29 Ağustos 2008 Cuma

Elimde eski bir fotoğraf var!

Elimde eski bir fotoğraf var!

Eski, yıpranmış fotoğraflara bakıyorum, elime alıyorum. Korkuyorum, yırtılacak diye. Filmleri nerededir şimdi, yok. Yok olan geçmiş gibi. Ellerimin arasında eski fotoğraflar, parmaklarım ile üzerinden geçiyorum, okşuyorum. O günlerde neler yaşadığımı anımsamaya çalışıyorum. Bazı fotoğraflardaki yüzler bir şey anlatmıyor, bazıları bende gülümseme yaratıyor. Dikkat ediyorum yüzlere, poz verilen fotoğraflar hemen belli oluyor, çünkü her fotoğraf karesindeki insan yüzleri gülümsüyor. Üstelik o kadar acının arasında gülümseyen yüzler. Kim ki eskiden objektife bakar, gülümser!

Dijital makine çıktı çıkalı elimde gezdiriyorum, gittiğim her yerde filmin bitme korkusu olmadan durmadan çekiyorum. Her anı, her saniyeyi çekmek ister gibi çekiyorum. İlk zamanlarda hafızası yeterli değildi, çeker dolunca gider, evdeki bilgisayara aktarırdım. Zaman içinde hafızası ile birlikte kalitesi de arttı, sonsuz çekecekmişim gibi düşünüyorum, bu sefer pilinin bitmesi sorun oldu. Kart dolmadan pili bitiyor.

İlk zamanlarda çektiğim dijital fotoğrafları aradım bilgisayarda, yoktular. Ne oldu da yok olmuştu, anımsamaya çalıştım. Evet, bir virüs yüzünden bilgisayara format atmak zorunda kalmıştım, yok olmuştu demek o zaman. Dijital ortama yazılan renkler, görüntüler bir virüs ile yok oluyordu, hem de hiçbir iz bırakmadan! O çektiğim fotoğrafları gözümde canlandırmaya çalıştım, yoktular. O kadar çok fotoğraf çekmiştim ki, hiç biri bende iz bırakmamıştı. Yoktular şimdi, hayatımın bir bölümü kayıt altına alınmamıştı ama ben hiçbir kayıp hissi yaşamıyordum. Bugün geçmişi düşünmeseydim, hiç aklıma gelmeyecekti bile. Geçmiş bir uyarıcı ile anımsanır ve hemen unutulur!

Avucumun içine aldım, eski ve yıpranmış fotoğrafı. Ne güzel dedim, fotoğraf albümü içinde korumalı olarak durmasına rağmen eskimişti. Sanki rengi solmuş gibi geldi. Parmak uçlarım ile dokundum, tozlanmış yüzünden tozları silerken, geçmişe doğru yolculuğa çoktan başlamıştım. Eskiden az fotoğraf çekilirdim, fakat ne güzel zamanları bulup da çekinmişim diye düşündüm. Fotoğraf albümleri benim kişisel tarihimdir, orada geçmişim durur, fırsat olursa, dönüp bakacağımı bilirim. En korumalı yerde durur albümlerim. Çocukluğum, gençliğim, orta yaşım. Bir ömür bir albümde saklıdır. Albüm kapakları kişisel tarihi içinde barındırdığını bilir ve ona göre ağır olur. Albüm kapakları ne güzel emekler ile üretilmiş, ne güzel süslemeler ile önemli olduğu hissi verilmiş. Albümler özel anıların saklandığı en önemli kişisel eşyalarımızı içinde yer alır. Orta yaş ve üstünde olanların fotoğraf albümü vardır, ya bugünkü çocukların?

Bugün bakıyorum da bilgisayarımda biriktirdiğim dijital fotoğraflarıma, hiç yok olmayacakmış gibi duruyor, fakat bir virüs ya da başka nedenlerle bir anda yok olabileceğini düşünmeyiz. Yok olan bir kişisel tarihtir. Yaşadığımız anın hep sonsuza kadar yaşayacağını düşünürüz. O an geçmiş ve gelecektir. Dijital zaman, zamanı ortadan kaldırmıştır. Artık objektife bakıp gülümseyen insan yüzleri de yoktur ya da ne kadar azaldığını düşündüm. Objektif artık acıyı yaşarken bile gülümseyen yüzü çekmiyor. O anı olduğu gibi, objektifin aldığı alan kadar alıyor. Objektif yaşanan anın sadece küçük bir parçasına tanıklık eder, gerçeği olduğu gibi gösteremez. Bir anın, küçük bir parçasıdır. Yazdığımız kelimeler bile sadece gerçeğin küçük bir anına şahitlik eder, bütünü görmez.

Elimde eski fotoğraflar, o fotoğrafları tarayıp bilgisayarıma alayım diyorum, sonra onu hafıza kartına yazdırayım. Belki cd’lere yazdırırım. Fakat hiçbir şey bu fotoğraf albümün yerini tutmaz. Eski fotoğrafları satan sahaflar, ileride eski fotoğraf yerine ne satacaklardır? Albümde duran fotoğrafın rengi zaman içinde uçup gider, ya dijital ortamında duran? Onun için zaman durmuştur, dijital ortamda zaman durmuştur. Yoktur zaman, çünkü zaman olmuş olsaydı eğer, eskirdi, yıpranırdı. Fotoğrafın zamanı olmalı diye iç geçirdim. Dijital ortamda duranı kağıda bastır dediğinizi duyuyor gibiyim, fakat ekonomik değil, eskisi gibi karanlık oda da yok, karanlık odada olan göz nuru yok. Yok olan sadece elimdeki fotoğraf mı, yoksa geçmiş mi? Geçmiş ile birlikte yok olan meslekler, insanlar…
Elimdeki fotoğrafa bakıyorum ve kendimi şanslı olduğunu hissediyorum, çünkü fotoğrafın albümde saklandığı dönemde yaşadım diyebiliyorum. Yaşlandım, yaşlılık artık beni rahatsız etmiyor, çünkü yaşlanmak yaşanmışlık olduğunu biliyorum. Yaşanmışlığın en önemli tanığı fotoğraflardır.

istanbul


İstanbul’da bir sonbahara dönen akşamüzeri. Sonbahar sadece takvimlerde geliyor, gün yazı uzatmalı yaşamaya devam ediyor. Geçen günlerin nemli ortamının dışında nefes alacak kadar bir hava altında, Kadıköy iskelesinden eski İstanbul’a doğru bakıyorum. İstanbul üzerine yazılmış şiirler dudaklarımda, müzik notaları kulağımda gitmekte olan ve gelmekte olana bakıyorum. Gün dönüyor, yaşam yeni sürprizlerini hazırlarken, bir daha aynı anı yaşayamayacağımın sızısı kalıyor, geçirdiğim zaman diliminde.

