14 Şubat 2009 Cumartesi

Mayınlar temizlensin!

Mayınlar temizlensin!

Türkiye ulus devlet macerasına, mayınla döşenmiş topraklarda başladı. Lozan anlaşması bu mayınları toprağın altına döşemmesi olarak algılanabilir, çünkü ulus devlet olmak demek homojen olmayı getiriyordu. Yeni devletin kuruluş aşamasında homojen olmayacağımızı ilan ediyordu bu anlaşma.

Homojen toplum yaratma fikri, Fransız devrimi sonucu, burjuvazi tarafından ortaya atılmıştır, bu sayede ulusal sermaye birikimi yaratılacak ve yeni emperyalist güç olarak dünyaya hüküm edilecekti. Hüküm edecekleri elbette geçişten kalan ilişkiler üzerine oturacaktı. Emperyalist güçler tarafından olması gerekenler bize karşı da yapılmıştı, ona göre harita çizilmişti. Birinci ve ikinci dünya savaşında çizilen haritalar bu dengeler hesaba katılarak yapılmıştır. Bir ülke birden fazla sınıra ayrılırken, orada yaşayan halkın çoğunluk ve azınlık olarak varlığı korunması esas alınmıştır. Osmanlı devleti parçalanırken, Osmanlı’dan ayrılan ülkelerin sınırlarına bir bakın, halklar bir mozaik olarak dağılmasına özen gösterilmiştir. Sınırlar aynı dili konuşan haklar arasına çizilmiştir.

Fransa kendi içindeki diğer kültürleri asimile etmek için yok saymış, onlara karşı acımasızca saldırmıştır. Fransa’da Almanların yaşadığı Alsas bölgesinde tüm sokak isimleri Fransızca ama konuşulan dil almancadır. Yok sayma kültürü sadece bize ait değildir. Fransa’da Fransızlara karşı direnen her zaman ötekiler olmuştur.

Ulus devlet doğduğu topraklarda homojen ideal devleti yaratamayacağını anlamıştır, o yüzden eskisi gibi katı kurallar yerine, özerklikler vermeye başlamış ve bu ulus devletinin de değişim gösterdiğini kabul etmiştir. Ulus devlet fikri dünyamız üzerinde yıkıcı etkisini yakın tarihimizde göstermiştir. Bir çok kültür, bir çok insan bu uygumla ile sonsuzluğa uğurlanmıştır. İnsanlık tarihin en fazla can ve mal kaybı ulus devlet süreci içinde gerçekleşmiştir. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu fikrin sonucunda ortaya çıkmış ve kardeş kavgaları da bu dönemde boy göstermiştir.

Ulus devleti fikri, bizim topraklarımızda da bir çok devletin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Parçalanma korkusu, devletlerin ortaya çıkması ile bütün benliğimize işlemiştir. Ulus devlet olmayan Osmanlı devleti, uluslaşmaya giderken, zor kullanmayı hoş görmüş ve uygulamıştır. Bugün tarihimiz içinde olan, olmuş olan olayları resmi tarih tezi bakış açısı altında ele aldığımızda hiçbir gerçekliğe ulaşamadığımızı zaman bize kanıtlamıştır. Biz, yok saydığımız bir çok olay yok olmamıştır. Yok saydıklarımız sürekli olarak bir yerlerde kendini göstermeye devam etmiştir. Tarih ile yüzleşmek demek, atalarımızın yapmış olduğunu kabul etmemiz ve onların bedelini taşımamız anlamına gelmektedir. Bu bedeli taşıyabilecek olgunlukta kaç insanımız var?

Bizim uluslaşma sürecimiz tamamlanmadan sona ermiş gözüküyor, çünkü yeni bir dünya kuruluyor ve bu kurulan dünyada yerimizi almamız için, eski alışkanlıkları çabuk üzerimizden atıyoruz. Gelişmeleri, yarım yamalak yaşayan ve tam içselleştirmeden yeni arayışlara gidenler gibi şaşkın ve olaylar karşısında nasıl bir tavır alacağımızı bilemez konumdayız. Tutarsızlığı, tutarlılık gibi algılıyoruz. Bize göre her şey, doğal ve normal gibidir. Siyasi olarak değişim elbette ekonomik değişimin sonucu olmuştur. Bugünkü ekonomik durumuz ne ise siyasi durumuzda odur.

