23 Ağustos 2008 Cumartesi

Çevreye bir göz kırptık!

Çevreye bir göz kırptık!

Çevre duyarlılığı sınır tanımaz, o yüzden ekoloji ile ilgilenenlerin sınırı yoktur. Evrenin hangi noktasında bir sorun olduğunda bütün evrenin etkilendiğini yaşadığımız çağda daha çok öğrendik.

Bir yerde kuraklık hüküm sürerken, diğer tarafta su baskınları, fırtınalar ile mücadele etmek şaşırtıcı değil, denge global olarak bozulmuştur. Bu bozulmaya dur diyebilmek için gelişmiş ülkelerden başlayarak bir çevre hareketi doğmuştur. Çevre harekatı yapısı gereği ilericidir, çünkü üretim yaparken çevreye dikkat et, yok çevreyi kirletmeye devam ediyorsa kapat diyebilmektedir, çünkü kaybedecek artık çevremiz yoktur. Dünya birdir ve bugünkü koşullarda gideceğimiz başka dünya yoktur.

Çevre örgütleri evrensel olarak örgütlenmek zorunda olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Balina avına karşı deniz ile sınırı olmayan ülkenin insanı da tepki duymaktadır. O balina avcılarına karşı İsviçreli bir çevreci ile karşılaşmak şaşırtıcı değildir. Foça açıklarında çöp yüklü geminin Foça limanına çöpü boşaltmak istediğinde, Kanadalı bir gösterici ile karşılaşmak doğal oldu.

Ekotopya gençlik buluşması her yıl değişik ülkelerde ve şehirlerde yapılmaktadır. Bu sene 20. kez Sinop ili seçilmiştir. Sinop ilinin seçilme nedeni olarak orada bulunan Türkiye Atom Enerjisi Kurumudur. Bu kurum biliyorsunuz ki, nükleer santralin yapımından sorumludur. Nükleer santrale karşı olanların protesto etmesi kadar doğal ne olabilir? Protesto olarak oturma eylemi seçilmiş ve bu eylemde tutuklamalar olmuş. Kampı daha sonra jandarma tarafından basılmış ve valiliğin isteği belirtilmiştir. Tutuklamalar çevre hareketin evrensel olması nedeniyle evrensel boyutta protestoların olması şaşırtıcı olmamıştır.

Sinop ilinde çevrecilerin kampında her ülkeden insan ile karşılaşmak ve orada çevre duyarlılığı konusunda çalışma ve protestolar yapmak doğaldır. Çünkü çevre sorunu evrenseldir, ülkeye göre değişmez, bir yerde kirlenme varsa veya kirlenmeye sebep olacak yatırım olduğunda protesto etmek bir insanlık görevi olduğunu ve bu bilinç ile hareket edildiğini Sinop ili içinde yapılan son operasyon ile yeniden anımsadık.

Eskiden politikacılar her türlü muhalefeti kökü dışarıda diye suçlarlardı e bu kökü bulmak için sol görüşlüler ne kadar çok işkence görmüştür. Hatta işi ilerleten Ankara valisi “komünizm gerekliyse bu ülkeye onu da biz getiririz!” diyerek meydan okumuştur. Devlet içinde o dönemde kontrgerilla örgütlenmesi yoktur ama başka bir örgütlülüğünde tanımı gibidir. Biz her şeye karar veririz demekteler, halk bizim verdiğimiz karara uymak zorundadır, çünkü onlara neyin iyi olduğuna karar verenler sadece devleti yönetenlerdir.

Başbakan “Gittiler Sinop’a gösteri yaptılar. Halbuki ilk nükleer santral Sinop’ta değil, Akkuyu da yapılacak. Adresi de yanlış almışlar” diyerek yapılan etkinliği küçümserken, en büyük çevre dostu ve savunucusu olduğunu söylemeden de geçemiyor. Ankara valisi gibidir ama farklı söyler! Bu ülke için nükleer santrale ihtiyaç varsa onu bu ülkeyi yönetenler karar verir, çünkü ülkenin maddi çıkarları çevreden öncedir!