Bir medya savaşı sona erdi!

Bir medya savaşı sona erdi!

Yorgan gitti, kavga bitti gibi bir söz dilime dolandı, o meşhur Nasreddin Hoca fıkrasından kalma. Çocukluğumda severek anlatmayı sevdiğim fıkralar bugünlerde dilimde dolanır duruyor.

Medya devleri son günlerde birbirlerine yüklenmeye başlanmıştı, hatta mahkeme kararı ile devam eden yazılar durduruldu, fakat yan gazetelerde yazı devam etti. Medya patronu olmak birden çok medyayı elinde bulundurmak olduğunu son olaylar göstermiş oldu. Kavganın arka perdesi ortaya çıktı, çünkü İddaa adı verilen bir loto oyunu içinmiş. Bu oyun müthiş para kazandırıyor, büyük bir pasta ortada olunca onu kapmak için birbirini yiyen medya patronları ve medya çalışanları!

Medya patronlarının kavgasında kullanılan gazetecilerdir, çünkü gazeteci patronun isteği yönünde yayın yapar, patronun çıkarı bu yöndeyse o yönde yayın yapar. Patronun önüne çıkan engelleri haberler ve yorumlar ile atlatmaya çalışır. Haberler objektif olamayacağını bu savaşlar sırasında çıplak göz ile görme fırsatı oldu. Aynı konu üzerinde birden fazla haber çıkar, hangisi doğrudur? Bakarsanız hepsi doğru, çünkü davalık olmuş bir haber yoktur, sadece yayını durdurma kararı alınır, neden? Patronun çıkarları o konuda riske girdiğinde özel durum gözletilir ve haksız rekabet yasası gündeme gelebilir. Bir ihale öncesi haberlerde artış olurken, karşılıklı restleşmelerde olur, sonra ihale olur ve kazanan belli olduktan sonra o kavgalı günler artık sayfalarda kalmıştır, yazarlar bir yerlerde buluşur ve görevlerini yerine getirmenin huzuru içinde şarap bardaklarını kaldırır ve durumu kutlarlar!

Medya kavgası bir çıkar kavgası ile olur, çıkarlar medya dışı yapılan işler içindir. Medya sadece kamuoyu oluşturma için bir araçtır, o araç yeri geldiğinde kullanılır. Medya bir çok gazeteciyi ve akademisyeni içinde barındırır. Bu personel patronun çıkarına hizmet etmek zorundadır, çünkü medya patronu için medya etiği kavramı yoktur, o kavrama sadece basın yayın yüksek okullarında öğrenciler öğrenir, yaşam etik tanımaz! Patron elbette medyadan olmadığı için o kavrama yabancıdır!

Medya patronu köşe yazarına neden o kadar yüksek maaş verir, bilinmez ama bilinir! Patron karşısında el pençe duran, her sözünü dikkatli dinleyen köşe yazarı başka gazeteye transfer olduğunda el pençe durduğu patronu hakkında her türlü bilgiyi yeni patronuna anlatır, (anlatırken elbette el pençe durur, alışkanlığını değiştirmez) gerekli görüldüğünde o bilgiler anlatan tarafından (transfer olan gazeteci) kamuoyuna da duyurulur! Her türlü bilgileri bilen, patronlar ile içli dışlı olan köşe yazarların transfer ücretleri samimiyete göre belirlenir. Köşe yazarının okuyucu potansiyeli olup olmadığı o kadar önemli değildir, çünkü köşe yazarı bir başka gazeteye ya da medyaya geçtiğinde kendisi ile geçen okuyucu sayısı bellidir, satış tirajlarda oynama bile olmaz, fakat transferler olmaya devam eder!

Neden bu büyük paralar ile yapılan transferler? Nasıl ödenir bunların maaşları? Elbette bunu en iyi bilen patrondur, çünkü çalışana, maaşını kazanamayana maaş verilmez, verimlilik ilkelerine terstir. Maaşını hak edebilmek için maaşının üzerine para kazanmak zorundadır, artı kazandırdığı ücret içinden ona maaş verilir. Örneğin bir çalışan ayda 30 bin dolar maaş alıyorsa, o en azından ayda patronuna 50 bin dolar kazandırmak zorundadır. Elbette bu rakamlar patronlar ile çalışan arasında olur, resmi makamlara verilen maaş cetvelleri asgari ücret üzerinden gösterilir, bu sayede vergi vermez patron!

Medya patronaları her görüşe uygun gazeteler çıkarır, sağ, sol, dinci, hükümet yalakacısı, hükümet karşıtı, ABD taraftarı, ABD karşıtı, yani her görüş medya grubu içinde olur. Hatta bir gazete içinde bu özellikleri barındıran bir heterojen medya bile yapabilir. Normal hayatta bir araya gelemeyenler bir bakıyorsunuz gazete sayfalarında komşu olmuşlar. Komşu olanlar için önemli olan ise görüşlere sansürlenmeden yayınlanmasıdır, fakat hiç kimse sormaz, sen kendine yaptığın oto sansür hangi boyutta? O gazeteye gelmeden önce yazdığı yazılara bakın, bir de o gazetede olduğu zaman yazdığı yazılara bakın, sansürün boyutu ortaya çıkar! Doğru gazete sansür uygulamaz, fakat işinden olmamak için kalem emekçisi kaleminden çıkacak kelimelere dikkat eder ve dengeleri korur! Bu dönemde işsiz kalmak ne demek olduğunu işsizler bilir! Birde işsiz arkadaşlarını görüp de görmemezlikten ve tanımamazlıktan gelenler bilir. Yaptıkları hareketlerin başlarına gelmesinden korkarlar.

Medya çalışanı patronun izin verdiği olanak kadar özgürdür, o hangi olanakları verirse çalışanda o kadar haber peşinde koşar ve kendisini geliştirmek için çaba sarf eder.

Medya patronları basın dışında olduğu sürece, bu tipte kavgalara rastlamak şaşırtıcı olmasa gerek. Bir dahaki ihalede bakalım patronların hangi yumuşak karnı kamuoyu önünde sergilenecek?

