29 Kasım 2008 Cumartesi

Yedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

Yedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

Yedi uyuyanlar efsanesi kulaktan kulağa geçmiş, sonunda kutsal kitaplara bile girmiştir. Kutsal kitaplara giren bu olayın bir benzerinin günümüzde yaşandığını söylesem acaba sizi şaşırtmış olabilir miyim? Sanmam, çünkü bizler her anlatılan masala inanma eğiliminde olan bireyleriz. Her masalı gerçek gibi düşünüp, ona göre yaşarız.

Benim hikayem Osmanlı döneminden başlar. Osmanlı döneminin en kanlı bir süreci yaşanır. Her tarafta ajanlar, suikastlar ortada gezmektedir, insan yaşamının sudan ucuz olduğu dönemdir. Abdülhamit ‘kızıl sultan’ olarak henüz tanınmıyordu, fakat zaman içinde o unvanı eline alacaktır. Astığı astık, kestiği kestik, kapılara işaret koyduran bir padişahtır. Her kulunun kendisini öldüreceğinden, ülkeyi parçalayacağından korkar. İstibdat dönemi olarak geçer tarih kitaplarına ama o yaşarken kimse istibdat dönemi demeye dili varamaz, varanlarında dili değil ama başı kopmuştur.

Destanlarda geçen, kutsal kitaplarda anlatılan yedi uyuyanlar neden uyumaya gitmiştir, çünkü baskılara karşı bireysel bir karşı duruştur. Bir mağaraya giderler ve 300 yıl uyurlar. Uyandıklarında onların uyuyan olduklarını anlaşılması kullandıkları geçerli olmayan paradan ortaya çıkar. Korkarlar ve yeniden mağaraya sığınırlar. Bu korku ve uyanışlar arasında yıllar geçer, asırlar gider, uyuyanların hep genç ve dinç kaldıkları inanılır. Fakat zaman hızlı ilerler, uyuyanlar için ise zaman durduğu kabul edilir. Zaman her uyanışta devam eder. Buna benzeyen öyküler dünyanın değişik yerlerinde anlatılır ve uydukları yerler kutsal kabul edilir.
Dünyanın değişik yerlerinde yedi uyuyanlar mağarası bulunması bundandır. Her dinden inanan gider oraya dualar eder, orayı koruma altına alır. Her mağara gerçek yedi uyuyanların mağarası olduğu söylenir.

Abdülhamit’in baskısından, zulmünden kaçan yedi arkadaş yan yana gelmiş ve destana uygun bir tavır geliştirmek istemişlerdir. Bu destana uygun bir yer bulurlar. Onlar dağın eteklerinde bir mağaraya gitmezler, çünkü mağaralar soğuktur. En yakın bir yeri seçerler ve İstanbul içinde bir evin bodrum katını kendilerine uygun görürler. Dışarıda herkes birbirinden korkar şekilde dolaşırken, sokak satıcıların sesleri altında bordum katında gerekli gördükleri eşyalarını yanlarına alırlar ve uymak için tüm koşulları yaratırlar. Aslında çevrede izleyen gözler onlardan şüphelenmiştir, gizli gizli bodrum kata bir şeyler taşıdıklarından dolayı. Efsaneye uygun olsun diyerekten yanlarına birde köpek almışlardır. Dışarıda Abdülhamit’in rüzgarı eserken, yanlarına aldıkları akçeler ile uyumaya başlamışlardır.

Zaman içinde onlar unutulurlar, izleyen gözler bile izlediklerini anımsamazlar. Dışarıda savaşlar olur, hükümetler gider, savaş hükümetler kurulur, koskoca Osmanlı küçük bir adaya sığınmaya zorlanır. Yedi uyuyanımız bunlardan elbette haberi olmaz, fakat sadık beklemesi gereken köpek, yanlarına aldıkları yiyecekleri tükettikten sonra bir aralıktan çıkıp gitmiştir. Onun gittiğinden bile haberleri olmaz, öyle bir derin uykudalar ki, dışarıda esen fırtınadan yangınlardan haberleri olmazlar. Onlar bir evin bodrum katındalar ve yukarıdaki değişimden haberleri olmayacaktır, karanlık içinde geçen zaman dilimi onların oraya uğramaz.