Biz çevremize bir bakalım, Amerika sahillerinde dışlanmış bir balinanın dramını haberlerde izledik, Kanada’da yapılan fokların katliamına karşı içimiz acıdı. Bugünlerde yaşadığımız aşırı sıcaklar ve nemin çevre sorunun sonucu olduğunu, küresel ısınmanın sınır tanımadan bütün canlıları etkilediğini yaşayarak görmekteyiz. Kaçacak artık bir yerimiz yok, bu çevre sorunu içinde ulus devletin ya da kişisel çıkarların önemi yoktur. Ekolojik dengenin daha çok bozulmaması için her insanın yapacağı bir şeyi vardır. Birileri gider atom kurumun önünde oturma eylemi yapar, kimileri boğaz köprüsüne afiş asar, kimileri bakanlıkların çatısından aşağıya duyuru asar. Kişi olarak elimizdeki çöpleri denize ya da yola değil, geri dönüşümü olabilecek yerlere bırakırız. Bu davranış çevre duyarlılığı için bir adımdır, çevre yok olursa dünya belki yaşar ama insan yok olur!

Çevre dostu olmak için çevrenize bir bakın ve göz kırpın, çünkü iletişim kurmak istediğinize göz kırparsınız. Göz kırpmak bir başlangıçtır.

Hata düzeltildi!

Hata düzeltildi!

Eski bir başbakan bir yüz kızartıcı suçtan dolayı ceza aldı ve cezası yine aynı davadan yargılanamayan biri tarafından af edildi. Eski başbakan ilk açıklamasında hata düzeltildi dedi. Peki, düzeltilen hata ne? Hata düzeltilirken daha büyük hatalara imza atıldığının kaç kişi farkında? Eğer adalet her insana eşit düzeyde uygulama ise, adalet bu uygulamanın neresinde? Kanser olan ve içeride tedavi koşulları sınırlı olan mahkumların af isteği neden duyulmaz? Af gerekçesi sürekli hastalık koşulu olduğuna göre, kanser sürekli hastalık olarak algılanmıyor mu?

Ülkemizde soyguncu, hortumcu en üst seviyede, en güzel mekanlarda ağırlanmasına alışılmıştır. İtibar görmeleri, ceplerine ya da kasalarına aktardıkları rakamlar ile orantılıdır. Soygun bazen yasal sınırlar içinde olmakta, bazen ise el yordamı ile. Özel hesaplara geçen paralar ve zarar gösterilen şirketler. Dünyanın en zenginler sırasında Türklerin sayısının artması acaba ne anlatır?

Gürcistan bahane edilerek Karadeniz’e ABD gemilerinin geçmesi acaba söylendiği gibi insani nedenler ile mi? Boğazlar geçilmez diyerek binlerce genç inanımızın ölmesine sebep olan savaş tarihte yerini korurken, boğazlarlardan her büyükte gemilerin sağlı sollu geçmesini nasıl yorumlamak gerek? Çanakkale geçilmez destanı yazıldıktan kısa bir süre sonra İstanbul boğazına bakan sarayların önlerinde boğazdan geçemeyen ülkelerin savaş gemileri demir atmış şekilde duruyordu! Bir imparatorluğun sonunu simgeliyordu demir atmış gemiler. Boğazdan geçen bu savaş gemileri elbette bir gün geri dönecektir, yol bir kez açıldığına göre sonra gelecek isteklere de olumlu yanıt vermek gerek. Boğazlarda sınırlı kontrol etme hakkımızda elimizden uçtuğunda ne düşüneceğiz? Bağımsızlık ve özgürlüğün göstergesi olarak sunulursa hiç şaşmayın!

Dikkat bu mailde virüs vardır uyarıları bol bol haber bültenlerinde yer almaya başladı, bu haberlerin arkasında acaba ne yatmaktadır, hiç düşündünüz mü? Korku haberleşmeye engel olabilir mi? Korku ile toplumların bilinçlenmesi engellenmiştir tarihler boyu. Bir yerde hükmeden varsa orada korku vardır, çünkü korku iktidarı korur!

Kutsal eşyalar kutsal günlerde sergilenmeye açılır, eşyaların olduğu her yer kutsal mekan olur. bu kutsal mekanlarda kuran okunur ve inananlar bu mekanlara akın eder, eşyalara bakanlar gözyaşlarını tutamazlar. İnanç ile gözyaşı arasında bir bağ kurulur, içten gelen coşkunun dışa vurumu olarak algılanır. Sızıntı dergisinin ilk kapağında gözü yaşlı bir çocuk vardır. Dergiyi çıkaran Fettulah Gülen ise her sohbetinde gözyaşlarını tutamaz. Yaşam içinde hiçbir şey tesadüfi değildir, inananların düşüncesinde bu hakimdir, çünkü kader önceden belirlenir ve yazılan yaşanır.

