16 Ağustos 2008 Cumartesi

Son yolculuk!

Son yolculuk!

- Merhumu nasıl bilirdiniz?
- Komünist!
- O zaman kardeşim burada ne işi var, benim bildiğim komünist din tanımaz, ateistlerden oluşur!
- Dün dündür, bugün bugündür, değişim kaçınılmazdır!
- Madem öyle soruyorum bir daha merhumu nasıl bilirdiniz?
- Komünist!
- Hayır, bunun cevabı bu değildir, lütfen kurallara uyarak sorumu cevaplayın, sorunun yanıtı iyi bilirdik olacak.
- Soruyu tekrarlıyorum, merhumu nasıl bilirdiniz?
- İyiiiii bilirdiiiiiiik!
Namaza duranlar son görevlerini artık yerine getirmiştir, uzun yolculuğunun başlangıcı olan toprak ile buluşma vaktidir. Toprağa doğru son yolculuğu omuzlar üzerinde taşınır.
Cenaze namazına saf tutanlar ve cami önünde bekleyenler omuzlara alır, sıra ile ve yola çıkılır.
Marşlar söylenir, sloganlar atılır, yolculuk tamamlanır.

***

Son yolculuk öncesi alevi inancın yaşandığı yerde (cemevin’de) dualar okunur, son yolculuğa inanç gelenekleri yerine getirilir. Cem evinde konuk edilir, ziyaretçileri ile helalleşmesine izin verilir. Alevi inancının gereği yerinde olur. Bu arada inancın dışında ritüellerde olur, çünkü Hıristiyanlık için doğal olan davranış biçimi burada sahnelenir. Çünkü Cemevleri her türlü hoşgörüyü içinde barındırır.

Bütün tek tanrılı dinlerin gelenekleri bu cenazede yerine getirilir. İnanan insanın son yolculuğunda istekleri yerine getirilmesi doğaldır, yadırganacak tarafı yoktur.

Cem Vakfı Genel Başkanı İzzetin Doğan: ‘Alevi değil ki tabutu niye cemevine getirildi!’ demiş. Bu sözü bir gazetede okudum, umarım ki doğru değildir bu demeci. Bu sözün neresinde tutarsın ki bir Alevi’ye yakıştırasın, çünkü alevi inancında 72 millet birdir, aynı göz ile bakılır. Kendini nasıl görüyorsa bütün diğer milletlere de o şekilde görür ve onlara o şekilde yaklaşır. Ayrılık yoktur, kucaklama vardır, o yüzden alevi inancındakiler, kapılarına gelenler ile ömür boyu yaşamı paylaşmıştır, kendinden görmüştür. Ayrılığı ve dışlanmayı kendisine yabancı görür.

Eğer vakıf başkanı bu açıklamayı yaptıysa o zaman bazı cami imamlarını haklı çıkarır, çünkü Alevilerin cenaze namazı dahi kıymazlar bazı cami imamları. Şehirleşen Alevilerin, dini inanç merkezleri olmadığında ölülerini bir kutsal mekan olarak gördükleri camilere götürdüklerinde cami imamlarının bu çıkışları ile karşılaşmışlardır zaman zaman.

Şehirdeki Alevileri inanç merkezlerinden dışlayanlar Alevilere inanç merkezi açması için destek vermemişlerdir, aksine onları asimile etmek için suni yaşamı dayatmışladır, okullarda okutulan din dersleri bunun göstergesidir. Okulda çocuk neden camiye gitmiyoruz diye düşündürülerek, camiye gidiş yoları açılmıştır. Asıl Müslüman biziz anlayışını geliştirilip, baskın olan inanç biçimi kabul ettirilmiş ve bir kesim alevi camide ibadet eder bulmuştur kendisini, şimdi bu durumu doğal görmekte ve diğer Alevileri de camiye davet etmektedirler.

Alevi inancı yok sayılmış, yok edilmesi gereken bir inanç olarak görülmüştür. Alevi inancına yönelik saldırgan diller son dönemlerde biraz daha törpülenmiş olması, o inanca karşı bakış açısını değiştirmemiştir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı Alevi inancı için saldırgan olan yazıları web sitesinden atmış olmasına rağmen, resmi olarak tanımamış, tanımlayamamıştır. Halk içinde hala yanlış söylenceler devam etmektedir. Alevilerin gelenekleri ve görenekleri tanımlanamamış ama yaşanan şeyler olarak yaşam içinde durmaktadır.

Alevi inancı bugün hümanizmi koruyor, kendisine gelen her canlıyı bir kucakta eşit olarak sarar ve kollar. Hacıbektaş’ı tasvir eden resimler ve heykellerde aynı kucakta iki canlının olması bunun sembolleştirilmiş halidir.

