27 Aralık 2008 Cumartesi

Kahramanlar acımasız olur!

Kahramanlar acımasız olur!

“Dünyayı yönetmek için acımasız olmak gerek…“ Bir film kahramanı, beyazperdeden yansıyan görüntüsü altında sözlerini seyircinin üzerine doğru bırakıyordu.

Dünyayı yönetmek için ne kadar çok kahraman çıkmıştı, çıkmaya da devam edecekti. Savaşların başrolünde oynayanlar, dünyayı yönetmek hırsı ile her yere savaş baltalarını göndermişti, hiçbir şeyden haberi olmayanlar kanları ile toprağı neden suladıklarını bilmeyeceklerdi.

Dünyayı yönetmek isteyenler, dünyanın değişik yerlerine savaş baltalarını gönderdiklerinde, kadeh şişesini kaldırıp, her zafer kazandıklarında çılgınlarca eğlenmişlerdir. Her zafer kazandıklarında balolar düzenlemişler, önünde eğilen insanlar ile eğlenmeye çalışmışlardır. Çalışmışlardır, çünkü eğlencenin ne olduğunu bilmiyorlardı, onlar dünyayı yönetmek için seçilmiş insan olduklarına inanıyorlardı.

Seçilmiş insan ayrıcalıklı insandır. Üstün insan ancak ve ancak üstün ırktan çıkardı. Üstün ırktan olduğunu kanıtlamak için destanlar uydurulurken, geçmişin bütün izlerini yok etmeyi unutmazlardı. Her karhamın geçmişi bir destan ile örülüdür.

Üstün insan dünyayı yönetmek için gelmiştir ve bütün kötülüleri yok edecektir. Yaptıklarının kötü olduğunu düşünmezler, yaptıkları gelecek için önemlidir ve heykelleri bütün yeryüzünü kaplayacaktır. Sonsuzluğun insanı/ları olacaktır.

Yeryüzünde dünyayı yönetmek için her zaman birileri çıkmıştır, savaş baltalarının ölüm saçtığı toprakları dolaşmıştır. Zafer ve özgürlük uğruna yaptığı özveri bütün insanlık tarafından anlaşılır olduğunu düşünmektedirler. Seçilmişin önünde her karanlık güç eğilecektir ve aydınlık günler gelecektir. O yüzden zafere ulaşana kadar acımasız ve hoşgörüsüz olacaktır. Zafer hoşgörü ve acıma duygusunu kazandıracaktır. Ölüm bir oyundur ve oyun sonucunda ölen her insan bir rakamdır.

Dünyayı yönetmek için seçilmiş olmak gereklidir.

Destanlar okuyarak büyüyenler, kahramanlara özenirler.

Günümüzde destanlar okunmaz, duyulmaz. Seyredilen her film, dizi ve masal kitaplarındaki kahramanlar ulaşılması gereken bir idealdir. O ideale ulaşanlar seçilmiştir. Kendisini kahraman gören her insan seçilmiş olduğunu düşünür. Kimin tarafından seçildiğini düşünmez!

Kahraman her dönemde kahramanlar yaratılır.

Dünyaya hükmeden Hun imparatoru Atilla bulduğu bir savaş aleti sayesinde diğer ordulardan üstün olmuş ve dünyaya hükmetmek için yola çıkmıştır. En son yolculuğunda başına bir taş koymuşlardır. Kazanabildiği bir parça toprak ve taştır. Taş başına dikildikten sonra kazandığı tüm topraklar çöl rüzgarında uçuşan kumlar gibi yok olmuştur.

Roma imparatoru bütün dünyaya hükmettikten sonra yok olmuştur.

Büyük İskender Asya’nın içlerine kadar gitti, sonuçta kazandığı toprak günümüzde kimse yerini bilememektedir, sadece tahmin edilmektedir. Belki bugün o kazandığı toprak üzerinde bir çoban koyunlarını otlatıyordur.

Son olarak cihan hakimi olma yolunda önemli adımlar atan Hitler’in , başının üstünde bir taş dahi yoktur. Külleri Berlin semalarında uçuyordur belki.

