21 Şubat 2009 Cumartesi

Ergenekon!

Ergenekon!

Ergenekon üzerine çok şey yazıldı, söylendi. En son yapılan operasyona ve davaya isim oldu. Yüzyılın davası adını bile aldı ama yüzyılın değil, son yılın davası ilgisini bile göremedi, izlediğim kadarı ile. İlgi sadece iktidar taraftarlığı yapan medya üzerinde olmuştur. Onların haber bültenlerinde hep ön sıradadır bu dava ile ilgili bilgiler.

Ergenekon yayılmacı bir politikayı temsil eder. Ergenekon doğdu yerden dünyaya yayılmaktan bahseder ki, emperyalist düşünceyi sembolize eder. Ergenekon emperyalisttir, başka bir söylem ile. Yayılan ve yayıldığı yere kendi kültürünü götüren ve oradakini boyunduruk altına almaktır.

Ergenekon isimini alanlar bu amaca yönelik ne yapmışlardır? Ergenekon yolculuğu yapan İttihat ve Terakki partisi liderlerinden Enver Paşa dışında? Enver Paşa düşünceleri yönünde çarpışarak ölmüştür ve Ergenekon davasının esas sanığı konumunda olmak zorundadır. Yaptıkları ile bugüne kadar sorular ve sorunlar bırakmıştır.

Günümüzde, Ergenekon davası ile ilgili olan ve bu konuda her gün bir şeyler üretenler, bu dava ile neden bu kadar ilgilendiklerini düşündüm. Bu ilgi bana tersten düşünmeyi de çağrıştırdı. Biliyoruz ki, bugün en yayılmacı politika güden ve bu amaçla Erbil’de dahi toplantılar yapan bir düşünce ve akım vardır. Okullar açıyor, okulları dünyanın en ücra köşesine kadar gidebiliyor. Türk konsolosluklarının pasif olduğu yerlerde bile, bunlar, birer lobi gibi faaliyet gösteren okullar ve kültür merkezleri açıyorlar. Oralara medyalarını da götürüyorlar. Oranın dilinde gazete, dergi, hatta televizyon dahi kuruyorlar. Elbette bu gücü sembolize eden bir isim var. Fethullah Gülen!

Fethullah Gülen hareketi yayılmacıdır ve kendi amaçları doğrultusunda yandaşları örgütlenmekte ve hedefleri yönünde faaliyet göstermektedirler. Türkiye’deki popüler söylem ile F tipi örgütlenmedir. Şimdi bu F tipi örgütlenme hakkında bir çok dava açılmış ve davalar genelde delil yetersizliği ya da beraat ile sonuçlanmıştır. O örgütlenmenin başı şu anda Amerika’da sağlık nedeni ile yaşamaya devam etmektedir, ülkeye ne zaman döneceği henüz bilinmemektedir. Gerçek anlamda yaptıklarına bakarak, Ergenekon ismini bu yapı hak ediyor diye düşünüyorum. En son olarak o düşüncenin yandaşları Erbil’de, kendi düşüncesine yakın aydınlarını yan yana getirerek toplantı yapmıştır. Bu aydınlar arasında eski solcuların ve Marksistlerin olması şaşırtıcı değildir. Orada hoca efendinin ne kadar demokrat ve her kültüre saygılı olduğu dile getirilmiştir. Duyduğuma göre orada bir de okul açtırmıştır, hoca efendi yandaşları.

Hoca efendinin okulları Rusya’da bir ara soruşturmaya uğramıştır, sonuç ne oldu? Bizim medyamız o sonucu küçük harfler ile geçiştirmiş ya da yok saymıştır. Medyamız içinde önemsenecek bir gücü ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu mali kriz sırasında hiç eleman çıkarmayan ve hatta gün geçtikçe büyüyen medya devi olmayı hala korumaktalar. Demek ki, diğer medya patronları hoca efendiden ders almaları gereklidir ki, nasıl oluyor da bu ortamda küçülmediği konusunda. Hoca efendi küçüleceğine, gücüne güç katma ve gücünü çeşitlendirme yolunda ilerliyor. Yaşamın her alanında bu düşünce ve örgütlenme hizmet verir konuma geldiler.