Medya 12 Eylül darbesi ile birlikte haber yapmaktan vazgeçmiş, çıkarlara odaklanmıştır. Çıkarlar haberin önüne geçtiğinde elbette medya bozulmuştur. Medya tarihinde görülmeyen maaşlar bu dönemden sonra artmış, gazetede köşe kapan yazarlar, köşklerde oturmaya başlamıştır. Dünyanın en pahalı şarabını içip tadını okuyucusuna anlatacaktır. Yanında çalışan asistanları aracılığı ile ilgilendiği konular ile ilgili bilgiler toplayacak ve haber yapmak için yanında başka gazeteciler çalıştıracaktır. O gazeteciler (asistanlar) gazete için değil, yazar için çalışacaktır. Bugün köşe yazarların asistanlarının olması yadırganır bir durum değildir, hala yanında asistan çalıştırmayan kartel medyası köşe yazarı var mı? Büyük medya içinde olmanın avantajını kim elinin tersi ile itekler, patronun çıkarı karşısında yazı yazabilir?

Büyük medyada çalışmak patronuna sadık olmayı getirir, eğer sadık değilseniz işler kötüye gittiğinde ilk gözden çıkarılacaklardansınız!

Bu kadar büyük yatırımlara ve bütçeye sahip olan gazeteler neden 1 milyon barajını aşamaz? Aşması için hiç çaba görüyor musunuz? Çok satmak demek ülkemizde 100 bin sınırıdır. O sınırı aşan gazeteler çok satıyor kabul edilir, bizimkiler çok alçakgönüllüdür, fazlasına göz dikmez!

28 Ağustos 2008 Perşembe

Beklemenin dayanılmaz ağırlığı…

Beklemenin dayanılmaz ağırlığı…

Rusya Duma Başkanı Yardımcısı Jirinovski; "Şimdi artık bağımsızlığını tanıdığımız yeni devletlerle bir an önce askeri işbirliği sözleşmeleri imzalayarak bu bölgeye Rus ordusunu göndermenin tam zamanıdır. Bölgede 50 veya 100 kilometrelik bir güvenlik şeridi oluşturmamız gerekiyor. Söz konusu güvenlik bölgesi, önümüzdeki iki ay içinde başlayacak olan İsrail-İran savaşında bize gerekecek, çünkü Kafkaslarda oluşturacağımız yeni güvenlik bölgesi sayesinde İranlı göçmenlerin Rusya'ya girişi engellenebilir" dedi.

Yukarıdaki açıklama bugüne (28 Ağustos 2008) aittir. Bu açıklama ile nasıl bir sonuca gideceğiz?

Açıklamadan anladığımıza göre son işgal, uzun süredir devam eden fiili durumun bağımsızlık ile sonuçlanması İran İsrail / ABD savaşının getireceği sonuçlara karşı alınmış bir durum değerlendirmesidir. Rusya güney sınırlarını güvene alarak İran’dan gelecek büyük göç dalgası önünde duvar örerek, kendi içinde gerçekleşen Çeçen savaşının daha da büyümesini önleyecektir. Eğer İran göçmenleri Rusya içine yayılırsa Rusya içinde var olan savaşların daha da büyüme olasılığı vardır. Beklenen savaşın tarihi gün geçtikçe azalmaktadır, Ağustos ayı ortasında vurulması beklenen İran saldırısı, Gürcistan devletinin parçalanması ile bir süreliğine ertelenmiştir. Bu konudaki görüşlerimi daha öncede yazdım.

Beklenen İran saldırısı çevre ülkeler içinde tusunami etkisi yapacağını tahmin etmek abartı olmasa gerek, bu yüzden ülkemiz iç işlerindeki düzenleme öne alınmış ve hızlı bir şekilde durağan ve olağan hale dönmesi sağlanmıştır. AKP kapatılma davası bu şekilde sonuçlanması hem ülke dışında hem de ülke içinde rahat nefes aldırması, beklenen operasyon ile ilişkisi olduğunu söylemek abartı olmasa gerek.

Kontrol edilemeyen güçlerin kontrol edilmesi süreci bu beş yıllık hükümet döneminde temel olarak yürütülen bir politikaydı. Kontrol dışı hareket eden güçlerin sistem dışına çıkarılması ve onlar hakkında davaların açılması bu sürece gelmesi tesadüfi olduğuna inanmıyorum. Çünkü kontrol dışı hareketler eğer kontrol altına alınmış olmasaydı Ergenekon davası olmayacaktı, çünkü Susurluk davasında olduğu gibi bir paşa kafasına göre hareket edip, ifade vermeye dahi gitmeyecekti. Bugün cezaevinde olan birinin demek ki gücü artık yoktur ve elinden alınmıştır. Dikkat edilirse Ergenekon davası hala görev başında olanlara yönelik herhangi bir girişimi olmamıştır. Davanın seyri bu kontrol edilebilen güçlerin yapacağı etkinlikler ile ölçülecektir, çünkü dava siyasidir, siyasi sonuçları olması doğaldır.

Çevremizde gelişen her hareket, bizim içişlerimiz etkilemeye devam edecektir. Ayın dünyaya yaklaşması ve uzaklaşmasında nasıl ki coğrafik değişim doğal karşılanıyorsa, çevremizde gelişen olayların ülkemizde yarattığı etkiyi de doğal karşılamak gereklidir. Bu değişim, iç dinamiklerin etkisinin ne kadar etkili olduğu ya da olacağını yaşayarak tekrar göreceğiz, çünkü bizdeki değişimlerin çoğu, dış etkilerin sonucunda olduğunu göz ardı etmemek gereklidir. İç dinamiklerimiz sanıldığı gibi güçlü bir yapısı yoktur. Bunun göstergesi olarak 12 Eylül ve sonrası gelişmelere bakmak yeterlidir. Eğer güçlü bir içyapımız olmuş olsaydı, değişim bu kadar hızlı ve köklü olamayacaktı. Bugünkü gençler 12 Eylül’de neler yaşandığını bilemez, çünkü iç yapımız o günleri bugünkü gençlere anlatacak düzeyde bir örgütlenmesi olmadığı ve toplumsal hafızamızın zayıf olduğun gösterir. Bu durumda iç dinamiklerin ne kadar güçsüz ve abartıldığı olduğu, sağlam temellerde olmadığını söyleyebiliriz. Bugün iktidarda olanların yarın %1’lere kadar düşmesi şaşırtıcı olmasa gerek!

İran’a yönelik yapılacak saldırı sonucuna hazır mıyız? Bugünlerde İran ile yapılan anlaşmalar su üzerine yazılmış belgeler olup olmadığını ilerleyen günlerde göreceğiz, çünkü daha önce yapılan doğalgaz anlaşması kum üzerine yazıldığını ve tek yönlü yorumlandığını her kış döneminde de yaşadık ve gördük! Dış güçlerdeki değişim bizim içte savrulmamıza neden olmaktadır. İran’dan gelecek büyük bir göç dalgasına ne kadar hazırlıklıyız? Rusya sınırlarına duvar örerken, bizler ne yapıyoruz? Çok bilinmeyenli bir geleceğe doğru adım atmaktayız.