Savaş hükümeti yerini Ankara Maclisine bırakır, orada kurulan hükümet Osmanlı’yı yönetir, Osmanlı bir kararname ile ortadan kalkar, sonra rejim değişir. İstanbul büyük göç ile karşılaşırlar, eskiden kenar mahalle olan yerleri şimdi şehrin en lüks semtleri arasındadır. Mütahitler gelir, güzel evleri yıkar yerlerine beton binalar yaparlar. Betonlar ile şehir kuşatılırken, şehrin yapısı da köklü bir şekilde değişir. Ne tesadüftür ki, bunların uyduğu yere kimse dokunmaz. Kaldıkları yerler hakkında bir destan dolaşır dilden dile. Çocuklar korkularından oraya adım atamazlarken, sarhoşların mekanı olur. Zaman içinde belediye burayı bir koruma alanı ilan edip, işletmesi özel olan bir kamu alanı yapar. Şehrin içinde nefes alınacak yerdir artık. Fakat kimsenin aklına bodruma girip ne var ne yok diye bakmak geçmez, çünkü bina dışarıdan o kadar alımlıdır ve güzel gözükür ki! Yapıldığı dönemde o kadar göze batmayan bina, şimdi göze batar olur.

Yıllar içinde bu yedi kafadar uyanır, neden uyanır ve nasıl uyanır kimse bilemez. Sakalları uzamıştır, yıllar içinde üstlerindeki elbiseler pırtık pırtık olmuştur. Kaldıkları yeri örümcek ağları kuşatmıştır. Nedendir bilinmez ama nem yoktur. İstanbul’a nereden bakarsan bak, nem yapar, fakat işte masal ya nem yoktur. Uyandıklarında uyudukları yeri olduğu gibi görürler. Elbette gözleri karanlığa alışmıştır, o yüzden aynı olduğunu düşünürler. Görmezler ama düşündükleri gerçek olarak inanırlar. Sıkı sıkıya kapattıkları kapıyı açmaya giderler. Zar ve zor ile çaktıkları ağaçlar bir dokunuşta ayrılır, çürümüştür. Düşünürler, demek ki o anlatılan şey doğrudur. Demek her destan doğru bir şeyleri anlatır. Dokundukları kapı cılız bir ses ile açılır. Işık yakıcı olarak içeriyi aydınlattığında ciğerleri yanar, çünkü taze gelen hava ilk doğan çocuğun ciğerlerini yakması gibi yakmıştır. Öksürük tutar. Nefes almakta zorlanırlar, fakat artık yaşama dönmüşlerdir, yaşamaları gereklidir. Biraz alıştıktan sonra ışığın geldiği yöne akarlar. İlk defa gördükleri küpler ile karşılaşırlar. Metaldir, onların zamanındaki gibi ağaç değildir. Onları iteklemeye çalışırlar ama zordur, çünkü o kadar zaman sonra güçsüzdürler. Güçleri yerinde değildir. Sesleri ile yardım çağırmayı denerler ama onların çağırmasına gerek kalmadan öksürüklerini duyanlar inmiştir aşağıya. Şaşkınlık içinde bira küplerini çekerler. Gördüklerine inanamazlar, çok zayıf ve hırpani yedi adam. Üstleri dökülen bu adamların oraya nasıl girdikleri akılları almaz. Onları çıkarırlar ve sorgulayan gözler ile korkarak izlerler. Hemen bir su getirilir, arkasından bir çorba. Çünkü misafir nereden gelirse gelsin misafirdir ve en iyi şekilde karşılanması gerektiği geleneği hala yaşamaktadır. Üstlerine bir şeyler verilir, o hırpani görünüş altında neler olduğu anlamaya çalışılır. Çalışanlar her zaman sorunla karşılaştıklarını yaparlar ve patronlarını çağırırlar. Patron gelene kadar konukturlar. Allah rızası için verilen yiyecekler onların hanesine yazıldığını düşünürler. Allah korkusu hep var olmuştur, peygamberler, dinler değişmiş olmasına rağmen korku hep var olmuştur. Zaman içinde tek değişmeyen şey korkudur.

Çalışanlar kendi aralarında konuşmaktadır, bizim yedi arkadaş ise konuşanlardan bir şey anlamamaktadır, çünkü konuşma hızlanmış ve bir çok anlamadıkları kelimler geçmektedir. Kulaklarına tanıdık gelmesine rağmen, konuşanları anladıkları söylemek abartı olur. Ağır ağır konuştuklarında anlıyorlar, tek tek sorduklarında kafaları ile işaret veriyorlar ama konuşamıyorlardı. Konuşmayı sanki unutmuş gibiydiler. Hırpani yedi adam, bir masanın etrafında bulunuyorlardı, onların zamanında masanın etrafına sadece efendiler oturabilirdi, onlar yemeklerini hep sinilerde yemişlerdi. Şaşkındılar ve anlamaya çalışıyorlardı. Sıcak çorba iyi gelmişti, karşılarında gördükleri onları hep şaşırtamaya devam ediyordu, çünkü genç bir kız onlara gülümsüyordu. Korkan gözler ve şaşkın bakışlar altında gülümsemekteydi. O da gülümsemeye benzer bir şeyler yaptı ama sanırım gören olmadı, çünkü uzayan sakal altında hiçbir mimikleri ortada yoktu. Çökük gözler, çatlamış dudaklar ve taranmamış saç ve sakalları. Beyazlar içindeydiler. Eğilmiş bir vücutları vardı, kamburları çıkmıştı. Ya da öyle sanıyorlardı, çünkü direkt ileriye bakma çalıştıklarında başaramıyorlardı, daha çok yere ve kaşlarına doğru gözlerini havaya kaldırıyorlardı. Duvarlardaki aynalardan yansıyanlara baktılar, o yedi yaşlı insanın kendileri olduğuna inanamıyorlardı, şaşkındılar ama yansıyan ile karşısındakine bakarak anlıyorlardı ki, aslında yansıyanlar kendileri idi. İnanılması zor bir şey gerçekleşmişti.

