27 Aralık 2009 Pazar

Aldığın maaş kadar soru sorabilirsin!

Aldığın maaş kadar soru sorabilirsin!

Gazetecilerin görevidir soru sormak, sorulara doğru yanıt verecek insanları bulmak! Fakat günümüzde gazeteci kimliği taşıyanların, köşelerde sözlerini açıkça ve paraların karşılığını verir konuma gelmişlerdir. Yüksek rakamları hak edebilmeleri için medya dışında asıl işi olan patronlarının çıkarlarına uygun ilişkiler kurmak ve o çıkarlara uygun haberlerin veya gündemin oluşması için çalışır konuma gelmiştir.

Medya görevi içinde, muhabir olarak çalışan, daha sonra köşelere gelenlere de rastlanmaktadır. İşini bilen muhabir maaşını sadece kendi patronundan almaz! Memur gibidir, işini bilen ve cumhurbaşkanın sevgili vatandaşı olması gereklidir.

Aldığı maaşı hak eden ve maaşının verdiği izin kadar soru soran gazeteci günümüzün sevilen gazetecisidir. Elbette riski de vardır, bu sevginin karşılığında. Zaman zaman rezil olabilir. Değişime uygun olarak, patronun işine ismine göre tavır değiştirebilen gazeteci emeklilik primi ödenen gazetecidir. Fikir gazetecisi dün vardı, bugün anılmayan kişidir. Fikirlerin çatıştığı gazete sayfaları da zaten arşivin nemli odalarında yerlerini çoktan almıştır. Bugün yapılan tartışmalar, kimin bacağı daha güzel, kimin poposun da hangi kıyafet var üzerine oturmuştur. Kıyafetler vücuda yapışırken, daha saydam insan ortaya çıkacağı kabul edilmiştir ama medya patronları ve karar vericiler üzerine elbisesi saydam oturan ile akşam yemeği yediğini her kes bilir, çünkü birkaç gün sonra yemek yenen kişinin ya köşesi olmuştur ya da ekranda bir programı!

Lezzetli satırları okuduğumuz gazeteciler, lezzetli satırları kim için yazıyor dersiniz? Cevabını biliyorsunuz, çünkü onlar çok satmanın ve arkalarında sermayenin olmasını hak edecek lezzeti, maaşları karşılığında veriyorlar. Kısaca hak ediyorlar!

Medyanın yeni yüzü maaşla ölçülür oldu. Astronomik rakamları banka hesap numaralarında görenlerin, gerçek maaşları vergi dairelerinde ne kadar gözükmektedir? Maaşı çok düşük olup, yan geliri fazla olan gazeteci günümüzün gözde gazetecisidir! Gözde olmak, her sabah yazılarının ekranlar aracılığı ile kamuya okunması anlamına gelmektedir. Nasıl olsa gazete sayfası üzerinde okunacak bir şey görmeyenler, parlak ve gösterişli fotoğraflara bakarak başka dünyalara çoktan yol almış oluyorlar! Yaşadıkları ile gazete sayfalarına düşenler arasındaki büyük farkı artık benimsemişlerdir. İç rahatlatıcı ve kendisini kahraman olarak gördüğü dizilerin çoğalması, medyanın kime ve nasıl seslenmesi gerektiğini anlatmıyor mu?

Bu durum sadece medya üzerine mi geçerlidir? Elbette değil, gazeteciyi çıkarın cümle içinden, başka sıfat ya da özne ekleyin, bakalım hangi sonuçlara ulaşacaksınız?

Kimler maaşları kadar konuşmakta ve kararlar almaktadır?

Aldığınız para kadar konuşabilir ve fikir beyan edebilirsiniz! Maaşınız düşük ise ya memurların elini kolunu bağlayan yasalar ile karşılaşırsınız ya da parası düşük olan zaten başarısızdır, sözünü dinlemeye gerek bile yoktur!

Seçimden seçime, maaşı düşük vatandaşlar bir başkanın seçtiğini onaylar konuma gelmişlerdir! Demokrasi halkın eşit düzeyde sesinin duyulduğu sistem değildir, demokraside de alt, üst ayırımı vardır! Paran kadar konuş döneminde, demokrasi tanımı da ona göre yapılır!

Memurum işini bilir, gazetecim işini bilir, işini başbakanın oğlu bilir!

Başbakan da çıkar derki, “tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem” der! Kime yedirmeyecek dersiniz? Parası olana değil elbette!

Bu yazıda söz edilen gerçek gazeteciler değildir elbette, onlar üzerlerine alınmasınlar, üzerine alınması gerekenler kendilerini bilirler! Onlar ‘lezzetli’ yazılar yazmaya devam ediyorlar!

Ulusal değerler!

Ulusal değerler!

Ulusal değerler olarak kabul ettiğimizin şeylerin çoğu aslında bize ait değildir, Sümerler gibi her şeyi kendimizden gördük ama onlar gibi aldığımız her şeyi olduğu gibi kabul etmedik!

Ulusal yiyeceğimiz kuru fasulyenin ne zaman doğuya doğru yolculuk yaptığını unuttuk! Binlerce yıldır ve hatta ulusumuzun kökeninde o yemeğin olduğunu kabul ettik, sorgulamadık! Belki yememek için başlangıçta direnilmişti ama kim anımsayabilir ki, o ilk dönemleri! Çünkü toplumsal hafızamız, işimize geldiği gibi düzenlenmiş ve işimize geldiği destanlar ile örülmüştür!

Ulusal içkimiz rakı’nın ne zaman üretildiği ve kimler tarafından şişeleme işlemine başlandığını kim bilebilir, yunan uzosu ile akrabalığını bile bilen yoktur! Yunanistan’da kahve Yunan olur, Türkiye’de Türk kahvesi adını alır ama kahvenin o iki ülkede de üretilmediğini kim sorgular?

Bir dönem ulusal kıyafet diyerek fes takma heveslilerin, nasıl fesi çıkarmamak için direndiğini kim anımsar? Fes takmamak için direnildiğini ve hatta gavur icadı diyerek direnç gösterenlerin, nasıl içlerine öyle işlemişlerdir ki, gavur icadı olmaktan çıkmış, dinin vecibesi olarak kabul edilmiştir. Çok yakın zamanda çıkarmama direnci ile karşılaşmışız ama kim anımsıyor şimdi?

Kara çarşafta aynı durum geçerlidir. Bazı kesimler, çarşaf giyen kadını diğerlerinden üstün görürler. Aslına, kara çarşafın giyimi, Hıristiyan geleneğinde var olduğu ve kendisini İsa’ya ve onun dinine adayan bakire kadınları, diğerler kadınlardan ayırmak için kullanıldığı unutulur. Karalar giyen kadın, bu renk ile dünya erkeklerinden kendilerini koruduğunu ve o son kurtuluş gününde İsa ile karşılaştıklarında, bakire olarak karşılarına çıkmak isterler. Yani kendilerini İsa’ya saklarlar. Bizim kara çarşaflılarımız ise, kendilerini erkeklerine saklarlar ve güzelliklerini diğer erkekler tarafından görülmesini istemezler. (Acaba kadın mı istemez?!) Bu durumda kendi erkeklerini ne konuma getirdiklerini farkına bile varmazlar, hatta bunun bu anlama geldiğini düşünmezler bile. Kara çarşafın anlamını bu şekilde kaç kişi düşünmüştür?

Sümerlerde başörtüsü takmanın anlamını kaç kişi biliyor ve bilerek onu uyguluyor? Artık ne Sümer kaldı ne de onun geleneği deriz ama Sümerce bir çok kelimeyi günümüzde dahi hala kullanırız!

Son günlerde, aşure’de gündeme geldi, Alevi açılımı ile birlikte Alevi ve Caferi geleneği olan aşure günü anlamının içi boşaltılmış ve bir gösterişe doğru dönüşü işaret etmektedir. Alevileri sapkın ve aşağılık olarak gören siyasi anlayışa sahip olanlar, onların geleneğinin binlerce yıldır kendi gelenekleri olduğunu söyleyerek, yeni bir ulusal değer yaratma peşine girmişlerdir. Tıpkı fes, kuru fasulye, rakı, kara çarşaf, türban gibi… binlerce yıldır bizde aslında vardı ama açılım ile gün yüzüne çıktı! Tuzu ekmeğe banıp yemenin anlamının değiştirilmesi gibi!

Gün geçmiyor ki, ulusal değerlerimize yeni değerler katılmasın! Newroz önce yasaklanır, sonra ulusal değer nevruz olarak girer! Değiştirerek alırız, işimize geldiği gibi toplumu yönlendiririz! Ateşten atlamanın ritüel anlamı yok edilmiştir, bir siyasi ranta dönüşüvermiştir! Demiri dövmenin anlamı değiştirilmiş, bir sahne sanatına ve şovuna dönüştürülmüştür.

Aşure için gelecek yıllar içinde çadırlar kurulacağını söylemek abartı olmasa gerek, şimdiden işaretlerini görmekteyiz! Siyasi çıkarlara uygun ulusal değerlerimiz gelişmeye ve çeşitlenmeye devam ediyor ama hiçbir aslında bizim değildir! Zaten var olan gelenekler, anlamlarından başka anlamlara büründürülüyor!

Bu durum sadece bize mi ait, elbette değil! Son yıllarda bizde de yaygınlaşan Noel kutlamaları ve onun vazgeçilmesi Noel Baba figürü ve kıyafeti! Bir Cola firmasının reklam için uydurduğu bir şey olduğunu kim sorgular ki! Yaşa gitsin, nasıl olsa dünya hakları bunu kabul etti!

Ulusal değer yanına evrensel değerlerde yaşantımıza girmeye devam ediyor, tüketim toplum kuralları içerisinde!

22 Aralık 2009 Salı

Rengin Arda hastalanmış dediler…

Rengin Arda hastalanmış dediler…

Sinemanın kalbinin attığı yere yakın oturmak istedi hep, belki bir gün bir yapımcı onu bir rol için çağırır ve filimin bir yerinde oynamak isterdi. Onun kalbi bir rol için atardı.

Sinemanın kalbi istiklal’de atar. Her ne kadar büyük yapımcı firmalar yeni binaların içine taşınmış olsalar da, kalbi hala oradadır. Sinemanın nefes alması onun kadri gibidir, onun ile nefes alır, onun ile boğulur. 12 Eylül karanlığı döneminde boğulduğunu hissediyordu, kucağına aldığı kedinin sıcaklığı yaşamın devam ettiğini gösteriyordu. O kedi ile birlikte nefes aldı. O yüzden istiklal ve çevresinde bol kedi vardır. Apartmanlar kedi kokara, evler kedidir!

Komşuları onu hep sinema artist olarak görür, o eski filmlerden kalan afişlerini duvarından indirmez. Yaşı ilerlemesine rağmen o komşularının gözünde artisttir. Kedilerde onu film artisti olarak tanır, o kedilerine filmlerdeki isimleri takmıştır.

Komşuları onu iki isim ile bilir, biri nüfusundaki ismi, öte afişlerde ve filmlerde yazan ismi ile. Her rolünde ayrı ismi kullanmış olmasına rağmen, hayatta iki ismi hep olmuştur. Bir dönem rolünün ismi ile anılır olmuş ama hemen gözden düşmüştür o ismi. İş yaptığı dönemlerde aranır, sevilen, istiklal cafelerinde kahkahaları duyulan bir hanımefendiydi. Şen şakrak günler, çok çabuk geçmiş olmasına rağmen, anıları hala yaşıyordu. Bilmem kim onun ile görüşmek ve tanışmak için ne çabalar sarf etmişti. O mücadeleleri, eğlenceler, yokluk içinde çekilen filmleri, kamera arakası şakaları, sohbetleri. İlk premiere sunumları, salona verdiği selam. Hepsi ama hepsi dün gibi yaşıyordu. Aradan geçen onca zaman ve acı yok gibiydi. Onun hayatında rolünü oynadığı günler dündü, aradaki uzun zaman saatler ve günler ise dakika gibiydi. Bütün acılar, yokluklar o dakikalar içinde yaşanmıştı.

Komşuları onun geçmişine duyduğu saygıdan ve kişiliğinden dolayı çok sevmişlerdi. O diğerleri gibi insanı kıran değil, hep gülümseyen olarak görürlerdi. Kucağına hep kedi olan, kucağında yoksa etrafında kedi olan kadın olarak bilirlerdi, kedilere evinde olmayan ekmeği paylaşırdı. Kendisi için süt alamaz ama yeni doğmuş kedi için süt alırdı. O insandı ve insanlığını hep yaşıyordu. Komşuları da ondan dolayı onu beğenir ve tekdir ederlerdi. Yoksuldu, yoksulluğunu kimse yüzüne vurmazdı. Yeşil kart almıştı, doktora gitmek için, kaymakamlık kapısında bekleyişlerini hiç yaşanamamış gibi kabul ederdi. O yoksuldu ama zengindi, çünkü onun nefesi sinema için atardı. Ne zaman yeni bir proje duysa, kalbi çılgınlar gibi atar, biri anımsar ve çağırır diye kapıya ve postacıya bakardı. Belki bir gün kapısını çalan olurdu, ama hiç kimse çalamdı, kediler dışında! Kedilerde kapsısını çalmaz, miyav sesleri eşliğinde tırmalardı!

Kediydi onun yakını. Kediler aç kalamazlardı, acıktıklarında camdan dışarıya süzülür, karınlarını doyurur gelirlerdi. Ama ya kendisi, kendisi aç kalırdı ama kapıdan dışarıya süzülmezdi. O açlık içinde soğuk odasında kış günleri geçirmişti. Komşuları bilirdi, iki gün kapısı açılmadın mı, o içeride kaderini benimsemiş kadın olduğunu bilirler ve sıcak bir çorba ile kapısına dayanırlardı. Sıcak çorba, soğuk odanın içinde bıraktığı o eşsiz görüntüyü kim tanımlayabilir veya çekebilirdi. Kokunun ve buharının bıraktığı o muhteşem görüntüyü!

Kapısı iki gün açılmadı, kapıya yine gittiler komşuları. Dayandılar ama bu sefer gülen yüzü ile yoktu kapıda. Kapı kapalıydı. Komşular korktular, hemen bir çilingir çağıralım dediler ama ya sonrası. Evet sonrası için polis çağırmanın en uygun olduğuna karar verdiler. Çünkü bir olaya tek başına şahit olmanın ne demek olduğunu biliyorlardı, uzun yaşam onlara neler öğretmemişti ki! Polis geldi. Kapı bu sefer ufak bir yüklenme ile açıldı. Giriş holde yatıyordu, cansız gibiydi ama eli hafif oynuyor gibiydi. Son bir gayretle kapıya yönelmiş ve sanki oraya düşmüş gibiydi. Onu öyle buldular.

O yerde buldular ve hemen ilkyardım aracı ile en yakın hastaneye kaldırdılar. Elbette en yakındaki devlet hastanesine… Özele kaldıracak ne bütçeleri vardı, ne de özel hastane kartı olmayanı himaye altına almayacaktı. Sevkler ile zaman harcanacağına devlet hastanesine götürmeleri en mantıklısıydı ve öyle yaptılar. O şimdi bir devlet hastanesinde son nefesini verip vermeme mücadelesini yapıyor. Onun kulağına eğilin, sinema canlanıyor deyin, görün nasıl canlanacağını! Bir de çorba getirin o yoğun bakıma…

Rengin Arda, beyazperdedeki ismi, hastane kayıtlarında Süheyla Akarkan olarak yazıyor. Buna benzer ne kadar çok öykü var, İstiklal Caddesi ve çevresinde… kaç kişi biliyor dersiniz?

Bir şeyler oluyor!...

Bir şeyler oluyor!...