Bugün ülkemiz toprakları içinde azımsanamayacak kadar II. Abdülhamid hayranı vardır, o dönemi özlem ile bekleyen tarih bölümü öğrencileri de vardır. Onun ölüm yıldönümünde ruhunu çağıran toplantılar yapmışlardır. Bizim tarih eğitimimizin ne konumda olduğunu gösteren çıplak bir fotoğraftır. Tarih eğitimi hala kahramanlıklar ve destanlar üzerine oturduğunu göstermektedir. Tarih, geçmişi özlemek olmadığı, anlamak olduğunu bilmeyen öğrenciler var.

Ulus devlete geçiş sürecini anlatan bu dönem içinde acılar, haksızlıklar olmuştur. Darbeler bu dönemde kanıksanmıştır, savaşa girip yenilgiyi zafer gibi göstermeler yine bu döneme rastlar. Resmi tarih tezinin oluşması, kendimizi olduğumuzdan farklı gösterme ihtiyacı, baskı aracını bir yönetimin vazgeçilmez olarak görmemiz yine bu döneme rastlar. Devletin parçalanması, haklar arası düşmanlıkların kök salması, ayrımcılık, hortumculuk ve her türlü iş bilirlik bu geçiş sürecin yansımasıdır ama nedense o olumsuzluklar görülmez, kahramanlar yaratılır ve onların durumu ile övünürüz. Gözümüzde büyüttüğümüzün aslında, kendi ülkesinde sürgün yaşadığını, Fatih yasaları gereği öldürülmesi gerektiğini unuturuz. Fatih yasaları gereği tahtan indirilen boğularak öldürülürdü. Tahta gelen ise ilk yapacağı iş, kardeşleri ve onların eşlerinin ortadan kalkması için cellatları görevlendirmesi gereklidir. Bir padişahın kendisine halifeyim demesi, onun halife olduğunu kanıtlamaz. Geçiş sürecinde var olan halife, İslam dünyasına hakim değildir, çünkü yapmış olduğu çağrıya İslam dünyasının önemli bir kesimi yanıtsız bırakmıştır. Halifelik fiilen ortadan kalkmıştır. Kısaca, o güne kadar gelen geleneklerin ortadan kalktığı bir döneme rastlar. Cumhuriyet yeni dönemi sembolize eder ve o döneme uygun olarak kendini örgütler.

Ülkemiz, ulus devletleşme sürecini tamamlamadan, uluslaşma sürecini sona erdirmiştir. Uluslaşma süreci zaten bizim için mayın tarlasında yürümeye benziyordu, çünkü bu süreci hazırlayan koşullar topraklarımıza mayınları döşemişti. Yeni bir sürece doğru evrildiğimiz bu günlerde, yürüdüğümüz topraklardaki mayınları temizlemek zorundayız. Homojen toplum anlayışını terk edip, yeni bir anlayış ve kavrayışı kendi içimize sindirmemiz gereklidir. Kısaca olması gerekeni olduğu gibi kabul etmek zorundayız.

Cumhuriyet döneminde baş gösteren bütün ayaklanmalar, bu mayınlara çarptığımızı kanıtlar. Geleceğimiz bir arada yaşamak üzerine kuruludur, farklılıklarımıza rağmen, heterojen bir dünyada, özgür, bağımsız yaşayabilmek için bugünlerde topraklarımızdaki mayınları temizlemek zorundayız.

12 Şubat 2009 Perşembe

Sağlık olsun!

Sağlık olsun!

Sağlık konusu nedense canımız acıyınca gündeme gelir, neler değiştiğini o an anlarız. Liberal ekonomi ve politika sağlık üzerinde öyle oyunlar oynadı ki, artık kimse bilmiyor son gelişmeleri.

Sağlık eskiden yani azda olsa sosyal devlet olduğumuz dönemlerde, vatandaşlarımıza eşit fırsatlar sunardı. şimdi ki gibi sonradan zengin olmalar yurtdışına çıkıp Türk doktorlarına muayene olmazlardı. O Türk doktorun ülkemizde çalışma koşullarının yaratılması için bir şeyler yapmak gerektiğini düşünmezler, onun orada kalması belki Türk lobisi için faydalıdır diye düşünür politikacı! Ülkemizin insanın sağlığı mı, sağlık olsun!