İstanbul nem içinde nefes almayı zorlaştırıyor. Nemli ortamda insanın düşünme yetkisini bile kaybettiğini düşünmekteyim. Klimalı ortamdan dışarıya adım attığımızda bir şok sıcak dalga ile karşı karşıya kalıyoruz, bu sağlık açısından ne gibi sakıncaları var bilemiyorum. Klimaların bu kadar orantısız ve her yerde kullanılması ne gibi sakıncaları beraberinde taşımaktadır bilmiyorum. Bu konulara duyarlı olduğunu söyleyen siyasi parti ve kuruluşlar bilinçlendirme kampanyaları yapabilirler mi, yoksa onlarda klima satan firmaların lobileri sayesinde seslerini çıkaramaz konumdalar mı? Çıkar grupların lobileri, topluma gerçeklerin ulaşmasını engellemeye devam ediyorlar. Onların çıkarları zarar görmesin diyerek bir çok doğru bildiğimiz yanlışlar ile yaşamaktayız?

21 Ağustos 2008 Perşembe

Günümüzde medya yazılarını su üzerine mi yazıyor?

Günümüzde medya yazılarını su üzerine mi yazıyor?

Rahmi Yıldırım isimi size bir şey anımsatır mı? Medya dünyasında olanların bir bölümü bilir, olmayanlar ise bir şey çağrıştırmadı der ve ilgilenmez bile. Rahmi Yıldırım hakkında yazdığı bir yazıdan dolayı dava açılmış gazeteci emekçilerinden biridir. Dava henüz sonuçlanmamıştır.

E- Medya olarak bilinen haber portalları bir çok köşe yazarını ve muhabirini içinde barındırır. Yeni medya olarak adlandırılan bu alan yazılı ve görsel basına rakip olarak gösterilmiştir başlangıçta, fakat zaman içinde anlaşılmıştır ki, rakip değil birbirini tamamlayan unsurlardır. Hepsinin temelinde muhabirin emeği vardır, muhabir haberi yazmadığı sürece bu üç basında bir anlam ifade etmez habercilik açısından. Muhabirin emeğinin en hızlı olarak değerlendirileceği alanlardan biridir, fakat e-Medya aynı zamanda emeğin en ucuz şekilde kullanıldığı alan olmuştur. Emeği geçeni bir amatör olarak kullanıp, ücret vermeden profesyonellerin haberleri alıntılanmaktadır. Kaynak gösterilmeden yapılan alıntılar aynı zamanda çalıntı olmuş oluyor, fakat günümüzde hangi haber alıntı hangisi çalıntı olduğuna dahi bakılmaz oldu. Yazılı basın içinde bile bazı haber portallarında çıkmış haberin üzerinde başka isimler ile karşılaşabilmekteyiz. Haber bellidir, bir haberi yakalayan muhabir normalde belli olmasına rağmen, birkaç saat içinde aynı haberin üzerinde yüzlerce isim ile karşılaşmak şaşırtıcı değildir. Eğer iyi bir medya dedektifi olmuş olsa bir gün içinde tek bir habere sahiplenen yazar ismini taramaya kalksa şaşırtıcı sonuçlara ulaşabilir.

Gazetede, ekranlarda ve değişik haber portallarında aynı habere, aynı cümleler ve hataları ile bir metne karşılaşmaktayım zaman zaman. Emekçi insanın emeği günümüzde hızlı bir şekilde çalınmaktadır. Yeni teknolojik olanaklar haberin okuyucuya ulaşmasını kolaylaştırırken, emekçinin isminin yok olmasına sebep olmaktadır. Emekçinin adı yoktur, sahip çıkanların isimleri çoktur.