Aleviler hangi inançtan olursa olsun, nasıl bir insan olursa olsun kapısına geleni kendi gibi görür ve ona sahip çıkar. Ayrılık yapmaz. Hacıbektaş’ın Yunus Emre’yi karşılaması buna örnektir. Elindekini paylaşır, ki bereket paylaştıkça artan şeydir. Cemevleri ve Alevi dergahları kapıları sonuna kadar her insana açıktır. Birileri dedi diye kapanmaz!

14 Ağustos 2008 Perşembe

Dursun Karataş’ın arkasından…

Dursun Karataş’ın arkasından…

Her ölüm geçmişte yaşananların bir bir anımsanmasıdır, sonra söz yaşam gibi uçar gider, kalan ise yazı olur. Yazı tarih sayfaları arasında gün yüzüne çıkmayı bekler, belki bir gün bir olay olur ve o yazı araştırmacılar tarafından bulunur.

Eski çağlarda tarih kil toprak üzerine yazılır sonra fırınlanırdı. Yazılar o günden bugüne kalması bu fırınlanma yüzündendir. Sonra kağıt bulunur ve yaygınlaşır, fakat kağıt ilk yazılanlar kadar uzun ömürlü olmaz, zaman içinde nemlenir, küflenir ve yok olur gider. Tarihin kağıt üzerine not edilmesi sırasında iyi bir şekilde saklananlar, kopyası oluşturulmuş olanlar uzun ömürlüdür, kopyası olmayanlara göre. Kağıt üzerine yazılarında ömrü vardır, yok olur. Teknolojik olarak gelişim ile birlikte tarih yazımı daha uzun ömürlü olacağına inanılan dijital ortamlar geliştirilmiştir. Geçmişin dijital ortama taşınması devam etmektedir, bu taşınma sırasında ne kadar tarihi belgenin yok olduğunu belki gelecek kuşaklar hissetmeyeceklerdir!

Toprak üzerine yazıdan, dijital ortama taşınması bir ihtiyaç sonucu doğmuştur, çünkü saklanma alanlarının kısıtlı olması kağıdın evrensel kullanımını getirmiştir, kağıttan sonra dijital teknoloji sayesinde daha az alanın çok amaçlar için kullanımını getirmiştir. Bu teknik ilerlemeler ilerledikçe sonsuz bir alan yaratılacak gibidir.

Tarihi, tarih yazıcılarının yorumları sayesinde insanlık öğrenmiştir. O yüzden yazılan tarih hep sübjektif olmuştur, tercih edilen kaynaklar tarihin yazımını ve yorumunu belirlemiştir. Bugün dünyamızda yazılan tarihlere baktığımızda bu yorum farklarını görmek mümkündür. Henüz ortak kabul edilmiş bir dünya tarihi yoktur. Bir ülkede yazılan tarih kitabı, diğer ülkede sansürlenir ya da yasaklanır, çünkü onların bildiği gerçekler ile çelişir.

Kısa geçmişimiz olan Osmanlı tarihi yorumlarına, Osmanlı içinden çıkan devletlerin bakış açısı ile bakarsanız çok farklı gerçekler ile karşılaşırsınız. Yorum farklılığı yaşanmışlıkları yok etmez!

Cumhuriyet rejimi altında tarihimiz dünyadaki gelişmelere uygun olarak çok hızlı değişimleri beraberinde taşımıştır. Bir çok değişimi bu son yüz yıl içinde yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Osmanlı devletinin dört yüzyılda katlettiği yolu biz kısa zamanda katlettik desem abartı olmasa gerek. Bizim yakın tarihimizi kökten etkileyen sosyal çalkantılar tarihimiz içinde durur.

Birileri için kahramanlıkların çıktığı dönemlerde, birileri için vatan hainlerinden söz edilir. Kahramanın olduğu yerde, yenilmesi gereken düşmanda vardır. Ülkemiz içinde düşman yaratmak konusunda kabiliyetliyiz, bol bol düşman yaratmışız, onlara karşı savaşılmıştır. Kazanımlar dünyadaki gelişmelere uygundur. Kaybedenler bellidir, kazananlar kasalarını doldurmuşlardır!

Bu günler 1968 hareketinin 40. yılı. Kırk yıl geçmiş gençliğin ütopyaları için sokaklara döküleli, evrensel bir sokak karşılamasıdır. Sokaklardan özgürlük çığlıkları atılmıştır. Her ülkede gençlik içinde var olan düzene karşı başkaldırılar olmuştur ve bunun bedelini ağır ödemişlerdir. Fakat insanlık bu hareketten büyük kazanç elde etmiştir.