Sağlık, ticari sektör haline dönüştürüldükten sonra gelişmelerin fotoğraflarını çekip yan yana koymuş olsaydık, nasıl bir sonuç ile karşılaşabilirdik?

Sağlık tarihler boyunca ticari sektördür diyenleri duyar gibiyim, o ticari yönü olmasaydı bu kadar gelişme dahi olmazdı! Liberal bakış açısı içinde doğru gibi duran önerme, yanlışlıkları içinde barındırır, çünkü bu gelişmeler firmaların özel bütçeleri ile değil, devlet bütçeleri ile yapılmış harcamalar üzerine oturduğu, geliştirme ve ticaretleştirme işi ise firmalar tarafından yapıldığını görmezden gelinir. Dünyada kaç dev ilaç firması var? Kaç tıbbi teknik malzeme üreten firma? Bu firmaların askeri sanayi ile ilişkileri biliniyor mu?

Sağlık alanı gelecek kuşaklara ve bugüne dairdir. Sağlıklı bir toplum için, sağlık alanın düzgün işlemesi önemlidir. İnsan hakları gibi, hasta hakları vardır ve her ikisi de kağıt üzerinde durmaktadır. Parası olanlar her ikisinden kendi çıkarları yönünde faydalanır, olmayanlar ise, onların canları sağ olsun! Arada sırada ‘pardon’ diyenlerde oluyor elbette!

Son çıkarılan yasalar ve düzenlemeler sağlık sektörünün kimin hizmetinde olduğu daha çıplak olarak yüzümüze vurmaktadır. İnsan yaşamına direkt müdahale olan düzenlemeler karşısında bundan etkilenenlerin pek sesi çıkmıyor gibidir. Birkaç basın açıklaması dışında. Eczacılar kendi alacakları için ortak eylem yaparken, neden bu konuda suskun kalırlar? Sadece doktorların ve hastaların sorunu mu? Kazanmış oldukları kazanımlarını neden bu alanda göstermezler? İşlerini kaybetmemek için mücadele edenler, bugün bu değişikliğin pek farkına varacak durumları yok sanırım. Türk Tabipler Birliği basın açıklaması dışında ne yapmayı planlıyor?

Hasta haklarına açık bir tecavüz olan bu kararlar, karşısında sanırım sessizlik bir süre daha devam edecektir ama uygulama başladığında ve hayat kayıpları bu kararlar yüzünden olduğunda, sanırım birkaç ses çıkacak ama haber bültenlerinde birer magazin olarak algılanıp dramlaştırmadan öteye geçmeyecek gibidir. Bizde yasalar, insan lehine olanlar hep dışarının telkinleri ile geliştirilmiştir, bu konuda da sanırım AB ya da ABD’den gelecek ses önemli olur!

İnsan yaşamını bu kadar yakından ilgilendirilen düzenlemeler, şirketlerin bütçelerine göre yapılamaz. Sağlık bakanlığı bütçesi neden Milli Eğitim bütçesi ya da Savunma Bakanlığı bütçesinden geridir? Sağlık bu kadar önemsiz ise, neden iktidara yakın olanlar özel hastaneler açmaya devam eder? Bir ülkede özel hastanelerin varlığı, o ülkenin sosyal devlet olmadığının kanıtıdır. Bir ülke de kendi doktoruna güvenmeyen politikacının varlığı, o ülkenin sağlık düzenin çarpık ve yetersiz olduğunun kanıtıdır.

Dünya ile entegrasyon sözleri havada uçuşur ama sağlık alanında bir duvar ile karşı karşıyayızdır. Bu özel duvar, sağlık sektörümüzün yararınadır, onun çarpık işleyişini korur konumundadır. Eğer bir entegrasyon var ise, o da yaşam kalitesinin yükseltilmesi üzerine olmalıdır. Sağlık, her insan için eşit düzeyde uygulanmalıdır. Ayrımcılık bir anlamda katillerin oluşması ve korunması anlamına gelir.