Gündemin sürekli değiştiği ülkede, gündeme uygun yazı yazmak da o kadar kolay olmaktadır, çünkü daha önce yapılanların bir tekrarına düşülüyor zaman içinde. Ülke gündemi, hükümet her hangi bir konuda sıkıştıkça değişmektedir. Bu değişimler sırasında kişilerin duruşları da durmadan değişmekte ve kişilerin kimlik ve omurga kayması zaman içinde olağan karşılanmıştır, şimdi doğallaşmıştır!



Caminin minaresi bir fırtınada yıkılmış, altında dört kişi kalmış. O minarenin çökmesi sorgulanmıyor, ölenlerin yakınlarının ağıtları ve cenaze merasimi gösteriliyor. Minareyi yapan çoktan kılıfına uydurmuş, değişen gündem içinde nasıl olsa ödüllendirilmeye devam edilecektir.



Polis içinde, üst yönetimine yönelik değişik operasyonlar olmaktadır, polisteki değişimin hangi yönde olduğunu bilmiyoruz, sonuçlarını ve etkileri gündem değişirken yok sayılmaktadır uzun zamandır! Askerler yönelik en küçük operasyon gündem değiştirme aracı olarak kullanılırken, neden bu operasyonlar gündem değiştirmek için kullanılmıyor ya da gündeme gelmiyor?



Açılım isimleri sürekli değişen Kürt açılımının hedefi artık net olarak ortaya çıkmıştır, eskisi gibi kıvırtmadan hedefe kitlenilmiştir. Bu hedefin en büyük yardımcısı adada bir tutukludur, ondan medet uman, medetine yanıt almakta gecikmiyor. İlk tutuklandığında verdiği sözü yerine getirmektedir. Ona ödül olarak, Avrupa’dan getirtilmiş duvar kağıdı ile hücre duvarı badana ediliyor! Kontrol altında olan ve bilgi süzgeci bile kontrol edilen birinin, kontrol dışı beyanda bulunabilme ihtimali ne kadardır dersiniz? Bu ilişkide kim kontrol etmektedir ve biçimlendirmektedir diye sormak gereklidir.



Yılsonuna yaklaşırken, hükümet kimin yanında yer aldığını açıktan ilan etmiş olmasına rağmen, onu demokrasi hükümeti olarak görenlerde az değildir. TEKEL işçilerin durumu ortadadır, onlara kimler sahip çıktığı, kimler görmezden geldiği de ortadadır. Gündem peşinde koşanların omurgasızlaşması sonucu, bu olaylar karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar! Eskinin solcuları, Kürt açılımın nimetlerinden yararlanmak isteyenler, hükümete şirin gözükmek için her türlü özveriyi gösterip, para kazanacakları işi rayına oturtmak için ellerlinden gelenlerini yapmaktadırlar. Kasaya para doldurmayı onurlu görenler, yaşananları kendi çıkarlarına uygun olarak yorumlamaya ve görmeye çalışıyorlar. Kendileri gibi görmeyenleri ise dinozor ilan etmekte ve küçümsemeye de devam ermektedirler. Parası olmayanın değeri olmaz fikrin benimsemişler ve bu benimsenmiş anlayışa uygun olarak dünyalarını yorumluyorlar. Çıkarlarına uygun olan eylemlerinde gözüken, başka olayları görmeyen ya da sessiz kalanlar doğal karşılanmıştır.



Hep başkasından bir şey bekleyenler, kendilerine güvenlerini kaybedenler, suçu genelde başkasında ararlar ve güçsüzlüklerinin temel nedeni geçmişte yaşamış oldukları yenilgilere dayandırırlar. O güçsüzlük ile, olanı elinden kaybetmemek için, her türlü özveriyi göstermekten geri kalmayanlar, olayları masa başında ve dost meclisinde yorumlayan, eleştiren ve küçümseyen tavrını doğal karşılıyoruz ve bu tip insana alıştık artık!



Her şeye zam gelirken, zam karşısında homurdanmaktan öteye gidemeyenler, sürekli değişen gündem içinde, değişimin nedeni sorgulamadan hemen uyum sağlar görünümündeler. Protesto edenleri ise, rahatları bozulduğunda kınayan, saldıran anlayışsız kişilik içinde olmalarına alıştık!



Yağmur çiselediğinde, şehirlerin alt yapı sorunları hep gündeme gelir ama gündem hemen ertesi gün güneş açtığında unutulur. Homurdanma anlıktır ve anlık yaşamaya alıştık!



Yaşamı ve olayları bir balon köpücüğü gibi görüyoruz, izlerken ve içinde yaşarken algılıyoruz ama biraz geçtikten sonra hemen unutuyoruz. Tıpkı ekran önünden ayrılmadan izlediğimiz dizler gibi.



Gündem, diziler gibi, ekranda olduğu sürece algılanıyor, ekrandan uzaklaştığında hemen unutuluyor! Gündem dizilere ne kadar çok benzediğini hiç düşündünüz mü?

18 Aralık 2009 Cuma

Dünyanın ilk sarhoşu bizmişiz, bunu açıklayan son sarhoş!

Dünyanın ilk sarhoşu bizmişiz, bunu açıklayan son sarhoş!

Basın toplantısı düzenlenmişti, gazeteciler için kahvaltı tabakları masada yerini almıştı. Görevliler, bir yanda sabah erkenden gelmenin getirmiş olduğu bir surat, öte yandan yapılacak açıklamanın merakı içindelermiş. Gazeteciler sabah kahvaltısını yapmak için toplantı salonuna gelmişlerdi, çünkü bir çok gazete patronu medya çalışanına yemek vermez konumdaymış, o yüzden bütün yemekli basın toplantılarını kaçırmaz olmuş medya çalışanı.

Basın toplantısı davetlerinde ‘yemek’ harfi özellikle son dönemlerde belirtilir olmuş. O harfi gören muhabir, hemen görev aşkı ile basın toplantı yapılacak salona erken gelir olurmuş. Patrondan göremediği yemeği, basın toplantısından görmenin getirmiş olduğu memnuniyetle masaya otururmuş. Masadaki tabakların çeşitliliğine göre, haberin içeriği belirlenir olurmuş. Eğer fakir bir tabak önlerine gelmişse, haberde, gazeteye o kadar fakir kelimler ile gider olurmuş!

Dünyanın ilkleri biz olduğumuzu söyleriz ama Türk kelimesinin dünya üzerine ne zaman çıktığını bilemeyiz! İlk Türk kelimesi İsa’dan Sonra 552 yıllarına tekabül ediyormuş. Bunu ben söylemiyorum, bu konuda araştırmaları ile bilinen bilim insanları söylüyor. Yani Türk adının geçmişi, ilk olarak ne zaman çıktığı arşivlere dayanarak ortaya seriliyor ama ilk yazıyı bu sayede Türkler bulmadığı da ortaya çıkmaktadır, çünkü ilk yazıyı bulan önce ismini yazar! İnanmıyorsanız, gidin bütün tarihi binalara, duvarlara ismini yazanların çoğunluğuna bakın, hep Türk isimleri! Sürmele Manastır duvarından tutun, Kapadokya peri bacaları içindeki kiliselere kadar. Nerede tarihi bir bina görürseniz, duvarında yazılmış isimler görürsünüz. Biz isim yazmak dışında heykellerin suratları parçalama rekorunu da elimizde bulunduruyoruz! Müzelere gidin, suratsız ne kadar heykel varsa, bizim!

Dünyanın ilk kafayı bulan biz olduğumuzu açıklanacak olan toplantıya, kafası çakır olan bilim insanı geldi ve bu ilki açıklamadan büyük mutluluk duyduğunu söylemiştir! İlk kafayı bulanı, son kafayı bulan açıklamış! Gerçi, ilk kafayı bulan bilim insanı olmazsa gerek, ama belli mi olur, çünkü alkolü damıtma işi de bilimsel bir çalışmadır!

İlk kafayı bulanın açıklanacağı basın toplantısında, basın çalışanın önünde kafayı bulduracak alkol yokmuş. İçki firmaları bu işe sponsor olmamışlar, onlar sanırım klasik müziği, klasik ortamlarda çalındığında sponsor oluyorlar! Klasik ortamın bir de kutsallığı şehir efsanesi olarak söylentiye çıkmaya görsün, bakın içeride ve dışarıda farkı dünyaların nasıl yan yana geldiğini ve arada polisin oluşturmuş olduğu etten duvarı görürsünüz! İki dünya yan yana gelmiş ama araya Türkler için oluşturmuş Çin Seddi yokmuş! Kafayı bulan içerideki, hep kafası çakır halde dolaşan dışarıdakini görür ve ‘iii demek bizim atalarımız bunlar gibiymiş!’ gibi düşünmediğini hemen fark edersiniz! Çünkü insan yaşadığı konuma göre, geçmişin o şekilde olduğunu düşünürmüş! Zengin zenginliği anımsar, fakir ise karın gurultusundan geçmişi değil, bir sonraki yemek saatinde ne yapacağını düşünürmüş!

Dünyanın ilk kafayı bulanın biz olduğumuzu açıklamış bilim insanı, kafayı bularak geldiği basın toplantısında! Masalara konan yemek tabaklarının çeşitliliği fazla olmadığı için, basında yeteri kadar ilgi görmedi! Ama o toplantıya katılmış bir medya çalışanı ile yolda karşılaştığımda, bana memnuniyetsizliğini gözleri ile anlattı, kafayı bulan medya çalışanı yoktu! Kaç aydır alamadığı maaşı ile biriken borçları, bankanın yüksek kart faizi, ev sahibinin insafına kalmış durumunu bir kafa bulmayla unutmak istediğini gözleri ile anlattı! Ama bir öğün sonrası, hangi basın toplantısı olduğunu davetiyeleri karıştırırken nasıl göründüğünü kendisine söylemdim!

İlkleri yaşayan bizler, yeni ilkleri Guinness Rekorlar Kitabına kayıt ettirmeyi unutuyoruz! Ünlü olmak için her şeyi yapan bizler, nasıl olurda orayı gözden uzak tuttuk?! Bir öğün sonrası ne yiyecektik, nerede yemekli basın toplantısı var, beni de çağırın, baaak basın kartımda var!

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kara para…

Kara para…

Bugün yaşadığımız düzen, kara paranın getirmiş olduğu refahtır. Bu konuda gerekli açıklamayı BM Uyuşturucu ve Suç ile Mücadele Dairesi (UNODC) Başkanı Antonio Maria Costa yaptı.

Kara paranın kontrolü için yapılanmaya giden global örgütler, o kara paranın nimetlerinden yararlanmayı da eksik etmiyorlar, yeter ki kendi refahları korunsun ve geliştirilsin.

Kara para nasıl olur? Silah satışı, uyuşturucu satışı, kadın piyasası, böbrek ve benzeri iç organların pazarlanması… gibi listeyi uzatarak oluşturulan kanun ile düzenlenmemiş ve vergisi verilmeyen alanları kapsar. Kara paranın öteki anlamı, devlet denetimi dışında, serbest hareket yapan, devletin karanlık işlerini organize eden ve uygulayan, örtülü ödenekler ile desteklenen ve geliştirilen eylemlerin yapılmasına sebep olan paradır. Kara paranın ülkesi yoktur, sınırı yoktur. Sınırların olmadığı karanlık dünyada bugün, gökdelenlerin içinde olan, plazalarda yaşayan bankaların can suyu oluyorlar, çünkü kara parayı karşılıksız olarak aklamaktalar, çünkü para onların varlık sebebidir.

İsviçre bankalarının şifrelerinin çözülmesi ile birlikte, bütün bankalar İsviçre bankası konumuna geldi. Bugün, ayakta kalan bankaların büyük bir bölümü, karlarına kar katan ve krizi en fazla kar ederek atlatan bankaların temelinde, bu kara para vardır. Kara para olan yerde sömürü, insan ticareti, savaş, çatışma vb gibi evrensel hukuk kurallarını yok sayan, insan haklarını sadece kağıt üzerinde bırakan uygulamalar olağan karşılanır!

Global krizi kara döndürenler, şirketlerine yeni şubeler açanlar, global olarak yayılanların temelinde bu kara para vardır. Nobel barış ödülünün altında da bu kara para vardır. Obama’ya verilen ödülün öteki anlamıdır, kara para!

Kara paranın olduğu yerde, esnafın elinde kalaşnikof olur! Gösteri yapanların üzerine kara kurşunlarını bırakır! Kara para olan yerde, eldeki silahı kuru sıkı yaparsın, eldeki döner bıçağını çakıya dönderirsin! Kara para, yasal olarak oluşturulmuş dünyayı, kendi çıkarına uygun olarak biçimlendirebilir, yönlendirebilir. İtalya Mafya dönemi bu kara paranın neler yapabileceği hakkında güzel bir örnektir. Amerika’nın ilkel kapitalizm yaşadığı dönem ve mafyanın (kara paranın) sokak çatışmaları yaşadığı dönem, buna güzel bir örnektir. Biz de 12 Eylül öncesi yağ stoklayanlarını istediği gibi piyasaya sürmeleri ve sokak çatışmalarını körüklemeleri, elde ettikleri paralar ile ayrım gözetmeden silah satıcı olmaları buna örnektir. Kara paraya hükmeden, çatışmayı körükler ki, kasasına daha çok kara para biriksin! Kara sermaye birikimi, zaman içinde yeni zenginleri, görmemişleri ortaya çıkarır! Dünya zenginleri listesinde olan kaç kişi var, nasıl zengin olduklarını bilen kaç kişidir?

Kara para ile beslenen siyasiler, kara paranın yaratmış olduğu sonuçları savunmak ve onları yasallaştırmak için her türlü özveriyi gösterirler. O yüzden eldeki silahlar bir anda kurusıkıya dönüşür! Döner bıçağı, çakıya dönüşmesi gibi.

Bugün yaşadığımız düzen kara paranın vermiş olduğu refahtır!

Bu refahtan kimler yararlandığı ortada değil midir? Çalışan, emeği ile geçinenlerin çocukları, burs almak için her türlü marifetlerini gösterirken, babalarının adını kullanarak gemi alanlar ortada değil midir? Babalarının sağlamış olduğu olanaklar ile reşit olmadan ticaret sahibi olanlar, yurt dışında GDO’lu mısırlar getirip alış veriş merkezlerinde büfelerde sattıran çocuklar, hangi olanaklar ile elde ettiler bu ayrıcalıkları?

Devlet kasasını boşaltıp, ayrı bir siyasi parti kuranlar, dokunulmazlık zırhı içinde, yaptıklarını zamana yayarak unutturanlar, kara paradan ne kadar yararlanmaktadırlar? Bir anda zengin nasıl olunur? Piyango bileti almadan bir anda zengin olanları kim araştırabilir? Bugün medya devi olanların hangisinin temeli bilinir? Hangi temeller üzerine bugün dev oldular, plazalarda yaşamaya başladılar? Kara para olan yerde, her türlü değişim, şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır!

15 Aralık 2009 Salı

12 Eylül Müzesi

12 Eylül Müzesi



Tuzla tersanesinde bir işçi daha öldü, bu ölümün temelinde daha fazla kar hırsı içinde olan işadamları olduğunu söylemek gereği var mı? Birisi kasasını daha fazla doldurmak için, işçinin ölümünü göze alabiliyor!



Madende grizu patlaması yaşanıyor, ortaya çıkan gerçek, gazölçer alet yok! Ölçülmeyen gaz sonucunda ölüm var, burada da kar hırsı var! En az masrafla daha çok kar!



Sokaklar kan gölü dendi, hiç düşündünüz mü, 12 Eylül öncesi, kaç insan siyasi düşünceleri nedeni ile öldürüldü? 12 Eylül sonrası?



