oynayarak büyüyen kaç bilim adamı var? (Playstation, internet oyunları, XBox…)

Günümüzde akıllı insan istenmiyor, düşünen, yaratıcı insan yerine kullara uyan ve kuralları gözü kapalı yapması düşünülen Murtaza’lar oluşturulmaya çalışılıyor. Ki, bu Murtaza’laşma evrenseldir, her ülkede farklı isim ile adlandırılır. Adlandırma konusunda da evrensel boyutta bir standart yaratılmaya çalışılmaktadır. (Her ne kadar evrensel anlamda hala prizlerde bir standart yakalanmamış olmasına rağmen, isimlendirmede bir evrensellik yakalanmış gibidir.) Adlarını telaffuz dahi edemeyeceğim oyunlar ve oyuncaklar, kahramanlar, garip yaratıklar artık çocuklarımız için günlük ve sıradan şeylerdir ve ihtiyaçtır. Oyunlar ve oyuncaklar artık ihtiyaç olmuştur!

Her hafta şehirde yaşayanlar çocuklarını bir fast food yerlerine götürür ve en son çıkan çizgi film kahramanların oyuncaklarını hamburgerler ile hediye alınır. Serisi tamamlanana kadar hamburgerler tüketilir. Tamam bitti derken başka çizgi film gelir ve onun kahramanları hamburger karşılığında çocukları bekler. Çocuklardaki şişmanlık sorunu evrenseldir! Tıpkı aynı oyuncaklar için hamburgerci önünde sıraya girmiş çocuklar gibi. Bu oyuncaklar evrenseldir ve her ülkede aynı zaman dilimi içinde raflardaki yerini alır.

Okullardaki başarı oranını ölçen kuruluşlar evrensel olarak yaptıkları araştırmalara göre her ülkede eğitim seviyesinin düştüğünü ortaya çıkarmıştır. Son dönemde eğitilen çocukların daha çok tüketici olduğu ve üretimden uzak durduğunu ampirik olarak gözlemleyebiliriz. Evrenselleşme aynı zamanda evrensel olarak çocuklarında aptallaşması anlamına da gelmektedir. Evrenselleşmenin olumlu yanları yanında olumsuz tarafını göremeyiz, çünkü bize global olarak sunulan gerçeklikler aslında gerçek değil, arzu edilen olduğunu düşünemeyiz. Evrenselleştikçe iç içe geçen kültürler olumlu bir ortam yaratırken aynı zamanda bir ya da birkaç teknoloji sahibi kültürün hükümdarlığını da gönüllü olarak kabul etmiş oluyoruz. Çünkü onların belirlediği gerçekler bizim gerçeklerimiz olmaktadır.

Evrensel olarak gelişen iletişim araçlarından bize yansıyanlara bir bakalım, bizi aptallaştırıyor mu, yoksa bilgi ile donatıyor mu? Eskisine göre dünyanın en ücra köşesinde olmakta olan bir felaketten hemen haberimiz olabiliyor bu olumlu bir yandır, fakat bize sunulan haberlerin içinde gerçekten bizi ilgilendiren haberlerin kaçta kaçına ulaşıyoruz? Gerçekten hangi haber bizi ilgilendiriyor?

Aptallaştırma süreci sadece çocuklarımıza yani geleceğimize yönelik değildir, bizlerde aptallaştırıldık. Gönüllü olarak bizlerde bu aptallaştırma eylemlerinin içinde yer alıyoruz. Bizlerinde eğitim süreci içinde ne kadar aptallaştırıldığımızı ölçen her hangi bir değerlendirme ölçüsü yoktur. Fakat ne kadar aptallaştırıldığımızı şu şekilde düşünüyorum, evrensel anlamda bilime yapmış olduğumuz katkı ne kadardır? Yeni bir teknoloji üretiminin neresindeyiz? Evrensel anlamda ne kadar düşün adamımız var? Bu genel ölçümler içinde akıllı olanların oranı ortaya çıkar.

Düşünün bir her ilde üniversite açıldı, her üniversitenin yetişmiş bilim adamı var, bunların kaçının evrensel olarak yayınlanmış eseri vardır? Sadece bu kategorize etmeler bizim iç işlerimiz ile ilgilidir, maaşlar verilirken bu kategorizelere göre belirlenir, başka bir anlamı yoktur. Bireyin hangi etiketi taktığı önemli değildir. Akıllı insan etikete ihtiyaç duymaz, bir düşünelim Bill Gates prof. unvanı var mı?

Bizde o kadar çok Prof. unvanı kullanan var ki, onların yazmış olduğu doktora çalışmaları bile aşırma / tercüme olduğunu gazetelerden okuyoruz. İşte bizim aptallaşma ölçümüz bu, bizler bu ulus devleti içinde aptallaştırılmış bireyleriz. Bu duruma itiraz edecek bir bilgi birikimimiz var mı?