F örgütlenme yaşamın her alanında kendisine yaşam alanları açması yanında genişlemeye de devam etmektedir. Bu gelişme sadece maddi açıdan değil, düşünce ve yandaş toplama açısından da olmaktadır. Eskinin solcuları para veren patron bulduklarından, kalemlerini ve ruhlarını o tarafın hizmetine vermiş konumdadırlar. Günümüzde işini koruyabilen, para veren patronuna her türlü yağcılık yapmayı olağanlaştırmıştır. Geçmişte ne savunduğun önemli değildir. Görünüm olarak solcu, yaşam ve davranış olarak hoca müridi olunabiliniyor. Müritlerin hepsi neden hocanın elini öpmeye gitmez? Bazıları gidip el öpmüş ve o günden beri açık açık duruşlarını belli etmektedirler.

Acaba bu davanın bir benzeri bu F tipi örgütlenme üzerine Ergenekon davasında benzer ama AKP yönetimi dışında başka bir yönetim altında dava açılmış olsa, nasıl ilişkiler ağı açığa çıkar dersiniz?

Ergenekon davasındaki gelişmelere bakıp nasıl olur diye kendimize bazı şeyleri soruyoruz. Örgüt lideri konumunda olan İlhan Selçuk kendisini öldürtmek istemiş, gazetesini bombalatmış! Yoksa ortada kaç Ergenekon merkez komitesi var? Yoksa onlar da İttihat ve Terakki partisi gibi başkanı olmayan örgüt müdür?

Ergenekon davasını küçümsemiyorum, önemsizleştirmiyorum da, fakat dava izlerken o koparılan fırtınalardan geriye kalanlara bakıyorum, GATA ziyaretçisi emekliler.

Gerçek anlamda Kontrgerilla üzerine giden, olduğu ya da olmadığı henüz resmileşmemiş olan JİTEM ve yaptıkları açığa çıkarılmalıdır. Eğer yasal bir kurum ise geçmişi ile birlikte sahip çıkılmalı ya da mahkum edilmelidir. Dava, daha somut ve belirli suçlar üzerine gitmelidir. Her şeyi açıklayacağım diyerek açıklanmayacak hale getirmek davanın önemini yok etmeye devam etmektedir.

Eğer Ergenekon davası bir dönemin hesaplaşması olacaksa, o dönemde mağdur olmuş olanlar bu davada taraf olmak zorundadır. Taraf olmanın kriterleri sübjektif olmaması gereklidir.

Ergenekon yayılmacılığı anlatır. Yani emperyalisttir. Bugün bunu en iyi yapan ise ortada durmaktadır. Sanırım bu davaya yanlış isim verilmiştir, yok davada her kesimin karıştırılması ile yayılmacılık anlatılıyorsa o zaman doğrudur. Bugün sorgulananların yarın sorgulamayacağı anlamına gelmiyor, bunun ile ilgili tarihi derslerimiz yakın tarihimiz içinde durmaktadır.

Meyhane!

Meyhane!

Benim gibi alkol almayan ve sigara içmeyen birinin meyhane hakkında sözü olur mu? Olmaz dersiniz ama ben meyhaneye gittim ve gözlemlerimi paylaşmak istedim. Dışarıdan bakan biri meyhaneyi nasıl görür, gerçi bir çok film sahnesinde meyhaneleri görmüş olmama rağmen, İstanbul’da Türk Sanat müziği faslın yapıldığı meyhane gözlemim ne kadar dikkat çeker ve ne kadar okunacağını bilemem.

Cümle arasında bir not yazayım! Günlük yaşamı paylaşmak önemli olduğunu düşündüğüm içinde paylaşıyorum. Bu kadar sorun varken yok mu başka paylaşacağın başka şey diye sorabilirsiniz, ama meyhaneler de yaşamımızın bir parçasıdır ve orada yaşananlarda paylaşılmalıdır diye düşünürüm!

Meyhaneler bana göre insan vücut dilini geliştirdiği mekanlardır. Çünkü o kadar yüksek ses oraya hakimdir ki, kim ile hangi konuda konuştuğunuz dahi duyulmaz, o yüzden avaz avaz bağırırken, bir yandan da vücut dilin ile konuştuğunu anlatmak olarak gördüm. Orada ‘mim sanatçıları’ kendilerini müthiş geliştirirler diye düşündüm. (her insan günlük yaşamda bir anlamda mim sanatçısıdır, çünkü mimikler ile anlatırken, o güzel dilimizin en az kelimeleri ile çok şey anlatma derdi olunca, her insan bir anlamda mim sanatçısı oluyor!)