Darbe yapıldı, darbe ortamı yaratan nedenler hala yaşamaya devam etmektedir, bugünden o günlere bakınca değişen ne oldu? Yaşam hakkı, seyahat hakkı gibi insan hakları temel hakların hangisini kullanabilir olduk?



12 Eylül yaratmış olduğu kırılma hala devam etmektedir. Bitmiş bir süreci konuşmuyoruz, aksine anlamaya ve yorumlamaya devam ediyoruz.



Kimliklerin, düşüncelerin fay hattı boyunca değiştiği bir süreci yaşamaktayız.



Kırılma gün geçtikçe derinleşmekte, tarihi bilgilerin yok edilmesi ve değiştirilmesi sürecini yaşamaktayız. Tarihi kendi çıkarına göre değiştirenle,r bugün seslerini yüksek çıkarmaktadırlar…



12 Eylül süreci ile hesaplaşılamaz, çünkü bitmedi! Ancak ve ancak soruşturulur! Doğru karar verebilmek için, doğru bilgiler elimizde olmalıdır! Doğru bilgiler ışığı altında, doğru karar alabiliriz… Arşivler başkaların kayakları ile oluşturulura, yanlış sonuca ulaşırız. O yüzden kendi bilgilerimiz, belgelerimizin oluşturmuş olduğu arşivleri yaratmak ve bu arşivleri kullanıma açmak zorundayız.



Yaşadıklarımız, arşivimizdir. Bizler toprağa düştükçe, arşivimizdeki bilgilerde bizle birlikte yok oluyor. Yok olan bilgiler ile yanlış tarih iktidarını güçlendirmektedir. Bugün yaşanan yanılsamalar, bilgi eksikliğinden kaynaklanan 12 Eylül anlayışı, doğru yerine oturtulması için müze oluşturulmalıdır.



12 Eylül sürecini noktalamak için, darbe yapanlar ile yüzleşmekten geçer!



Kendi tarihimizi, doğru olarak genç kuşağa ve geleceğe akatarmak için, belgeleri karanlıkta değil, gün ışığında insanlığa açalım! Karanlık dehlizlerde yaşadıklarımızı, sansürlemeden tüm çıplaklığı ile ortaya koyalım!



12 Eylül süreci ve onun yaratmış olduğu sonuçları bugün yaşamaktayız!



Bugün, bizim yaşadıklarımızı doğru şekilde seslendirmek zorundayız!



12 Eylül ve sonuçlarını doğru bilgiler ile soruşturmak için, müze kurmalıyız!



Müze sadece geçmişin izlerini taşıyan yerler değildir, bugünü anlamamıza yarayan bilgileri de içinde barındıracaktır.



12 Eylül Müzesi, Devrimci 78’liler Federasyonu denetiminde oluşturulmak için ilk adımı atıyor! Atılacak bu ilk adıma destek verin!

maraş katliamı

Maraş katliamı yapıldıktan bir yıl sonra, katliamı protesto eden öğretmenler açığa alındı. bugün unutulmasın, unutturulmasın diye bir çaba içinde olanlar, tarihin vermiş olduğu yükü omuzlarında hissediyorlar. Katiller ve o dönemde orada devlet memuru olanlar bugün neredeler?

Belki bilmiyorsunuz ama yine de; AKP Başkan yardımcısı desem anımsar mısınız?

Devlette, devlet işleri süreklilik arz eder!

Bazı görevlilerin ise emeklilik hakları dahi yoktur...

Bugün de devam eden bir süreç yaşamaktayız, Maraş katliamını Sivas olayından bağımsız düşünemeyiz!

Fatsa nokta operasyonunu 12 Eylül'ün provası olduğunu biliriz!

Dink cinayeti, neyin provasıydı?

Malatya katliamı...

Susurluk?



Darbe yapanlar bugün ne yapıyorlar?

Darbeye alkış tutanlar?

Katilleri kahraman ilan edenler?



Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz, diyenler!

Adam kayıranlar...

Ayrımcılık yapanlar?

Yok sayanlar?

Yasaklayanlar?



Maraş unutuldu mu?

Çorum, Sivas, Malatya...

Ölenler...

Öldürenler...

Her biri rakam olarak mı anımsanacak?

Tarih unutur mu?

Tarihin notları yok edilebilinir mi?

Netekim!

Netekim!

Başbakan, ‘netekim’ diye hitap ederse şaşırmayın, çünkü o dönemin devamcısı olduğunu üslubu ile kanıtlamaktadır. Ben bilirim, ben yaparım, ben sustururum… gibi cümleleri uzatarak, neye benzediğini veya devamcısı olduğunu kanıtlamaktadır.

12 Eylül süreci noktalanamadığı için, darbeciler yargılanamıyor, darbe yaptığına şüphe edilenler yargılanmaktadır. Başarılı olmamış, girişim sürecini aşamamış darbeler sorgulanırken, darbeler ve darbeciler resim yapmaya, fötr şapka giymeye devam ediyor. Arada bir basına ‘netekim’ diyerek demeç veriyor, ismi bir okuldan, bir caddeden alınırken!

Açılım olarak adlandırılan politikanın ne olduğu, parti kapatma ile tamamı ile su yüzüne çıkmıştır. ‘Ben bildiğim gibi ve kafama göre açılım yaparım, muhatapta benim, sonucu ortaya çıkaracakta benim’ diyerek, başka düşünceler ve görüşlere kapalı olduğu, toplumsal gerçekliği yok saydığını ortaya sermiştir.

Alevi açılımı içinde aynı süreç gelişmeye devam ediyor. Maraş katliamın sanığı, suçlusu alevi açılımına davet edilerek ne söylediğini ve ne ima ettiğini açıkça söylemiyor mu? Hükümet, ‘açılım’ adı altında yapması gerekenleri yapmıyor, işi zamana yayarak açılımın nasıl bir kapanma olduğunu kanıtlamıyor mu?

Zorunlu din dersi, mahkeme kararı olmasına rağmen, uygulamayan, görmezden gelen hükümet, diyanet işleri başkanı ve fetva verenlerin denetiminde alevi açılımın yönünü dillendirmiyorlar mı?

Roman açılımı, Sulukulenin tamamı ile yıkılması sonucu ortaya çıkmıyor mu? Yerleşim yerlerinin yok ettikten sonra, denetim altına alınacak bir Roman toplumu yaratmak! Roman vatandaşlar ile Kürt vatandaşları İstanbul sokaklarında karşı karşıya getiren eylemler ve silah sesleri neden son günlerde dillenmeye başlandı?

Romanların yaşadığı yerler şehrin ortasında kalınca, rantı da iştah açıcı oldu, o ranttan kimler yaralandığı gazete sayfalarına düştü!

Hükümetin ortaya attığı ve adına ‘devlet açılımı’ dediği açılım, kapanmayı ortaya getirmektedir. Devlet açılımında kimsenin ne sözü, ne düşüncesi vardır!

İtalyan başbakanı yüzüne aldığı tokat ile ne olduğunu şaşırmış halde, neden bana saldırdılar diye çevresine soran gözler ile bakmaya devam ediyormuş, o tokattan fazlasını tarih önünde çoktan hakkettiğini göremeyecek kadar kendisini Mussolini olarak görüyor! Cezaevinde öldürülen devrimcinin cinayetini gizlemeye çalışan başbakan, soran gözler ile çevresine bakması şaşırtıcı değildir! Çünkü o, İtalya’nın modern ‘il duce’sidir… çapkındır, kızlar peşinde koşar, karısını aldatır, soru sorulmasını hazmedemez, hep gündemde medyası aracılığı ile kalmak ister. Bir tokat yediğinde, soran gözler ile bakar, ‘ben ne yaptıysam İtalya için yaptım’ der gibidir. Mussolini’de idama giderken o gözler ile bakıyordu çevresine.

İtalyan başbakanın can dostu devlet adamları kimlerdir? Türkçe’de bir söz vardır, “arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” Söyleyelim mi, İtalyan başbakanın arkadaşlarını?

9 Aralık 2009 Çarşamba

Ölümler…

Ölümler…

Ölümler arka arkaya geliyor, sokaklar insan seli ile dolu, intikam yemini edenden, savaş dursun diyene kadar, her sesin hakim olduğu sokaklar. Sessiz çoğunluk, izledikleri haberlere göre görüşlerini değiştirmektedir. Haberlere bakarak, komşusunu düşman ve katil olarak görmeye başlamıştır, birçok insan.

Zaman zaman sokakların hareketliliği artar, hatta 6-7 Eylül’de olduğu gibi talanda olur, Trabzon’da olduğu gibi linç kültürü de yükselir. Malatya’da olduğu gibi, farklı dinden oldukları için canlı canlı kesilirler. Sokaklar, toplumsal olaylara tanıklık eder, tarih defterine bir şeyler yazılırken.

Bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde, bu yaşananlar doğaldır. Neden insanlar bir birini öldürür, neden sokaklar ölüm kokar, sorgulamaz. Olayların akışına kapılır ve gidilir. Hiç kimse sorgulamaz, bizde neden kaşif çıkmadığını? Macera denince eline silah alıp dağa çıkmak, dağa çıkanın arkasından kurşun sıkmak olarak algılanır. Macera bizde ölümdür, keşfetmek değildir.

Ölümlerin nedenleri sorgulanmaz ama kahramanların tarihi yazılmaya devam eder, her kahramanın öyküsü içinde bir ölüm vardır. Kahraman gerektiğinde öldürendir, gerektiğinde ölendir. Onu kahraman ilan edeceklerin niyetine bağlıdır, çünkü yaşarken kimse kahraman değildir, ne olacağı belli olmayan hikaye içinde yaşıyordur çünkü! Sonlanmayan öykülerin, yaşamların kahramanı olmaz ama kader mahkumu olur, kurbanı olur.

Yaşam dediğimiz, mezar taşının üstünde iki rakam arası çizgidir. Bu bireysel yaşamı sembolize eder. Bir çizgi. O da mezar yapan üstadın elindedir, çizginin uzunluğu ya da kısalığı! Mezar taşı yazıcılar genelde katillerdir. Çünkü ölüm üstünde para kazanırlar, yaşamlarını öyle belirlerler. (burada gerçekten mezar taşı yapan ustalardan bahsedilmiyor) Yazıcılar, genelde profesyonellerdir. Maaşları bellidir, maaşlarının dışında kelle başına para kazanırlar. O profesyonellerin işverenleri de bellidir, belli olmasına bellidir ama kimse kanıtlayamaz! Çünkü onlar, büyük ve dokunulmaz kurumlardır, o kurumlar sayesinde ayakta durur toplum! Onlara dokunmak demek, toplumun değişimini istemek gibidir.

Bir gün, bir yol kıvrımında pusu kurulur, kurşunlar yağmur taneleri gibi gökyüzünden değil, yere paralel olarak gelir! Ölümdür her mermi, her mermiyi üreten bilir, ölüm aracı ürettiğini. Üreten, şimdi evinde çocuğu ile oyun oynarken, ürettiği, birinin canı içinde son nokta olmaktadır. Ölüm, her yerden gelmektedir. Birileri her ölümde kasasına bir şeyler istiflemektedir. Mezarlıklar toplumun aynası gibidir, tarihi orada görürsünüz! Cellatların mezar taşlarında isim yazmaz!

Her toplumsal olay sokaklarda cereyan eder. Sokaklar, tarih yazara ama kendisi not alamaz. Tarihin içinde birçok toplumsal olaylara şahitlik etmiş yol vardır, şimdi nerede olduğu bilinmez. Her ölüm, bir kuşkuyu da beraberinde taşır. Kimin öldürdüğü, neden öldürdüğü sorgulanmaz, ölünün arkasından katillerin adı dahi anılmaz, sadece soyut bir şeyler söylenir. Eğer toplumsal olaylara neden olan ölümler araştırılmış olsaydı, katil de, katili arayanda aynı kurumun insanı olduğu belki ortaya çıkacaktır! Toplum sözleşmesi gereği sorgulanmaz ama kimin bu sözleşmeyi imzaladığını kimse bilemez!

Bugün yaşadığımız toplumsal sözleşeme 12 Eylül ürünü olduğunu biliriz ama nedense bu olaylar sırasında aklımıza gelmez. İstanbul’da ölen genç kızımızda, Diyarbakır’da ölen gençte, Tokat - Reşadiye’de ölen gençlerimizde bizim… Ölümler farklı yerde ve nedenleri farklı olarak algılansa da, sorunun temelinde katil bellidir. Katili gerçek anlamda ortaya çıkaracak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır…

6 Aralık 2009 Pazar

12 Eylül süreci devam ederken…

12 Eylül süreci devam ederken…

12 Eylül süreci bugün bitmiş değildir, hala kurumları ve öngördüğü politikaları ile yaşamaya devam etmektedir. İktidar, 12 Eylül ürünü olduğu içinde, henüz 12 Eylül ile hesaplaşmamaktadır, onun yerine 12 Eylül artçı sarsıntıları ile gündem değiştirmeye devam etmektedir.

Ergenekon davası biçim değiştirmektedir, bu biçim savcının ifadesinde kendisini bulmuştur. Bu dava darbeleri sorgulamaktadır demektedir. Ergenekon örgütü olarak adlandırılan yapının gerçek yüzü bir anlamda saklanmaktadır. Çünkü, darbeler sonucu oluşmamış bir yapı söz konusundur. Darbeleri besleyen ve darbelerin oluşması için ortam hazırlayan yapı bugün gün yüzüne çıkmamıştır, diğer ülkelerde kabul görülen Gladio yapılanması hala görevinin başındadır. Çünkü, Ergenekon adı verilen dava, Gladio’nun yaratmış olduğu toplumsal olayların sonuçların bir bölümü ile ilgilenmektedir, hükümetin belirlediği gündeme uygun bir seyir izlemektedir. Bu dava sonucunda, eğer Ergenekon Örgütü ispatlanamaz ise, o zaman müthiş bir hukuk skandalı ile karşı karşıya kalabiliriz, çünkü örgüt üyeliğinden yargılananlar, bir anlamda aklanmış olarak, bir dönemin üzerine sünger çekilme tehlikesi vardır.

Ergenekon davası, bugünkü içeriği ile, Gladio yapılanmasıyla hesaplaşma ve yüzleşme değildir. Çünkü savcılığın hazırlamış olduğu iddianamede, o konuda bilgilerin ipuçları olmasına rağmen, gerçek anlamda açığa çıkaracak bir yola girmemiş olduğu gözükmektedir. Çünkü darbe yapanlar iddianamede yoktur, darbe yapma girişimi içinde olmuş ama darbe yapamamışlar üzerine yoğunlaşılmıştır. Dava konusu içinde, bir dönemin açığa çıkarılması yoktur, olup olmadığı henüz kanıtlanamayan bir örgüt ve onun üyeleri üzerinedir. Dava içinde gerçek anlamda suçlular vardır, bundan kuşku duyan kimse henüz benim bildiğim kadarı ile ortada yoktur, fakat ortada hukuk anlamında bir çıkmaza doğru yol aldığımızı görmekteyim. Dava, darbeleri hedef almış olsa, bir anlamda anlaşılır bir sonuca varılabilinir, fakat dava bir suç örgütü olarak kabul ettirilen ama henüz kanıtlanamayan bir soyut örgüt üzerine kurulmaktadır. Bu soyut örgüt somutlanamaması, elbette kamuoyunun beklentisinin yok olması anlamına gelmektedir.

Darbe girişiminde olduğu söylenen üç orgeneralin ifade vermesi tarihin çarkını geri döndüremeyecektir. Onlara bakarak da kimse darbe yapmayalım havasına giremez, çünkü darbe yapan kişi, her türlü olasılığı göze almıştır, bu göze alma durumunu darbe yapan Orgeneral Evren’in anılarından okuyabilirsiniz. Bir suç girişim aşamasında kalmış ise, hukuk önünde ne kadar suç teşkil eder? Çünkü sonuç olarak, girişim kağıt üzerinde kaldığı ortadadır. Girişim yerine sonuçlanan darbeler ise, hala dokunulmazlığını korumaktadır.