Rahmi Yıldırım isimi üzerinden bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Yazar, yazı yazmış bir portallda. O portaldaki yazılarını gönüllü yazmış, desteklemiş arkadaşını. Medyada işler arkadaşlık dostluk üzerine kuruludur. Dostlar birbirini desteklemek zorundadır, anlaşılır bir durumdur. Sermaye sahiplerinin geniş olanakları karşısında dostlar birbirine destek vererek alternatif haber ağları kurmuşlardır. Yazılar ve yazanlar elbette belirli bir okuyucuyu oraya çekecektir. Her yazarın bir okuyucu kitlesi vardır ya da olur zaman içinde. Köşe yazarlarının olmasının en önemli sebeplerinden biri bu kitledir. Aksi halde sayfa dolsun diye köşe yazarı aranmaz ve bulunmaz! Bu okuyucu kitlesi yüzünden köşe yazarları zaman zaman futbolcu gibi algılanır ve transfer ücretleri karşılığı transferler olur. Muhabire transfer parası ödenmez, asgari ücret ile çalışması doğal karşılanır ama bir köşe yazarına astronomik rakam verilmesi şaşırtmaz insanları. Köşe yazarı köşe olur!

E-Medyada yazı yazanları bir kötü sonuç bekler, çünkü sanal olarak belleklere yazılan yazılar bir teknik sorun ya da yer kazanmak amacı ile o güne kadar üretmiş oldukları yazılar ve haberler bir anda silinebilir. Sanal dünyada yazılan yazılar su ya da havaya yazılan yazı gibidir, bir süre sonra yok olabilir. Yazılı basının en azından kağıt üzerine düşen notu kağıt ortadan kalkana kadar kalır. Gerçi kağıtlarında ömrü sınırlıdır ve bir süre sonra tozlu raflarda unutulacak ve çöpteki yerini alacaktır. Medya çalışanı genelde aynı sonuç bekler, bazılarının unutulması daha hızlı olur, bazıları daha yavaştır.

Rahmi Yıldırım bir portalda yazdığı yazısı dolayısı ile mahkemeye düşmüştür, mahkeme için en önemli şey kanıttır, fakat kanıt sanal dünyadaki adresinden silinmiştir. Neden silindi bilinmez, çünkü sanal bellek her an silinmeye hazırdır. Bir tıkla bütün tarihin yok olsun! Şimdi arşivin ortadan kalkması mahkemeyi nasıl etkileyecektir, çünkü çıktısı alınan yazının kaynağında yazı yoktur. Bir belgenin ortadan kalkması acaba mahkeme nasıl değerlendirecektir. Bu mahkemenin sorundur, fakat bizi en çok etkileyen sorun, dünde kalmış olan yazıların, çizgilerin arşivlenmesi. Arşivlenme emeğe karşı duyulan saygıdır, çünkü daha sonra o yazıya sahiplenen kişiler karşısında bak o yazının gerçek sahibi arşivde duruyor diyebilmektir. Çünkü bir arşiv aynı zamanda toplumun belleğidir. Eğer bu bellek silinirse gelecek denilen geçmişin birikimi ne olacaktır? Bir birikim gelecek kuşaklara aktarılmayacaksa o zaman bizim diğer canlılardan ne farkımız kalacaktır? Birikimlerimizi geleceğe ancak ve ancak arşiv ile aktarabiliriz. Arşivi önemsememek demek tarihi yok etmek anlamına gelir.

Rahmi Yıldırım örneğinde olduğu gibi bir sonuç ile karşılaşmak acaba yeni etik kurallarının yani kuralsızlığın uygulaması olarak okuyabilir miyiz? Çünkü günümüzde bir zaman dost olanların, yoldaş olanların yol ayrımı ile birlikte yok sayma ve önemsememesini nasıl algılamamız gereklidir? Buda ayrı bir yazı konusudur.

Sonuç olarak yazılar su üzerine yazılan destanlar gibidir, eğer birlileri özel arşivinde saklar ve özel arşivler aracılığı ile ileride ortaya çıkarsa bir anlam ifade edecektir. Yok, çıkmaz ise unutulup yok olan milyonlarca bilgi gibi sonu olacak ve evrenin sonsuz dehlizinde bilinmeyen olarak kalacaktır.

Geçmiş ancak bugün yazılır!

Geçmiş ancak bugün yazılır!

Geçmişin karanlık dehlizlerinde dolanırken, ne kadar çok yazılmayan var diye düşünüyor insan. Hiçbir zaman bilemeyeceğimiz duygular, tutkular artık geçmişin sonsuzluk dehlizlerinde dolaşmaktadır. Eğer geçmişe dönülme imkanı olursa, o zaman tarihi duygular ile öğrenme şansımız olacaktır.