Demokrasi, özgürlük ve eşitlik kavramları Fransız devriminden sonra bir kez daha sokakları kuşatmış ve gençliğin lider kadrosu geleceğin politikasında söz sahibi olmuştur. Bizde ise devrimci gençler ülkenin tam bağımsız ve özgür olmasını savunurken, ölüm ile kucaklaşmışlardır, kalanlar ise onlardan aldıkları bayrağı ileriye taşınmıştır. Bölünmeler, ayrılıklar bir kader çizgisi gibidir. Yola çıkanlar aynı yolda yürürken, pasiflikle suçlayıp daha radikal çizgiye kaymışlardır. Radikal çizgiye sanki iteklenmişlerdir aslında, çünkü bu radikal çizgi birilerin darbe için gerekçesi olacaktır. Ülke kan gölünden bir gecede, çığlık gecelerine dönüşecektir. Sokakta ölümler yerini darağaçları, işkencehaneler alacaktır. Hapishaneler bir döneme damgasını vuracaktır, çünkü ülke hapishane iken, direniş dalgası kaplayacaktır, üstelik dört duvar arasında. Bu direnişler içinde Dursun Karataş isimi daha öne çıkacaktır, ülke onu bu direnişler ve kaçışı ile tanıyacaktır. Sonra geçmişin hesaplaşmasında, geleceğin hesaplaşmasında ölümler ile anılacaktır.

Bugün tarih neyi yazacağını bilemiyorum, tarih yazıcıları yaşanırken tarih yazılmayacağını bilirler. Olaylar bittikten sonra eldeki verilere bakarak tarihi yazarlar. Yaşanan süreçte yazılanlar bir anı ve belgeler topluluğu olur. Dursun Karataş yaşamını noktalamıştır, onun hayatını yazacak tarihçiler hangi özelliğini büyüteç altına alacağını şimdiden bilemeyeceğim. Yoldaşları duygularını ve anılarını yazacaktır, onlar bu duygularını yazarken elbette sübjektif olacaktır, onu sevmeyenler, hatta nefret edenlerde yazacaklardır, belki ölüm arkasından konuşulmaz diyerek susacaklardır. Fakat tarih susmaz ve yazar.

Bugün toprağa uğurlanan bir liderdir, tarih kitapları da liderleri yazar. Dursun Karataş sırları, yaşanmışlıkları ile bir döneme damgasını vurmuştur. Vurduğu damga ileride nasıl anılacaktır, onu tarih yazıcılarına bırakmak gereklidir diye düşünüyorum.

Tarih eskiden toprak üzerine yazılırdı, bugün dijital ortamda saklanıyor. Yaşananların dijital ortamda yok edilmesi daha kolay ve basit olduğunu düşünüyorum. Bir dosyanın silinmesi belki bir yaşamın silmesi anlamına gelebilir.

Dursun Karataş bu dünyada yaşamıştır ve artık yoktur, fakat yok olması etkisinin yok olacağı anlamına gelmez. Tarih yaşanmışlıkları ileriye taşır ve o birikim ile insanlık yeni yollar açar. Açılan yolun özgürlük, demokrasi, insana yakışan dayanışmanın olduğu bir gelecek olur umudundayım.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Erkekler / Kadınlar…

Erkekler / Kadınlar…

Sokakta yürüyordum, sokaklar sıcak altında boş sayılırdı. Banklara oturmuş insanlar kendi dünyaları içinde sohbetlere dalmış gözükmekteydiler, yolda geçene bakmıyorlardı bile. Kısa baş döndürmeleri dışında sokaktan geçen onları hiç ilgilendirmiyor gibiydi. Sokak köpekleri bile başlarını kaldırıp bakmıyorlardı. Kediler yaramazlıklarını üzerinden atmamışlardı, sıcak kedilere dokunmuyor gibiydi. Küçükleri oyun oynarken, büyükleri yemek kavgasında gibi etrafa dikkatli bakıyorlardı, genelde bankta oturanlara dik dik bakarken rastlamak şaşırtıcı olmasa gerekti.

Bankta oturanlara dikkatlice baktığımı hissettiğimde şaşırdım, çünkü bende genelde onlar gibi etrafıma duyarsız sıcağın etkisi ile yürür bulurdum kendimi. Sokak sıcağın etkisi ile olacak daha sıcak geldi bana, gölgeler serin bir hava hakim olsa gerekti, çünkü bankta oturanlar sıcaktan şikayetçi gözükmüyorlardı.

Sokakları var eden şey binalar ve etrafına kurgulanmış parklardır. Eski çağlarda yolları belirleyenler artık yoktur, bugün yollar ihtiyaçlara cevap verecek şekilde planlanmıştır. Fakat ülkemizde sokakları binalar yapıldıktan sonra bırakılan boşluk gibi algılıyorum. Modern şehirciliğin gereği yollar yerine kaldırımı olmayan, dar bir alandan nereye açılacağı bir bakışta belli olmayan sokaklar eski yerleşim birimlerinde varlıklarını koruyorlardı. Modern yerleşim alanlarında bir cetveli sokakta görmezsiniz ama hissedersiniz!