Zabıta A Takımı ne yapar?

Zabıta A Takımı ne yapar?

Zabıtaların son dönemde karıştığı olayları sadece Ankara’da değil, ülkenin değişik şehirlerinde de gündeme gelmeye başladı. Sadece esnafa değil, halka karşıda elleri kalktığına dair haberler gazete sayfalarına yer aldı. Ne oldu da zabıtalar A Takımı olarak adlandırılıyor ve zoru kendilerine görev olarak biliyorlar?

Zor kullanma hakkı biliyoruz ki devletin resmi görevlilerine ait. Zabıta ise resmi görevliler olarak geçer ama kolluk gücü değildir. Zabıta bulunduğu alan bellidir, o alan içinde belediye başkanının emri altında görevi kanunlar ile belirlenmiş bir örgütlenmedir. Zabıta görevlilerinin karışmış olduğu olaylar esnaf, sokak satıcıları ve benzerleri ile yaşadıkları olaylar olarak haberlerde zaman zaman gösterilir. Sokak satıcıların mallarına el koyan, sokağa boca ettiği sebzeler ve meyveler ile ekranlara yansırdı. Filmlerde rüşvet alan, bakkalları kontrol eden kişilik sergilenir. Onların maaşları bellidir, halkın sağlığını hiçe sayanlara karşı savaşan kolluk kuvvetidir. Düzeni sembolize eder, belediye sınırları içinde yapılan üretimden tüketime kadar her alanı kontrol etmeye yardımcı güç konumdadır. Halk sağlığı uzmanları ile gittiği bir yerde halk sağlığına karşı gelenlere karşı ceza uygulayabilen bir yetkileri vardır. Belediye başkanı bilgisi dahilinde her türlü göreve gitmekle yükümlüdürler. Belediye başkanı istemediği bir işi yapan zabıta görevlisi olamaz!

Belediye başkanı istekleri ve dünyaya bakış açısı zabıtanın görev çizgilerini de belirler. Eğer belediye başkanı içkiye yasak koymuşsa, o belde içinde içki satan yerlerin başına her türlü olayların gelmesi kaçınılmaz gibidir. Belediye başkanı istekleri zabıta emir gibidir, elinden geleni yapmak ile yükümlü olduğunu hisseder, çünkü işten alınması ve göreve son verilmesi içten bile değildir. İşini gerektiği gibi yerine getirmeyen her eleman verimlilik ölçüsü gereği işinden alınabilinir. Kısaca işsiz kalabilir bu ekonomik kriz ortamında. Bunu göze alabilecek kaç emekçi vardır?

Zabıtalar kolluk kuvvetleri içinde belediye başkanına bağlı olanlardır. İçişleri ve Savunma Bakanlığına bağlı olan zabıtaların görevleri ulusal güvenliktir. Belediye başkanına bağlı olanlar ise o beldenin ekonomik / halk sağlığı düzeninden sorumludurlar. Zabıta genel güvenlik ile ilgili gördüğü olayları genel kulluk kuvvetlerine bildirmek zorundadır. Tek başına zor kullanamaz. Örneğin bir iş yeri kontrol edilmeyi ret ettiği durumda zabıta oradaki kolluk kuvvetine bildirmek zorundadır, onların yardımı ile o iş yerine girer ve gerekli kontrolü yapar, tek başına girip orada zor kullanma yetkisi yoktur. Yerel birimlere merkezi yapı görevleri belirlerken sınırlandırmıştır. Bu devletin bir tercihidir.

Son günlerde zabıtaların karıştığı olaylarda artış görülmektedir. Homojen bir yerel yönetim isteyenlerin rakipleri olduklarını gördüklerine karşı, zabıtayı aracı kullanarak, sindirme politikası yürütebilirler. Bir baskı aracı ramazan aylarında daha çok gündeme gelebilir, mahalle baskısı aracı olarak zabıta kullanabilinir. Belediye başkanı bir partinin adamdır, o partinin inançlarını ve ideolojisini halka en direkt yoldan aktarabildiği alandır. Belediye sınırlarını homojen, düzene koymak için elindeki olanakları en iyi şekilde kullanacaktır. Burada belediye başkanı sözünü iki yapmayan, gözü kara zabıtalara iş düşer, işte bu zabıtalara A takımı dendiğini düşünüyorum, aksi halde zabıta görevini yapanlar arasında teknik anlamda kategorize yoktur, sınıflandırma olmadığı içinde her zabıta aynı yasalara uymak zorundadır. Fakat gazetelere yansıyan haberler işte bu A Takımı adını verilen ekipler tarafından yapıldığına dair kuşkularım var. Yaslar içinde belirlenmiş yapılan denetimler normal olarak kabul edilir ve haber olmazlar. Eğer haber oluyorsa orada yasların dışında yapılan bazı hareketlerin varlığı olduğu anlamına gelir.

Yerel yönetimler toplumun dönüştürülmesi için önemli araçtır, merkezi yapıdan almış olduğu siyasi destek ve ekonomik güç ile yere yönetim güçlendiğinde, orada değişimin hızlı olacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Mahalle baskısı adı verilen baskıların sonucu hayat içindeki köklü değişimleri bu yerel yönetimin değişimleri içinde aramak doğru olur. Bugün çıkarları yönünde ’onlar’ gibi davrananlar, bir süre sonra o yaşama alışıp, onlar gibi düşünmeye başladığına şahit olmaktayız. Onlar gibi düşünmeyenler ve onlar gibi yaşamayanların iş yerlerindeki kapısı bir gün A Takımı tarafından çalınma olasılığı hep vardır!

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Tarih taraftır!

Tarih taraftır!

Ülkemiz dışında gelişen bir soruşturma bizi çok ilgilendirmesine rağmen gündemimizden kaçıyor. Almanya’da Siemens firması içine başlayan ve tüm dünyaya yayılan soruşturmalar ülkemizde henüz bir harekete neden olmamıştır. Bu durum beni geçmişte olan bir soruşturmaya götürdü. İtalya’da başlayan temiz eller operasyonu ve soruşturması ile birlikte NATO örgütlemesi olan bizdeki adı ile kontrgerilla örgütü açığa çıkarılmıştı. O soruşturma yapılırken, biz sadece İtalya’da operasyon olarak bakmıştık. Bizdeki örgütlenmeyi gizlemeye devam etmiştik. Bilgi akışı sırasında bir kirlilik yaşanmış ve bizde öyle örgütlenme -terör bahanesi ile- hasıraltında kalması uygun görülmüştü.