Bugün duyguları, tutkuları bize taşıyan müziktir. Geçmişten bugüne gelme şansına ulaşmış ezgileri belki bugün geçmişteki duygular ile dinlemiyoruz ama en azından geçmişten bugüne taşınan bir duygu ipuçları ya da dip notları ile karşı karşıyayız. Müzik geçmişin tarihini yazmaz, sadece duygularını taşır!

Bir insanın geçmişi, insanlık tarihi içinde bir nokta bile değildir. İnsan yaşamını mezar taşındaki iki rakam arası çizgi olarak gören şairimiz bile vardır. İnsan ömrü, duygusu, aşkları, tutkuları, hırsları işte bu çizgi içinde durmaktadır. Bir bilgisayar çipi gibidir. Gün geçtikçe küçülen ama küçüldükçe kapasitesi artan çipler. Yaşamda gün geçtikçe uzuyor, uzayan yaşamda daha çok değişimler ile karşı karşıyayız. Bizler hangi olayları yaşadık, neler gelişti geçmişte diye kısa dönüp bir baksak, son yüzyılın binyıllara bedel olduğunu görürüz, gelişme o kadar hızlı ki, daha öğrenemeden yenisi ile karşı karşıya kalıyoruz, sonra iki elimizi havaya kaldırıp teslim olmaktayız. Bizler gelişmeleri çocuklarımızdan öğreniyoruz, çocuklarımız torunlarımızdan. Tarih artık geriye döndü. Gelecek artık bugünden yazılır ise şaşmamak gereklidir!

Gelecekte olacak bir savaşın provaları bugün yapılıyor, tatbikatlar gelecekte olması gereken savaşa hazırlıktır. Ve savaşa tam hazır olunduğunda savaş başlar. Savaşların başlama düdüğünü çıkarlar belirler. İhtiyaçlar sonsuzdur, madde ise sınırlıdır. Ülkelerin enerji açıkları bu savaşların belirleyicisidir. Ulus adına yapılan savaşların yerini enerji için yapılan savaşlar almaktadır. Çünkü günümüzde enerji en önemli savaş nedenidir. Enerji kaynaklarını çoğaltırken insanoğlu, doğadaki dengeyi de yok etmektedir. Ekolojik dengenin bozulması her şeyin iç içe geçmesini beraberinde getirmektedir. Yeni salgın hastalıklar, toplu ölümler tesadüfi değildir. Çünkü dünya coğrafik olarak aynı kalırken, ulaşımdaki hızlı gelişme dünyayı küçültmüş ve evren; evrensel köy olmuştur. Savaşı başlatanlar, savaşın sonlanmasına da karar verirler, çünkü savaş artık meydanlarda yapılan kavgalar ile olmamaktadır, meydanlar sadece bir görüntüdür, asıl savaş masa başında olmaktadır. Ülkelerin çıkarları tavizler ve kazançlar üzerine kuruludur. Bir ülkenin parçalanması güçler dengesi karar verir, eğer güçler masa başında anlaşmışlarsa o ülke parçalanır, hiçbir güç o parçalanmayı engelleyemez.

Osmanlı masa başında parçalanmıştır önce. Osmanlı istese de istemese de savaşa bir tarafta girmek zorundaydı. İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın Almanya yanında gireceğine karar verdiğinde, masa başında haritada kimin hangi parçayı kontrol edeceği de kararı verilmişti. Osmanlı savaşa girmeye zorlanması amacı ile boğazlar kapatılmasaydı, savaşa belki girmeyecektik, tıpkı ikinci dünya savaşında olduğu gibi. (Resmi tarih kitaplarında hayranlık sonucu savaşa girdiğimiz yazılıdır, fakat zorunlu olarak savaşa girdik.) Fransa, Belçika topraklarında Almanya karşısında üstünlüğünü kaybettiğinde Osmanlı savaşa dahil olmuştur. Bu sayede Almanya ordusu yetişmiş elemanlarını doğu cephesine kaydırmak zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı ordusu henüz toparlanamamış, bozgun ve dağınık, malzemesiz konumdaydı. Osmanlı ordusu savaşa girdiğinde Almanya önemli bir gücünü Osmanlı topraklarına göndermek zorunda kalmış ve Belçika cephesinde binlerce evladını kaybetmesine sebep olmuştur. Savaş meydanlarda yol alırken, rotasını masa başında belirlenmiştir. Sonuç ortadadır, masa başında tasarlanan tam olarak yerine gelmemiş olabilir, ama büyük çoğunluğu gerçekleşmiştir. Tam olarak gerçekleşememesi sebebi güneyde Rusya’daki gelişmelerdir. Eğer Almanya Lenin’e geçiş izini vermeseydi, Rusya devrimi olduğu gibi gerçekleşemeyebilirdi. Almaya geçiş izni sayesinde kuzey doğu cephesi güven altına almıştır ama yeterli olmamıştır. Çıkar çatışması, kısaca paylaşım savaşında Almanya planları tutmamış, karşı taraf amacına ulaşmıştır.