Biraz kendilerinde güç bulduklarında güldüler, birbirine bakarak güldüler. Çalışanlar şaşkınlık içindeydiler. Telaşlandılar, korktular. Güvenlik görevlileri çağırmışlardı, onlarda sağlıkçılara haber vermişlerdi. Onların bulunduğu yer izleyen kalabalık tarafından doldurulmuştu. Meraklı olanlar, ellerinde cep telefonları ile olanları kayıt altına almak isteyenler. Kalabalıkta güzel kızların etek altını çekmek isteyenler hepsi oradaydı. Bir homurtu vardı, bu yedi adam gülüyorlardı. Konuşmuyorlardı ama gülüyorlardı. Kimse bilmiyordu kim bunlar ve nereden gelmişti, hatta kimse bilmiyordu, bunlar Türkçe konuşuyorlar mı? Konuşmamışlardı, bilende yoktu. Bu hırpani adamları tanıyanda yoktu, bir anda şehrin ortasında ortaya çıkmıştı. Bu lüks semtte bu tipte insanlar hiç olmazdı, giremezlerdi buralara. Şaşkınlık ve korku içindeydiler.

Her iki taraf aslında şaşkın ve korkuyordu, ne olacağını merak eden kalabalıkta artıyordu. Kameralarda gelmişti, ışıklar yakılmış kayıta alınıyordu. Normal olmayan bir şeyler yaşanıyordu. Doğal değildi. Doğal olmayan bir masal içinden çıkmışlardı.

Üstlerine bir şeyler verilmişti, resmi kıyafetliler onların kollarına girmiş ve oradan çıkarıyordu. Sokağa çıktıklarında güneş gözlerini yaktı, yumdular gözlerini, belki bahtiyardılar ilk defa güneşi gördüklerinden dolayı. Ama kollarında olanlar onları bir şeyin içine atmışlardı, çünkü onlar uyduklarında bu şeyleri yani arabaları görmemişlerdi. Etraflarına bakmak için göz kapaklarını açtıklarında bilmedikleri bir yerde olduklarını gördüler, çünkü bunlar betonu da görmemişlerdi. Bildikleri en büyük binalar saraylardı, birde üç katlı yalılardı. Tahtadan yapılmıştı genelde, taştan olan çok azdı. Şimdi her yer garipti ve önlerini göremiyorlardı. Sokaklar yine vardı ama bu sefer sokaklar nefes alamıyordu, çünkü uyduklarında sokaklara taşan ağaçlar vardı. Yeşil yoktu, o yüzden hangi mevsimde olduklarını anlayamadılar ama içlerine işleyen bir soğuk vardı.

Karakola götürüldüler, götürüldükleri yerin karakol olduğunu bilmiyorlardı elbette. Zabitler yoktu ama resmi kıyafeti olan, başlıkları farklı olan birileri vardı. Değişmeyen bir şey vardı, konuşma tarzları. O dönemde nasıl sert konuşuluyorsa bugünde aynı sertlik ve sabırsızlığı hissettiler. Sabırsız bir şekilde hemen yanıt almaya çalışan birileri. Demir parmaklıklar bile aynı kalmıştı, değişim çoktu ama değişmeyenlerde vardı. Kaçtıkları rejimi sanki yaşıyor gibi hissettiler ve hemen kaçıp yeniden uyumayı akıllarından geçirdiler. Fakat kaçacakları yerleri yoktu, o destanda olduğu gibi alayda edilmiyorlardı. Sorgulanıyorlardı.