Hasıraltından akan kanların bıraktığı izler günümüzde bir operasyon ile gündeme gelmiş olmasına rağmen, asıl temiz eller operasyonu olmadığını gelinen sonuç ile düşünmekteyim. Çünkü her operasyon / dava, geçmiş ile yüzleşmektir. Geçmiş ile yüzleşmeye ve hesaplaşmaya hazır olmadığımızı yapılan tartışmalardan görmekteyiz. Açık açık yakılan köyler, kaçırılan insanlar, dışkı yedirilen köyler bu davanın neresinde diye sormadık. Çünkü şu andaki Ergenekon operasyonu yapılan örtülü savaşın eseridir. Kontrgerilla ise daha eskilere dayanır ve bizi NATO’ya üye olduğumuz döneme kadar götürür. Suikastlar, 1 Mayıs katliamı, Çorum, Maraş, Sivas, Fatsa olaylarının faillerini aramaya götürür, çünkü o dönemde de gündeme gelen bu kontrgerilla etkinlikleri aydınlanmamıştır, kimler emir verdi, nerede örgütlendi, dönem içinde nasıl değişti, kimler bu yapının içinde nasıl bir rol oynadılar?

Kontrgerilla örgütlenmesi NATO çıkarları yönünde, devlet içinde devlet şeklinde örgütlenmiştir. Eğer devlet bir işgale uğrar ise, yer altında direnişi örgütleyecek, yıkılan devlet yerine gölge devlet kuracak şekilde örgütlenmiştir. İşgale karşı direnerek devleti yeniden kurmak ile yükümlüdür. Var olan devleti korumak ve kollamak için silahlı bir örgütlenmedir. Devlet işleyişleri yasalar içinde belirlenmesine rağmen, bazı durumlarda yasalar üstü yapılanmalarda devletin çıkarı gereği düşünülmüş ve yapılandırılmıştır. (Devlette önemli olan sürekliliktir, o yüzden sürekli olabilmesi için kişiler üzerine bir yapı örgütlenmez.)Yaslar üstünde, örtülü ödenekler ile beslenen bu örgütlenmeler zaman içinde kendi gelirini yaratmış ve devlet dışında devletin bir örgütü kurulmuş gibi izlenim vermektedir. Bu yapılanmanın ne kadarı gün yüzüne çıkacaktır bilinmez. Bu yapı içinde her etnik kimlik ve inançtan insanın yer alması şaşırtıcı değildir. İtalya’da başlayan ve diğer devletlerde yürütülen operasyonlar sırasında biz sadece izlemekle kalmış, aynı zaman dilimi içinde ülkemiz sınırları içinde ve dışında bir çok faili meçhul cinayetler işlenmiştir. Ölenler suçlu olarak kabul görmüş, öldürenler ise kahraman olarak tanımışızdır, eğer bu kahramanların isimlerini genel olarak bilinmiyorsa da küçük bir çevre içinde kahraman olarak görülmeye devam ediliyordur.

Siemens içinde başlayan rüşvet soruşturması dünyayı kucaklarken, bizi es geçmiş olma olasılığı yoktur, çünkü o firma bir çok ürünü ile Türkiye pazarında ve büyük bir bölümünü kontrol etmektedir. Siemens sadece tıp alanında değil, ileri teknoloji, savunma sanayi, beyaz eşyaya kadar geniş bir alanı kapsar. Siemens kendi pazarını artırmak için, ihalelerde kendi firmaların kazanması için büyük rüşvetler verdiğini yapılan soruşturmada çıkmıştır. Rüşvet veren bellidir, rüşvet alan belli olmaz mı?

Ülkemizin temiz elleri operasyonun bir parçası olmalıdır bu rüşvet skandalı, çünkü rüşvet içten içe devleti kemiren bir kangrendir. Rüşvetin ayak izlerini takip edersek, mal alımında rol oynayanların ne kadar geliri olduğunu, mal varlığı ortaya serilir. Elbette o rüşveti alanlar aptal değildir, üstlerinde suç unsuru bırakırlar mı?

Siemens ile başlayan diğer firmalara doğru yayılma eğilimi olan bu soruşturmalar, ülkemizde yansıması nasıl olacaktır, şimdiden bilemiyorum, çünkü İtalya’da başlayan Gladio soruşturması, ülkemize yansıması Susurluk ile başlar, bugün Ergenekon ile devam eden bir süreçtir. Bu soruşturmalar bize nasıl bir tarih bilgisi bırakacağını şimdiden söylemek zordur, çünkü her türlü sürprizi içinde barındıran bir geçmiş yaşadık. Yaşadığımız döneme tek yön ile bakarsak, bizi gerçeğe ulaştırmaz!

Gerçek nedir diye sorarsanız, ölüm nedir diye sormak ile başlarım! Çünkü gerçekler ölümlerde gizlidir, her ölüm öldürenin parmak izini taşır. Tarih işte bu parmak izlerini teşhir etmek ile uğraşır, fakat tarih yazıcıları bu parmak izlerini kendi kafalarındaki doğrulara göre yazarlar. Taraftır tarih yazıcısı, okuyucusunda taraf yapar!

26 Ağustos 2008 Salı

demokrat çizgi sayfası artık tarihteki yerini almıştır!

demokrat çizgi sayfası artık tarihteki yerini almıştır!

demokrat çizgi tarih içindeki yerini almış durumdadır. üç haftadır bana neden yayınlanmadı diyen soran arkadaşlara söyleyeceğim bir şey var, bana yapılmayan açıklamayı benden bekleyemezsiniz diye düşünüyorum. sadece kısa olarak gazetede yayınlanan haberlerin çokluğu demokrat çizgi sayfasının gazetede yer bulamamsının neden olarak gösterildi. üstelik bu sayfanın yayınlanmadığını ben çok sonra öğreniyorum, eğer bana açıp ya kusura bakma bu nedenle sayfayı koyamadık demiş olsalardı hala sayfanın yayınlanması gündemde durabilirdi, fakat o ana kadar gelen bir doyurucu açıklama olmadığı için sayfayı bir daha hazırlamayacağımı cuma günü gittiğim gazetede gazetenin yetkili arkadaşlara söyledim. bundan sonra demokrat çizgi benim imzam ile yayınlanmayacaktır.