Müzik o kadar yüksektir ki, çalınan parçanın hangisi olduğunu yakaladığınız ara ezgiler ile bilirsiniz. Müzik kalitesinin düşüklüğü, yüksek ses ile çözülmüştür, o yüzden meyhanelerde müzik her zaman akılda kalır, çalınırken anlamadığınız ezgiler çıktıktan sonra kafanızdaki yankısı ile o geceyi geçirebilirsiniz.

Meyhaneler, eski dostları görme yeridir, benim için öyle oldu en azından. Ankara’da birlikte çalıştığım arkadaşımı yıllar sonra meyhanede gördüm, iyi de oldu.

Meyhanelerde her gidenin avazı çıktığı kadar müziğe katılma hakkı vardır. Kimse kimseyi duymadığı için her meyhane konuğu, müziğe avazı çıktığı gibi katılır ve istediği vücut dili ile özgürce türkü söyleme yeridir.

Meyhanelerde oturduğun yerde istediğin gibi sallanma ve müzik eşliğinde oynama hakkını verir. Meyhanelerde nedense Taverna gibi sahne olmaz! Alkolün kişiyi hakim altına aldığı andan itibaren özgürce hareket etme alanı olarak gözüme çarptı!

Meyhaneler toplu olarak gelinen ve toplu olarak eğlenen bir alan olması özelliğinden dolayı geleneği geleceğe aktarma sorunu yoktur ama gelenek zaman içinde bozulmuş ve sadece para kazanma aracına döndüğünden beri, o geçmişin (filmlerden izlediğim) geleneği yoktur. Şimdilerde kadını ve erkeği ile sadece eğlence yeri olarak düşünülmektedir.

Meyhanede sahne alan sanatçılar ve meyhane sahibi seslerinin müthiş olduğunu düşünüyorlardır (diye düşünüyorum), müşterilerini en iyi şekilde eğlendirdikleri için mutludurlar. Bu üç günlük dünyada olsa da olmasa da geçiyor günler söylemi hakimdir orada.

Meyhanede müşterilerin çoğu gittikten sonra saz heyeti ile baş başa kalındığında rahat rahat göbek atıp, ayakta kalma mücadelesi vermek güzeldir ve eğlence olarak akılda kalan en güzel anlardır.

Meyhanenin eve yansıması ise, sigara dumanın üzerine yapışması ile dönmektir. Evin içindeki havayı meyhane havası ile değiştirmek olarak hissettim!

Kısaca meyhaneye gittim, bu krizin yaratmış olduğu stresten sıyrıldım bir gece de olsa. Sanırım bir çok insan benim gibi düşünmüş ki, meyhane tıka basa doluydu. Meyhanelere fasıl olduğu gecelerde kriz uğramıyor sanırım, krizin mağdurları olsa da olur, olmasa da olur bu dünyada şarkısını toplu olarak söylemekteler!

20 Şubat 2009 Cuma

Vergi ülkemizde silah olarak kullanılmış mıdır?

Vergi ülkemizde silah olarak kullanılmış mıdır?

Vergi, kamu hizmetlerinin maliyetini karşılamak üzere, ekonomik birimlerden siyasi cebir altında ve karşılıksız olarak devlete kaynak aktarılmasıdır. Bu tanım altında görüşlerimi aktaracağım.

Vergiler, siyasi erki elinde bulunduranlar tarafından acaba silah olarak kullanılmış mıdır?

Yukarıdaki soru ne yazık ki evet ile yanıtlanacaktır. Bizim tarihimiz içinde muhalefeti bastırmak aracı olarak vergiler silah olarak kullanılmıştır. Hatta ulusal devletin yaratılması aşamasında, sermaye birikimi ve el değiştirmesi konusunda da kullanılmıştır. İktidardaki güç, iktidarının devamlılığı için, muhalefeti olabildiğince sıkıştırmak ve ona söz / yaşam hakkı vermek istemez. Bu yapı bizim demokrasimiz içinde hep olağan karşılanmıştır. Muhalefetin yanında yer alan medyaya karşıda bu vergi denetimleri silah olarak kullanılmıştır. Vergi denetimleri genelde muhalif olanlar ve ötekiler üzerinde yoğunlaşır.