Ergenekon davası içeriği değiştirilmelidir, Gladio ve onun yaratmış olduğu suçlar üzerine odaklanarak, NATO’ya üye olduğumuz günden bugüne kadar gelişen tüm toplumsal olaylar ve cinayetler sorgulanmalıdır. Göstermelik ifadeler ve şovlar ile bu davanın seyri sürekli değişim göstermektedir. Ülke gündemini değiştiren bu durum, gerçek hedefine (eğer Gladio ise) doğru yönelmelidir. Darbeciler ve darbelerin oluşması için ortam hazırlayanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmalıdır. Faili meçhul cinayetler ve olaylar ortaya çıkarılmalıdır. Halen görev başında olan Gladio üyeleri etkisiz hala getirilmediği sürece, ülke geçmişi ile yüzleşmesi sorunlu ve şovlar eşliğinde olmaya devam edecek gibidir. İktidar sahibi ve muhalefet liderleri savcı ve avukat rolleri içinde alkış tutmaktadır ve gerçek anlamda yüzleşmekten kaçınmaktadırlar, eğer yüzleşmek istemiş olsalar, darbe yapanları bugün hesap verir konuma getirirler, onların yaratmış olduğu sürece dur diyebilecek konumdadırlar.

12 Eylül bugün yaşanmaya devam ediyor, darbeyi yapanlar ve onların hazırlamış oldukları yasalar ve o dönemde görev yapanlar hala görevlerinin başındalar… NATO’ya üye olduğumuz sürece de Gladio varlığını korumaya devam edecektir. Öznelerin değişmesi, politik hedefin ve uygulanmasının değişmesi anlamına gelmiyor.

3 Aralık 2009 Perşembe

Medya el değiştirirken…

Medya el değiştirirken…

Geçiş sürecilerinde medyada değişim gözlemlenmektedir ve birilerini öne çıkarır. 12 Eylül, medyada el değiştirmenin, köklü olarak değişiminde tarihi gibidir, çünkü medya, gazeteci kökenden gelmeyen işadamlarına teslim edilmiştir. Bu süreç ile medya, büyük bir çoğunluğu gazeteci olmayan işadamlarına ait olmuştur ve medya, iş adamının çıkarı doğrultusunda kullanılmıştır. Medya sahibi olan iş adamının, iş alanı genişlemiştir, her alanda söz söyleme hakkını kendinde görmüştür.

Medya içindeki bu değişim, yaşama da yansımıştır, çünkü medya yeni bir dili ve yaşam tarzını halka kabul ettirmiştir ve toplumun geçmiş ile bağlarını koparmıştır. Medya toplum içinde güvenirliliğini yitirmiş ama verdiği hediyeler ile ışıltısını kaybetmemiştir. Işıklar altında bir rüyayı topluma kabul ettirmiştir. Toplum, kendi gerçekliğinden kopmuştur, sorunlarına sahip çıkamayan, konuşamayan, her yeni geleni hemen kabul eden bir sürü mantığı içinde hareket eder hale gelmiştir. Gerektiğinde sokaklara dökülüp, bir futbol takımının başarısını kutlamıştır, gerektiğinde linç kültürünü daha da geliştirmiştir. Yanı başında olan savaşa sessizce desteklemiştir, her gelen ölünün arkasından o anlık kabaran duygusu ile düşmanlığı geliştirmiştir. Birlik, beraberlik sözleri altında, ayrılığı ve ötekileştirmeyi hızlandırmıştır. Medya toplumu biçimlendirirken, kendisi de değişime uyum sağlamıştır. Global dünyanın sermayesinin özgürce her yere sızarken, global markaların tüketim alışkanlıkları da her toplum içinde yerini almıştır.

Medya bugünlerde yine el değiştirmektedir. 12 Eylül ürünü olan Aydın Doğan medya grubu küçülürken, yeni medya devleri ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül, megalomanlığı ve kendisini beğenmişliği doğal kılmıştı, bu yeni gelen süreç, acaba bunun devamı olacak mıdır? Çünkü Aydın Doğan her yere kendi ismini ve soyadını vermekten çekinmemiştir, kendi adına bile yarışma düzenlemiştir, okullar açmıştır. Kendi çıkarına uygun her türlü eylemde Doğan ismini görmek şaşırtıcı olmamıştır. O dönemin genelkurmay başkanın ismi her yere verilmesi gibidir. 12 Eylül süreci hala devam etmektedir, sonlanmamıştır. Çünkü 12 Eylül ürünleri /sonuçları bugün etkisini göstermeye devam etmektedir. 12 Eylül generalinin ismi, okullarda, caddelerde varlığını korumaktadır. Onun yaratmış olduğu medya da bugün hala her açıdan varlığını korumaktadır.

Bugünlerde yeni bir süreç, 12 Eylül süreci içinde kendisine yer bulmuş ve 12 Eylül ideolojisine uygun olarak gelişmeye devam etmektedir. Andaçlar, darbe girişimleri vb gibi eylemlerle bugünkü iktidar desteklenmiş ve geliştirilmiştir. Bugün medyada gücünü yükselten yeni isimler, o dönemin bire bir ürünü olmamasına rağmen, dolayısı ile destek aldığı, destek verdiği hükümetin politikasının bir üründür. Medyada el değişimleri hiçbir zaman gerçek anlamda sorgulanmaz, kim, nereden ve nasıl bu kadar gücü tek elde toplamaktadır, elinde topladığı gücü nasıl kullanmıştır? İşadamlarına ait olan bu güç, doğal olarak bir birine benzeyen, yeni güçleri de yaratmıştır. Bu durumda medyanın bağımsız olma ihtimali dahi ortadan kalkmıştır, çünkü gücü özgürlüğünde değil, patronun çıkarındadır. Patronun çıkarı kadar medya, özgür ve bağımsız davranabilir, onun dışında ya görmezden gelir, ya da sessizliğini bozmaz. İşinden atılan bir gazeteci, elinde tuttuğu belgeleri açıklayınca küçük bir dalgalama olur ama sonrası derin sessizlik içinde kalınır, çünkü çıkarlar özgürlükten ve gerçeklerden daha önemlidir.

12 Eylül ile başlayan süreç, kesintiye uğramadan yeni isimler ve özneler ile devam etmektedir. Medyanın yeni gücü, bugünkü iktidar ile paralel düşünen, onun dünya bakış açısı ve yaşam biçimi ile uyumlu olan, destekleyen, desteklenen işadamları tarafından biçimlendirilmektedir. Yeni güce erişenler, geçmişte gücü elinde bulunduranlardan anlayış olarak büyük farkları yoktur. Her iktidar kendisine ait, kendisini desteleyen medyayı ödüllendirmiştir, ödüllendirmeye de devam etmektedir. Kendisini eleştiren medyayı, kendisine yakın işadamı arkadaşlarına aldırarak, medyada var olan çatlağı da ortadan kendisine göre kaldırmış olmaktadır. İktidar, tek sesin hekim olduğu bir gül bahçesinde, gül kokuları altında yeni bir devlet kurma fikrine hayat vermek için uğraşacaktır. Kamuoyu ise bu gelişmeye 12 Eylül süreci içinde olduğu gibi kabul edecek ve uyum sağlayacaktır. Medya yeni sahipleri ile birlikte topluma düzen vermeye devam edecektir, global tüketim araçlarının gölgesinde…

1 Aralık 2009 Salı

“CHP'li Meral'e köpekler saldırdı

“CHP'li Meral'e köpekler saldırdı

Meral, AA muhabirine yaptığı açıklamada, arife günü saat 07.00 sıralarında Oran Şehri'ndeki ODTÜ ormanları civarında yürüyüş yaparken köpeklerin saldırısına uğradığını söyledi.

Köpeklerin, ormana giriş çıkışın yoğun olduğu ana cadde üzerindeki kapının önünde saldırdığını anlatan Meral, "Ormanın içerisinde olsaydı işimi bitirirlerdi" dedi.

Meral, aynı anda 7-8 köpeğin saldırısına uğradığını ifade ederek, "Çevredekiler ve kapı girişinde meyve suyu satan karı koca yardımıma yetişti. Aksi halde köpekler beni parçalarlardı. Ölümden döndüm. Saldırı nedeniyle vücudumda diş izleri oluştu. Hastanede ayaktan tedavi gördükten sonra evde istirahat ediyorum. Özellikle sol kolumda diş yaraları var, kolumu kullanmakta zorlanıyorum" diye konuştu.

Bayram Meral, olayın ardından Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ile görüştüğünü belirterek, "Kendisi, bölgenin Gölbaşı'na mı yoksa Çankaya'ya mı ait olduğu konusunda netlik bulunmadığını söyledi. Ona da üzüldüm" dedi”

Haber bu ve habere neden olan köpekler hakkında yazı yazdığımda bana cevap verenler şimdi ne düşünecekler?

Haberde vahim olan başka bir şey daha var, köpekler hangi sınırlar içinde olduğunu araştırıyorlarmış. Eğer o belediye sınırında değilse, o zaman belediye tüm sorumluluktan kurtulmuş oluyor!

Bir de sokak köpeklerini yakalayıp diğer belediye sınırı içinde özgür bırakan belediye çalışanların varlığını duymuştum, haberde bir anlamda itiraf var!

Köpeklerin yaratmış olduğu tehlike aslında büyük. Kene salgını filan değil, bir de bunların kuduz olma sorunu var. Modern şehir yaşamı içinde köpek, sokakta başıboş olamaz. Gerçi sahibi olanlar, onlara göre daha tehlikeli, çünkü sahibi, köpeği bir silah olarak kullanıyor.

Köpekler ve başıboş hayvanların şehir yaşamı içinde konumları gerçekten belirlenmelidir. Şehir, insan için güven demektir, fakat güvensizliğinde merkezidir.

Bayram Meral ucuz kurtulmuş ve tanındığı içinde haber olmuş, haber olmayan o kadar çok insan var ki?

Köpekler şehir içinde yaşam alanları belirlensin ve canlıya yakışır bir alanda yaşamlarını ikame etsinler. Evde beslenen canlılar içinde, şehirlerde gezi alanları yaratılsın. Madem hayvan beslenecek evlerde, o halde onlarında haklarına saygı duyularak şehir planlaması yapılsın!

Şimdi diyeceksiniz, insan hakkı mı var da hayvan hakkını istiyorsun!

Haklısınız yok! Ama biz isteyelim de, belki biri duyar ve bundan sonra oluşacak şehir alanlarını planlarken, hayvanları da düşünür… Sadece cebini ve kasasını düşünenlerin şehirleri planladıkları ortamda, bir de farklı ses olsun!

Hayvan haklarını savunanları bu kurban bayramında da çok sessiz gördüm, seslerini bana karşı mı çıkarıyorlar sadece?

30 Kasım 2009 Pazartesi

“Osmanlı’da dini inanç ve ibadethaneler özgürdü!” Sözü yalandır!

“Osmanlı’da dini inanç ve ibadethaneler özgürdü!” Sözü yalandır!

Yıllardır ülkemiz içinde bir yalan söylenir, Osmanlı imparatorluğu bütün dinlere ve inançlara karşı hoşgörülüydü. Bu yalan ülkemizin %99’unun Müslüman olması gibidir. Yalan, günlük yaşamda cahil insanların söylemleri ile devam etmektedir. Bir de bilerek yalan söyleyenler vardır ki, bunlara da artık ne denir bilinmez!

Osmanlı rejimi içinde aleviler, her türlü baskı ile karşılaşmışlardır. Aleviler için en önemli olan yer Hacıbektaş dergahı bile, Nakşibendi şeyhi tarafından kontrol ediliyordu. Alevilerin merkezi bir Osmanlı memuru tarafından kontrol edilmekte ve dergah içine mescit bile yapılmıştır. Bugünlerde o mescide bakarak, ‘aleviler camiye eskiden gidiyordu!’ yalanı söylenmeye devam etmektedir. Yalan ile bir çok kesim yok sayılmakta ve asimilasyon edilmeye devam edilmektedir.

İsviçre’de yapılan minare referandum sonucunda, yeni cami yapımına karşı bir görüş bildirilmiştir. Bu alınan karar değiştirilemez değildir, başka bir referandum ile değiştirilebilir, o yüzden ‘çok kötü’ bir karar olarak görülemez, çünkü onlarında kendilerine göre hassasiyetleri vardır ve bu hassasiyet zaman içinde değişebilir.

İsviçre’de yapılan referandum, dışarıdan gelen göçmenlerin dini inançları ve onların ülke içinde örgütlenmelerini sorgulamıştır. Dışarıdan gelen bir dini inanç, göçmeler aracılığı ile ülkeye gelmiştir ve son yıllarda Avrupa çapında olduğu gibi, minareler ülke topraklarında görülmeye başlanmıştır. Bu durum göçmelerin, göçmen olmadıkları ve yerleşik olduğunu göstermektedir. Bir yere dini merkezlerin kurulması, orada göçün sonlandığı anlamını taşır. Avrupa’ya giden göçmenler, göçmen olmaktan çıkmıştır ve oranın vatandaşları olmuşlardır.

Bu değişim, 11 Eylül ile birlikte, faşist örgütler için tehlike olarak kabul edilerek, Avrupa çapında faşist hareketin yeni hedef kitlesi konumuna gelmiştir. İslami fobi olarak başlayan bu düşmanlık, şekil değiştirmekte ve faşist hareketin de içeriğini belirlemektedir. Ulus devlet üzerine kurulu olan faşist anlayış da biçim değiştirmiştir ve bir kıta anlayışı içine girmiştir. Faşist hareket, kendisini eskisinden farklı olarak tanımlamakta ve hatta global çapta toplantılar yapmaktadır. Belki yakında ‘yaşasın enternasyonal faşist hareket’ diye sloganları duvarlarda göreceğiz!

İsviçre’de yapılan referandum, göçmen düşmanlığını ve göçmenler arasında ayrımı temsil etmektedir. Bu durum bile, bizim içimizde bazı cahil köşe yazarları ve bilim insanları(!) Osmanlı ile İsviçre’nin yeni durum karşılaştırmasını yapmaktadır. Güya Osmanlı’da, din özgürlüğü varmış! Kendi ülkesini ve tarihini tanımayanların doğru kabul olarak kabul ettiği gerçek! Osmanlı sadece Alevilere değil, diğer dinlere karşıda katı kurallar içinde yaklaşmıştır. Osmanlı, emperyalist bir ülkeydi, savaşlar, zaferler ile ayakta durmuştur. Yenilgi almaya başlayınca, yıkıma doğru hızlı bir gidiş yaşamıştır. Osmanlı kendisine ihtiyaç olanı almış ve ihtiyaç duymadıklarını da görmezden gelmiştir. Osmanlı görmezden geldikleri, yok saydıkları yıkılış döneminde karşısına güç olarak çıkmıştır. Cemal ve sakallı Nurettin paşaların katliamları da bu yıkılışa engel olamamıştır. Korku, yıkılışı hızlandırır!

Türkiye’de yok sayma politikasını devam ettirmiştir ve bugünkü sorun, yok sayılanların aslında yok olmadıklarını kanıtlamıştır. Yok olduğuna inanalar ise, bu gerçeklik karşısında ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar, çünkü komşusunu tanımadan yetişenler, komşularının öteki olduğunu öğrendiklerinde şaşkınlıkları ve ret etme durumunu devam ettirmeleri, çatışmayı yanında getirmekte ve ülkenin, ‘ötekiler’ tarafından, dış güçlerin desteği ile yok edileceğini düşünmektedirler.