Savaşlar yukarıda bahsettiğim gibi meydanlarda gelen olaylardan daha çok kağıt üzerinde çıkarını iyi koruyanların savaşıdır. Savaşlarda kahramanlar yaratılır, fakat cephede savaşanlar meçhul askerdir, bizde hepsi Mehmetçiktir. Kahramanları ise tarih kitapları yazar.

Geçmişte yapılan savaşlardan öğrendiğimiz şey, savaşlar ortaçağdaki gibi meydanlar değil, masa üzerinde çizilen ve yazılanların belirlediğini biliyoruz. Günümüzde ise teknolojinin getirmiş olduğu olanaklar içinde güçler birbirleri ile anlaşmadan bir yerde ne savaş, ne de barış olur. Güçlerin anlaşma koşuluda enerji paylaşımıdır. Bu paylaşım evrenseldir. Eskisi gibi sınır komşuluğu aranmamaktadır.

Gürcistan’ın parçalanması anlamına gelen son işgal tarafların anlaşması ile olmuştur. Habersiz adım dahi adım atamaz güçler. Burada tarafların nasıl bir anlaşma imzaladıkları gelecek günlerde daha çıplak olarak ortaya çıkacaktır. Güçler savaşında dünya yeniden biçimlenmektedir, yeni sınırlar Yugoslavya’nın paralanmasından beri oluşmaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması 2. dünya savaşı sonrası yapılan üçlü liderin imzalarını taşıyan anlaşmanın feshedilmesidir, yırtılmasıdır.

Dünya bugünlerde yeni bir anlaşmanın oluşmuş olduğunu gösteren ipuçları ile doludur, fakat bu anlaşma neleri belirlediğini gelecek günlerde öğreneceğiz. Tarih yarını yazar konuma gelmiştir. Dünya ekonomisini, politik durumunu belirleyen G8’ler kulübü içinde neler olduğunu yaşayarak öğreneceğiz gibi. Evrensel köyde hiçbir şey uzun süreli olarak gizli kalmaz, fakat bu sırın ortadan kalkması bütün insanların öğreneceği anlamına gelmez, çünkü bilgi kirliliği gerçeklerin üzerini hep örtecektir, tarih yeniden yazılırken, geçmişte yeniden yazılacaktır. Bizler bugün doğru olarak bildiklerimizi gelecekte yanlış olduğunu öğreneceğiz. Çünkü güçler geleceği bugünden biçimlendirmekteler, geleceğin tarihini kağıt üzerinde yazmaya devam ediyorlar. Geleceğin tarihi, geçmişin yeniden yazılımı ile olur. Bizler sadece gelene alışmak zorunda kalacağız gibi…

Gelecekte insanlar bugün dinlediğimiz ve duygulandığımız müziği dinlerken neler düşünecek dersiniz? Bugünkü duygular onlara nasıl yansıyacak? Tarih kitapları duyguları yazacak mı dersiniz?

19 Ağustos 2008 Salı

Erbakan af edildi!

Erbakan af edildi!

Erbakan sürekli hastalık nedeniyle evinde geçirdiği cezalı günleri son buldu. Tarihe düşülen nota başka notlarda eklenmeli diye düşünüyorum.

Ankara’da yapılan bir gösteride İHD Ankara Yöneticisi Serpil Köksal; cezaevlerinde 27 hükümlü ve tutuklunun kanser ve kronik hastalığa yakalandığını söyledi. (31 Temmuz 2008, Birgün Gazetesi) Demek ki Erbakan’ı af edenlerin bu hükümlülerden haberi yok ya da yok sayıyorlar. Burada tarihe düşülecek not, tercihler olduğu ortaya çıkacaktır.