Sorgulanan insan kendisinden şüphelenir. Sorgulayan onu suçlu gibi görür, sorgulanan ise savunmadadır genelde. Sorular arka arkaya geldikçe gülüyorlardı, çünkü soruları anlamıyorlardı. Memur bunların akli dengelerinin yerinde olmadığına karar vermişti, sorgulamaktan vazgeçip amirine durumu anlatmaya gittiğinde, bunları da demir parmaklıkların arkasına bırakmayı ihmal etmedi. Ne olur ne olur kaçabilirlerdi. Çok görmüştü bu tipte insanları, niceleri dilenciydi, niceleri akıl sağlığı yerinde değildi. Yapılması gerekenler belliydi. Kimlikleri yoktu, üzerlerinden çıkan Osmanlı parası dışında bir şey yoktu. Bir de bir Arapça harfler ile yazılı bir şeyler. O şeylerin kimlik olduğunu bilemezdi elbette, hatta Osmanlı parasını da bilemedi. Savcıya durumu bildirdiler. Savcı onları sağlık kuruluşuna havalisine karar verdi, sonrada durumu prosedüre uygun işlemleri yaptı ve Bakırköy yolu gözüktü.

Bu yedi yaşlı adam şimdi Bakırköy sinir ve ruh sağlık merkezinde tedavi altında, kimse onların hikayesine inanmadı. Masal gibi gelen hikayeler belki gerçek olabilir, kimse bunu görmek istemedi. Şimdi ne yapıyorlar, yaşanan dünyaya uyum sağladılar mı bilemiyorum, çünkü görüşme imkanımız yok.

28 Kasım 2008 Cuma

Hindistan’dan gelen acı haber ve düşündüklerim…

Hindistan’dan gelen acı haber ve düşündüklerim…

Hindistan’da otele yapılan baskın ile yeniden bir terör dalgası ile karşı karşıya kaldık. Aslında terör adı verilen saldırılar her zaman vardır, bu saldırının içeriği ve biçimine göre terör ismini veriyoruz ya da başka bir isim.

Bu son saldırı ile birlikte Yahudi ibadethanesi ve otelde kalanların bir bölümü ile birlikte saldırganlar öldürülmüştür / ölmüştür. Dünya basınına olay her ülkeden farklı şekilde duyuruldu. Ülkemizde üç Türk saldırıda kurtuldu derken, alman basınında dört Alman ölmüştür diye yansıdı. Başka ülkelerde kendi vatandaşları varsa eğer o otel saldırısı ona göre başlıklarda verilmiştir. Bir turistlik bölgede yapılan saldırı ile Hindistan kendi 11 Eylül’ünü yaşadı dendi. 11 Eylül biliyorsunuz İslami düşüncede olanların yaptığı saldırıdır ve o günden beri dünyaya yayılan bir İslam fobi kavramı vardır. Müslümanlar saldırgandır ve teröristtir. Almanya’da yayın yapan Çocuk kanalı olan KİxKa kanalı haberlerinde terör ve İslam adlarını bir grafik ile birlikte çocuklara sundu. Arap kıyafetler içinde üç adam yüzlerini kapatmış ve ellerinde silah vardı. Çocukların izlediği kanalda çocuk haberlerinde bile İslam fobi kavramının geliştirildiğini ve yaygınlaştırıldığını gördüm. İslam fobi sadece İslam inancına sahip insanlara yönelik bir korku değildir, İslam ülkesinden gelmek bile sizi potansiyel olarak o kategoriye koymaktadır.

Türkiye’den gelmiş olmam ve oralı gibi gözükmem burada konumum ne olduğu ve ne düşündüğümün önemini ortadan kaldırmaktadır, çünkü İslam ülkesinden gelen her birey bir terör potansiyeli olan kişi olarak algılanıyor ve yaratılan bu ön yargı ile birlikte sizi tanımayan insanların sizden korkması anlamındadır. Bir genellemedir fobi. İçinde ayrım yapmaz, düşman varsa potansiyel olarak her bireydir. Savaşta askerler bir yeri işgale gittiklerinde, işgal edilen yerde kimin ne yaptığına bakmadan yok etmeye çalışır ve saldırır. En son Gürcistan savaşı sırasında yaralanan ve öldürülen gazeteciler bu bakış açısı altında saldırıya uğramıştır. Çünkü onların görevi yok etmektir, ayırım yoktur. Atom bombası düştüğü yerde her şeyi yok etmesi gibidir. Şunu ayırayım, bu bizim gibi düşünüyor diye bakmaz.

İslam fobi durumu bir süreliğine rafa kaldırılmıştı, ne oldu da yeniden tetiklendi?