Bizim gibi ülkelerde kayıt sistemi yoktur ya da çok kötüdür. Kayıtlara bakarak bu denetim olmaz, o yüzden denetim yapacaklar, denetlenecek yere gider ve orada hesaplar incelenir. Kayıtların olmadığı yerde ise vergi kaçakçılığı doğaldır ve olağan karşılanır. Yazlıkları ve hastane sahibi olanların bir bakkaldan daha az vergi vermesi sorun teşkil etmez, ne zamana kadar? Hükümetin tercihleri önünde bir engel olana kadar!

‘Varlık Vergisi’ (11 Kasım 1942) tarihimizin kara sayfaları arasında yerini almıştır. Orada denetimde vergiler peşin yazılmış, hatta iş yeri görülmeden sadece soyadına göre vergiler kesilmiştir. Örneğin adamın soyadı ‘Yağcıoğlu’ olduğu için, yağ ticareti ile uğraştığı kabul edilmiş ve onun hayatı boyunca kazanamayacağı bir vergi kesilmiştir. Neyse ki, onun sadece soyadının ‘Yağcıoğlu’ olduğu, işinin ise başka olduğu kanıtlandığında, o dönemin vergi müfettişleri tarafından -kanunda olmadığı halde- af edilmiştir! Aşkale ve Sivrihisar bu dönemin dramını hala duvarlarında taşır.

Demokrat Parti döneminde gazetelere yapılan baskılar açısından da örnek teşkil eder. O dönemde, vergi memurunun gazete kapısından içeriye girmesi demek, her açıdan denetime tabi olmak ve ceza yemek anlamına geliyordu. O dönemde gazetelerin bütçeleri göz önüne alındığında gelecek cezanın ne anlama geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Demokrasimiz içinde denetimler sürekli olmuştur. Devletimiz 5 cent’e muhtaç kaldığı dönemleri yaşamıştır. Vergi denetleyicileri ve müfettişleri hep iktidarın lehine ve doğal olarak devlet için çalışmıştır. Vergi siyasi bir tercih ile alınır ve o dönemin ekonomik koşullarına göre düzenlemeler yapılır. Devlet bütçesindeki kara deliklerin büyümesi ya da küçülmesi bu alınan vergiler ile orantılıdır. Devlet genelde çalışandan aldığı vergiler ile bütçesini tahmin eder, iş adamlarına verdiği destekler ile sermaye birikimi yapmaya özen gösterir. Biriken sermaye ise bir kriz ile çabuk erir ve yeni teşvikler çalışanın üzerine yıkılır. Devlet, vergi tanımından anlaşıldığı üzere, çalışan ile işveren arasındaki dengeyi hep işveren lehine yapmıştır, o yüzden, devleti kontrol edenler hep sermaye sahipleri olmuştur. Sermaye sahiplerinin el değiştirmesi, devleti kontrol eden siyasi tercih ile ilintilidir. Bu ilinti vergi tanımı içinde vardır.

Bugünde vergiler bir silah olarak kullanıldığı gözükmektedir. Büyük bir medya sahibine yapılan cezai işlem, medya sayfalarında yerini almıştır. Aynı denetimin bütün işverenlere yapılmış olsa ve denetimler sonucu her şey şeffaf olarak halka yansımış olsaydı, burada vergilerin silah olarak kullanılmadığını düşünebilirdik. Fakat belirli bir güce karşı yapılan bu durum kafamızda başka soruların oluşmasına yol açmaktadır. Bu denetimlerin sonucunda siyasi erki elinde bulunduranların nasıl bir tercih içinde ve nasıl bir gelecek düşledikleri ve bu gelecek için attıkları adımlar endişe yaratmaktadır. Bu açıdan yapılan bu uygulama, bende geçmişte yaşanan varlık vergisini anımsattı. Varlık vergisi ile sermaye büyük bir oranda el değiştirmesi için korku yaratılmıştır ve o korkunun sonucu olarak 6 – 7 Eylül 1955 olayları sermayesi olan azınlıkların göçü ile sonlanmıştır.