daha önce hazırladığım (yayınlanması için üç sayı hazırlamıştım, onlar gazetede durmaktadır. yer yokluğu yüzünden belki silinmiş dahi olabilir. dijital ortamda saklananların silinmesi kadar doğal bir şey yoktur! silinmemiş olmasıda artık önemli değildir, çünkü yayınlanmayacaktır diye düşünüyorum.) ve sayfaya karikatürlerini koyduğum arkadaşlara haber veremediğim için üzgünüm.

açıklama yapmak için fazla beklemenin anlamı yok, belirsizlik dedikodu üretir, o yüzden bu kısa açıklamayı yapıyorum. gazeteye emek vermişim, o yüzden gazeteyi ne eleştiririm, ne de överim. o gazetenin yaşaması gerektiğine inanıyorum, çünkü muhalif basına her zaman ihtiyaç vardır. benden sonrada arkadaşlarım gidip orada çizecekler, yazacaklar, emek verecekler. ben ayrıldım diye gazete bitmez, gazete kötüyede gitmez. umarım ki daha iyiye ve daha güzele doğru atılımına devam eder.
demokrat çizgi birgün gazetesindeki ömrünü kısa sürede doldurmuş olduğu için üzgünüm, fakat ne yapalım ki gelişmeler bunu getirmiştir. ben yaşamım içinde bazı ilkelere dikkat ederim, o dikkat ettiğim davranış biçimleri benim günlük ilişkilerimi dahi belirler. bilgi aktarımı ve her şeyin açık olarak konuşulması önemlidir, gizlilik benim açımdan gereksiz olarak durur. gelecek günleriniz daha aydınlık ve özgür olur.

bu arda sayfaya emeği geçen tüm dostlarıma, yazanlara, çizenlere, birgün gazetesinde çalışanlara, bana destek veren tüm tanıdık tanımadıklara teşekkür ederim. umarım başka düzlemlerde ortak üretmeye devam ederiz..

dostlukla
cem

Yeşil ekrana bakarken!

Yeşil ekrana bakarken!

Bir haber kanalı, haber kanalı olmaktan çıkıp yeşile büründüğünde reklamlarına bakar oldum! Yeşil ekran; ekolojiyi öne alan ve çevre duyarlılığını anlatan haberler ve küçük hatırlatmalar yayınlanmaktadır. Reklamlarına bakınca yeşili yok eden, hatta ekolojiyi kökten değiştiren ürünleri görmek yeşil ekranı karartmıyor mu dersiniz?

Reklamlar özel yayıncılık için önemlidir, çünkü ekranlar sürekli giderdir ve geliri sadece reklam ile olur. Yeşil kuşak ekran yapıldığında elbette bu durum göz önüne alınır, çünkü reklam ekranın rengini ve içeriğini belirlemektedir. Bugün popüler olan ve reyting savaşları içinde olan ekranlar sadece reklam verenlere hoş görünmek için programlar yayınlamakta, hatta çocukların uyuduğu saatte bile çocuk programı yayınlamaktalar, çünkü reklam verenler o saatti uygun görmüştür! Aksi halde çocukların olmadığı zaman içinde çocuk programının yayınlanmasının başka açıklaması olabilir mi?

Yeşil ekran, haberleri sunar. Haberler içinde insanı yardım gemilerinin neden savaş gemiler olduğunu açıklamaz. İnsani nedenler ile boğazdan geçen gemilerin görüntüleri ekrandan geçer, sadece ekrandan geçmez, boğazdan geçer gider. Karadeniz suları üzerinde savaş gemileri gezer, savaş gemilerin gezdiği yerde barış olur mu?

Yeşil ekran içindeki haberler içinde patlayan bombaların failleri yakalandığı haberi verilir, elleri kelepçeli ve polisler arasında görüntüdeki bir insan. Demek, bombaları patlatan bir insan! Bombalar patladı, sonuç olarak ne elde edildi? Amaç neydi, ne oldu? Kimler öldüğü ile kaldı, acının ve gözyaşının getirmiş olduğu çığlık barışı mı destekledi, savaş çığlıkların artmasına mı sebep oldu? Yeşil ekranda savaş görüntüleri var, barışı ve birliği güçlendirmek için neler yapılır, toplumsal barış, doğa ile uzlaşma nasıl olmalıdır, Türkiye sorunları nedir ve nasıl ortadan kaldırılır? Sorunları çözmek için ulusal sınırları kontrol altına almak yeterli midir?

Ankara’da Keçiören’de bir gece dayak görüntüsü ekrana yansıdı, peki yansımayanlar? Bir esnafa kaba güç uygularken orantısız güç kullanıldığı ortada duruyor. Ekranlara yansıyan, devlet gücünü kullanarak bir vatandaşa karşı suç işleniyor. Suç işleyenler devlet koruma zırhı altında, yüzleri açık. Neden soruşturma olmaz? Bir yerde kaba güç ya da orantısız güç kullanıldığında işkence olmuyor mu? İşkencede sıfır tolerans diyenler, illa nezarethanede olmasını mı bekliyorlar? İşkenceye karşı mücadele edenlerinde müdahil olması gerek, çünkü devlet gücünü kullanarak savunmasız bir insana saldırılmış durumdadır.

İçki yasağı bir bölgede birkaç dükkan ile sınırlandırılmıştır, kontrollü alanda satış. Ülkede alkol kullanmak serbest, satın almak serbest ama belirli alanlar içinde. İçki yasağı neden uygulanır ya da uygulanmaz? İçki yasağı yerine satış alanını ve kullanım alanını kısıtlarsanız yasak olmuş olur mu? Kendi kafalarında ki yaşamı başkalarına dayatmak isteyenler şimdilerde yasaklardan çok, orantısız rekabet koşullarını uyguluyor dersek acaba abartı yapmış olur muyuz?

Ülkemizde kaç tv kanalı var, internet üzerinden yayın yapan? Bu kadar kanal reklamlar ile yaşamak zorundadır, devlet tv’leri hariç. Çünkü onlar devlet olanakları içinde orantısız rekabet yapmalarına rağmen, yeterli bir sorumlu yayıncılık yaptıklarını düşünüyor muyuz? Kaç kişi zorunluluk haricinde bu devlet ekranına bakıyor. Zorunlu olma durumu, bulunduğu noktada başka kanal çıkmamasıdır. Ülkemizin bir çok bölgesinde tek kanal çıkıyor. Ulusal çapta yayın yapan kaç kanal var, neden onlar ulusal çapta yayın yaparken, büyük bir bölümü sadece çanak anten üzerinden izlenebiliyor? Kablo ya da özel firmaların şifreli kanallarında tv’ler hangi koşullarda yer almaktadır?