Dünya bir ekonomik krizi içinde yuvarlanırken, krizi aşmak için her zaman yapıldığı gibi savaşlar tetiklenecektir, çünkü ülkelerin itici gücü olan silah sanayinde üretim artırılması ve tüketilmesi diğer alanlara göre daha kolaydır. Silah sanayinin yeniden para kazanabilmesi için savaşların ve çatışmaların körüklenmesi gereklidir. Bu savaşlar durduk yere olmaz elbette, var olan çelişkilerin derinleştirilmesi ile birlikte halkalar arasında düşman duygusu yaratılır. Bunun için en uygun koşul ve hazır olan ise 11 Eylül sonrası geliştirilen İslam fobi durumudur. Avrupa ve Amerika’daki faşist hareketler bile bu düşmanlıktan beslenir konuma gelmiştir. İslam fobi anlamı düşman olarak İslam ülkelerinden gelenleri görmekteler. Avustralya’da düşman olmak demek esmer tenli ve Ortadoğu kökenli olmak yeterlidir, çünkü o insanlara her sahada saldırı normal karşılanmaktadır. Dış görünüş ve inanç saldırı için yeterlidir. Yahudi ibadethanelere yapılan saldırılar ile saldıranların ortak düşmanı vardır. Yahudi’ye ve Müslüman’a karşı ortak düşman yeni faşist dalgadır. İki çatışmalı durumda olanın ortak düşmanı tüm dünyada ortak bir çizgi çekmektedir.

İslam düşmanlığı ile Yahudi düşmanlığı arasında biçim anlamında artık fark yoktur. Geçen seneler içinde her iki ibadethane ve inançlara saldırılardaki istatistiki karşılaştırma yapıldığında bu açık olarak ortaya çıkar. Bu saldırılar Avrupa devletleri içinde artık sıradanlaşmış ve haber olmaktan çıkmıştır. Eğer ölüm olursa bu durumda birkaç gün haber olurlar ve unutulurlar. Örneğin geçen yıl içinde yanan evde ölenler için ne yapılmıştır, failleri bulunmuş mudur? Olay sıradan bir haber olup geçiştirilmiştir. Ölenler öldükleri topraklara dahi gömülmemişlerdir. Onlar geldikleri toprağa karışmışlardır.

Hindistan’da yapılan saldırı ve sonucu başka şeylerde göze batar, çünkü bir tatil yöresindeki otelde kalanların ulusları artık önemli değildir, her ülkeden parası olan oraya tatile gider. Kriz filan tatili engelleyemez, o sektörde ayakta kalması gerek değil midir? Saldırı sıradan insanların olduğu yere değildir, bilinçli ve planlı bir seçimdir. Aynı zaman diliminde üç ayrı noktaya saldıracak kadar planlıdır. Bu plan nerede yapılır ve kime hizmet eder soruları kafamda durmaktadır. Çünkü bir olay yorumlanırken sonuçta kimlerin kazançlı çıktığına bakarım. Öyle inanıyorum ki, bu saldırılar devam edecektir, saldırıların devamı gelmesi demek birilerin sanayisinin ve krizi aşacak üretimin yapması anlamına da gelebilir. Bu bizim gibi sanayisi silah sanayisine dayanmayan ülkeler için geçerli değildir, çünkü bizim ne o konuda tecrübemiz var, ne de birikimimiz.

Terör ve terörist kavramı korkuyu yaratmak ve var olan politikaların tartışılmasını ortadan kaldırılması amacı ile üretilmiş bir kelimedir. Bu kelimeyi üreten ve bütün dünyaya yayan ülkenin ya da firmaların (haber ajansları ve sahipleri bu konuda masum değildirler) kimler olduğuna bakmak yeterlidir.

Somali de korsanların bir anda çıkması ve bir çok gemiyi rehin almaları acaba tesadüfi midir? Somali petrol üreten bir ülke, o ülkede istenmeyen bir hükümet veya iktidara gelmeye aday istenmeyen muhalefet var, bu korsanlar Afganistan işgalindeki Taliban gibi bir neden olabilirler mi?

Kriz tüm dünyayı kucaklamış ve şimdiden gelecek yılında kayıp olduğu ilan edilmiştir. Kim için kayıptır? Soru budur, o soruyu yanıtlamak önemlidir.

27 Kasım 2008 Perşembe

Sağ basına bakarken…

Sağ basına bakarken…

Milli gazete sayfalarında yeni bir sayfa eklerken yeni çıktıkları yolu da tanımlıyorlar. Bu sayfa İslam ile saadet birleşimini görmekteyiz... Saadet bildiğimiz gibi siyasi bir parti ve Milli Görüşün Türkiye’deki yasal duruşudur. Milli Görüş teşkilat olarak iktidara gelmiş ve iktidarda bir bölümünü bırakarak yeniden muhalif olmuş bir siyasi harekettir. İslami bir tarikat değildir, bu görüş içinde değişik tarikat üyelerini de görmek mümkündür.

Milli gazete bir propaganda gazetesidir. Propagandayı en iyi şekilde kullanan ve bu sayede bir okuyucu kitlesine kavuşmuş durumdadır. 50 bin okuyucuya bayiler aracılığı ile ulaşırken, elden ne kadar gazetenin dağıtıldığını bilmemekteyim. İslami kesim içinde dikkat çeken önemli bir siyasi hareket olma özelliği göstermesine rağmen, diğer İslami basın içinde kendine ait söylemleri ile ilgi ile izlenmesi gereken gazete konumdadır.