İsviçre’deki sıradan bir vatandaşın yaşadığı korku ile, bizde yaşanan korku nicel olarak aynılaşmasına rağmen, onlar bizden daha avantajlıdır, çünkü korku nedeni zaten biliniyordu, bir anda ortaya çıkmadı. Biz de ise, var olanları ‘fark etme’ aşamasını yaşamaktayız. Henüz kabul edilmiş değil ama fiili olarak da kabul edilmiş gibi durulmaktadır. Çünkü o fark edilenlerin, kendilerine benzemeleri ve kendileri gibi tepki vermesi beklenmektedir. Vermeyince, hayal kırıklığı ve araya örülen duvarlar ortaya çıkmaktadır. Et ve tırnak ayırımı burada çıkmaktadır. Toplum mozaikleşmektedir ve mozaiğe uygun olarak, yeni duruma uygun olarak ayrışmaktadır.

İsviçre örneğinde ise, zaten toplum içine alınmayanların gettolarda özgürce ibadet etmeleri ve o ibadetlerini yerleşik olmamasını istemektedir. Göçmenler toplum içine alınmayarak dışlanmaktadır. Gettolar, gereği görüldüğünde, Hitler ya da Roma döneminde olduğu gibi, yok edilebilmektedir. Getto’da yaşam, toplum için tehlike oluşturmazken, kalıcı yerleşimler korkuya sebep olmaktadır. Bu korkuda bir siyasi hareketin yaşamasının ve büyümesinin temeli olmaktadır. Faşist hareketlerin ve sağ politikaların kamu içinde taraftar bulmasının temelinde bu korku yatar. Korku en liberal yerleşim birimini bile, faşist bir ideolojiye gönüllü teslim edebilir. Hitler’in iktidara gelişi, seçim ile olması tesadüfi değildir.

Bizde yabancı düşmanlığı, son yıllarda daha da artmıştır. Malatya, Trabzon katliamları bunu kanıtlamaktadır. Orada yaşanan linç kültürü, faşist bir kültürün dışa yansımasıdır. 2 Temmuz’da Sivas’da olan olay sıradan bir olay değildir. Biz de sadece ibadet yerleri yasak değildir, ibadet edenler de yasaklanmış ve yok edilmektedir.

Devlet olarak, bu ülkede Alevilerin asimilasyonuna devam edildiği gerçeğini kabul etmedik. Diyanet, Alevileri nasıl İslam içinde eritiriz politikasını geliştirmeye ve uygulamaya devam etmektedir. Hükümet alevi çocuklarına yönelik okullarda zorunlu din eğitimi vermeye devam etmektedir.

İsviçre’de alınan karar değiştirilebilir, bizde uygulanan politikalar hala kendisini savunmaya devam etmektedir. İsviçre’de faşizm yükseliştedir, biz de…?

Yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu!

Yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu!

Pimo Carnera ismi bize yabancıdır, fakat tarih içinde bilinen bir isimdir. Özellikle boks ile ilgilenenler veya İtalya konusunda konuşanlar için tanıdıktır. Carnera, 1933 yılında Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu olan ilk ve tek İtalyan olarak tarihe geçti. O dönemde İtalya’da faşist bir iktidar vardır ve faşizm onun kazanmış olduğu zaferi, kendi zaferi olarak kutlamıştır. İtalya’nın bir anda onuru olmuştur.

Carnera, fakir bir ailenin çocuğudur, açtır. O kadar açlık çekmektedir ki, eline ne geçse yer. Bu durum onu, yaşıtlarından daha uzun ve güçlü yapmıştır. Vücudu gelişmiştir. Bir çok işte çalıştıktan sonra sirkte iş bulmuştur ve orada çalışır. Daha dikkat çeksin diyerek İspanyol olarak tanıtılır. O sirkteki görevi dünyanın en güçlü adamı olarak sunulur ve arenada karşısında dövüşecek adam aranır. Amatör kavgalar yapar, onu yenebilecek henüz bir kimse yoktur. Bir gün, bu dövüşlerden birinde şansı başka yöne doğru kırılır. Eski bir boksör (Fransız, Paul Journée) onu boks yapmaya davet eder, çünkü boksta karnının daha iyi doyacağını ve gücünü orada kullanmasını önerir ve bu öneriye olumlu yanıt verir. Boksördür artık ve para kazanmak hırsı ile hızlı bir gelişim gösterir. O açlık yaşamamak için boks yapar. Hırslıdır, çünkü o açlığın içinden gelmiş ve bir daha oraya dönmek istememektedir. Boks yapma hırsı onu bir yerlerden başka yerlere taşır.

Yıllar sonra ağırsıklette dünya şampiyonu olur. Onun kişisel hırsından o dönemin faşist iktidarı kitlelerin önünde yararlanır ve o İtalya’nın gururudur. Her karşılaşması faşist İtalyan bayrakları ile doludur. Maçının olduğu günler İtalya sokakları boşalır ve radyo başında boks karşılaşmasını dinler. İtalya onun ile birlikte zaferi kutlar. Mussolini, kendisini geliştiren vatandaşına sahip çıkmıştır ve onurlandırmıştır. O artık İtalya gençleri için bir modeldir. Carnera ise karnını doyurmak için boksu seçmiştir, model olmak için değildir! O kendi dışında gelişen olaylara sessizce katılmak zorunda kalmıştır ve hatta bu durumdan da hoşnut kalmıştır. O, çocukluğunu açlık içinde, sağda solda çalışmak ile geçirmişken, şimdi en önemli makamlar tarafından karşılanıyordu ve onurlandırılıyordu. Sevdiği kadın ile de evlenmişti. O hayatından memnundu ve dünyada gelişmelerden habersiz mesleğini yapıyordu! Birinci dünya savaşı ona ve ailesine yokluk getirmişti ve bir daha yokluk içinde yaşamak istemiyordu.

Faşist İtalya göreceli olarak daha refah dönemini yaşıyordu. İşsizlik eskisine göre daha azdı, enflasyon baskısı hissedilmiyordu. İtalya savaş yorgunuydu ama haksızlığa uğramış olduğu duygusundan çıkıyordu.

Carnera, ringden ringe koşuyor, para kaynıyordu. Elbette para olan yerde mafyada olacaktı. Mafya onu istediği gibi yönlendiriyor, ringlere ve karşılaşmalara götürüyordu. Para kazandığını sanıyordu, o kazandığı paralar ile ömür boyu rahat yaşayacağını düşünüyordu. Talihi Max Baer ile karşılamasında değişmişti. Çünkü kendisinden ufak ve daha çevik olan Baer onu yenmiş ve dünya ağırsıklet şampiyonu olmuştu. 1934 Haziran ayı onun çöküşünün tarihidir. Gerçekler ile kısa zamanda yüzleşecektir. Parasızdır ve Amerika’ya doğru yol almak zorunda kalır. Mafya onun kazandığı paraya acımasızca el koymuştur. Yalnızdır ve çaresizdir.

Faşist lider Mussolini, onu kendi iktidarını güçlendirmek ve gençlere yeni idol olarak göstererek amacı yönünde kullanmıştır. Başarı kazanılınca sahip çıkan çok olur, başarıya giden yolda ise, kişilerin kendi emekleri ve mücadeleleri daha önemlidir.

İktidar işine geldiği kişileri, kendisi için şarlatan ya da idol olarak kullanmaktan çekinmez, çünkü iktidar zaman zaman bu tip başarılı insanlara ihtiyaç duymaktadır. İktidar sahibi olanlar, ideal insan için örneklerin kendi içlerinden çıkmasını önemser, teşvik eder. Başarı kazanmış ve kendi iktidarına zarar gelmeyeceğini bildiği kişileri ise yüceltmekten de geri durmaz.

Carnera yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu! İlk yenilgisinde faşizm onu idol olmaktan çıkarmış ve gözden düşmüştür. O artık açtır ve yollar ona yeniden gözükmüştür. O bilmeden bir oyunda oyuncu oldu ve sahneden itibarını kaybettiği gün uzaklaştırıldı. İktidar başarısız insanları korumaz ve kollamaz,

1967 yılında hayata gözlerini yumdu, geriye ibret alınacak bir öykü bırakarak… Kaçımız bu tip öyküleri biliriz?

28 Kasım 2009 Cumartesi

Amerika’ya rağmen…

Amerika’ya rağmen…

Ülke tarihimiz içinde bir çok kırılma noktaları yaşadık. Anadolu toprakları, bu kırılmalara hep şahitlik etmiştir. İnsanlık tarihi içinde, bir çok kültürün ve dilin hakim olduğu bu topraklar, bir çok dinin de yaşam alanı olmuştur. Modern dünyaya gelene kadar, insanlık tarihi içinde, Anadolu, diğer kıtalara göre azımsanmayacak kırılma noktalarını yaşadığını düşünüyorum.

Bizim yakın tarihimiz sayılan tarihsel çizgimize baktığımızda, en önemli kırılmaları ve artçı kırılmaları, sonuçlara bakarak tespit edebiliyoruz. Bu topraklar, imparatorluk geleneğinden ulus devlete, oradan da bugünkü koşullara gelişi şahitliğini yapmıştır.

Bizler, bugün dahi Roma İmparatorluğunun mirası üzerinde ve hala ondan aldığımız gelenekler ile yarınlarımızı kucaklamaya çalışıyoruz. Elbette, bilgimiz ve geleneklerimizin bize verdiği öğretiler ile…

Bu tezimi doğrulamak için, tarihin indeksine bakmak gereklidir. Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğunun doğusunu temsil eder ve kuruluş aşamasında dili başlangıçta Roma İmparatorluğunun resmi dili iken, daha sonra Yunanca olmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu kurulurken, Roma İmparatorluğundan ayıran en önemli fark dinidir. İmparatorluk, yeni din ile kurulmuştur. Bizans İmparatorluğu tarihe karışırken, yeni dil, din ile Roma geleneğini ileriye taşımıştır. Sanki bir bayrak yarışı gibidir, yarış devam etmektedir ve yeni yarışmacının elindedir geçmiş. İmparatorluk fiili olarak yok olmuştur ama yeni biçimi ve dili ile yaşamaya devam etmiştir. Bizans’ın kırılma noktası, Fatih tarafından İstanbul’un ele geçirilmesidir. Doğa Roma İmparatorluğu da Roma imparatorluğunun kırılmasını temsi eder.

Yerini alan Osmanlı İmparatorluğu, gerçek anlamda imparatorluğa Fatih ile başlamıştır. Çünkü Fatih, bilgi birikimi ile imparatorluğa Roma geleneğini ve idari biçimini, hukukunu miras olarak almış ve çağa uygun şekilde geliştirmiştir.

Osmanlı’nın yok olması da, yeni bir imparatorluk ile olmamıştır. Ulus devlet ile olmuştur. İmparatorluğun sonu, yani o büyük kırımla noktası da cumhuriyetin ilandır. Çünkü o ilan, tarih içinde bizim için önemli kırılmayı temsil eder ve geçmişten büyük kopuşu anlatır.

Cumhuriyetin ilanı, Doğu Roma imparatorluğu artık imparatorluk olarak görevini tamamlamış ve tarihin dehlizlerinde yerini almasını anlatır. Cumhuriyet, hukuk olarak Roma geleneğini devam ettirir ama bu devamlılık çağa uygun anlayışı da temsil eder. Anadolu, cumhuriyet ile birlikte imparatorluk geleneğinin sonlanması ile tanışır. Çok kültürlülük, çok dinlilik, çok dillilik yerini homojenleşmeye bırakır. Fakat, bin yıllardır topraklara işleyen kültürün direnci karşısında fazla bir direnç gösteremez. Homojenleşme bir noktada kendisini frenlemek zorunda kalır. Anadolu, homojenleşmek için bir birikime sahip değildir, her ne kadar bu yolda büyük katliamlar olmuş olsa da. Bugün yaşanan süreç, işte bu tarihin bize yüklemiş olduğu yükümlülüğün hareketleridir.

Cumhuriyet tarihi içinde de küçük kırılmalar ve büyük kırılmalar ile karşılaştık. Küçük kırılmalar darbeler ve anayasa değişiklikleri ile yansıdı hayatımıza. NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermemiz bizim kırılma noktalarımızdan birini temsil eder. NATO, bizim geleceğimizi belirleyecek bir organ konumuna kısa zamanda gelecektir. 1960 darbesi ile Türkiye yeni bir kırılma yaşamış ve kırılma yeni rotasını kalın çizgiler ve anayasası ile belirlemiştir. Çünkü imparatorluk hayali artık tamamı ile ortadan kalkmıştır. Yenidünya kurulmuştur ve Türkiye bu yeni dünyadaki yerini almıştır.

60 darbesi ve sonrası, ülkemiz için biçilen kader çizgisi, Amerika çizgisine uygundur ve NATO denetiminde, ordunun yeni rotaya uygun anayasası ile ülke ödüllendirilmiştir. Marshall yardımlarının hukuki alanda göstergesidir. Özgür dünya, doğuya kendisine özgü özgürlük getirmiştir! Bu anayasa birilerine bol, birilerine dar gelmiştir ama esas belirleyici artçı kırılma 68 gençlik hareketinin ülkemizde yaratmış olduğu dalga ve Amerikan askerlerinin boğaz suları ile tanışması etkili olmuştur. Bu bize giydirilen elbise 12 Mart 1971 darbesi ile yeni biçim verilmiş ve daraltılmıştır. Özgürlükler artık daha azdır. Bu da göstermektedir ki, Amerika’ya rağmen bir hareket etme olanağımız yoktur. Çünkü 1960 yılından sonra koşulsuz olarak onların denetimi altına girmiş olduğumuz 1971 darbesi açıkça ilan etmiştir.

Amerika’ya rağmen bir harekat daha olmuştur ülkemiz içinde, o da Kıbrıs Barış hareketidir. Bu hareket bizde başka bir kırılma noktası olarak tarih içinde yerini almıştır ama o güne kadar verilen rolden henüz köklü bir değişimi ifade etmemektedir. Bu hareket sonrası ambargo altında yaşamış ve daraltılmış anayasanın daha da daraltılacağı ve yeni bir rol verileceği beklentisi ağırlık kazanmıştır. Olaylar hızlı bir şekilde geliştirilmiş ve 12 Eylül darbesi ile cumhuriyet Amerika’nın yeni doktrine uygun olarak rotasına girmiştir. Bu doktrine uygun olan anayasa yapılmış, Amerika’ya rağmen hareket edenler cezalandırılmıştır. Amerika ülke içinde yeni müttefikler bulmuş ve o müttefiklerin güçlenmesi için her türlü şartlar hazırlanmıştır. Stratejik ortaklık adı verilen bu yeni ilişkide, roller dağıtılmış ve role uygun gündemler belirlenmeye devam edilmektedir. Rolü oynayanlar bugünlerde, rolü önceden çalışmasına izin verilmiyor, son dakikada eline verilen metin ile rolünü oynaması istenmektedir. Bugün ‘Özgür Dünya ABD’ kendi istediği gibi bir ülke yaratmış ve 12 Eylül ile birlikte, imparatorluğun getirmiş olduğu köklü birikimlerin kırpıntılarını da tarihin sayfaları içinde yer almasını istemiştir. Bugün yaşananlar, 12 Eylül kırılmasının getirmiş olduğu artçı kırılmalardır ve hala 12 Eylül sürecini yaşamaktayız.

Bizler bu yeni rolü ortadan kaldıracak birikime sahibiz, yeter ki tarih içinden gerekli olanları alıp, o birikimi ileriye taşıyabilelim. 12 Eylül, tarih ile aramıza duvar örmüş, yeni yetişen kuşaklar, anı yaşayan ve geçmişini bilmeyen insanlar olarak biçimlendirmektedir. Hafızası alınan toplumlar ne yaparsa şu anda o tepkileri verir konuma geldik.