Sokaklarda dikkatimi çeken gölgede oturan erkekler ve kadınlar olmuştur. Erkekler bacaklarını olağanca açmış bir biçimde otururken, (erkekler sanki iki kişilik yeri kaplarcasına oturuyorlardı.) kadınlar ise derli toplu, bacaklarını iyicene birleştirmiş ya da ayak ayak üstüne atar vaziyette otururken gördüm. (Sanki yer aldıkları alanı ekonomik kullanan hatta yarım bir insanın yer kaplayacağı alan kadar ile yetinir gözüküyorlardı.) Kadınlar erkeklerin işgal alanın dışında daha çekingen bir yapı gösteriyorlar ve kendileri için verilmiş alan ile idare ediyor gibiydiler. (Kadınlar erkelere göre daha az yer kaplamaları onların sadece Barby Bebe vücutlu oldukları anlamı çıkmaz!)

Erkekler neden ayaklarını birbirinden çoook ayırarak otururlar? Genetik mi, kültürel mi, yoksa göstermek istedikleri bir şey varda onu göstermek için mi öyle oturuyorlar?

Yatakta cinsel ilişkiye girerken bacaklarını birbirine yaklaştıranlar; parklarda, kahvelerde ya da her hangi bir yerde otururken bacaklarını olabildiğince abratarak açarak oturmasını nasıl açıklayabiliriz?

Kadınlar için ise tersi söz konusudur, olabildiğince kendilerini küçültürler, alanı en olabilecek en küçük parçasını kullanırlar. Onlar etek giyindikleri için belki öyle oturuyor diye düşünebiliriz, çünkü etek altına meraklı çok erkek var bu toplumda. Etek altı fotoğraf çekenler nedense genelde üniversite mezunu ya da kariyeri olan erkekler oluyor! (Polis tarafından suçüstü yakalananlar ile ilgili okuduğum gazete haberlerinden bu sonucu çıkardım, benim şahsi görüşümdür.) Erkeklerin rotgenciliğine karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizması olarak düşünelim. Doğal olarak kadınların bu davranışının nedeni mantık içinde açıklayabiliriz. Fakat ya erkekler?

Ey okur! Sana bu bir ödevdir, ben gözlemlerimi paylaştım, senden bu konu hakkındaki düşünceni yaz! Bakalım bu erkelerin bu davranışını ortak düşünerek bulabilecek miyiz?

Ordu siyaset ilişkisi…

Ordu siyaset ilişkisi…

Bazı basın organları ordu üzerine gider ve gitmeyenleri demokrat olmamakla suçlar. Ordu üzerine gidilirken iktidar partisi taraftarı olursun ama muhalif gibi olursun. Bu muhalif gibi durup iktidar nasıl destekleniri kartel medyasından öğrenilir.

Ordu bir vatanın vazgeçilmezidir, vatan ordusuz olmaz. Fakat bu dünya üzerinde ordusuz devletler var, onları da para karşılığında başka ordular korur. Ordu demek vatanı kollamak anlamına gelmez her zaman, çünkü aynı ordu rejim değişimleri sırasında iktidara gelmesi yakın olanı da destekleyebilir. İran bu konuda örnek olarak tarih sayfasında durur.

Darbe yapanlar genelde ordu mensubudur, vatan o kadar sevilir ki, ekonomiden tutun, dış politikaya kadar her şey dış güçlerin denetimindeki danışma firmalarına devredilir.

Tarih sahnemiz içinde ordu yeni cumhuriyetimiz içinde de siyasetten elini eteğini çekmemiştir, gerekli gördüğü yerde müdahil olmuş, hatta iktidara el koymuştur. Anayasayı savunma adı altında anayasayı değiştirmiş, gerekli gördüklerini ise anayasayı silah zoru ile değiştirmeye kalktıkları iddiaları ile idam cezaları vermiştir. Hem anayasayı fiili olarak ortadan kaldırıyor, hem de eski anayasayı değiştiriyorlar diyerek idamları onaylıyordu.

Ordu yaptıklarından sorumlu değildir, çünkü soruşturmaya uğramamıştır. Eğer yaptıklarından sorumlu olmuş olsalardı darbe yapanlar ve idam verenler bugün ceza almış olurlardı. Sanal darbe yapanlar bir yana gerçekten darbe yapıp anayasayı kendilerine göre değiştirenler şu anda emeklilik yaşamı içindeler. İdam edilenler, işkence görenler, kaybedilme sonucu yok olanların akıbetleri hakkında soru sormak bile yasak durumdadır. Eğer soru sormaya kalktın mı, 12 Eylül ve önceki darbeciler bugün evrensel hukuk kuralları içinde mahkeme önünde hesap veriyor olurlardı.