AKP oyları ile bir yerlere gelenlerin AKP’den aldıkları özgürlük ve adalet kavramını hangi koşullarda kimlere karşı uyguladığına bir kez daha şahit olmuş oluyoruz. Sürekli hastalık gereği af edilmesi gerekenler hala demir parmaklıkların arkasında durmaktadırlar.

Erol Zavar ismini duymayan var mı? Kanser ile mücadele ediyor, altı kez ameliyat olmuş, iki çocuk babası. Tedavisi için eşi ve avukatları Cumhurbaşkanına ve Adalet Bakanlığına dilekçeler ile başvurulmuş ve suçu sabit olan biri için uygulanan kurallar başkalarına uygulanmamıştır. İşte adalet ve özgürlük anlayışı bu kadar açıktır.

Bu başvurular sadece Erol Zavar ile mi sınırlı? Elbette hayır!

“Yine kanser hastaları Esmer Yaman ve Gülsüm Aslan, cezaevi koşullarında tedavilerini güçlükle sürdürüyorlar. Filiz Gülkokuer, Hayati Kaytan, Mehmet Yıldırım, Hatice Yaman, Fatma Gündüz, Fatma Tokmak, Savaş Kör, Ersin Eroğlu, Bayram Sarıtaş, Zeynel Karabulut, Hasan Rüzgâr, Fatma Tokmak, Azime İbiş ve Mesut İbiş 'in aralarında bulunduğu çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise ağır fiziksel hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıklarla boğuşuyor.” (Alper Turgut, Politika Günlüğü, 10 Kasım 2007)

Adalet her kişiye eşit uygulanacaksa adlarını andığım ve adlarını bilemediğim sürekli hastalık yaşayan hükümlü ya da tutuklulara da uygulanmalıdır. En azından bu sürekli hastalık içinde boğuşanlar sağlık için dışarıdaki olanaklardan yararlansınlar.

Kuddusi Okkır zamanında müdahale edilemediği için ölmüştür, ölümü henüz unutulmuş değildir. Ölüm cezası caza yasalarımızdan çıkarılmış ama filli olarak uygulanmaya devam etmektedir. Ölüm cezası yan uygulamaları da ortadan kalkmalıdır. Adalet kavramı ayrıcalığı ve istisnaları içinde barındırmaz!

Bu af bütün sürekli hastalara koşulsuz olarak uygulanmalıdır. Yapılan bu af, adalet kavramının nasıl anlaşıldığını gözler önüne sermektedir.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

İnsan kendisi dışında hiçbir canlıyı sevmez!

İnsan kendisi dışında hiçbir canlıyı sevmez!

İnsan şehirleştikçe yanına bakabileceği canlıyı alır ve ona evde bir yer ayarlar, elbette bu ya saksı içinde olur, ya akvaryum ya da kafes. Bunun dışında kendi hapis olduğu alan içine kendi çocuğunu alır. Çocuk doğadan uzak, ayağı toprak görmeden büyür.

Bir karikatürde seni seviyorum der adam kadına, kadın ben de kendimi seviyorum der. Evet, her insan seni seviyorum derken bile aslında kendini sevdiğini söylemek ister. Çocuk sevgisi de bir anlamda insanın kendisini sevmesi gibidir, kendisinden olanı ayrıcalıklı büyütürken, onu yaşamdan izole eder. Geniş ailelerin dışında çocuk önemlidir ve günü, gündemi her şeyi belirler durumdadır. Çocuğa göre yaşam belirlenir, çünkü çocuk korumasızdır ve onun her an korumaya ihtiyacı olduğu düşünülür. Tıpkı evimize aldığımız canlılara bakış açımız gibi.

Evimize aldığımız canlılar korumaya muhtaçtır, onlara elimizden geldiğince iyi bakarız, özen gösteririz. Çocuklarımıza baktığımız gibi. Onların başına gelen her hangi bir şeyde çok üzülürüz. Onlar parçamızdır, onlara gelen her hangi bir şey başımıza gelmiş kabul ederiz. Çocuk yüzünden kavga eden aileleri görmek pek şaşırtıcı olmasa gerek!