Ekranlarda kalitenin artmasını belirleyen reklam verenlerdir, onlarında ne istedikleri ortada değil mi? İzleyiciye göre ekranını düzenleyen kanallar acaba doğru söylemiyorlar mı?

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Futbol şenliği başladı!

Futbol şenliği başladı!

1860 yılları sonlarında Londra’da Harrow okulunda futbol oynayan oyuncular tarafından kurulmuştur. O gün futbol bugünkü gibi değildi, zaman içinde futbol içine kurallar girerek futbol bir şölene dönüşmüştür. Futbol İngilizlerin sömürgelere ve ticaret için gittikleri ülkelere götürmeleri ile yaygınlaşmıştır.

Futboldaki evrensellik sadeliğindedir. Her yerde, her şey ile oynanıyor olmasındadır. Kentli çocuklar beton üzerinde meşrubat kutularıyla, köylü çocuklar toprak üzerinde çıplak ayaklar ile birbirine sarılmış çaput parçalarıyla oynamaya devam ediyorlar. Futbol ateşi dünyayı kuşattığında savaşlar bile durmakta, karşı cepheden savaşanlar futbol saatleri sırasında ekranların önünde hapis olabilmektedir. Size bu cümle abartı gelebilir, fakat Afrika ülkesi olan Fildişi Sahili ülkesinde bu durum yaşandı. İç savaş dünya kupası sırasında durmuş, bütün sokaklar boşalmıştı. (Almanya 2006 Dünya Kupası)

Futbol bizde önce Selanik (1875), sonra İzmir’de (1877) başlar, sonra İstanbul’a (1895) taşınır. İngiliz askerlerinin ve tüccarlarının getirdiği bu ayak oyunu zaman içinde Türk futbolcuların katılımı ile ilk Osmanlı ligi kurulur. (Şehirlerin karmalarının birbiri ile mücadelesidir. Bugünkü anlamında bir ligden bahsedilmez.) Cumhuriyet süreci bir futbol karşılaşması gibidir, İstanbul takımlarının Anadolu’ya geçenlere moral verir, sadece moral vermekle mi kalır? Bir gizli örgüt gibi çalışırlar, yasaklanmada arkasından gelir. Cumhuriyet rejimi ilan edilmeden Türkiye futbol federasyonu kurulur ve aynı yıl FİFA üyeliği kabul edilir. 26 Ekim 1923 yılında ilk milli maça çıkarız. 1962 yılında UEFA üyeliğine girerek Avrupalı bir takım olduğumuz tescil edilir.

Futbol aynı zamanda büyük bir sektör olmuş, bu sektör içinde milyonlarca insan ekmek yer konumdadır. Roma döneminde Gladyatör ne ise bugün futbol o olduğunu söylemek abartı olmasa gerek, çünkü modern futbol profesyonelliği getirmiştir. Profesyonel oyuncu takım aşkına göre oynamaz, paranın verdiği güç ile oynar. Futbolcuyu pazarlayan modern bir köle tüccarı, futbolcuda bir köledir. Köle sahibi kölesini istediği gibi pazarlar ve sahada şov yapması beklenir. Roma döneminde gladyatör sahaya çıktığında bütün Arena tüm ağızdan bağırır, o oyuncuyu görmek için sıraya girerlerdi. Arenalar bu isimi olan oyuncular tarafından doldurulurdu bir anlamda. Bir de Roma devleti kendi gücünü Romalılara göstermek istediğinde köleleri bir alana toplar, askerleri tarafından vurulmasını halkına izletirdi. Oyun bir güç gösterisi, düşmanla savaşın provası olurdu. Roma halkı hiçbir zaman gerçek anlamda düşmanla karşı karşıya kalmamasına rağmen, bu oyunlar sayesinde devletinin sonsuza kadar yaşayacağına inandırılırdı, bu sayede vergileri vermekte zorlanmazdı. Roma devletini yıkan Germenler Roma şehrine vardıklarında aslında Roma yoktu! Çünkü devlet kendi içinden çürümüştü. Günümüzde futbol ile benzer yönleri olmasına rağmen, futbol dünya çapına yayılmış evrensel bir oyundur. Romalıların oyunu sadece roma sınırları içinde kalmış, fakat dışarıdan köle almıştır oyunlar için. Futbol ile halkını toplumsal gerçeklerden uzaklaştıran diktatörler olmuştur, İspanya Franko dendin mi hemen akla futbol gelmesi tesadüfi değildir.

Futbol üretmez, tüketir. Kitlelerin enerjisini bir potada boşaltma aracı gibidir, aynı zamanda ceplerini de boşaltır. Ceplerin boşaldığı yerde kasalarda dolar. Kasaları dolan kulüpler, daha çok başarı için her şeyi satın alacağını düşünür ve o yönde örgütlenme yapar. Günümüzde her şeyin alınıp satılabilirliği göz önüne alındığında şampiyonluğunda alınıp satılan bir duruma düşmesi şike söylentilerinin ayyuka çıkmasını gündeme getirir. Zengin takımlar genelde ilk sıraları paylaşır, kasalar dolduğu sürece de bu durum değişmeyecektir, çünkü lig başlarken onlar rakiplerinden her zaman önde başlayacaklardır. Rakiplerinin onları yakalaması ekonomik ve fiziki şartlar ile zor gözükmektedir. O yüzden ligler belirli takımların etrafında döndüğüne şahit oluruz. Şampiyonlar ligine giden takımlara bir bakın, içlerine girmiş farklı bir takım var mı? Her ülkeden belirli takımlar bu lige katılır ve kasalarını doldurmaya devam eder.

Futbolda seyirci önemlidir, saha dışında bir oyuncu gibi hareket eder. O yüzden seyircinin iç yapısının ne kadar heterojen olursa olsun, saha içinde homojen olması beklenir. Futbolu belirleyenler seyircinin aynı refleks vermesini bekler, eğer seyirci 12. oyuncu olamıyorsa dışarıdan seyirciyi yönlendirecek profesyonel amigolar tutabilir. Amigolarda futbolcular gibi transfer olabilir, fakat futbolcular kadar şansı değildirler, çünkü onları pazarlayacak menajerleri yoktur henüz.

Futbol şenliği başladı, sonu başlangıcından belli olan şenlikte milyonlar bu şenliğe dahil olacak, yeri geldiğinde sokaklara çıkacak, yeri geldiğinde silahını ateşleyecek, yeri geldiğinde tuttuğu takım için adam dövecek. Tartar gerçekten inanmış olarak takımını şartsız desteklemeye devam edecek, parası bol olan takımın seyircisi gün geçtikçe artacak. Ülkenin her yerine yayılan, hatta yurt dışında taraftarının yaşadığı yerlerde bile takım ‘store’leri açılacak. Seyirci o dükkanlara girip, kendisi için üretilmiş tüketim malzemesi alırken, takımının kasasını doldurmaya devam edecektir.