Çağdaş, hukuk devletinin özelliklerini taşıyan, çok kültürlü ve bir arada yaşamı savunan ve yaşatan, laik bir devlet yaratmak bizim ellerimizdedir. Yarın bizim ellerimizde oluşacaktır, aksi halde bize giydirilen deli gömleği içinde, anı yaşamaya devam edeceğiz!

26 Kasım 2009 Perşembe

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

1902 yılıydı, bulunduğum odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Denizin havası ve mavisi içinde martıların dansını izliyordum. Ayın ve günlerin adı yoktu benim için, çünkü idam cezası almış ve idam günümü bekliyordum. Suçum neydi diye sorabilirsiniz, doğal olarak.

Yaşadığım yer bir Fransız sömürgesi adaydı ve adamızda beyazlar ve çoğunluk olan biz melezlerin arasında iktidar mücadelesi vardı. Bir beyaza karşı belki on melezin sözü geçerdi! Yeni atanmıştı adamızın valisi. Vali, biz melezlerin meclise girmesini istemiyordu, o yüzden bizlerin karşısında bulunan beyazları tutuyordu. Bir beyaz ile tartışmam ve ona karşı cüretkar şekilde karşı durmam, bu hücreye ve ceza almama sebep olmuştu. Bir beyaz öldürülmüştü ama onu öldürmediğimi söylemem bir anlam ifade etmemişti, karar önceden verilmişti.

Vali, şehrimizin arkasında duran yanardağın çıkardığı ses ve dumandan panik yapıp kaçılmaması için adanın gazetelerini istediği gibi yönlendirmişti ve orada yaptığı propaganda ile yanardağın patlamayacağına kamuoyunu inandırmıştı. Gazeteler valiye bağlıydı, çünkü ondan aldıkları devlet reklamları ile ayakta duruyorlardı, bir de beyazların verdiği reklamlar… Beyazlar demek, vali demekti bir anlamda. Gazeteler doğal olarak ayakta kalmak için bir tarafın sesi konumundaydılar. Beyazların çoğunluğu seçim için önemliydi, melezlerin meclise girmesi valinin itibarını sarsacaktı. İtibarını korumak, depremden de önemliydi, başka şeyden de! Yanardağın ateş ile yok edilme olasılığı bile seçim yanında önemini kaybetmişti. Seçim daha önemliydi ve hayatiydi, çünkü valinin onuru demek, Fransa’nın onuru demektir!

Panikleyip adadan ayrılabileceklerde zaten beyazlardı, bizlerin o olanağı bile yoktu. Hadi adadan ayrılalım, yanardağ burayı yok edecek demiş olsa da, bizler altına sığınacağı bir taş ya da mağara aramak ile zamanı geçirebilirdik! Fakirdik, kentin varoşlarını oluşturuyorduk. Bir beyaz adamla seçim konusunda tartışmamın sonucunda, idam kararı almıştım, benim idamım melezler için bir gözdağı idi. Bu da gelmekte olan felaketten daha önemliydi.

Adanın bir hücresinde yatıyordum, kalın duvarlar içinde idam edileceğim günü bekliyordum. Dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordum ama anlamıyordum, çünkü kalın duvarlardan sadece uğultu geçiyordu. Sesler karışıyordu. Tek başımaydım ve hücremin duvarları kadar sessizdim. Hücremin penceresi dediğimde öyle büyük bir pencere filan değildi, ışığın zor ile geçtiği ve demirler ile örgülü bir aralıktı. Oradan ancak hava ve ışık sızardı, güneşi bile hücreme davet edemezdim. O zor geçen yere gözümü dayar, gözümde canlandırırdım, çünkü doğduğum günden beri, o denize ve martılara bakardım. O yüzden gözümün önünden inmeyenleri görüyordum. Gözümün önünde duvar olup olmaması benim için önemli değildi, martı bütün özgürlüğü ile havada süzülüyordu! O an göremesem de, görüyordum.

Ben, elleri kelepçeli olarak mahkeme salonuna giderken, gökyüzünden kül yağıyordu. Şehir eteklerine kurulmuştu Pelee dağının. Pelee dağı yeryüzünü duman ile örterken, bir yandan da yeryüzünü sallıyordu. Panik başlamıştı ama bu sarsıntının nedeni yanımızdaki dağdan değil, uzaktan geldiğini söylüyordu. Vali öyle diyordu, gazeteler öyle yazıyordu. Biz cahiller mi bilecektik? Bütün bu panik söylentilerini çıkaranlar, melezlerin beyazları adadan kaçırmak için uydurulduğu fısıldanıyordu kulaklara. Seçimlere hile karışılıyorlardı, o hile boşa çıkarılmalıydı. Vali toplantılarda böyle diyordu, fakat yaşanan seçim heyecanı gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır etmişti. Her an sarsıldığımızı dahi hissetmemeye başlamıştık. İlk zamanların paniği yoktu, zaten biz melezler panik yapsak da ne yapabilecektik ki? Yapabileceklerimiz belliydi.

İdam kararı verilmişti, adil yargılanmamıştım. Bir kurban gerekliydi ve o kurban bendim. Kaderim, alnıma bu şekilde çizilmişti. Kadere baş eğmekten başka çaremde yoktu, çünkü beni savunacak ve verilen karara karşı gelecek, ne bir güç vardı, ne de örgütlülük vardı. Yalnızdım ama inandığımı yapmıştım. İdama gidiyordum, idam gününe kadar hücrede kalacaktım. İdamlar hep bir sabah vakti olurdu, neden sabahları idam edilirdi bilmezdim, yaşayarak öğrenecektim!

Hücremdeydim, henüz gençtim. Gözü yaşlı annemi görüyordum bazen, çünkü onu en son mahkeme salonunda görmüştüm. Devlet işleri bazen çok ağır çalışır ama benim davam bir şimşek hızı ile sonuçlanmıştı.

İdam saatimi bildirmişlerdi, sabah saatlerinde olacaktı. Gün ağarırken. Sabahın çiği henüz her şeyin üzerindeyken, ben ip ile tanışmış olacaktım. Ölü vücudumun üzerine çığ düşecekti, üşümeyecektim!

Hava deliğinden kül geliyordu zaman zaman, gün ışığı gelmez olmuştu. Sanki, hep geceyi yaşıyorduk! Belki de bana öyle geliyordu. Günler karanlığa bürünmüştü. Benim için hayat karanlığa bürünmüştü.

Bir şeyler oluyordu dışarıda, büyük bir sessizlik, sanki büyük bir şeyler olacakmış gibi sessizlik! Yer durmadan sallanıyordu, son günlerime yaklaştığım günlerde, sanki benim gidişime direniyor gibiydi, yer bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Kalın duvarlar, bu sallantı ile birlikte türkü söylüyor gibiydi. Sesi çok kötüydü ama bir ses öyle anlatılır gibi değildi. Gök yarılmış yeryüzüne doğru eğilmişti, bir yanda gökyüzü, öte yandan yeryüzü. Bütün gürültüleri ile birlikte beni uğurluyorlar gibiydi.

Papazı bekliyordum, günahlarımı konuşacaktım. Ona hazırlanıyordum. Kapının önünde her zaman bekleyenler yok olmuştu, sanki terk edilmiştim. Gök ve yeryüzünün gürültüsünden başka bir ses yoktu. Ne insan, ne de martı sesi vardı. Denizde katılmıştı bu hırçın bağrışmalara. Onların dışında bir de benim sesim vardı, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Orada kimse yok muuuu?”

Orada kimse yok mu diye bağırdım, sonra anlamsız sesler çıkardım, sesime yankı dahi almamıştım. Sesim sessizliğin içinde, bir dalga dahi oluşturmuyordu. Tek başımaydım. Yalnızdım, sesimden ve duvardan başka bir şey yoktu!

Bir şeyler olmuştu, yeryüzü karanlığa teslim olmuştu. Sesler bu karanlığı delip kulaklarıma kadar geliyordu, onlar ile kendimi avutuyordum, ne bir ışık, ne de başka bir şey. Duvarların zorlayan bir şey vardı, anlamaya çalışıyordum ama anlamlandıramıyordum! Zaman yok olmuştu, ışık yoktu. Karanlık boşluk demekti ve ben o boşlukta nereye tutunduğumu anlamlandıramıyordum. Akıl sağlığımı mı koruyayım, yoksa vücudumu mu? Isı artmıştı etrafta, sanki bir fırındaydım. Duvarlar ateş gibi olmuştu ama ışık yoktu! Bir şeyler oluyordu, yeryüzü ve gökyüzü olabildiğince gürültüler ile sesini yükseltmişti. Onlar vardı dünyada, bir de ben!

Ne martı sesi geliyordu, ne de güneş. Göremediğim ama gözlerimin önünden hiç gitmeyen güneş ve martılar yoktu, ne de balıkçılar. Yaşadığım şehir yoktu!

Duvarlar arasındaydım. Ateşe dönmüş duvara el vuramıyordum, nefes almakta zorlanıyordum. Ağzımı o hava gelen deliğe dayadım, kül yuttum! Demek, idamım bu şeklide olacaktı, üstelik son kez bir papaz görmeden. Günahkar gidecektim, bu da benim kaderimdi!

Kader çizgisi, sizi olması gereken yere götürürdü, yeter ki o çizgiyi bozmaya çalışmayın! Bende kaderimin bana yazdığını yaşıyordum, sessizce son nefesimi bekliyordum! Umutlarım tükenmişti. Kaç gün geçmişti, kaç saat olmuştu burada karanlık içinde yaşamaya başlayalı?

Sormuyordum, sorgulamıyordum, gerekte yoktu, çünkü cevabı yoktu!

Zemine kendimi bıraktım ve sallanan yeryüzünün üzerine bırakmıştım, bir beşikte sallanır gibiydi. Gözlerimi kapattım, açmanın da anlamı yoktu! Uyumaya çalıştım, gözlerimi bastırdım ama uykum yoktu! Nasıl olsa sonsuza kadar uyuyacaktım, üstelik bir günahkar olarak!

Gözerlimi ne zaman açtım bilmiyorum, beyazlar içinde bir melek tarafından uyandırılmıştım. Gözlerini gördüm ilk defa, tanrım dedim ya da dediğimi sandım. Doğrulmak ve sormak istedim ama o melek beni eli ile yatağıma bastırmıştı. Sonra başkalarını da gördüm. Anlamaya çalışıyordum. Algılayamıyordum, boş gözler ve anlamsız olarak baktığımı sanıyordum, açıklama bekliyordum. Bekliyordum, neyi beklediğimi bilmeden.

Günler sonra yaşadığım şehirde tek kurtulan olduğumu öğrendim. Bütün şehri, yanardağdan çıkan lavlar ve küller yok etmişti.

8 Mayıs 1902 yılında St. Pierre'e şehri bir daha doğmamak üzere yok olmuştu! O şehir bir anda külle dönüşmüş, içinde yaşayan her şey yok olmuştu, bir kişi haricinde…

Not: Öykünün kahramanın adı Ciparis idi. Ölüm cezasına çarptırılmıştı. 8 Mayıs Sabahı asılacaktı, yani, patlama günü! Elbette, cellatları onu götürmeye asla gelemediler. otuz bin kişi ölmüştü. Şehrin içinde kurtulmayı başaran tek kişi, bir idam mahkumuydu.
Tedavi gördükten sonra Ciparis'in cezası hafifletildi. Ciparis yaşamının geri kalanında Barnum & Bailey Sirki'nde gösteri yaparak geçindi. Gösterisi ne miydi? Günlerce hücresinin bir kopyasında kalmak. Ciparis, 1929 yılında öldü.

Memur eylemlerinin ardından…

Memur eylemlerinin ardından…

Memur eylem yaptı, vatandaş perişan oldu başlığını kim attı dersiniz? Vatandaşın perişanlığını ekrana, sayfasına taşıyanlar kimler? Emek dostu insanlar olduğunu söyleyemeyiz, değil mi? Bir yerde grev varsa, grevin doğasında vardır, birileri perişan olması. Hem hayat düzenli akacak, hem de grev olacak? Bu durumda grevin bir anlamı olur mu?

Memurların içinde, greve gitmeyenler var mıdır? Her grevde olduğu gibi, grev kırıcıları ve grev karşıtı örgütlenmiş ve patronuna gözü kapalı emekçilerde olacaktır. Gözünü kapayıp görevini yapanlar ne yapar? Patronu zora düştüğünde, özveri yapar! Bu durum, patronun sağlığı, neşesi, yapacağı yatırımlar için güvence demektir. Bu emekçiler, keklik kuşu gibi hemcinslerini, kafesin içinde düşmesi için avcının silahı olabilirler.

Avcısı için canını vermekten çekinmeyenler, avcısı için yem olmaya hazırdır. Memurlar içinde greve gitmeyenler, bugün imam hatiplilere yönelik yapılan bir kararı itiraz etmek için sokağa çıkacakmış. Kendi hakkı için sokağa çıkmayanlar, imam hatipler için canlarını verirler! Ne de olsa, patronlarının büyük bölümü imam hatip kökenli ya da o kafayı taşıyanlardan oluşuyor!

Memurlar, kendi haklarına sahip çıkmışlar ve uyarı eylemi için sokakları doldurmuşturlar. Yine, memurun karşısında, memur polisler belirli meydanları koruyan şekilde konumlandırmış, kırmızıyı gören boğalar gibi saldırgan konumlarını almışlardır. Kendilerinin de etkileneceği bu eyleme neden karşı oldukları ve neden grev kırıcılığı yapanlara destek olduğunu sorgulamazlar, sorgulayamazlar, çünkü onların örgütlenme ve söz söyleme hakları yoktur! Ekonomik nedenler ile işi yavaşlatanlar, biraz ödenek aldığında gözümü kaparım vazifemi yaparım diyerek kendi kişiliklerinin ortadan kaldırması doğal mıdır? Memur polisler, neden örgütlenme mücadelesi içinde kendilerini konumlandıramazlar, AB ülkeleri içinde polisler, örgütlüdür ve gereği olduğunda greve dahi gidebilmektedirler! Eylemlerde poliste grev kırıcılığı yapmıştır, bir anlamda! Memur olduklarını unutmuşlar, sadece verilen görevi gözü kapalı yapan dişli olduklarını beyan etmişlerdir! Savunma olarak yasaları öne süreceklerdir! Mücadele etmeyenlerin yaslarda yer alması beklenebilir mi? Memurların sendika kurmayı bırakın, dernek bile kurması yasak olduğu dönemi yaşayarak geçtik!

Emekçiler, eğer örgütlü olurlarsa, birilerinin efelenmesine, şehir kabadayılığını ciddiye almadan sokaklara çıkabileceğini bir kere daha kanıtlamıştır. Demokratik açılım diyerek, açılımları açıklayanlar, nedense ekonomik açılımı sırf kendileri ve yakınları için yapmaktadırlar. İktidarın kimin iktidarı, kimin dostu olduğunu kanıtlamak için başka nasıl bir kanıta ihtiyaç vardır? Demokrasiden ne anlaşıldığını, söze bakarak karar verenler, bazı atasözleri de anımsasalar, iyi olur! Kişinin aynası iştir, söz değildir!

Bizim gibi ülkelerde sokaklar, Fransa’daki gibi neden barikat ve devrim kokmaz? Paris geleneği, neden bizim gibi ülkelerde Orient dansına dönüşür?

