24 Şubat 2009 Salı

Adalet kavramı değişirken…

Adalet kavramı değişirken…

Dışarıdan bakan biri olarak adalet, kişiden kişiye göre değişmez biliriz. Aynı suçtan birden fazla ceza verildiğini tarih sayfalarına bakarak öğrenebiliriz. Demek ki, iyi gözlem yapamıyoruz, eğer o ön yargı üzerimizde var ise.

Adalet önce söz ile başladı ama söz her yöne çekildiği için, toplumlar bu sözü yazıya dökmüştür. Yazı en iyi sözden daha adaletli olduğunu tarih kanıtlamıştır. Adalet dediğimiz şey, yazılı olduğunda, eşit uygulanabileceğini düşündüğümüz bir kurallar bütünüdür.

Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır. Hak ve haksız kavramı toplumların birikimi ile toplum tarafından ortak olarak algılanan şeylerdir. Toplum benliğidir bir anlamda adalet. Toplum benliği ise değişken olduğu kabul edilmez, fakat biliyoruz ki, toplum benliği zaman içinde değişir ve hak ile haksızlık kavramı da göreceli bir anlama dönüşebilir. O yüzden adalet kavramı içinde kurallarda zamana uyum göstermek zorundadır, toplumların gelişmişliği ve dünyayı algılayışıyla direkt ilişkilidir.

Adaleti yerine getirebilmek için toplumlar, ona göre mekanizmalar geliştirmiştir. Fakat bu mekanizmalar zaman içinde gerici olma özelliği ve toplumun gelişmesi önünde engel olabilmektedir. Başlangıçta ilerici olan adalet kavramı, zamanla gericileşmektedir.

İlişkiler ve suçlar karmaşıklaşmıştır. Bu karmaşık ilişkiler ve suçların nerede başladığı ya da sonlandığını kimse tam olarak tespit edemez. Adalet kavramı zaman içinde de bir çok kara deliklerin açılmasına sebep olmuştur. Suç aynı olmasına rağmen, konumu, durumu ve kişisel özellikleri gibi nedenler ile suç olmaktan çıkabilmektedir.

Adalet kavramının yazılı olması ile birlikte, en kötü rejimler altında dahi ilerici özellik göstermiştir. Çünkü en kötü rejimlerde astığı astık, kestiği kestik bir yöneticiye dur diyen işte bu yazılı metinlerdir. Fakat bu metinlerin o kadar güçlü olduğunu söylemek abartı olur, çünkü yırtılma ve değiştirilme özellikleri de vardır. En azından evrensel mahkemeler o erki elinde bulunduranı zaman içinde yargılayabilmektedir. Adalet evrenseldir, evrensel olduğu için de, işlenen suçlar sabit görülebilir. Her ne kadar kendi adalet mekanizmasını yok edenler, dokunulmaz olarak yaşıyor olmuş olsalar da.

Adalet kavramı kurumlaşmayı yanında getirmiştir. Kurumlaşan adalet hantallaşmıştır. Suç zaman aşımı kavramı ile tanışmıştır. Çünkü, zaman adalet mekanizmasının işleyişi yüzünden o kadar uzar ki, kişinin acısı yok olur, suçlu olup olmadığını bilmediğimiz sanıklar, zaman içinde suçun değerinin ortadan kalkması ile yok olur, fakat burada da bir sorular yaşamın içinde durur, çünkü o süreç içinde suçlu görünenler gerçekten suçlu muydu, suçsuz ise onun kaybettikleri, kişinin hakkını ortadan kaldırmıyor mu? Ve ona kaybettirenler suç işlemiş olmuyorlar mı? Kavramlar içinde suç nerede başlar ve nerede biteceği artık belli değildir.

Adaletin bu kadar karmaşıklaşması sonucu kara deliklerin içinde yaşam alanı yaratmıştır. O görünmeyen noktalarda işlenen her suç, suç değildir, çünkü kimse o kara noktada olanları bilemeyecektir. O, kara noktaları yaşam alanı seçenler, kendilerini derin devlet olarak tanımlayabilirler, çünkü o derin ilişkiler içinde her şey olağandır ve doğaldır.

Adalet dağıtanlar, adaletten sorumlu olanlar ise, yaptıklarından dolayı suçsuzdurlar ve yargılanamazlar, sorgulanamazlar. Bu ne yazık ki, bu şekilde devam eder. Kafalarına estiği gibi davranamasalar da, kendilerine özgür alan seçerler, o alan içinde her dediklerini yapabilirler. Evrensel hukuk kuralları onlarında yetkilerini kısıtlamış olmasına rağmen, onların bu hatalarının telafisi zaman aşımına takılma olasılığı yüksektir. Zaman aşımı adaletin kara deliğidir.