Hepsinin ortak bir yönü vardır, acımasız olmak. Onları insan olarak tarif etmek için değişik masallar uydurulmuştur. Seçilmiş olduğuna inananların ortak yönü vardır, çocuklar. Çocukları severler, çünkü bilirler ki, bir gün vücutları toprak olacaktır. Onları yaşatacak olanlar ve yaptıklarını takdir edecek olanlar çocuklardır. O yüzden her biri çocuklara karşı yufka yüreklidir, elbette seçilmiş çocuklara karşı. Her çocuk onun için önemli değildir, üstün olan birileri varsa, aşağı olanlarında varlığı doğaldır ve aşağı olanlar, yani seçilmeyenlerin acı çektiği önemli değildir, çünkü onlar birer rakamdır. Rakam olanların ne yaşadıkları tarih kitaplarında yazmayacaktır. Tarih kitapları kahramanları ve büyük hayalleri olanları ve onları gerçekleştirmek isteyenleri yazar. Elbette hepsini değil, başarılı olanları. Başarılı olmayıp yok olanları da tarih diğer insanlar gibi rakam olarak belirtir.

Tarih acımasızdır ve yok eder!

Acımasız onlalar kendilerini dünyaya kurtarmaya aday olarak görür ve ellerine geçen bir fırsatta kendilerince yaşadıkları topluma çeki düzen vermeye kalkarlar. Kahramanlar hiçbir yasayı kabul etmezler ve onlar yasaları kendileri belirlerler.

Dünya görecelidir, birleri için bir evren olacağı gibi, birileri için bir mahalle, bir köy olabilir. Yetiştiği koşullara göre, dünyayı algılayışı ile ilgilidir. Her kahramanında bir destanı vardır.

Ölümlerin bu kadar arttığı, silahlanmanın iki bireyden birine dönüştüğü toplumda her an kahramanların çatışması ile karşı karşıya kaldığımızı düşünürüm. Her katil mi kahraman, ölen mi? işte bu konuda kafam hep karışır, çünkü tarih içinde değişik kahramanlar göz kırpar!

Kendisini üstün gören her insan potansiyel kahramandır.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Toprak kokar mıydı?

Toprak kokar mıydı?

Döndüğünde bıraktığını bulamadı, çünkü her şey değişmişti, değişmeyen şey yaşamın akışıydı. Yaşam akıyordu, tıpkı geçmişteki gibi. Gençlik yılları geride kalmış, ağırmış saçları ile yurduna geri dönmüştü. Eski sıcaklığı aradı ama artık buralı olmadığını hissetti. Sokaklar yabancıydı, tıpkı insanlar gibi. Yabancılaşma dedikler bu olsa gerek!

Geldiği ülkede de yabancıydı, bugüne kadar o ülkede hep vücudu kalmış, yüreği bugün topraklarında yürüdüğü ülke için atmıştı. Toprak dediğime bakmayın siz, topraklar betonların altında kalmıştı, olduk olmadık yerde asfalt ile örtülmüştü toprak. Toprağın kokmadığı ülkeye gelmişti. Eskiden her yağmur başlangıcını bekler, toprağın o hoş kokusundan sarhoş olurdu.

Toprak sulanmıyordu artık, betona damlayan yağmur tanecikleri bir anda akarsu oluşturuyordu. Geldiği ülkede ise betona düşen yağmur tanecikleri hemen mazgaldan aşağıya süzülür giderdi, o yüzden yağmur geçirmeyen ayakkabı arama sorunu hiç olmamıştı. Şimdi ayakları su içindeydi, paçaları ıslaktı. Yağmur eskisinden fazla mı yağıyor diye düşündü, hayır. Eskisi gibi yağıyordu, fakat yollar sel olmuştu. Haberlerde duyduğu bir gerçekle yüzleşiyordu, yağmur yağdığında trafik felç olur. Evet, felç olmuştu, kımıldayamayan araçlar ve kornalar. Korna sesleri arasında karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanlar. Seke seke koşuyorlardı. Bazıları suyun içinde rahat rahat yürüyordu ama azınlıktaydılar.