Radikal unsurları içinde barındıran ve radikal söylemler ile öne çıkan Vakit gazetesi bir tetikçi basın olma özelliği göstermektedir. Hedefine aldığı biri ya da kesimi her yönden vurmak için her şeyi mubah gören bir anlayış içindedir. Kendi yarına sonuna kadar savunma konumundadır. Haksız oluğu halde onların gözünde haklıdır, çünkü kendilerindedir, cephede ne olursa olsun yoldaşı yalnız bırakmamak vardır.

Milli Gazete ülke gündemi içindeki açılımlarda duruşunu başlık ile duyurmuş olmaktadır. “Şuursuz bir inancın seni kurtarmayacağını bileceksin.”, “Cihad edeceksin” gibi başlıkları öne çıkaran bir anlayıştan Alevi açılımı hakkında ne düşünüyor sorusu acaba yersiz olur mu?

“Bütün insanlığın hedefi şuurlu bir toplum oluşturmaktır.” Başlığını atarak son hedefini açıkça ilan etmiştir. Şuur burada Saadet Partisi duruşudur ve onun yaşam biçimidir. İktidarda olan taraftarına bir çağrıdır. Tarikatların gazeteleri dışında bir duruş sergileyen gazete, parti amacın uygun yayın politikasını bilinç ile ve iç mantığı bütünlüğü ile savunmaya devam etmektedir. Vakit gazetesi gibi zigzag çizmez, onun kadar hırçın ve saldırgan değildir. Başlıkları bir düşünce ve ortak karar ile atıldığı izlenimi veren söylemlerdir.

Zaman gazetesi İslami basın içinde Gülen tarikatı yönünde yayın yapmaktadır. Aslında Gülen tarikatı yoktur, Nurcu tarikatlar içinde en gelişmiş ve en büyük sermaye grubuna etki yapan bir anlayışın yayın organıdır. Gülen liderliği politikaları yönünde yayın yapan gazete, zaman zaman AKP taraftarı gibi olmasına rağmen, bilinç ile “onları destekliyoruz ama…” söylemi içindedir. Onların yanında yer alıp aynı zamanda onlar gibi gözükmemek için özen göstermektedir. Zaman gazetesi gibi aynı yönde olup da liderlik konusunda farklılık izleyen Yeni Asya gazetesi de Zaman gazetesinden farklı olarak açık olarak AB politikasını savunmaktadır. Bu açıdan hükümetin icraatlarını eleştirmektedir. Zaman gazetesi gibi içinde besleme yazarlar barındırmamaktadır. Besleme yazarlarını başka gazetelere ödünç vermemektedir. Duruşu yönünde takkeye yapmamaktadır. Zaman gazetesi ve çevresi birden çok yayın alanında faaliyet gösterirken, Milli Gazete ve Yeni Asya Gazetesi yayılmacı değildir. Zaman Gazetesi destekleyenler sol gibi gözüken Taraf Gazetesine her türlü desteği verirken, bu destek diğerleri tarafından görülmez.

Bunların içinde başka bir gazete daha vardır, Yeni Mesaj gazetesi de ayrı bir tarikat yayını olma özelliğini gösterir, onunda savunduğu siyasi arenada BTP vardır. Onun politikaları yönünde yayın yapmaktadır, genel başkanları genelde baş sayfadan haber olarak sunulur.

Yukarıda saydığım gazetelerin dışında AKP taraftarlığını ele alan gazetelerde vardır. Bu taraf gazeteler ise; Sabah, Star, Yeni Şafak, Bugün gazeteleri bulunmaktadır. Bu gazetelerde yazanlar AKP adını bile Ak Parti olarak yazarlar. Taraf olmak kelimeler ile başlar, orada yazanlar “benim besleme yazar olduğumu nereden çıkarıyorsun?” diyerek saf saf soru sorarlar. Sanki safmış gibi davranırlar, fakat saf olmadıkları bankalarda hesap numaralarına gelen paralardan ortaya çıkar. Olaylar karşısında duruşları her şekilde ele verir. Küçümser tavır içinde ve karşısındakine yukarıdan bakan tavırlar ile ekran ekran dolaşırlar.

“Bana olanak nerede veriliyorsa orada konuşurum, orada düşüncemi açıklarım” diyerek AKP politikalarını ve çatışmalarında hangi yönde taraf oldukları ortadadır. Güya AB birliğini savunur gibi durup, AKP taraftarlığı yapılır. AKP eleştirisi yapar gibi gözüküp, onun kendilerince yanlış gördükleri çizgisini doğru çizgiye çekme çalışmaları vardır. Sınırlarda durarak, “ben onun yanındayım, fakat onun çizgisi biraz öteye kayarsa hemen terk ederim” duruşu içindeler. Her dönemim adamı olmayı başarmak için sınırda durmayı başarı olarak görürler. Çünkü her biri bilir ki, bir gün bu iktidarda gidecektir. Gidene kadar adam yerine konmak, sözünün dinlenmesi önemlidir.