Şehir yaşamı içinde insan üstün olduğunu ve her şeyi kontrol edebildiğini kendine kanıtlamak istercesine canlı besler yanında. Çünkü insan, günlük yaşamında aşağılanmaktadır, güçsüz olduğunu hissetmektedir. Bir çarkın içinde dişlidir, fakat dişilin ortadan kaybolması çarkın dönüşünü etkilememektedir, çark dönmeye devam eder, dişli gelir gider, yeri her zaman doldurulur. O yüzden ölümler de eskisi gibi yas tutulmamakta, sıradanlaşmaktadır. Kanıksadık ölümlere. Camus Yabancı adlı romanında annesi ölen kahramanın davranışı bir şamar gibi yüzümüze çarpar. Çarpan şey kendi gerçekliğimizdir ve günümüzde normalleşmiştir. Annesi ölmesine rağmen günlük yaşamını devam ettiren, sahneye çıkan sanatçı gibi rolünü oynamaya devam edilir. Ölüm izini iş yerleri için yoktur, doğum izini varken. Yeni gelene hep merhaba denir, gidene arada allahaısmarladık denir!

Şehirleşen insan kendisini sever, o yüzden hayvan sevgisi altında hayvanı doğadan koparır, kendi hapishanesinde yaşamaya zorlar, üstelik kendisine benzemesini sağlamak için her türlü eğitimi verir. Artık köpek gereksiz yere hırlamaz, istendiği yere pisleyen kedi… Çocuğuna verdiği disiplini yanında beslediği canlıya verir. Avrupa şehirlerinde çiftliklere giderseniz, tek hizaya girmiş ağaçlar ve çiçekler ile karşılaşırsınız. Halı gibi işlenmiş bahçeler ve sokaklar. Her şey insanın istediği gibi olur. Hayvanlar insanların istedikleri gibi hareket eder, onların gezmeleri için ayrı yerler belirlenir. Henüz ülkemizde bu durum yaygın değildir, fakat modernleştikçe hayvanlar içinde gezi alanları ve pisleme alanları yapılacaktır. Tıpkı çocukların oyun oynaması için yapılan çocuk bahçeleri gibi. Orada çocuğu doğa ile karşılaşması sağlanır ama strebilize edilmiş ve her türlü börtü böceğin uzak durduğu alanlardır. Çocuk burada doğa ile tanışır, okul gezilerinde ormanlara götürülür ama izin verilen alanlar içinde gezebilir. Günümüz insanı bir ağacın nasıl ekildiğini dahi bilmez, çünkü o ağaçları dikmek için artık uzmanlaşmış eleman vardır. Uzmanlaşma şehir insanın kaderidir ve her insan kendi alanından sorumludur. Kendi dünyasına hapsedilen insan sadece kendisini düşünür ve kendisini sever.

Şehir insanı için aşk, bir gecelik ilişki gibidir, pop müzikte sözü geçen aşklar hep bu bir gecelik ilişkileri anlatır. Eskiden destanlarda, masallarda geçen aşk yoktur. Aşk insanın kendisini sevmesi ve tatmin olmasıdır. Tıpkı canlı beslerken tatmin olması gibi. Evde hayvan besleyenler hayvanı sevmez, kendisini sever. Eğer o hayvanı sevmiş olsaydı, onu doğadan koparmaz, doğada yaşaması için elinden geleni yapardı. Doğadan kopan insan kendisine yüzde yüz ya da yakın bir canlın biat etmesini bekler, eğer etmiyorsa onu sokağa bırakır. Örneğin tatil zamanı sokağa bırakılan canlı sayısında bir artış olur, çünkü seyahat için engeldir, bakacak birini bulmak ya da bırakılacak yere vereceği para ile tatil yapmayı seçer. Şehir insanı kendi vicdanını rahatlatmak içinde sokak hayvanlarını evine alır ve büyütür, dikkat edin hayvan genelde yavru olur. Büyük olanlar genelde hayvan bakım yerlerinde durur!

Şehirleşen insan, doğadan koparken, sadece kendini sever konumda bulmuştur. Kendisi için zaman ayırır, kendi ihtiyacına göre zamanı belirler. Kısaca insan seni seviyorum derken dahi, aslında kendimi seviyorum demektedir!