Adaletin hakkaniyet ölçüleri içinde işleyişinden sorumlu olan kişi ay da kişiler, o ölçüleri kendi çıkarları yönünde değiştirirse ne olur? Bugün yaşadığımız süreç işte bu süreçte ne olacağını göstereceği yıllar olacaktır.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Acı öğretilmez!

Acı öğretilmez!

Başını öne eğmişti, gözleri yaşlı ve hıçkırıklar içinde bir şeyler mırıldanıyordu. Dışarının sesi odaya duyulmuyordu, modern yaşam içinde ve herkesin gelmek istediği yerde yaşıyordu. Birden fazla dili vardı, seçkin bir ülkede, seçkin bir yaşamı vardı. Fakat mutsuzdu. Mutsuzluğunu, gözyaşları içinde gösteriyordu.

O ne Yahudi’ydi, ne Süryani, ne Ermeni, ne de Rum’du. Ülkesi olan bir ülkenin insanıydı. En azından ailesi, o ülkenin gerçek sahiplerindendi. Türkiye’den yıllar öncesi dedesi gelmişti, arkasından babası ve annesi bu ülkede doğmuştu, sonra kendisi. Dedesine göre çok şanslıydı, onların geldiği olanaksızlıklar içinde değildi. Okula gitmişti, bu ülkenin dilini konuşuyordu. Babası ve annesi gibi en düşük okula da gitmemişti. Elle gösterilecek kadar örnek bir çocuk olarak yetiştirilmişti. Doğduğu ülkeye her yönden uyum sağlamıştı, onların dilini kendi ana dilinden daha iyi bilen biriydi. Buranın gençleri gibi giyinen ve arkadaşları olan biriydi. Yaşadıkları bölgede Türk sayısı az olduğu için, sınıfında tek Türk’tü. Anne ve babasına göre burada yaşayan Türkler içinde şanslıydı, en azından aidiyet duygusu yüzünden küçük gruplaşma olma ihtimali yoktu. Hani ikide bir ekrana çıkan alman politikacıların söylemindeki Türk tanımından uzaktı. O bu ülkeye uyum sağlamıştı, kurallarına göre yetiştirilmişti, varlık içinde sayılırdı. En azından annesi ve babası istediğini ve ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Fakat, o göz yaşarı içinde odasında yalnızdı. Gözlerinin yaşına sesini ortak etmişti, hıçkırarak ağlıyordu.

Ülkesinde yaşıyordu, çünkü Türkiye onun için dedesinin memleketi ve tatil mevsimin geçirdiği yerdi. Yaşı büyüdükçe dedesinin ülkesine tatilde daha az gider olmuştu. Arkadaşları ve okul ile bir çok ülkeyi görmüştü. Ana dili almanca olmuştu, Türkçeyi sanki daha sonra öğrenmiş gibiydi. Her türlü sorununu almanca açıklıyordu, o yüzden Türkiye’ye tatile gittiğinde zorlanıyordu, bu zorluk yüzünden orada küçümsendiğini ve dalga geçildiğini düşünmüştü. Belki o yüzden tatil zamanı başka ülkelere gitmek istiyordu. O, daha rahat ediyordu başka ülkelerde tatil yaptığında, en azından o gittiği ülkenin dilini daha rahat konuşuyor ve orada yabancı olduğunu hissediyordu. O his onu yıpratmıyor ve üzmüyordu. Türkiye’de ise yaralıyordu, canı acıyordu. Kökleri oradan olmasına rağmen, oralı değildi. Görünüşü oralı değildi ama ten rengi oralı gibiydi. Türkiye ile kendisince bağ kuramamıştı. Türkiye ona çok yabancı geliyordu, Almanya vatanı gibi hissediyordu. Almanya’da daha özgür davranıyordu, daha mutlu oluyordu. Havanın açıklığı ya da kapalılığı sorun oluşturmuyordu. Arkadaşlarını telefon ile arardı, saatlerce konuşurdu, ne konuştuğu önemli değildi, fakat telefon elinden düşmezdi. Elinden telefonu düşürdüğünde mp3 çalarını alırdı. Kendi ruhuna hitap eden müzikler kulağında çalarken, o ritme uygun davranışlar gösterirdi. Kimse onun bu davranışını ayıplamazdı. Saçlarını istediği gibi kestirir, boyatırdı. Gençlere özgün moda kıyafetler içinde, büyüdüğü sokaklarda dolaşmak, gelene geçene laf atmalar onun için doğaldı.