Bazı kalemşorlar, başbakanın tehdit eden cümleleri, onu şehirlerde temsil eden valilerin açıklamaları zaman içinde yok sayılacak, aslında bizde memurun bu AB kriterlerine uygun davranışını destekliyoruz diyebileceklerdir. Dün söylenenler ve yazılanlar hemen unutulacak ve yeni bir demokrasi savaşçısı ortaya çıkacaktır. Hani Hrant Dink’i ekranlarında, sayfalarında vatan haini, gavur diye lanse edenler, onu hedef yapanlar, bugün bir davayı bahane ederek, bir demokrasi kahramanı olarak göstermeleri gibi. Hrant Dink’in katilini ortaya çıkarılması önemlidir, çıkması da zorunludur, sadece katili değil, cinayetin arkasındaki kirli ilişkilerde ve medyadaki yansıması da ortaya çıkarılmalıdır. Fakat bugün katilini ortaya çıkarılmasını isteyen bazı medya kalemşorların, geçmişte yazdıkları neden gündeme gelmez? Eğer gündeme gelirse, işte bizim sokaklarımız neden Paris sokakları olmadığını çıplak olarak görürsünüz, çünkü bize özgü göbek dansı, yaşamın her alanında kendisine yer buluyor. Gerektiğinde, gerektiği kadar göbek birilerin kucağına gider ve gelir! Parayı veren dansı büyük bir zevkle izlemeye devam eder…

Emekçiler sokaklarda, bir günlükte olsa, bütün baskılara rağmen özgür olabileceklerini, üzerilerine örtülen örtüyü rahatlıkla atabileceklerini gördüler. Şimdi emekçiler, elde ettikleri birikimlerini ileriye taşımalıdırlar… Anlık yaşanıp yok olan bir eylem olmasın!

Emekçilerin uyarı grevini görmezden gelen, uyarı grevinde, perişan olanların seslerini öne çıkaranlar, kimin sesi olduğunu artık biliyorsunuz! Bir komedyenin orkestra şefi olmasını, memurun uyarı grevinden daha önemli görenler, kimin yanında yer aldıkalrını söylüyorlar, bu söylemi duyan var mı?

24 Kasım 2009 Salı

Domuz gribi geldi, çocuk yuvaları kapandı!

Domuz gribi geldi, çocuk yuvaları kapandı!

Domuz gribi etkisi, sağlık sektörüne bir can suyu getirirken, başka sektörlerinde canını alan özelliğini göstermektedir. Bir yanda bayram edenler, öte yandan yas tutanlar, bu virüs ile kendisini bir kere daha gösterdi!

Domuz gribi uyarıları arasında kulaklarınıza gelen bir duyuru belki dikkatinizi çekmemiştir. 4 yaş ve altında çocuk yuvasına gönderdiğiniz çocuklarınızı okullara göndermeyin, risk grubundadırlar. Bu risk grubuna hizmet eden bir sektör vardır, o da çocuk yuvaları ve çocuk yuvalarına taşıma hizmeti veren firmalar.

İstanbul sokaklarında dolanırken, bir zamanlar bahçesinden çocuk sesi gelen yuvaların boş olduğunu gördüm. Sadece boş olması bir ifade etmiyordu, devren satılık ya da kiralık olarak ibarelere de rastladım. Çocuk yuvaları satılıktı, çocukların o ilk eğitim aldıkları ve sosyalleştikleri sektörde bir şeyler oluyordu. Bu değişimin sonuncunu, riskin ortadan kalktığı zaman göreceğiz, çünkü zayıf sermaye ile kurulan bu yuvalar, güçlü sermaye ile kurulan ve bu riski yaralı atlatanların etkisi ile yok olacaktır. Yeni bir tekelleşmeye doğru adım atılmaktadır. Sermaye el değiştiriyor, hizmette olan standartlaşmaya markalar geliyor gözüküyor.

Yaşantımız bir bant üzerinde gidiyor ve bandın başında bulunan firmalar değişiyor gibime geliyor. Seri üretim, seri büyüme ve seri tüketim yaşantımızı ve günlük davranışlarımız belirlemeye başladı. Seri üretim yapan ürünleri tüketmeye alışırken, seri üretim yapan yerlerden yetişen bireyler diğerlerine göre daha şanslı olduğu ilan edilecektir!

İlk eğitimin alındığı yerler, modern yaşam içinde, aileler olmaktan çıkmıştır. Aileler, çocuklarının bütün geleceğini belirleyecek davranışları ve sosyalleşmesini biçimlendiren çocuk yuvalarına emanet etmektedirler. Çocuklar, ailelerin mesai saatleri içinde, yemek yemeyi, tuvalet eğitimini, öğlen uykusunu, belki de ilk aşkını orada yaşayarak öğrenecektir.

Yeni bir kuşak yetişmektedir ve bu kuşağın ileride ne gibi sorunlar ile karşılaşacağını söylemek şimdiden mümkün değildir. Çünkü eğitim sistemimizde, bu çocuk yuvalarının bant üretimi tarzına uygun, sınav peşinde koşan, sınıfı ve sınavı geçmeyi hedef koyan, hayat dedikleri üniversite diploması olarak görülen, bir kulvarda, çocuklar biçimlendirilmektedir. Bu bant içinde üretilen çocukların, ne kadar doğal olacağını sorgulamak gereklidir, çünkü çocuk sadece eğitim ile değil, eğitim sırasında aldığı bilgi, gıda da bu bakış açısının ürünü olarak kendisini göstermektedir. Çünkü çocuk için üretilen fabrikasyon besinler, seri olarak aynı ağız tadı ile üretilen yiyecekler, belirli standartta üretilen ve damgalı olan besin maddeleri tüketen bir canlı konumuna gelmiştir. Çocuk oyuncakları da standartlaşmıştır, çocuklar üretilen oyunalar ve oyuncaklar çocukların hayal dünyasını biçimlendirmektedir. Seri üretilen oyuncaklar yaşantımızın vazgeçilmezi konumuna gelmiştir, çocuğun kendisi ürettiği oyuncaklar, artık bizim çocukluk anılarımızda kalmıştır.

Çocuk belirli bir sterilize ortamda büyütülmekte ve bu sterilize ortama uygun bilgi ve yaşam kalitesi ile çevrelenmektedir. Çocuk yuvaları modern yaşamın ve çalışma koşullarının zorlaması ile ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Her hangi bir devlet zorlaması yoktur. Fakat bu yuvaların standartlara uygun biçim alması ve bu standartlara uygun çocukların yetiştirilmesi kaçınılmazdır, çünkü devlet geleceği için bir standardı kendisine biçim olarak kabul eder ve bu biçimin yaşam bulması için mücadele eder.

Türkiye’de ise çocuk yuvaları iktidarın hedeflerine yönelik olarak biçimlenmektedir. Bugün çocuk yuvalarında çalışan eleman kalitesi ve görünümü sizce nasıl bir standart içinde çocuklar yetiştirilmektedir? Domuz gribinden sonra hangi sermaye grubu ayakta kalacaktır? Gelecekte nasıl bir tüketim alışkanlığımız olacaktır? Çocuklarımız gerçekten bizim mi olacaktır, çocuk yuvasında büyüyen, okullarda okutulan, sınav maratonunda yerlerini alan çocuklar, acaba gerçekten bizim midir?

Domuz gribi sendromunun bu kadar büyütülmesi acaba sermaye içinde yeni bir hareketlenmeyi de yanında mı getirmektedir? Korku toplumları ve sermayeyi biçimlendirmek için uygulan en iyi yol olduğunu 6- 7 Eylül olayları ve onun öncesi olayları görmek yeterlidir. Korku toplumu biçimlendirir! 12 Eylül bunun en iyi örneği olarak yaşamadık mı?

23 Kasım 2009 Pazartesi

Kurban bayramı yaklaşırken…

Kurban bayramı yaklaşırken…

Kurban bayramı yaklaşırken, sokaklarda ve sokağa bakan duvarlara asılan afişlere gözüm ilişir. Afişlerde, kurbanın bedeli yazılı olur ve her sene bu bedel değişir. Ülkelere göre bedellerin fiyatları vardır. Afrika ülkeleri en ucuzudur!

Kurban bayramı yaklaşırken, yeni kurulmuş dernek ve vakıf var mı diye de bakarım, çünkü her bayram öncesi biri daha katılır bu para toplama işine. Para toplayalım ki, afişlerin ve flamaların daha büyüğünü ve daha güzelini duvara asalım diyedir sanki. Daha çok para toplayan, afişinin boyutunu büyütür. Toplanan paranın kime gittiği belli olur, gözümüzün içine batar ama görmemezlikten gelinir. Para, kim için toplanıyordu gerçekten?

Sokaklardaki afişlerde, bayramın geldiğini ve yardımların kimlere gideceğini anlatan ibareler bulunur. Afişler, her bayramda değiştirilir. Güzel baskılar ve resimler ile süslüdür. Afişler; ‘gel merhametli vatandaş yardım et, ki yardımını istediğin yere verelim!’ diye çağrıda bulunur. Bulunur da, afişi gören, yardımın hedef kitleye gitmediğini bilir, çünkü o afişin parası, kendisinin vereceği paradan daha pahalıya mal olduğunu bir bakmada anlaşılır! Maliyeti, vereceği yardımın üstündedir. O halde, bazıların verdiği yardım hedefe gitmez, yolun başında matbaaya ya da afişi hazırlayana gider! Afişi yaptıran, afişi astırmak için de para vermek zorundadır. Yardımların bir bölümü, afişlerin sayesinde yollara gider!

Yardım kuruluşların bir de merkezleri vardır, öyle maliyeti ucuz merkezler değildir, görselliğe önem verilmiştir. Ye kürküm ye durumunu anlatır gibidir, masallarda geçen sırça köşkler gibidir! lüks döşenmiş merkezler, yardımlar sayesinde ayakta durmaktadır. Çalışanı yanında başka maliyetlerde vardır. Bu maliyetler yardımlar sayesinde karşılanır. Bu maliyetlerden arta kalan bir bölüm ise, yardım olarak hedef kitleye ulaştığı söylenir. Kaç kişinin, ne kadar yardım verdiği ve kaçının yardımı, hedef kitleye gittiği belli olmayan bir düzen kurulmuştur. Yardım verilme sahneleri kurgulanarak verilir. Hangi koşullarda ve kimlere verildiği pek sorgulanmaz.

Bayramlar yaklaşırken, belirli siyasi hedefi olan dernekler ve vakıfların afişleri yollarda ve duvarlardaki yerini alır. Huzurlu bir toplum istekleri sloganlardaki yerlerini, başka sözlere bırakmıştır. Huzur artık oluşmuştur. Dernekler, vakıflar istedikleri gibi propaganda eşliğinde gönlü bol, cebinde az parası olanın yardımını, kendi kurumuna çekmek için, aralarında kıyasıya yarış yaparlar.

Kurban bayramı yaklaşırken, kimin kurban, kimin hayırsever olduğunu karıştırırım! Hayırsever olduğunu ve hayrı, hayra ihtiyaç duyana götürdüğünü söyleyenlerin ne kadar dürüst ve namuslu olduklarını sorusunu dahi sormam, çünkü her şey ortadır, yeter ki görmek iste!

Kurban bayramı yaklaşırken, bayramın gerçek kurbanları hayır yapmaya devam ediyor! Çünkü afişler, programlar, bildiriler… kimi, hedef kitle olarak seçtiğini göstermiyor mu? Kurban gerçekten insan dışında bir canlı mıdır?

Eski dinlerde, insan kurban edilmesi doğaldı, o düşüncenin ve alışkanlığın değiştirilmesi için başka bir canlı kurban olarak gösterildi ki insan kurban olmaktan kurtulsun! Fakat yaşadığımız çağda, kurban, yeniden insan oldu gibi geliyor bana, gerçi kanı akmıyor ama başka bir anlamda kurban konuma gelmiş durumdadır. Bayramlarda hedef kitleler, yönlendirilmekte ve bu yönlendirme ile birlikte yeni seremoniler ortaya çıkmaktadır. Başlangıçta oluşan duygular ve inançlar mutasyona uğramıştır! İnsan yeniden kurban konumuna dönüşmüştür!

20 Kasım 2009 Cuma

Denetim!

Denetim!

Denetim yaşamın her alanında olmaktadır, denetimin yasal olarak yapılması meşru kabul edilir. Meşru olmayan ise, yasalara rağmen denetlemektir. O yüzden erki elinde bulunduran, denetlemek istediği alan ile ilgili yasalar çıkarır.

Denetim, sınır tanımıyor, evrensel dünyamızda bir çok kurum ve kuruluş denetim için çalışmaktadır ve bu sayede dünya bir düzen içinde işlevini yerine getirmektedir. Global anlamda örgütlenen yapıların değişik adları vardır. Dünya Ticaret Örgütü, Para Fonu, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi v.b gibi isimler ile anılır… Bunların dışında başka örgütlenmelerde vardır. Bu örgütlenmelere de değişik isimler verilir.

Bütün örgütlenmelerin arkasında yatan düşünce, sistemin devam etmesi ve devamlılığın sağlanmasıdır. Sistemin güvenliği ile ilgilidir. Dünyamızda paranın, emeğin, malın akışının ve hareketliliğinde bir sistem içinde olması evrensel sistemin can damarıdır, çünkü bu adını andığım şeyler iyi denetlenirse, sistem kendisini daha güvende hissedecektir.

Paranın akışı ve kara paranın kontrolü çok önemlidir, çünkü kara para kontrol edilemeyen para demektir. Kontrol edilemeyen para ise, bir yerde bomba olarak karşısına çıkabilmektedir. Yani, istem ve kontrol dışı hareketlerin gücünü gösterir. Kara paranın kontrol edilebilmesi içinde gerek ekonomik anlamda, gerek askeri güvenlik anlamında değişik tedbirler vardır. NATO’nun varlık sebebi bugün dünyada hareket eden ve kontrol dışında olan bu kara paranın varlığı ile ilgilidir. NATO eskiden kendisini Varşova paktına göre tanımlardı, bugün ise kara paranın denetimi üzerine tanımlamaktadır. Kara paranın oluşumu da gerektiğinde kendileri sağlamaktadır. Silah ve ilaç sektöründe kara paranın yaratılması önemlidir! Kontrol edilebilen kara para!

Paranın akışının ve sonucunun başka bir alanda denetimi de önemlidir, dünyadaki paranın aktığı alan ise bankalardır. Bankaların artık gizli kasaları olmaması gereklidir. O yüzden Amerika’da geliştirilen bir sistem vardır. IBAN* adı verilen bu sistem sayesinde paranın seyri, minimum düzeyde, yani en küçük hesaplar dahil, kontrol edilecek şekilde düzenlenmiş ve planlanmıştır. Bu yöntem ile, global çapta bir doların nerelerde kullanıldığı bilinecektir.

Ülkemizde son günlerde, başbakan dahil, kritik noktalarda olduğuna inanılan kişilerin dinlendiği ile ilgili haberlere rastlıyorsunuz! Telefon dinleme, kapı dineleme tarihimiz içinde hep var olmuştur. Dinlemek ve dinlenilmek bize yabancı bir şey değildir, fakat bize yabancı olan şey, bu dinlemelerin kayıt altına alınması ve gereği görüldüğünde bu belgelerin kullanılmasıdır. (zamana yayarak, dinlemenin sonucu kullanılmaktadır) Darbe her zaman askeri potinler ile gelmiyor, tarih bunun kaydını ikinci dünya savaşı öncesi atmıştır. Gereği görüldüğünde, dinlemeler kayıtları önüne çıkıyorsa bir insanın, orada doğru gitmeyen bir şeylerinde varlığını peşinen kabul etmek gereklidir! Hukukun olmadığı bir alan yaratılmış ve bu alanda karanlıktır. Kara paranın nasıl hareket alanı içinde sonuçlar önceden tam olarak tespit edilemez ise, bu karanlık noktada kimlerin hangi rolü oynayacağı tam olarak tespit edilemez!

Ülkemizde dinlemeler belirli bir merkezden olmadığı ama belirli hedeflere hizmet ettiğini olayların sonuçlarına bakarak söyleyebiliriz. Kim kimi dinliyor? Dinleyende dinleniyor durumu mevcut bu sonuçlara göre.