Vergiler ile direkt bağlantısı olmaması ama sonuç olarak sermayenin el değiştirmesi açısından bir kısa not düşmeden geçemeyeceğim. 1934 (21 Haziran – 4 Temmuz) yılındaki Trakya / Çanakkale olayları sonucu Yahudilerin bütün varlıklarını yok pahasına elden çıkarmaları ile İstanbul’a ve Yunanistan’a göç etmeleri hafızlarda hala canlıdır. Sermaye değişimi yalnızca vergiler ile kontrol edilmemektedir, toplumsal olaylar bu değişim içinde silah olarak kullanılmıştır. Korku yaratıldığı zaman diliminde sermaye değişimler daha kolay olur.

İktidarı elinde bulunduranlar sermayenin el değiştirmesinde tercihlerini hep kendisini destekleyenler tarafından yapmıştır. Bugünkü iktidarın tercihi ortadadır. Hatta bakanları bile belediyelere (kendi yönetimleri altındaki) ucuz arsa olup olmadığını sorabilmektedir. Gerektiğinde uygun fiyata almak için vekaletname bile verebilmektedir. Sonuç olarak arsanın alınıp alınmaması önemli değildir, o amaç ile harekette bile bulunmak tercihin yönünü belirler. (2 B yasası olarak bilinen, orman arazilerin orman olarak kullanılamayan bölümünün oturuma açılması sonucu, buradan yararlananların siyasi tercihleri göz önüne alınarak yapılacak bir çalışmada ilginç sonuçlar ile karşılaşır mıyız? Bu yasadan yararlananların hükümetler ile ilişkisi mercek altına alınsa nasıl bir sonuç çıkar?)

Siyasi tercih denetimleri belirlediği ve bu denetimlerin sonucu bir korkunun yaratıldığını söylemek abartı olmasa gerek. Oluşacak olan her hangi bir muhalif hareket karşısında bu korku duracaktır. Korku, bir çok sermaye grubunun küçülmesine ve hatta sermayesini yurt dışına çıkarmasına sebep olabilir. Bu durumunda sermayenin el değişmesini kolaylaştırır.

Vergi denetimleri korkunun yaratılması için bir silah olarak kullanılmakta mıdır?

19 Şubat 2009 Perşembe

Tuzla’da yine ölüm!

Tuzla’da yine ölüm!

Aylardır yazıyoruz, çiziyoruz, Tuzla kara delik olma özelliğini göstermeye devam ediyor. Orada ölümler artık normalleşmiş, sıradanlaşmış durumdadır. Ölüm başucunuzda, durmadan aramızdan yaşayanları çalıyor ve bizler sessizce izliyoruz. Üstelik önlenebilir olan ölümler bunlar. Önlenebilir olduğu için de orada bir katliamdan bahsedilebilinir. Eğer bir yerde önlenebilir ölümler devam ediyor ve önlem alamıyorsak, suçlu oradadır, gözümüzün önündedir.

Tuzlada bugün işçi öldü, kaç işçi hayatını kaybetti orada, sayısını anımsayan var mı?

Öldüğünün farkında mıyız?

Yerel seçimlerin gündemi teslim aldığı bir dönemde, politikacıların bir bir kirli çamaşırlarının ortaya serildiği ortamda, Tuzla dosyası neden görülmez? Orada eli olan, eli ile hortum tutan ve hortumundan kasasına para aktaranlar yok mudur? O hortumcular değil mi, bu kara deliği oluşturan?

Hortumu eli ile tutup, yaşamı önemsemeyen, yaşamı bir borsa gibi görüp, oradan daha çok para kazanma hırsı ile saldırganlar gazete sayfalarında gözükmektedir ve düşünüyorlardır ki, ‘bu kriz ortamında orada çalışanlar dua etmeliler, en azından işleri vardır, hayatları pahasına da olsa’. Ekmek aslanın midesinde değil mi? O halde onu almak için riske girmek gerek! Düz mantık bizi nerelere ulaştırır!

Onlar, kendileri için riski kabul etmezler ama çalışanların risk alması o kadarda önemli değildir, çünkü önemli olan bütçedir ve bütçenin ulusal ekonomiye katkılarıdır!