Ordu ayrıcalıklıdır, devleti denetler ve yönetir konumdadır. Eğer şartlar uygun görürse müdahil olur ve iktidara hesap sorma hakkını kendisinde görür. Ordu her şeyin üstündedir. Ona karşı söz söylendin mi, yıpratılıyor olur ve söz yarım bıraktırılır. Ordu kendi içinde her zaman temizlik yapar, kendi inançları doğrultusunda ve NATO anlaşmaları gereği, ordu üzerine düşen bütün vazifeleri yerine getirir. Hükümetin verdiği izinler ile yurtdışına asker gönderir, ülke çıkarları yönünde orada operasyonlarda yer alır. Afganistan, Balkanlar buna örnek olarak durur. Ordu diğer orduların elemanlarını yetiştirir, kendi mensuplarını eğitim için yurtdışına gönderir. Ordu bütün bunları yapmak içinde bütçeden önemli bir pay alır. Asıl olan güvenliktir, gerisi teferruattır. O yüzden yenmez içilmez, ordunun ihtiyacı karşılanır. Ordu gerekli gördüğünde çalışma bölümleri oluşturur, orası için ayrı bütçeler yaratır. Bu bütçeler kontrol edilemez, sorgulanamaz, çünkü devlet sırrı tanımı içinde yer alır. (Kontrgerilla örgütlenmesi üzerine sorulan sorular genelde yanıtsız kalmıştır.)

Darbeler tarihimizin bir parçasıdır, darbeler ile ne kadar ileri ya da geri gittiğimizi tarih bize söyler, tarihçiler halka yalan söylemeye devam eder! Çünkü ülkemizde tarih resmi tarih olarak yerini alır ve resmi yalanlara ortak olur. Resmi tarih dışında konuşanlar ise bu ülkede istenmez, gerçi son dönemde o kategoriye girmeyenler gazetelerde köşeler elde etmiş durumdalar.

Darbeler incelendiğinde ordumuzun siyasi duruşu da ortaya çıkar. Bugün Yassıada mahkemeleri sonucu idam edilenler ile gündeme gelen 27 Mayıs darbesi sol görünüm içindedir. Darbe yapanlardan Türkeş tasfiye edilmiştir. Onun çizgisi daha sonra ülke gündemini belirleyecektir. Kendisi cezaevinde olan ama görüşleri iktidarda olan bir akım olacaktır. Bu ancak üçüncü darbe ile gerçekleşecektir. Onu izleyen darbe ise 12 Mart darbesi olarak geçen darbedir. Bu darbenin en önemli özelliği sol düşüncenin ordu içinden temizlenmesi olarak algılanabilir. 12 Mart sol görüşe yönelik kanlı operasyonların olduğu dönemdir. Bu darbe aslında gelecek olan darbenin ve değişiminde habercisidir. 12 Eylül koşulları oluşturulduğunda ordu içinde darbe yapacakların konumu sağa oturmuştur ve muhalefetsiz bir şekilde tek parçada darbe yapmışlar ve anayasadan başlayarak Türkiye’nin yörüngesini değiştirmiştir. Liberal ekonomi adı verilen global çaptaki dalgaya Türkiye’de dahil olmuş, ulus devleti kavramı değişmeye başlamıştır. Ulus devlet için gerekli olan ulusal sermaye yerine evrensel ve geçişleri kolay olan sermayeye doğru eğilim olmuştur. İlk gelen sermaye ise güney ülkelerinden gelmiştir. Bugün finans firmaları ülkenin her yerinde şubeler açmıştır, yeşil sermaye olarak bilinen firmalar sermaye birikimini sağlanmıştır, siyasete müdahil konumundalar.

Ordu ülkemiz politikasında belirleyici olmuştur, fakat bu belirleyicilik tartışmalardan uzakta olmuştur. Önemli olan ordunun yıpratılamamasıdır. Ordu asli görevi ülke sınırların beklemektir, fakat bu asli görevi dışında iç güvenlik sorunları açısından da uzmanlaşmıştır. Bu uzmanlaşma diğer ülkelerin dikkatini çekmiş ve NATO dahilinde bu deneylerinden yararlanan ülke konumuna gelmiştir. Yapılacak olan operasyonlarda bu deneylerden yararlanacağını söylemek abartı olmasa gerek.