Futbol şenliği havai fişeklerin gökyüzünü boyaması gibi başladı, ilk karşılaşmalar yapıldı. Bazı takımlar başlangıçta hayal kırıklığı yarattı, bazıları ise beklendiğinden daha iyi başladı. Her başlangıcın sonu vardır, bu sezonluk oyunda başlangıçta sonuç yaklaşık olarak tahmin edilir ve bu tahminleri iyi yapanlar ekranlar aracılığı ile seyirciye ulaşır. Bu yorumcularda saha dışında 13. adamdır bir futbol takımı için. Kamuoyu oluşturulur. Takım kötüde oynasa, haksız yere maçı da alsa yorumcu için önce takım gelir ve takımı için her türlü yorum yapmaktan geri durmaz. Milli maç ise, milliyetçilik tohumları altında siyaseti de içine katarak yorumlar bulunmaktan geri durmaz. İsviçre Türkiye maçı buna örnektir, İsviçre oyuncularını linç etmeye kadar giden bir söylem tutturmuşlardı. (16 Kasım 2005)

Futbol fanatizmin pazarlanma alanı olmuştur, aynı zamanda bir büyük sektördür. Aslında futbol sadece bir oyundur, oyun olduğunu unutuyoruz. Başka anlamlar yükleniyor, bu yüklenen anlamlar ile futbol seyirlik olmaktan çıkıyor, bir güç gösterisine dönüşebiliyor. Bir isyanın adı dahi olabiliyor!

Futbol sonuç olarak evrensel bir oyundur, evrensel kurallar geçerlidir. Futbolun dili, dini yoktur, şimdilik ulusu vardır, fakat buda yok olmaya doğru gitmektedir. Ülkemizde örneğin Real Madrid takımını tutan kaç fanatik vardır, biliyor muyuz? Futbol takımların oyuncuları artık takımın rengi aşkı için her şeyini ortaya koymuyor, sakatlanmadan iyi bir oyun çıkarmak için sahada, seyirlik bir oyunu sahnelemeye uğraşan bir tiyatro oyucusu gibidir, kendisine verilen rolü en iyi oynamaya çalışır. Futbol profesyonellerin olduğu günden beri eski neşesini, hoşgörüsünü kaybetmiştir.

24 Ağustos 2008 Pazar

Kiralık afişler artarken...

Kiralık afişler artarken...

Taksim meydanında kiralık daireler var, daireler üzerine asılan büyük afişler ile yeni sahiplerini bekliyor. Beklenen ya da yaşanan bir ekonomik krizden bahsedebilir miyiz?

Şehir merkezinde bu kadar kiralık yerin olması, şehrin varoşlarına doğru gittikçe daha çok kiralık yerin olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Merkezde genelde oturmuş firmaların büroları olur ve o bürolar uzun süreli boşaltmazlar. Fakat merkezde kiracı arayan büroların çokluğu o ülkede krizden bahsetmek için yeterlidir diye düşünürüm. Ekonomist olmadan yaptığım bu doğal gözlemim ne kadar doğrudur onu yaşayarak öğreneceğiz, çünkü ekonomistler bir global tusunaminin gelmekte olduğunu belirten açıklamalarını zaman zaman okumaktayım. Bizim deprem bilimciler gibi bol keseden atmazlar, onlar en azından daha bilimsel veriler ile konuşurlar.

İstanbul’da bundan yaklaşık altı ay önce kiralık daire aramıştık bir arkadaş için, kiralık olmaz ise satılık daire olur dedik girdiğimiz emlakçılara. Onlarda maalesef diyerek sadece telefon numaramızı almakla yetinmişlerdi. Bugün sokakları geziyorum, nemim bastırdığı İstanbul’da. Her sokakta bırakın, her apartmanda bir kiralık ya da satılık daire ile karşılaşırken, bir çok işyerinin olması gereken yerde boş dükkanların tozlu camekanları. Devren kiralık ya da satılık işyerleri. Sokaklarda bu nemli ortamda sanki daha çok insan var gibi. Sokaklardaki asfalt, sıcağın altında erirken, gelmekte olan ya da yaşadığımız bir krizinde habercisi oluyor.

İstanbul Türkiye’nin kalbidir, resmi olmayan başkenti. Ekonomi burada belirleniyor, politik olarak yolu Ankara’da çiziliyor. Aslında Ankara olması gerekeni onaylıyor, çünkü ekonominin rotası uzaklarda belirleniyor. Adı saklı olmayan yerden iki de bir müfettişler gelir ve ekonomimizi kontrol ederler, gerekli gördükleri kararları aldırır giderler. Eğer uygun görürlerse bir koloni valisi gibi bir yetkili atayabilirler. Geçmiş dönemde yaşadık bu durumu.

Beklentim olan İran savaşı henüz başlamış değildir, İran’ı beklerken hemen başka komşumuzda bir parçalanma durumu yaşadık. Rusya müdahalesi ile bir ülkenin toprak bütünlüğünün ortadan kalktığına şahit olduk. Yugoslavya’nın parçalanmasına alkış tutanların bu zaman diliminde neler düşündüğünü bilemiyorum, çünkü Avrupa’yı parçalanmışlıktan kurtarmak için birlik kuranlar Avrupa’nın orta yerinde duran ülkeyi parçalamışlardır. Dünya yeni bir düzene doğru gidiyor, henüz beklenen büyük tusunami gerçekleşmemiştir, fakat bölgesel olarak devam eden hortumlar (savaşlar) gerilerinde yıkıntılar bırakırken, yeni sınırları da belirlemeye başladı. İran konusunda zamanlama konusunda yanıldım, Ağustos ayı ortasında bir saldırı ile karşı karşıya kalacağını yazmıştım, fakat Gürcistan müdahalesini tahmin edemediğimden bu saldırının ertelenmiş olduğunu düşünmekteyim. Hala İran’a karşı bir saldırının olma olasılığının ortadan kalkmadığını düşünüyorum. Bu saldırının çevre ülkelerde gerçek anlamda tusunami etkisi yaratacağını düşünmekteyim.

Taksim meydanında eğer kiralık yerler artmaya devam ediyorsa ve kiralık yazan afişler camlarda asılı kalmaya devam ederse, bu ülkede gizlenen bir ekonomik krizin varlığından bahsetmek abartı olmasa gerek. Ekonomik kriz siyasi krize davet çıkarır.