Tuzla tersaneleri birer çevre düşmanı yerdir, o yerde çevrenin önemsendiğini düşünebilir miyiz? İnsanın hayatının öneminin olmadığı yerde çevre dostu filan öyle parlak sözleri aramanın da anlamı yoktur. Merkezi hükümetin ne düşündüğünü biliyoruz, fakat yerel yönetime aday olanlar, ne düşünür böyle işletmeler hakkında?

Aday olanların insan sağlığını ve yaşam kalitesini artırmak için ne gibi projeleri vardır? Benim adaylara bakışım, yaptıkları ile orantılıdır. Beni ilgilendiren, yaşama hakkına ve insana karşı duyulan saygıdır.

Bu ölümler hakkında düşünceleri nedir? Kara delik konumuna düşen bu gibi işletmeler karşısında aday olanlar ne düşünmektedir? Çünkü bu işletmelerin kurallar çerçevesinde çalışmasını denetleyecek olan kurum, yerel yönetimlerdir. Orada her ölüm, o bölgeye bakan yerel yönetimin defterine yazılır. O ölümün sorumluları arasında onlarda yer almaktadır. Çünkü yerel yöneticiler kontrol etmezse, göz ardı ederse, denetimini kağıt üzerinde yaparsa elbette suça karışmış olur.

Davutpaşa’da patlayan havai fişekler ve ölümlerden ne kadar sorumluysa, tersanelerde ki elektrik kaçağından ya da başka nedenden dolayı ölümlerden o kadar sorumludur. Yerel yöneticiler bu sorumluluklarının farkında mıdır? Bugüne kadar onlara karşı sorumluluk nedeni ile açılmayan davalar, onları yüreklendirmiş olabilir, fakat tarihin açmış olduğu dava insanlık önünde devam edecektir.

Yerel yönetimler sadece yol yapmak, tünel açmak ve şirketlerini karlı hale getirmek değildir. Yerel yönetimler insan yaşamının kalitesini artırmak ve yaşamını korumak ile yükümlüdürler. Bu kalite artmıyor ve ölümlerin açmış olduğu kara delikler gün geçtikçe büyüyorlarsa, o zaman suça ortak olmuş oluyorlar demektir. O kara deliği ortadan kaldırmak ile yükümlüdürler, çünkü ölümler önlenebilir koşullar altında olmaktadır.

Bizler bu sorumluluğu onlara anımsatmak ile yükümlüyüz, bir daha Tuzla’da, Davutpaşa’da… yolların kanarına döşenen teller yüzünden, kaza yapan motor bisiklet kullananlar ölmesin istiyorsak, sessiz kalmayalım!

Sesimizi duyurabileceğimiz bir fırsattır yerel yönetimlerin seçimi. Bu dönemde adaylardan kara deliklerin kapatılmasını isteyelim! Bir daha ölümler olmasın diye sesimizi yükseltelim! Suçlular, elbette tarih önünde hesap vereceklerdir, bizler her şeyimizi tarihe bırakmayalım!

Sokaklara açılan kapı!

Sokaklara açılan kapı!

Sokaklar bugünlerde modern binaların kapılarına doğru açılıyor! Açılan kapılar son yılların en gözde mekanları olan alışveriş merkezleridir. Oralarda sadece alış veriş yapılmıyor, başka duygular da yaşanmaya başlandı. Bir anlamda kültür merkezleri işlevi görmektedir.

Büyük alış veriş merkezler şehirlerin yeni merkezleri konumunda olma yönünde ilerlemektedir. Yeni bir yaşamı sembolize etmektedir. Bu merkezler kendisine ait kültürü, kurtulduğu yere götüren, orayı değiştiren ve dönüştüren özellik göstermektedir. Yeni yaşamın oluşması bir süreç işidir, bu süreç ekonomik anlamda bütünleşmenin gelişmesi ile ilgilidir. Genelden özele doğru geçiş gibidir, bundan dolayı global dünyanın yerele yansıması özelliğini gösterir. Eğer globalizmi görmek isterseniz, her hangi bir alış veriş merkezine gidin orada gloabalizmi gözleriniz ile görürsünüz. Bütün dünyada görebileceğiniz markalar oradadır, sadece giyim değil, yeme içmeye kadar her açıdan orada globalizm kendisini göstermektedir.