Orduda darbelerden anlaşılacağı üzerine sağ görüş hakimdir. Eski genelkurmay başkanlarının siyasi olarak nerede durduklarına bakarak anlaşılır. Sağ merkez bir partiden bir genelkurmay başkanı milletvekili seçilmiştir. Son yıllarda laiklik duyarlılığı öne çıkarılan ordu mensuplarının sağ görüşlü oldukları gözden kaçarak, onlara sol misyonlar yüklenmeye çalışılıyor. Sol, 12 Mart darbesi ile ordudan sökülüp atılmıştır. Kırpıntıları ile her YAŞ toplantılarında laik dışı davranış gösterenler ile birlikte uzaklaştırılmıştır. Gerekli görüldüğünde emekli edilmişlerdir.

Ordu konumu gereği sağdır ve sağ örgütlenmelere karşı daha ılımlıdır. Solun iktidar olacak kadar gücü olmadığı için sol düşünceye karşı bir tavır son dönemde açıklamamıştır. Bu ise kişilerin beynindeki ordu imgesini yanlış yere konumlandığını gösterir. Son Ergenekon soruşturması ile bu tavır ortaya serilmiştir, artık kral çıplak denmiştir. Hükümet ordu ile arasındaki çıkan ve çıkması mümkün olan sorunları zamana yayarak bir çözüm yolu bulmuş gibidir. Karşılıklı bir duruş söz konusudur. Ordu iktidar ilişkisi incelenirken ordunun siyasete bakış açısı önemlidir. İktidar partisinin ne düşündüğü ve ne yapmak istediği ortada durmaktadır, gerçi tek bir çizgileri olmadığından zaman zaman kafa karışıklığı yapmış olsalar da ideolojik duruşlarından ve eklendiği siyasi yapıdan taviz vermemektedir. Ordu gelenekselleştirmiş bir emir komuta zinciri altında duruşu vardır, fakat bu duruş zaman içinde yer değiştirmektedir. Durağan bir görüş taşımazlar. Ordu içinde de inişler ve çıkışlar olmaktadır, bunu belirleyen ise dünyadaki gelişmelerdir öncelikli olarak. İç dinamikler ise günlük belirleyici özelliğini taşımaktadır.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

16 Ağustos’a giderken…

16 Ağustos’a giderken…
İnsanın cemali sözünün güzelliğidir.

Hacıbektaş kasabası her yıl 16 – 18 Ağustos aylarında konuklarını ağırlar. Aslında bu tarihte dergahın müze olarak açılmasıdır. Tekke ve tarikatların kapatılması sonucu Aleviler için kutsal olarak kabul edilen mekan kapatılmış (30 Kasım 1925) ve 16 Ağustos 1964 yılında müze açılmasından sonra Hacıbektaş kasabasında bir şenlik günü belirlenmiş oldu.

Şenlikler başlangıçta ulusal, sonra uluslar arası olmuştur. Bu şenlikler nedeniyle Anadolu’nun her yöresinden aleviler buraya gelir ve inkar edilenler o gün hem bir arada olmanın getirmiş olduğu özgüveni tazeliyorlar hem de gelenekleri birbirlerine aktarıyorlar. Alevilik o günlerde gün yüzüne çıkar ve bütün siyasilerin (eskiden) katılımı ile şenlik havasında kutlanırdı. Yok sayılan Alevilik inancının yılda bir kaç günde olsa özgürce kendisini ifade edebildiği günlerdir. Cem’ler düzenlenir, aşureler pişer, lokmalar dağıtılır, değişler söylenir, semahlar dönülür. Alevilik inancının özgürce ifade günleridir. Yasaklı olduğu dönemlerde bugün fiili olarak serbest olduğu ama hala devlet nazarında yok sayılan Alevilik Hacıbektaş dergahı çevresinde özgürdür.

Bir inanç merkezi olan dergah, müzedir. O gün müze giriş kartını alanlar müzeye girer ve hünkarın huzurunda dualarını ederler. O günleri aleviler özgürlük günü olarak şenlik içinde kutlarlar. Aleviler yıllardan beri var olan inançlarının önyargılardan uzak özgürce yaşamak beklentilerini o gün bütün dünyaya duyururlar. 16 Ağustos sadece müzenin açılış günü değil, alevi inancının dünyaya açılan günüdür.