O şimdi yatağına uzanmış iç çekiştirerek ağlıyordu.

Okulunda başarılıydı, öğretmenleri tarafından sevilen, yaptıkları ile gurur duyardı. Elbette, annesi ve babasında bu başarıdan gurur duyardı. Dedesi pek gelmezdi yaşadığı yerlere, onlar ile sadece piknik yapmaya gittiğinde birlikte olurdu. Dedesinin çok sever, onun ile olmaktan mutluluk duyardı, o pek bilmediği Türkçeyi sadece onların yanında kullanırdı. Türkçe sadece büyükler ile konuşmada kullandığı bir araçtı. Belki o yüzden geliştirmek için ihtiyaç duymadı. Kırık ve kuralsız Türkçesi ile övünmezdi, gerçi Türk olduğunu söylerdi ama neden Türk olduğunu sorgulamazdı.

O şimdi yatağına uzanmış, mp3 çalarını bile kuşağına takmadan yalnız kalmayı istiyordu, yalnızlığını sadece gözyaşları ile paylaşıyordu.

Çocukluğu mutlu geçmişti. Çocuk yuvasındaki arkadaşları, okulda da arkadaşları olmuştu. Onlar gibi ayrım yapmadan yemek yiyordu, onlar ile yüzme havuzuna gitmişti. Onlardan tek farkı annesi ve babasının Türk olmasıydı ve her sene Türkiye’ye tatile gitmeleri idi. Ayrımsız ve onlar gibi büyüdü.

O şimdi yatağına uzanmış, sesini dahi duymadan ağlıyordu.

Her okuduğu okulda başarılı olmuştu. Genelde yabancı öğrenciler, sayısal derslerde başarılı olduğu düşünülürdü, ama kendisi her derste başarılıydı. Okulun örnek öğrencilerindendi, okul adına konuşma bile yapmıştı. Öğretmenleri ve okul idaresi ondan övgü ile söz ediyordu. O diğer öğrenciler gibi öğrenciydi, ne isteniyorsa onu en iyi şekilde yerine getirmişti. Hıristiyan olmamasına rağmen, din dersine bile girmişti. Okumak ve öğrenmek onun için önemliydi, o önemi de veriyordu. Önceleri babası ve annesi din dersine girmemesini istemişti ama kendisi istekli ve gönüllü olarak katılmıştı. Kendiside biliyordu o Hıristiyan değildi. Gittiği okul ise o bölgenin en iyi okuluydu ve Hıristiyan okuluydu. Okul, ona din dersine girmesi gerektiğini hiçbir zaman söylememişti. O onlardan ayrı olmamak için onlar ile her derse girmişti. Örnek bir öğrenciydi.

O şimdi odasının duvarlarına bakarken, gözlerinin kana büründüğünü göremiyordu.


Hafta sonları ya da tatillerde arkadaşları ile buluşur, onlar ile gece yarılarına kadar oynardı. O onlar ile birlikte olmaktan mutluydu. Elinde ne varsa paylaşır, derslerini onlar ile ortak yapardı. Okul sonrası onlar ile gençlik merkezlerine giderdi, orada kafalarına göre takılırlardı. Bilardo oynarlardı, sohbet ederlerdi. Gençlik merkezlerinde haftada bir disko olurdu, ona katılırdı, doyasıya eğlenirdi. O, orada olmaktan mutluydu. Arkadaşları ile birlikte orada bir müzik grubu dahi kurmuşlardı, İngilizce parçaları söylerlerdi, eğlenirlerdi.

Şimdi odasında duvarda müzik sesleri yankılanmıyordu, yankılanan kendi sesiydi ama onu da duyamıyordu.

Odasının kapısı kapalıydı, kimsede çalmıyordu. Annesi ve babası işteydi. Onlar işteyken evde yalnız kalabilecek kadar büyümüştü. Eskiden dedesinin yanında kalırdı, artık onun yanına çoğu zaman gitmezdi. Çünkü okul sonrası gideceği o kadar çok yerleri vardı ki! Okul çıkışında eve gelir, annesinin yaptığı yemekleri yerdi. O böyle yaşamaya alışmıştı. Seviyordu eve gelmeyi, sonra kitaplarının içinde olduğu çantayı bırakıp, karnını doyurduktan sonra sokağa çıkmayı. Arkadaşları da aynı kendisi gibi yapardı, o yüzden eve gelmek bir görev gibiydi, aynı zaman dilimi içinde sokakta arkadaşı pek olmazdı. Her gün belirli saatlerde nerede buluşacakları önceden bilinirdi. O mutluydu, onlar ile olmaktan ve yaşamının bu şekilde olmasından.