Bir hasta, para için, hastalık süresi uzatılıp, tedavi ücretleri abartılıyorsa, orada doğru gitmeyen bazı şeylerin olduğunu söylemek abartı olmasa gerek! Bazı firmalar aleyhine açılan davalar, yurt dışında mahkumiyet ile sonuçlanıp, ülkemizde dava açılmıyorsa orada bir karmaşık çıkar ilişkilerinden bahsedilir. Bir ilaç firması, kendi ürünlerinin kullanımını artırmak doktorlara rüşvet verdiği kanıtlanıyorsa, orada yanlış giden bir şeylerin var olduğunu gösterir. İlaçların kalitesi, ülkeden ülkeye göre değişiyorsa, orada bir entegrasyon sorunun dışında daha büyük ve global olarak bir problem yaşadığımızı kanıtlar. Eğer bir firma, ülkelere göre ilaç üretiyor ve onu satıyorsa, orada bir insanlık suçu vardır. Eğer bir ülkede, bir ilacın kıtlığı yaşanıyorsa, orada sorunun kaynağına başka şeyler aramak gereklidir.

Sağlık alanı, ticari alan olarak kabul edilirse, onu o gözle yorumlanmaya devam edilirse, o zaman haksızlıklar ve ölümler doğal karşılanır. Hipokrat yemini kağıt üzerinde kalır, hasta hakları anımsanmaz bile.

Bütün bu bilgileri ortaya çıkaran fotoğraflara bakıp ‘sağlık olsun!’ diyorsak eğer, orada bizde bir sorun var olduğunu gösterir! Bunun için tedaviye gitsem, acaba sağlık sigortam karşılar mı masrafımı diye düşünüyorsak eğer, orada sağlık alanın ticarileşmiş olduğunu kanıtlar.

Bugün verdiğimiz vergiler ile tedavilerimiz karşılanamaz duruma düşmüşse, özel sağlık sigortalarına ayrıca ücret öder konuma getirilmiş isek, orada hastalar arası eşitlikten söz edilemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çıkarılan yasalara ve kararnamelere karşı sesimizi yükseltelim, sesimiz çıkmadığı sürece bizler yaşamımızı riske almış oluyoruz! Yaşam bu kadar ucuz olmamalıdır!

Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi

Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi

The Curious Case of Benjamin Buton,
Yönetmen; David FincherSenaryo; Eric Roth
Benjamin, 1918 yılında, New Orleans’ta, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda doğar. Doğmak için güzel bir gecedir. Benjamin’in annesi doğum sırasında ölünce, babası çocuğun görüntüsü karşısına dehşete düşer ve onu bir yaşlılar yurdu olan Nolan Evi’nin basamaklarına terk eder. Burada çocuk evin kahyası Queenie tarafından içeri alınır.

1918 yılı dünyanın başka yerinde bir çok kişi için başka anlamlar içerir. Sanayi devrimin getirmiş olduğu bir çevre kirliliği içinde garip bir olay olur. O garip olay sahnenin ilk görüntüleri eşliğinde sizi peşine takar ve koşmanızı ister. Elinizde olmadan olayın içine dalarsınız. Bir çocuk dünyaya gelmiştir, fakat onun kaderi bir yaşlılar yurdunda siyah bir kadının elindedir. Sıcak kanlı ve insancıldır. Ezikliğin getirmiş olduğu merhamet duygusu içindedir. Hıristiyan’dır ama kendi geleneklere göre ibadet edenlerdendir. Afrika’nın sıcaklığını barındırır. Queenie küçük bir yalan uydurur ve beyaz çocuğa analık yapar.

Bir film bir cümle ile tanımlanabilir mi? Bir cümle bütün filmin ruhunu ele verir mi? Film boyunca o cümle sürekli söylenir, izleyiciye doğru söylenendir, söylenmeyenler kulağa fısıldamalardır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında oğlunu kaybeden kör bir saatçi, kaybedilenlerin geri gelmesi umuduyla şehrin tren garı için ters işleyen bir saat yapar. Zaman savaşın sonucu ile bağlantılıdır, çünkü bir saat ustası oğlunu savaşta kaybetmiştir, saat ustasının gözleri görmez, gönül gözü ile dünyaya bakar. Gönlünün gözü ile elinin emeği sonucu bir saat ortaya çıkar ve tren garının açılışında bu saat New Orleans halkına hediye edilir. Saat normal değildir, çünkü geriye doğru gitmektedir. Saat kaybettiklerini geri çağırmak anlamındadır ve saat ustası bu durumun anlayış ile karşılanmasını ister, çünkü savaşta kaybedilen gençler aslında onların yalnızca gelecekleri değil, yaşam standartlarının yükselmesine sebep olacak emektir. Keşke savaş olmasaydı, keşke o kurşun o gençleri öldürmeseydi, keşkeler o kadar çoktur ki, aynı sahne daha sonra bir yerde başka bir biçimde tekrarlanacaktır. Saat mucizeye sebep olur ve savaşın sona erdiği akşam dünyaya gelen Benjamin Button için hayat tersine işlemeye başlar.