Alevi inancı Anadolu’ya özgüdür. Yapılan propagandaların dışında özgürlükçüdür, insana değer verir. Tarih içinde soykırıma, katliama uğramıştır. İnanan insanların yaşamı homojen değildir, bulundukları coğrafyaya ve geldikleri kültürlere göre değişiklik gösterirler, fakat hepsinin ortak noktası Hünkar’ın bulunduğu mekan ve onun öğretisidir. Alevi olarak doğmayanlar içinde Bektaşilik Kurumu oluşmuş zaman içinde, hünkar’ın dergahı yanında Bektaşiliği kuran Balım Sultan bulunmaktadır. Birbirlerinden ayıran en büyük fark birinde Baba, diğerinde Dede olmasıdır. Onun dışında tüm öğretiler birbirinin içindedir. Alevilik ve Bektaşilik Anadolu yaşamı içinde önemli etkileri olan iki yaşam biçimi ve inançtır. Devlet hep bu inancı yok saydığından ve asılsız olarak uydurulan hikayelerin dışında kapalı olarak şehir yaşamından uzak yerlerde kendisini koruyarak yaşamıştır. Cumhuriyet rejimi ile birlikte şehirleşen Alevilik 1980’li yıllarda yeniden kendisini örgütlemiş ve bugünkü duruma gelmiştir. Alevilik artık gizli kapaklı ve sırları ile yaşamak değil, açık ve özgür olarak gerçek laik bir rejim altında yaşamak istemektedir. Alevilik inancı üzerine uydurulan hurafelerden arınmış, öğretileri doğru anlatılan bir eğitim sistemini savunmaktadır. Şehir yaşamına uyum sağlayan ‘Cem Ev’leri camiler gibi ibadethane olarak kabul edilmesini istemekteler. Şehir Aleviliği geçmişin hetorejen yaşam biçimini içinde barındırmaktadır, elbette homojen bir yapı gösteremez, çünkü her gelen kendi yaşam biçiminin daha asıl olduğuna inanır. Fakat geçici bir durum özelliğini gösterir. Bugün aleviler içinde yaşanan tartışmalar ve çok başlı görünüm bir geçiş sürecinin tüm özelliklerini gösterir. Yüzyıllardır kapalı ve sırları ile yaşamaya zorlanmış olan Alevilik açılım göstermektedir.

Alevilik yeni görünümüne bürünürken bundan nemalanan insanların olması doğaldır. Alevi insanı nerede olursa olsun, hangi kültürün izini taşırsa taşısın ‘Eline, Diline, Beline Sahip Ol’ öğretisini yaşatır. Bütün insanları anlamak için onları okumayı öne alır. Okunacak en büyük kitap insandır Alevilikte. İnsanı anlamak ve onu sevmek zorundadır. O yüzden alevi inancını savunanlar, katliamlarda ya da soykırımlarda saldıranlara karşı direnmiş ama saldırmamıştır. Alevilerin katıldığı bir katliamdan söz edilmez tarihte. Çünkü Allahın verdiğini ancak Allah alır inancı vardır ve yetmiş iki millete aynı gözle bakar, dosttur.

Alevi inancını savunan ama alevi öğretisini yerine getirmeyen bir çok çıkarcı insanında bu çevre içinde olması şaşırtıcı olmasa gerek, çünkü toplumlar homojen olamaz, her toplum içinde çürük olacaktır, önemli olan o toplum için o çürükleri içinden temizlemesidir. Alevi inancı bugüne kadar kendisini yaşatarak getirdiğine göre, çürüklerini temizleyerek gelmiştir.

Bugün bu inanç üzerinden nemalanlar kısa bir süre sonra toplum dışında yerlerini alacağını düşünüyorum, çünkü alevi gibi yaşamayan, yaşam biçimini kendi çıkarına göre dönüştürmek isteyenler düşkün ilan edilir ve toplum dışına çıkarılır, bugünkü konumları ne olursa olsun. Cem’ler bu gibi çıkarcıların toplum ile yüzleştikleri yerlerdir ve orada gerekli cevaplarını alacaklardır.

Söz söylenir, söylendiğinde yerine getirilir. Çünkü alevi inancı bugüne kadar söz ile taşımıştır bütün değerlerini ve birikimlerini. Söz verenler sözünün arkasında ve zamanında durmasını bilmeliler. Aksi halde alevi inancının gereği olan sevgi yoluna gölge düşer.

16 Ağustos Hacıbektaş kasabası için önemli gün olduğu gibi, Alevi inancı içinde önemlidir. Alevileri yakından tanımak için, öğretilerine ve inançların nasıl yaşadığını görmek için o tarihlerde Hacıbektaş kasabasına gitmenizde fayda vardır, çünkü o gün tüm Anadolu’dan her yöreden aleviler oraya gelir, tüm renkleri ile kendilerini ifade ederler. Sözünün eri olanların meydanıdır, sevgiyi, hoşgörüyü ve savaşlara karşı duruşu görmek için uygun olduğunuzda o tarafa doğru yolunuzu dönderin. Bozkırın ortasında açan bir gül bahçesidir, Kapadokya’nın renkliliğini birikiminin bir parçasıdır. Düşünce çöllüğünde bir vahadır. Savaşın bu kadar sarmaladığı, katliamların ölümlerin bu kadar etrafımıza sardığı günlerde başka bir yaşamın olabileceğini gösterir.

Dünyayı güzellik kurtaracaktır, bir insanı sevmekle başlar her şey! (L. Aragon) Şairi çok uzaklardandır, kaynağı Anadolu’nun bozkırın ortasındadır!