Alışveriş merkezleri, global yaşamın yerelin içinde kendisine yer açmasıdır. Bugün ülkemizin bir çok bölgesinde kendisini göstermektedir. Bu merkezler yeni bir çekim alanı olması ve yeni yaşamın o yereldekilere yansıtması açısından önemlidir. Çünkü yerel kültürlerin evrensel kültür içinde biçim değiştirmesi ve kendine ait bir senteze doğru geçişi de sembol olarak göstermektedir.

Bir doku dönüşümü sağlayan bu merkezler, yaşamın bütün renklerini de oraya yansıtmaktadır. Yaşamın rengarenk cıvıltısı ve sesleri bu merkezlerin içinde yerini almıştır. Çölde bir vaha özelliğini göstermektedir. Merkezler genelde bir bina içine değişik mimari özelliklerine uygun olarak inşa edilir. Bu merkezler dışarıdan bir duvar gibi gözükmesine rağmen, kapıdan içeriye adım atar atmaz, başka bir dünya içinde kendinizi görmüş oluyorsunuz. Merkezler, tek tek ele alındığında dahi bir mimari şaheser olarak kendisini göstermektedir. Gün ışığını ve ışıkların alabildiğince kullanıldığı, içinde gezerken kapalı alanda duygusunu en aza indiren bir özellik göstermektedir. Geniş koridorlar bir birine açılırken, camekanların o süslü ışıkları ve içeriden dışarıya yansıyan sesleri ile sizi yaşadığınız ortamdan başka bir dünyaya davet eder. Merkezler içinde gezerken büyük bir heykelin içinde gezdiğiniz farkına bile varamazsınız! Çünkü bu merkezler modern heykeller gibi bir sanat eseri özelliğini göstermektedir. Modern mimarinin en güzel örnekleri, bu alanlar içinde de görülebilir. Modern her açıdan kendisini göstermektedir. Burada insana ilişkileri de modern yaşama uygundur, kişiye özeldir, kişinin mutluluğu öne çıkmaktadır.

Modern yaşam, yalnızlığı öne alır, yalnız insanların buluşma noktası gibidir merkezler. Konumlandığı yere göre bir çekim noktası olma özelliğini göstermektedir. İnsanın tek başına gidip, kahvesini içip, gazetesini okuyabileceği bir noktadır. Cafelerinde otururken, çocukların bu geniş alan içinde daha rahat hareket edebileceğini düşünebiliriz. Günlük yaşamımızın içinde daha iyi, daha güzeli sembolize eder.

Merkezlerin içine girdiğinizde, mevsimler ortadan kalkar, tek mevsim vardır ama bu tek mevsim içinde özel günlere özgü dekorasyonlar göze çarpar. Sevgililer gününde kırmızıdır, kadınlar gününde mor, anneler gününde sıcak renklerin hakim olduğu yerlerdir. Yeni yıl karşılanırken, ışıklar sokaklara kadar çıkar. Tek mevsim içinde günler unutulmaz ve o mekan içinde zamanın nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Bir göz açımı kadardır sevgililer günü!

Sokaklar bugünlerde büyük alışveriş merkezlerine açılıyor! Büyük alış veriş merkezlerin kapıları da sizi başka dünyaya davet etmektedir.

Bozkırın çiçeği

Bozkırın çiçeği

Bozkırın ortasında, bir derenin kenarına kurulmuş bir köy, kendi sessizliği içinde yaşamaktadır. Kıyımlardan kurtulanlar, baskılardan kaçanlar dağların doruklarına, yolun geçmediği yerlere gelip yerleşmişlerdir. Zor koşullar altında oraya uyum sağlamışlar ve içine kapanık yaşamaya başlamışlardır. Köy ne zaman kurulduğunu kimse bilemez, tarihçiler köyün kuruluşunu yazamazlar ama köyün taşımış olduğu kültürün kaç bin yıllık olduğunu yaklaşık olarak söyleyebilirler.