1920’lerde Mark Twain’in “80 yaşında doğup yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu” sözünden etkilenen F. Scott Fitzgerald’ın kaleme aldığı kısa hikayedir. O kısa hikaye bir hayattır, hayatlardır. Hayatların kesişmesi ve karşılıksız sevgiler incelenir. Ananın öz çocuğu olmadığı halde sonsuz sevgisi, çocukluk tutkusunun aşka dönüşmesi, gelecek korkusu yüzünden özveri. Müthiş ikilemler iç içedir, hangi ikileminden çıkıp hangisine geçtiğimizi anlayamayız bile, yaşamın perdeye farklı bir şekilde hızlı olarak yansımasıdır.

Zaman bize bir çok şeyi yaşatır, kişinin değişimine etkisi işlenirken, tarihin kısa bir akışı da yansır. Bir dünya savaşının sonu, ikincisinin başlangıcı ve sonu anlatılır. Savaşların, acıların kişi üzerine bıraktığı iz gözlerdedir. Ancak ona sevgi ile bakan anlar, çünkü zaman her bireye aynı şekilde yansımaz. Çünkü biri yaşlılıktan çocukluğa doğru gitmektedir, o gençleşirken, çevresi teker teker yok olur ve o acıyı, kaybetmeyi öğrenir ve yalnız kalmayı da bu arada kavrar. Fırtınanın ortasında dost, karada kavga eden iki gemici adam gibidir yaşam. Kısa alanda yoldaş olanlar kendilerini güvende hissettiklerinde rakip olabiliyorlardır. Her bir sahnesi ayrı mesajı içinde taşıyor ve fısıldıyor kulaklarımıza.

Film, yaşlı bir kadın hastanededir ve yaklaşmakta olan bir kasırga vardır. 2005 yılıdır ve yaşlı kadın yanında duran genç kadından bir günlüğü okumasını ister. Günlük bize geçmişe götürürken, geleceğe de taşımaktadır. Zaman içinde iki zamanı aynı anda yaşarız. Günlük bazı gerçekler ile yüzleşmektir. Saklanan gizli kalan hislerin ortaya serilmesidir. Günlük okumak belki bize, siz olayın dışında izleyicisiniz imgesini vermek için yapılmıştır. Çünkü film içine o kadar çok giriyorsunuz ki, arada bir yabancılaşmak gerektiği okumlar ile verilmiştir.
Film kurgusu, konusu ile ilginçtir ve kulağa o kadar çok şeyler fısıldanır ki, film aslında ne anlatıyordu der gibi çıkıyoruz sinema salonundan. Filmin son sahnesi doğum ile biter, yeni doğanın masum bir gülümsemesi kalır. Bizim yüzümüzde o gülümseme kalıyor mu? Kasırga hastaneyi etkisi altına alırken, geriye giden saat suların yükselmesi ile depodaki yerinde zamanı durdurmak üzeredir. Tuhaf bir öykü sadece ona mahsustur ve bitmektedir.

Kimlerin yaşamı tuhaf öyküler ile örülüdür, kimler neleri yaşamıştır. Doğduğu memleketten çok uzaklara gidenler bir daha doğdukları topraklara dönememiştir. Yaşam kulaklarımıza bir şeyler fısıldar, siz bu filmi izledikten sonra o fısıldayan cümleyi bulabilecek misiniz? Yaşam bize neler anlatır ve neler fısıldar? Sorular içinde çıkarsınız salondan ama aslında bütün sorular cevaplanmıştır filem dair, peki, yaşama dair olanlar?