Savaş evrenseldir.

Savaş evrenseldir.

Bombaların ve uçak sesleri altında yaşama mücadelesi verenler bizim ülkemizdeki gelişmelere akıl sır erdiremezler, çünkü onlar bizi değil, kendilerini bile düşünecek halleri yoktur. Savaş düşünmeyi ortadan kaldırır.

Savaşan taraflar birbirleri ile boğazlaşırken, dünyadaki gelişmelerden haberleri olmaz, savaşanların dışında strateji belirleyenler kanların üzerinden güç kavgasına tutuşurlar. Savaşlar masa başında ve de kapalı kapılar arkasında gizli görüşmeler ile sonuçlanır. Asker ya da kurşun atan biri neden savaştığını ve de neden savaşa son verildiğini ileride açıklanacak tarih yazmalarından öğrenecektir. Savaş büyük travma yaratır ve üzerine konuşmaktan insanlar kaçınır. Yüzleşmek acıdır ve kimse acı duymak istemez geçmiş yaşanmışlıklardan! Tarihi yazanlar savaşta çatışanlar değildir, çünkü çatışanlar anılarını yazarlar. Tarihi yazanlar savaşta yer almayan ama taraf olanlardır.

Savaş yaşayanlar savaşı bir daha istemezler, savaş görmemiş kuşaklar ise savaş için bir bahane ararlar, çünkü tarihler hep savaş kahramanları ile doludur.

Savaş yeni bölüşmeler ve paylaşımlar demektir. Savaşta karlı çıkan savaşa gitmeden savaş üzerinden para kazananlar ve kahraman olmak isteyen masa başında savaşı yönetenlerdir. Savaş orduların varlık sebebidir, ordular ise üreten değil, tüketen konumundadır. Tüketimin haklı olduğunu göstermek için savaş gereklidir. Her savaş ordu içinde yapılanmayı değiştirir, her savaş sonrası yeni ordular yaratılır. Savaş haklı ya da haksız ayırmaz, yok eder.

Irak savaşı ya da işgali göstermiştir ki, şu anda mağaza önlerinde bekleyen özel güvenlikçiler savaş sırasında savaşta kurşun atan taraf olacaktır. Amerikan ordusu savaşmayı bu özel güvenlikçilere havale etmiştir, o yüzden Irak işgali sırasında ölen Amerikan asker sayısı kağıt üzerinde azdır, ölenler genelde özel güvenlik elemanı olduğundan istatistiklere takılmazlar!

Gürcistan siyasi sınırları içinde başlayan bombalamalar balkanlarda yaşananlardan ne farkı var? Savaşta taraf olmak zorunda mıyız? Yugoslavya parçalanması yıllarında nasıl bir tavır almıştık? Soykırımlar, katliamlar yapanlar ve ölenler şimdi tarih sayfalarında nasıl anlatılıyor? Bunları düşündük mü?

Son çatışmalar sırasında ilk günde 1500’e yakın insan ölmüştür, diğer canlılar buna dahil değildir. Orada ölenlerin gelecek düşleri, yaşadıkları aşklar, ayrılıklar, duygular yoktur. Ölenler birer rakamdır ve insanın adı yoktur. Savaş geçmişte biriktirdiğimiz tüm değerlerin yok olmasıdır.

Savaşın korkunçluğunu ekranlara yansıyan görüntülerden izlerken bir Hollywood filmine bakar gibi bakar olduk, hatta ölümlerde ekran önünde taraf bile olduk. Savaşa haklı ya da haksız diye bakar olduk. Eğer savaşta haklı ya da haksız diye bakarsak o andan itibaren taraf olmuş ve savaşa katılmışız anlamına gelir ki, savaş benliğin ve insanlık birikimin yok olmasıdır, ölümleri normal karşılar oluruz. Bir yakınımız ölene kadar! Ateş düştüğü yeri yakar derler ya, savaş işte düştüğü yeri yok eder!

Savaşa hazırlık anlamına gelen örgütlenmeler ve iktidar kavgası bugünümüzü ve geleceğimizi karartırken, geçmişi de karanlıklar içinde bırakır. Karanlığı aydınlatacak olan şey savaş tamtamları dışında evrensel birikimlerin ışığı altında bakmaktan geçer.

Olan ve gelmekte olan savaşlara karşı durmak demek, kendine sahip çıkmaktır. Savaş geleceğimizi elimizden alır. Bütün ütopyaların ve tasarımların yok olmasıdır. Savaş insanlığın içindeki kanserdir. Savaş nerede olursa olsun, insanlık ve evren etkilenir. Savaşta sadece insan ölmez, o alanda ve diğer coğrafyaları da etkileyen değişimler olur. Savaş evrenseldir, savaşa karşı duruşta evrensel olmalıdır.