O şimdi mutsuzdu ve odasında yalnızdı. Evde kimse olmamasına rağmen kapısı kapalıydı.

Gençliğe doğru giden yoldaydı ve o güne kadar ayrımcılık ile yüz yüze gelmemişti. O, onlardan biri olduğunu düşünüyor ve onlar gibi davranıyordu. Türk arkadaşları da vardı ama onlar ile diğerleri arasında bir ayrım görmüyordu. Onları Türk yapan sadece anne ve babalarından dolayıydı. Onların seçimi değildi, hangi aile kültürü ile yetiştiği ve aidiyet duygusu taşıdığı. Şimdi bu seçemediği şey yüzünden ağlıyordu, çünkü okulda ona ‘pis Türk!’ demişlerdi ve eskiden birlikte olduğu arkadaşları ona soğuk davranmışlardı. Olanlar belki onların dışındaydı ama bir uzaklık vardı ve istenmiyordu. Gerçi bir çok arkadaşı bir şey olmamış gibi davrandı ama aşağılanmıştı. İçlerine almak istemiyorlardı. O, bir anda dışarıya düşmüştü. Tanıdığı ve can arkadaşı olarak gördüklerinden güzel sözler duymamıştı. Hatta biri eli ile itmişti. O onlardan biriydi ama annesi ve babası yüzünden dışarıya doğru iteklendiğini düşünüyordu. O içine sindirdiği kültürün dışındaydı. Anlayamamıştı önce, saf saf yine gitti yanlarına, fakat o sevdiği arkadaşları artık değişmişlerdi. Ne olduğunu anlayamıyordu. Babası ve annesinin konuşmalarına pek kulak kabartmamıştı, dinlememişti. O çocuktu hala ve henüz gençlik çağının ilk günlerini yaşıyordu. Bilmiyordu çevresinde nelerin değiştiğini. O hiç haberleri izlemezdi ve okumazdı. Onun okuduğu dergiler belliydi, dinlediği müzik belliydi. O müzik hep kulağındaydı ve hediye veren genç kızlara yönelik dergilerde, sanatçıların hayatlarını okurdu. Kendisine idol olarak aldığı sanatçıların saç boyasını ve elbisesini oradan öğrenirdi ve elinden geldiğince uygulamaya çalışırdı.

Değişimin farkında değildi. O farkında olmadığı değişim bir anda yüzüne çarpmıştı ve o, o acının etkisi ile hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ve belki o ağlama sırasında neden kendisini dışladıklarını düşünüyordu. O Türk olarak doğmayı seçmemişti ama Türk olduğu için dışlanıyordu. Belki Türk değil, Müslüman olduğu içindi. Anlamamıştı ve bilmiyordu. Bilinmezlik onu daha çok acıtıyordu.

Odasında yalnızdı ve duvarlar onun bu acısına şahitti. Bir Yahudi çocuk nasıl dışlandığını ve arkadaşları arasında neden hiç Yahudi olmadığını o gün belki farkına varmıştı. Arkadaşları arasında Ermeni yoktu, neden yoktu bilemezdi. Arkadaşları arasında İtalyan vardı ve çok iyi anlaşıyordu. Yunan vardı onun ile de anlaşıyordu ama onlar ile Alman arkadaşları kadar zaman geçirmiyordu. Tarih dersine okudukları belki tek tek gözünün önünden geçmiyordu. Okul gezisinde gittiği ve gezerken içini bir sıkıntı kapladığı o toplama kamplarını ve orada yaşamını kaybedenleri belki de düşündü.

Gözlerini yumdu, gözyaşlarını dışarıya bıraktı yeniden. Ayrımcılık ne olduğunu acı bir şekilde öğrenmişti, bu ayrımcılığı öğrenmenin okulu yoktu, çünkü ona öğretilen tarih dersinde sadece not almak için verilen bilgilerdi. O bilgileri farklı bir zaman diliminde ve başka bir kimlik ile kendisi yaşıyordu. O kendi vatanında yalnızdı, o odasında yalnızdı. Gözyaşları onun yaşadıklarını anlatıyordu.