Yıllar sonra dönmüştü, kalbin attığı yere. Bıraktığında büyük bir köydü, köy büyümüş, gökdelenler ile dolmuştu, yollar araçlarla, sokaklar insanlarla… Bir merkez vardı eskiden, şimdi her yer merkez olmuştu. Buluşma yerleri değişmemişti yine de. Yoksa başka yer bilmediği için mi bilmiyordu! Eski arkadaşlarını aramıştı, onları gördüğünde ne kadar zaman geçtiğini hissetti. Sanki sert bir rüzgar suratını yumruklamıştı. Her gördüğü arkadaşında değişimi gördü, sıcaklığı bulamadı. Bir şeyler eksikti, gülümsemelerde bir şeyler yabancıydı, yapaydı, fakat adlandıramıyordu. Adlandıramadığı ama hissettiği o kadar çok şey vardı ki, düşünmeye kalksa yaşayamayacağını düşünüyordu. O yüzden düşünmeden hissetmeye devam etmeye karar verdi. Martılara baktı, tıpkı eskisi gibi, vapurların arkasından kanat çırpıyorlardı. Simit atanlara baktı, eskisi gibiydi. Vapur ve simit. Çay da vardı, vapurda ayaküstü satış yapanda. Satanların ellerinde tarak yoktu ellerinde ama başka şeyler vardı ve eskisi gibi bağıra bağıra ellerindekinin özelliklerini anlatıyorlardı, hediyesi söylenmeden geçilmiyordu elbet! Değişimin olduğu yerde değişmeyenlerde vardı.

Kavganın şehrindeydi, kavganın sertliklerinin yaşandığı o sokaklara baktı. Cepheleşen mahalleler, sınırları belirleyen sokaklar yoktu. Sınırlar coğrafik olmaktan çıkmış içselleşmişti. İçselleşmişti, çünkü sınırları belirleyen ekonomiydi. İşi olanlar birbirleri ile görüşüyorlar, olmayanlar eğer yolda karşılaşırsa selam verir konuma gelmişti. Eski arkadaşlar eski olmuştu. Karşılıksız selamlaşmalar bile ortadan kalmıştı. Sıcak sarılmalar, grup halinde dolanmalar gözlerinin önünden geçmişti. İstiklal caddesinde gelene gidene baktı tek başına, kalabalık eskisi gibi akıyordu ama insanlar çok değişmişti. Şimdikiler daha hızlı yürür buldu. Hızlı yürümeleri yanında coğu yalnızdı. Bakışlarda bir durukluk, belirsizlik vardı. Ara sıra grup halinde dolanan turist grup görüyordu, onlarda başka yerde olmanın getirmiş olduğu merak ile bakıyorlardı çevrelerine. Buralı olanlar yalnızdı ve ellerinde cep telefonu, görmedikleri birileri ile sıcak sohbet halindeydiler. Gözle görünmeyen ile yapılan sohbet, yüz yüze yapılan sohbetten daha sıcak ve daha içten olduğunu düşündü. Yüz yüze yapılan sohbetler nedense hep iletişimsizliği içinde barındırıyordu. Teknoloji çok şeyi değiştirmişti, yanındakini unut, uzaktakini yakınlaştır!

Yıllar yılı iki ülke arasında sıkışıp kalmıştı, tercihi burasıydı ama artık buralı bile değildi, yabancıydı. Her yerde yabancı. Buna alışmak zor olacaktı, en azından bir yerli olmayı istemişti yıllar yılı ama değildi. Burada turist, orada yabancı olmuştu. Dönmek istiyordu, dönemiyordu, yaşamak istiyordu, olanaklar yoktu. Bütün şehirler birbirine benzemişti. Orada gördüğü tüm mağazalar burada da vardı, orada gördüğü tüm insanlar burada da vardı, orada duyduğu tüm diller burada da vardı ve her iki tarafta da yalnızdı. Yalnızlık içselleştirmişti bilmeden. Şimdi içselleştirdiğini çıplak olarak algılıyordu. Hissettiği ama anlamlandırmadığı yalnızlığı yaşıyordu. İstanbul’da olmanın bir farklı noktası vardı, boğazı ve vapurları. Vapurların vazgeçilmezi martılar. Martı sesleri ve içindeki seste buralı olduğunu söylüyordu ama işi yoktu. İşi olmayanın, yani parası olmayanın memleketi olur muydu?
“Memleket mi, daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı? “
Dilinde dizler, yüreğinde memleket sevdalısı büyük şair dönmüş olsaydı eğer, düşünür müydü bu şiiri? Ne önemi vardı şimdi, hissederek yaşamak varken bu şehri…