Amerika’da belki Pentagon, belki de başka bir yer bu dinleyenleri de dinliyordur. O sayede fazla emek sarf etmeden eline bir röntgen alıyor olabilir. Yakında yürürlüğe girecek olan IBAN ile paranın röntgeni her yerden alınırken, başka bir alandan başka yerlerinde röntgeni uzay araçlarına ihtiyaç duymadan alınabiliyordur! Hem de en küçük nüvenin hareketini kontrol edebilecek düzeyde!

Amerikan filmlerinde olan, hep hayal dünyası olarak gördüğümüz bazı fantezilerin aslında fantezi olmadığını yaşayarak görmekteyiz!

Denetimin öteki adı; kişiliksileştirme ve kimliksizleştirmektir. İnsanlara da paranın üzerinde bulunan rakamlar verilmekte ve o rakamlara göre piyasadaki değeri belirlenmektedir. Verimlilik kavramı burada gündeme gelir ve verimlikten ne anlaşıldığını ekonomistlerin anladığı yönde yorumlarsanız, denetim kimin için yapıldığı çıplak olarak ortaya çıkar!


* IBAN bankalardaki tüm müşteri hesap numaralarının Uluslararası standartlara göre belirli bir kodla ifade edilmesidir.

19 Kasım 2009 Perşembe

Yeniden…

Yeniden…



Bir arada yaşamı savunuyorduk, ayrılıkların birliği olduk!



Özgürlüğü, ayrılık olarak algıladık, yan yana geleceğimize sürekli parçalanır olduk. Her konu ayrılık için bir neden oldu!



Dayanışma dedik, tek yönlü dayanmaya döndü, bu da doğal olarak dayanan insanın sınırını zorladık ve teker teker dayananlar aramızdan ayrılır oldu!



Devrim hemen şimdi dedik, yaşantımızı değiştiremedik.



Yoldaşlıklarımız vardı, yoldaşlarımızı anımsamaz olduk! Sadece bir unutamasınlar diye albümde topladık, kaç kişi o albüme dönüp bakıyor? Eksik olanlar ve yoldaşları tarafından yazılacak anılara ne oldu? En iyi yoldaşları anlatır dedik, yoldaşları sessizliğin içinde kaldılar!



Dağlarda, şehirlerde, cezaevlerinde yoldaşlarımızı bıraktık, şimdi onların adlarını bile zor anımsar olduk!



Her şey özgürlük içindi, özgürlüğün ne olduğunu sorgulayamadık!



Eski yoldaşlarımızın büyük bir bölümü, toplumun dinamosu oldu! Onlar belki hala rüyalarında eskiden savunduğumuz ilişkileri, dostlukları ve yoldaşlıkların yaratmış olduğu ortamları görüyor olabilirler ama gerçek, onları bizden çok uzağa savurduğunu görüyoruz. Bizim eski yoldaşlarımız, düzenin devam etmesi gereken yerde konumlanmışlar ve şimdi o konumlanmayı savunuyorlar!



Devrim derken, muhafazakar olduk!



Yeniden yapılanmalı dedik, tartışalım dedik, tartışma süreci başlattık, diğer başlattıklarımız gibi yarım bıraktık, başka şeyler yaptık!



Netleşelim dedik, yan yana gelelim, düşüncelerimizi ortaya koyalım dedik, ortaya ayrılık çıktı!

Kafamızın içinde büyüttüklerimizin aslında büyük olmadıklarını gördük, bunun için mi dedik, o kadar acı ve işkence! Ayrılığın ya da kaçısın öteki adı oldu!



Küçümsedik, küçümsedikçe de küçüldük!



Yoldaşımın ne iş yaptığını bilemez olduk, işçi mi, işveren mi? Çünkü 12 Eylül sadece insanları hapishanelere tıkmadı, yaşamlarını ve duruşlarını da değiştirdi! Paraya ihtiyaç duyduğumuzda onların kapısını çaldık ama umduğumuzu bulmadan çoğu zaman geri döndük! Hayat koşulları ağırdı, o ağırlığın altında ancak rüyalarını verebildi bir çoğu!



12 Eylül mağduru olanların bir bölümü işçi oldu, bir bölümü patron! Bir bölümü de rüyalarını kendi içlerinde yaşatan yalnızlar oldu! Nereye giderseniz gidin aynı imgeleri kullanan bir çok yalnız insan ile karşılaşırsınız, eskiden diye söze başlar ve sonra gözde bir damla yaş olur! Yan yana gelmeye korkar, çünkü korku onun geçmişini tutsak etmiştir, özgürlüğü o bir iki kelime konuştuğu an kadardır!



Patron olanların bir bölümü eskinin dostluğunu yaşattı, yan yana geldik, onları sadece para olarak gördük, başımız sıkıştığında verdiğimiz yemek davetiyelerin daimi müşterisi oldular!

İşinden atılmayan memur arkadaşlarımız, sonradan memur olanları ise kamu emekçilerinin enerjisi olarak gördük ve gereğinden fazla roller biçtik! Sonuçta onlarında kaybedecekleri vardı ve o sınıra kadar yan yana olduk ve siyasi bir istem yaratamadan özgürlüklerini kullandılar ve uzaklaştılar. Onların mücadelesi, genelde ekonomik istemlerin ötesine çıkamadı! Ekonomik istemlerde diğerlerinden farklılığı ortaya koyamadı! Kaybedecekleri işleri vardı, özgürlüklerini ilerinden yana kullandılar! Çünkü dayanışma ağı kuramadık, işinden olacak birine sahip çıkacak ne yapımız var, ne de örgütlülüğümüz!



Küçüldük, küçüldükçe daha çok ayrılık sebebi yarattık!



Partiyi hedef yaptık, yan örgütlemeleri ise partiden ayrılık sebebi olarak gördük! O yüzden partinin yan örgütlenmelerini gerektiği gibi destek vermedik!



Toplumsal araştırmalar, kültür için sanat dedik, adı büyük olan bu çalışmadan sadece elde sanat kaldı! Bir iki festival ve toplantı ile adına uygun yerler olduğunu düşündük!



Arşivimiz yok, anmak istediklerimiz, tanımak istediklerimizi bile sağdan soldan topladığımız yarım bilgiler ile oluşturduk! Arşivi olmayan hiçbir hareketin gelecek yeteneği olamaz, çünkü her birey kendisine göre bir geçmiş yaratır ve kendisine göre yarattığı geçmiş üzerine gelecek belirler! Kendisine göre belirlenen gelecek ise, ayrılık demektir!



Hepimizin kafasında yarattığımız toplum ve ilişkiler var, bir de yaşananlar!



İşsizimizin bol olduğu, dayanışmanın az olduğu bir dönem yaşıyoruz!



Başkaların belirlediği günleri yaşıyoruz!



Başkalarının belirlediği günlerde, kendimizi korumaya özen gösteriyoruz!



Kirlenmeyelim derken, aç kalıyoruz, yalnız kalıyoruz!



Yan yana gelelim dedik, ayrılığı örgütledik!



Özgürlük dedik, ayrılığı teorileştirdik!



Dayanışma dedik, tek yönlü dayanışmaya doğal gördük!



Bir birimizi gördüğümüzde aman benden bir şey isteyecek mi diye kaçar olduk!



Parti dedik, parti gibi olmayacağız sözü kağıt üzerinde kaldı, belki de tarih sayfaları içinde toz tuttu!



Sözümüz eskiden güven verirdi, şimdi sesimizi duyurmak için, birlerin bize çatmasını bekler olduk! Eski bir davanın bir mahkemeden bozulmasını bekler olduk! O sayede gazetelerde en uzun süre dava olarak tarihe geçtik! Tarihe sadece haberler mi geçti? Yaşanlar, acılar, ölümler, ayrılıklar, sürgünler, yalnızlıklar…????



Gazete dedik, bağımsız, özgün, patronsuz, yerel olacak dedik, dedik.. dedik… son tirajlar bize ne anlatıyor dedik? Sessiz kaldık!



Emeğin mücadelesi yapıyoruz dedik, emekçi arkadaşlarımızın ücretlerini kendi kurumlarımızda ödeyemez konuma düştük! Emek en değerli varlıktır, emeğin özgürlüğünü savunduk, savunduklarımız ile yaptıklarımız arasında çelişki yaşanmaya başladı!



Örnek olalım dedik, geleceği şimdiden kurup içimizde nüve olarak yaşatalım dedik, nokta operasyonu ile yok olduğunu gördük!



Geleceği kurgulayalım dedik, gelecek hakkında elimizde bol bol bulanık düşünce kaldı! Bulanıklık, belki paradigma için uygun, gereğinde istenilen gibi değiştirilebilinir ama bu bulanık ilişkiler ve düşünceler ayrılığın öteki adı oldu!



Söz döndü dolaştı, ayrılığın teorisini yapar bulduk kendimizi!



Bir arada yaşam dedik, aramızdakiler ile kavga eder bulduk kendimizi!



Yeniden dedik, her seferinde yeniden derken inandırıcılığı ortadan kalktı! Hemen şimdi dedik bir zamanlar, şimdi anımsayan var mı?



Eskiden aramızda olan değerleri yoldaşlarımız, şimdi ne yapıyor dersiniz? Savunduğumuz ideallerin tam ters yönde çalıştıklarını, kritik noktalarda olduğunu gördüğümüzde ne düşünüyoruz?



Son söz olarak, yeniden ama başka bir ad ve düşünce ile yeniden demek gerektiğini söylemek isterim, çünkü adımızda olan özgürlük ve dayanışma ayrılığın öteki adı oldu!

Dünyada yerimizin olmasını istiyorsak, yeniden ama eskisi gibi ayrılıkları değil, birlikleri, bir arada yaşamı örgütleyen bir yeniden söylemi olmalıdır!



Birbirimizden haberimiz olduğu, yan yana geldiğimizde benden bir şey mi istiyor söylemi olmadan, bir birimizin yaşam kalitesini yükseltmek için dayanışma içinde olduğumuz bir gelecek nüvesini, şimdiden yaratmak elimizde!

domuz gribi!

domuz gribi adı değiştirilse de can almaya devam ediyor... ölümler karşısında çaresiz olunabiliniyor ama öyle bir ölüm var ki çare ortada duruyor ama görmezden geliniyor... yaşam kalitesi artılısın diye uğraşılırken, kar hırsı ile gözleri dönenler sosyal devleti ve sosyal yaşamı yok ettikleri gibi dayanışmayı da ortadan kaldırıyorlar!

milyonlarca ölüm var yanı başımızda, kaçımızın haberi var?

o ölümler için ne yaptınız?

ne yapabildik?

okullara ders malzemesi gönderdik!

gitmediğimiz köylere yol yapımı için destek verdik...

hatta TRT iki ünlü sanatçıyı ekrana çıkarsın diye vergi artırılmasına bile karşı koymadık! bizim vergilerimiz ile hükümet açılım yaptı orada!

ama öyle ölüm var ki, ne acısını duyuyoruz, ne de kendisini...

açlıktan ölen çocuk sayısı verilmiş, peki ölen insan sayısı?

ölen diğer hayvanlar ve bitkiler?

kaç canlı türünün nesli tükeniyor bugün!

doğal seleksiyon diyecek bazılarınız!

açlıktan ölüm doğal mı?

15 Kasım 2009 Pazar

Berlin duvarı yıkıldı mı?

Berlin duvarı yıkıldı mı?

Berlin duvarının Türkler üzerine yıkıldığını, bu kadar yaşanmışlıktan sonra söylemeye gerek yoktur diye düşünüyorum! Duvar dibinde, “organik” tarım yapan - ‘Türk köylüsü’ - oranın işçisinin üzerine duvar yıkılmıştır. Doğudan gelenler, özgürlüklerinin ilk gününden itibaren duvarlardan kopardıkları taşları orada yaşayan yabancılar özellikle Türkiye’den gelenler üzerine atmıştır.

Berlin’in batı tarafını çeviren duvar, aslında sadece Berlin’i çevirmediği yıkıldıktan sonra anlaşılmıştır. Duvar, hala varlığını korumaktadır. Sadece Berlin etrafında değil, İstanbul’daki sitelerin etrafında da görebilirsiniz!

Duvar denince akla gelen Çin setti, Meksika sınırında göçmenleri engelleyen duvar ve İsrail’in Filistinlileri kendisinden ayırma duvarları…! Duvar ayrılık demektir. Duvar olan yerde öteki vardır. Öteki ile kendin aranda sınır çekmektir. Sınırlar artık her yerde ve duvarlar ile pekiştirilmektedir!

İstanbul’da oluşturulan sitelerin duvarları, Berlin duvarı boyutu gibidir. Sitelerin kenarlarından yürürken, güneşin engellendiğini görürsünüz! Sitelerin yüksek binaları yanında, yüksek duvarları da oradaki yaşamdan ayrılır! Duvar ayrılık demektir, izole yaşamın öteki adıdır.

Duvarların olduğu yerde, doğal yaşam yoktur. Doğadan koğuşun öteki adıdır. İnsan, kendisini duvar arasında izole ederken, doğadan kopuşunu da başlatmıştır. Doğadan koparken, sosyal yaşamdan da kopuşu sembolize eder. Karmaşalıklaşan ilişkiler içinde duvar, ayrışmayı sembolize eder.

Modern yaşamın günlük yaşantımıza girmesi ile birlikte duvarlar, sınıf farklılığını da daha çıplak olarak ortaya sererler, çünkü burjuvazi, göz zevkinin kirlenmemesi için zevkine uygun duvarlar örerek, hem göz zevkini, hem de yaşam kalitesini kendisine göre koruma altına almış olduğunu ilan etti. Şehirlerin karmaşası içinde duvarlar içinde yaratılan yeni siteler, çevrenin gelişmişliğinden ayrı olarak bir hülya içinde yaşamı, yani sırça köşkte yaşamı ortaya çıkarmıştır. Bu sırça köşklerdeki yaşam, ülke gerçekliğinden uzak, kendi gerçekliği içinde yaşamı ve ilişkileri ortaya çıkarmıştır.

Duvarlar, sırça köşkte yaşayanlar tarafından oluşturulmakta ve toplumun her katmanına zorla kabul ettirilmektedir. Duvarlar, bizim için doğal olmuştur, kanıksamışız ve de alışmışız. Sorgulamıyoruz, doğal bir şey gibi kabul ediyor ve kendi kaderimiz içinde yaşamaktayız. Duvarlar, insanlar arasında ayırımı daha çıplak olarak ortaya koyarken, kimse bu çıplaklığın farkında değildir. ‘Anne bak kral çıplak!’ diyecek çocuk cesaretimiz bile ortadan kalkmıştır!

Sırça köşkün, inanılmaz yüksek olan duvarına atılacak bir kafatası ile paramparça olacağını aklımıza dahi getiremiyoruz, çünkü ‘büyük birader’in gözleri ve kulakları altında yaşamayı doğal olarak kabul etmektedir.

Berlin duvarı, simgesel olarak yıkıldı ama duvar hala yerli yerinde durmaya devam ediyor. Yıkılan parçalar ise, orada yaşayan Türkler üzerine yıkıldı, o yıkıntılar içinde ‘orada kimse yok mu?’ çığlığını duyan yok! Çünkü faşizm, yeni biçimi ile hayatta yerini bulurken, ayrımcılık ve dışlamacılık o kadar ince yapılmaktadır ki, kimse bir ayrımın ve ayrışmanın içinde yaşadığının farkında dahi değildir.

Duvar, gerçekten Berlin’de Brandenburger Tor (Brandenburg kapısı) önünde yıkılmıştır. Ama yaşamın her alanında varlığını dahada güçlendirerek devam etmektedir.