Toprağın gökyüzüne havalandığı, gecelerin soğuk olduğu bir coğrafyada insanların dudakları çatlak, elleri nasırlıdır. Yel yangınıdır yüzleri, kararmıştır. Kimse gerçek derisini anımsamaz bile, yazın yel yakar, kışın kar. Hep yangın yeridir. Yangın yeri, harman yeridir. Harman diyarının olduğu Sivas’ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde 1894 yılının sonbaharında gözünü dünyaya açar. Yokluk yıllarıdır, savaşlar ile yorulmuştur, elde olanlar ile idare etmek ile uğraşanların diyarında gözlerini açar. Gözleri çıranın ışığını görür, anasının sesi, babasının yanık türküsünü duyar. Köye bayram gibi gelir, çünkü gelecektir kendisi. Her doğan çocuk geleceği simgeler köylerde, soyunun devamı anlamına gelir. Gerçi kendisinden büyük abisi Ali vardır, ablası Elif. Üçüncü çocuk olarak biliriz ama kim bilir arada düşen çocukların sayısını, çünkü eskiden bilinmezdi kadın kaç defa gebe kaldığı.

Gözleri; çatlak toprağı, gülen gözleri, kıtlığı, sefaleti görür. Kışın yolların kapandığı, tezek kokusunun eşliğinde ısınmayı öğrenir ve görür. Bozkırın ortasında destanları duyar, aşıkların deyişleri ile cem ile tanışır.

Eskiden bazı hastalıklar ölümcüdür, bugün ki gibi tedavisi yoktur. Bir çok hastalıkta bilinmez, bilinmeyenin ortasında geleneklere göre tedavi edilirdi, güçlü nefesler ile tanrıya haykırılışlar ile olurmuş. Çünkü hastalığın tedavisi için doktor çok uzaktadır, savaş yorgunu ülkede bir çok şey yoktur, doktorlar gibi. Kızamıktan, boğmacadan ölen çocuk vardır. Ateşli hasalık geçirip sakat olanda vardır. O dönemde çocukların büyümesi birazda tesadüflere rastlardı. Hastalık ve kıtlıktan kurtulup yaşamak ayrıcalıklıdır. Ayrıcalıktan Veysel yararlanamaz, çiçek hastalığı onunda gözlerini alır. 7 yaşına kadar gördüğü dünya artık hissedilir hale dönüşür. Karanlıktın gördüğü, hissettiği dünyadır. Yeni bir göz açılır, nefes alır ve nefesi ile gönülden bakar dünyaya. Hacıbektaş ve Pir Sultan geleneğini gönül gözü ile yaşatır. Karacaoğlan, Köroğlu, Abdal Musa onun dilinde yeniden hayat bulur. Eskiden yazılı edebiyat yoktur. Aşıklar tarihi dilleri ile taşırlardı, o yüzden halk aşıklarına bir nebzede olsa tarihçi gözü ile bakmak gereklidir. Halk aşığı, ozanıdır yıllar içinde. Halk ozanı olmak demek, birliği, beraberliği, kardeşliği söylemek demektir, çünkü o bilir ki savaşlar yalnızca kıtlık, yoksulluk ve ölüm getirir. Bildiklerini şiirlerine taşır, söylemleri yeni kurulan cumhuriyet’in ilkelerini de içine alır. Gelmekte olanın değil, var olanın ozanı olur. Hissettiklerini dizeleri aracılığı ile paylaşır, dizelerini en sağır olan bile duyar. Aşık gözleri görmez ama gönlü bir dünyadır ve o dünyayı sazının eşliği ile yansıtır.

Köyünde meyve ağaçlarını dikerek ilk defa bir meyve bahçesi oluşturur. Köy Enstitülerinde ders verirken öğrendiklerini de hayata geçirir böylelikle. Çevresinden etkilenir, etkiler. Ozanlar onu yaşayan son aşık olarak görür, fakat aşık geleneği ondan sonrada devam eder, o hiçbir zaman demez son aşık benim, fakat onun peşinde olanlar onu son ses olarak görür, onun sesini yıllar sonra bir çok ozanda devam ettirir.

Gün ikindi akşam olur,Gör ki başa neler gelir,Veysel gider, adı kalırDostlar beni hatırlasın

Aşık Veysel 21 Mart 1973 yılında çok sevdiği kara toprağına kavuşur ve aramızdan vücudu ayrılır. Geriye bıraktığı sesi hala kulaklarımızda çınlamaktadır.


Gözlerini alan çiçek hastalığı ona bir çiçek sunar bir anlamda. Eğer gözleri görmüş olsaydı belki hiç kimse fark etmeyecekti bu dünyadan bir Veysel geçtiğini. O bir çiçektir bozkırda açan. En nadir çiçektir, hiçbir dünya değeri o çiçeğin değerini belirleyemez.