Bütün bunların dışında diğer gazeteler içinde köşe yazarlığı yapan taraf olan yazarla da vardır, fakat bu yazarların orada olması o sermaye tarafından desteklendiği anlamına gelmez. Akşam gazetesinde ki değişim hangi yönde olacağını zaman gösterecektir. Doğan grubu içinde çıkan Referans kim için referans olduğu ortadadır. Büyük medya grupları hükümet taraftarlığı yapan yazarları içinde barındıran gazetelerde çıkarmaya özen gösterir, bu sayede her hangi bir çatışma durumunda arabulucu olacakları kabul edilir. Büyük medya sahipleri her görüşte yayın çıkarmaya özen gösterir, çünkü onlar ticaret adamlarıdır, gerektiğinde çatışmamak için gazeteciye kapı dışarı gösterebilir.

17.11. 2008 tarihli gazetelerin resmi satışlarına göre bu adlarını andığım gazetelerin satışı:

ZAMAN 889.982
TÜRKİYE 143.357
YENİ ŞAFAK 103.590
STAR 100.829
MİLLİ GAZETE 51.782
A.VAKİT 51.162
YENİ ASIR 42.880
BUGUN 42.444
TARAF 41.309
YENİ ASYA 7.679
YENİ MESAJ 5.303
TODAYS ZAMAN 5.119


Toplam: 1874,484 gazete satılmaktadır.
Genel satılan gazete toplamı: 4.908.175 dir.

Gazetelerin ülke gündeme etkisini bu satışlara göre düşündüğünüzde nasıl bir sonuç ila karşılaşırız? Adını andığım gazetelerin bir de görsel olarak medyadan yararlanıyorlar, o görsel alan içinde dijital üzerinden web sayfaları, televizyon, internet televizyon yayını da koymak gereklidir.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Kıtlıklar kuyrukları yaratır.

Kıtlıklar kuyrukları yaratır.

Büyük şehirlerde ekmek bayiler önünde kuyruklar oluşmaya başlayalı uzun bir zaman olmasına rağmen, göze seçim öncesi batmaya başladı. Kuyruklar hayatımızdan kısa bir süreliğine kalkmış olmasına rağmen, her zaman varlığını sürdürmektedir.

Kuyrukların olduğu yerde kıtlık vardır. Kıtlık malın az olması, varlığın olması anlamına gelmez, eğer bir yerde kuyruk varsa orada bir şekilde kıtlıktan bahsedilir. Arz ve talep gibi ekonomik terimlerle açıklanan gerçekler, aslında gerçek olarak kabul edilenlerdir. Gerçek kuyrukta bekleyenler ve kuyruğu oluşturan şartlardır.

Kuyruklar son zamanlarda ekmek bayileri önlerinde olmaktadır, ülkemizde genelde en çok israf edilende ekmek olduğu kabul edilir. Çöplerden bayatlamış, küflenmiş ekmek artıkları ile karşılaşılır. Bu durumda araştırmacılar ne derler? İsraf fazla ise onun bolluğundan bahsedebilir miyiz? Sorunun cevabı ekmek bayileri önündeki kuyruğu açıklamaz. Ekmek bayileri önünde neden kuyruklar gün geçtikçe uzamaya başladı? Marketlerde, bakkallarda satılan ekmekler olmasına rağmen, belediye ait ekmek bayilerinin önünde sabah saatlerinde neden kuyruk olur? İsteyen her saat içinde ekmek bulmasına rağmen, sabah saatlerinde bu bayilerin önünde kuyrukların oluşmasını nasıl açıklanır? Sorular çoğaltılarak uzatılabilinir.

Ekmeklerin ücretlenmesi konusunda bir farklılık ilk olarak göze batar, çünkü bayide satılan ile bakkalda satılan ekmek arasında yarıya yakın bir ücret farkı vardır. Bu fark insanların nerede duracağını belirliyor. Kişinin aylık olarak ekmek tüketimi için ayırdığı ücret bu konuda belirleyici olmaktadır. Kuyrukların uzaması o yerleşim yerinde fakirliğin artmasını da belirtmektedir. Eğer bir insanın alım gücü yerinde olduğu halde bu kuyruklara girip beklediğini söylemek ne kadar doğrudur. İhtiyacı olanlar ihtiyaçlarını en ucuz olarak karşılama derdindedirler. Çünkü ekmek kalitesi açısından bir fark olmamasına rağmen, insanlar neden bir bayinin önünde beklediğini ancak ve ancak ekonomik nedenler ile açılanabilinir. Kuyruklar her zaman fakirliği belirtmez, fakat ekmek bayi önünde ise buradan fakirliğin ya da bir şeyin kıtlığından bahsedebiliriz. Yeni açılmış olan bilgisayar mağazasının önünde de ilk gün indirimi ile kuyruklar oluşmaktadır, tüketim çılgınlığının eseri olarak yeni bir oyun ve makinesi için sabah saatlerinde kuyruklar olduğunu ekrana yansıyan haber programlarından izledik. Fakat bizim konumuz olan ekmek olunca, orada kıtlığı oluşturan sebebe bakmak gereklidir. Çünkü kıtlık alım gücü ile orantılıdır. Ekmek kıt değildir, kıt olan ona ödenecek olan paradır. Tasarruf yapılıyorsa bir yerde, orada kıtlıktan bahsedilir. Tasarruf yapanın alım gücü zayıftır. Daha doğrusu emek ücreti düşüktür. Ekmek için kuyruğa girenlerin emek ücretlilerinin değerinin çok altında olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Orada sırada olanların aile fertleri en ucuz emek altında çalışanlardır, işsizlerdir. İşsiz bir kişi potansiyel köle konumdadır. Para karşılığında emeğini köle ücretine satabilmektedir. Para, ekonominin daralması köle pazarında emek bolluğunu beraberinde getirir. Bu kriz emeğin daha örgütsüzleşmesini, bireyselleşmesini ortaya çıkarır. Bir ekmek için kuyruğa giren iş için yapamayacağı bir şey yoktur. Bankaların yaratmış olduğu balon ve balonun patlaması sonucu milyonlarca insan o balonların yeniden şişirilmesi için birikimlerini o tarafa aktarmasıdır. Bu aktarma devletin eli ile vergiler aracılığı ile olmaktadır. Batan bankaların yeniden canlandırılması demek, emeğin karşılığı olarak gösterilen paranın aslında olmadığını söylemek gibidir. Sen emek sarf etmişsin, emeğinin karşılığını para olarak almak istiyorsun ama diyorlar ki, aslında sen bir rüyadaydın. Çünkü senin emeğin karşılığı olarak basılan paranın aslında ağıt üzerinde şişirilmiş bir rakamdır. Karşılığı olmayan emeğin ödenmesi de ancak ve ancak balonların tekrar şişirilmesi ile mümkün olacaktır. Çünkü rakamlar bir hesaptan ötekine geçerken, o rakamların karşılığı yoktur. Olduğu kabul edilen sözler vardır. O sözü de devletler verir, onların sözü güvence kabul edilir. Fakat kriz devleti ortadan kaldırmaktadır aynı zamanda, devlet firma olmaktadır. Firmaların kontrolündeki danışmanlar devletlerin ekonomisinin yönünü belirlemektedir. Danışmanlar halk için çalışmaz, bağlı bulunduğu kuruma çalışır ve onun çıkarı halkın çıkarından üstündür. Dünya bankası ve IMF danışmanlarının politikaları ise bizde ekmek bayisi önünde kuyruğun uzamasını beraberinde getirir.

Ülkemizin kıt kaynaklarının daha da tükendiği koşullar altında, kıt kaynakların dahi işlenmediği ve ülke kaynaklarının dışında dışa bağımlılığımın arttığı liberal ekonominin nimetleri altında, bu kuyrukların uzaması doğal değil midir? Çünkü ülkemizde tarım çökmüştür. Bugün tükettiğimiz unu dışarıdan alır konuma düştük. Üretim alanlarının yok olması ile emek fazlalığı yani işsizlik artmıştır. İşsizliğin arttığı yerde ise tüketimin düşmesi beklenir, fakat tüketim çılgınlığı bu düşüşten bahsetmemizi engellemektedir. Emeğini ucuza satanlar kazançlarının üzerinde tüketmekteler. Buda son yaratılan ekonomik krizin tetikleyicisi konumdadır. Bu olmayan kaynaklardan ödenen paraların oluşturmuş olduğu piyasada yeni krizlerin olmasına neden olmaktadır. Her kriz dönemi bir yerlerde develasyonun olması ve fakirliğin daha çok artması anlamına gelir. Dünya ticaret örgütü aracılığı ile yapılan planlamada, hangi ülkede hangi ürünün üretileceği ya da yetiştirteceğine karar vermesi ile ülke ekonomileri bir birine bağımlılanarak köle piyasasının daha da gelişmesine neden olmaktadır. Kıt kaynakların daha da daralması, o ülkede yaşayan insanları kuyruklara sürerken, gelişmiş ülkelerin insanı başka kuyruklar oluşturmaya devam edecektir. Her kuyruk bir kıtlıktan bahsetmemize yol açar! Fakat içeriği burada önem kazanır.