7 Mart 2009 Cumartesi

Korku!

Korku!

Korku bulaşıcı bir hastalıktır. Bir ortamda korku varsa grip gibi yayılır ve o ortamdakilerini teslim alır. Korku evrenseldir, o yüzden korkunun ırkı, dili ve de rengi olmaz. Uluslara ait korkular olabilir, fakat globalleşen dünyada o korkuların da yerini global korkular almaktadır.

Kaybetme korkusu insanı bir kere teslim aldın mı, kaybedeceği bir şey olmasa dahi korkar insan. Neden korktuğunu bilinç ile kendisine açıklayamaz ama korkunun bir an önce uzaklaşması için profesyonellerden yardım alır ama teğet geçemez, çünkü korku bir kere teslim almıştır. Profesyoneller sadece öğüt veririler ama onlarda korkunun etkisi içindedir.

Korku bizden çok uzaklarda başlamış olabilir, fakat medyanın gücü sayesinde en kısa zamanda bizi sarar. Korku vazgeçilmez hastalığımızdır, birinden kurtulur, diğerine yakalanırız. Korku ile yönetilen toplumlar, korkuların etkisinden kurutulamazlar. O yüzden, kavgaları siyah ve beyaz üzerine kuruludur, diyalogları ise Karagöz Hacivat gibidir.

Amerika’da bir fabrikanın kapanması kapitalizmin sonu gibi sunulur ve büyük bir korku ile o fabrikanın nasıl kurtulacağı üzerine kafa yorulur. O fabrika kurtuldun mu bütün dünya kurtulur gibi algılanır. Serbest rekabet kanunları bu durumda rafa kalkar! O kadar büyük korku yaşarız ki, o fabrika sahiplerini kurtaracak siyasi otoriteye her türlü maddi destek sunulur! Yeter ki oranın insanı rahat yaşasın, onların sıkıntıda olması demek bizim fırtına içinde yaşamamız anlamına gelir!

Korku her bir tarafımızı sararken, korkudan kurtulma yollarını düşünemeyiz. Korku yüzünden işyerleri küçülürken, o işten de kasalarını dolduranlarda vardır! Korkunun k’sı duyulduğundan hemen işten çıkarılan işçiler, küçülen firmalar bu ülkenin gerçekliğidir. Üstelik bu küçülen firmalar kur farkından para kazanmaya devam ederken, nereden buldun demeyen bir yasa meclisten geçer ve o haksız kazanç bir anda yasal kazanç olur! Yasal kazancın vergisi de yurtdışından girdi gibi gösterilerek düşük maliyetli bir para aklama operasyonuna ev sahipliği yaparız!

Parası olmayanın korkusu daha büyüktür, çünkü işten atılıp, banka kartları borcu ile yüz yüze kalma durumu da var. Eskisi gibi büyük ailede yoktur, köyden kente gelen yardımlarda yoktur. Bir yandan yeni enerji kaynaklarının bütçeye yük olan faturası, öte yandan çarşı pazardan gelen pahalılık, kendisi üretemeyen sebzelerin dolara göre fiyatların yükselmesi gibi etkenler, korkuları birer birer tetiklemeye devam etmektedir. Sendikalı olan sırf sendika üyesi oldu diye işten çıkarmalar, batıyoruz bahanesi ile küçülen işletmeler, maaşsız çalıştırılan çağdaş köleler bu ülkenin gerçekliğidir ve korkunun ürünüdür. Ölümü pahasına birkaç kuruş ile büyük gemiler yapanlarda bu ülkenin gerçekliğidir.

Korku bulaşıcı hastalıktır, fakat korkudan beslenenler için el içinin kaşınması anlamına gelir. (geleneklere göre, avuç içi kaçındığında para geleceği kabul edilir.) Aynı gemideyiz diye söylenen yalan ile özveri beklenenler hep kaybedenlerden olmuştur. Kazananlar, her fırsatı değerlendirenler, her işten maddi kazan elde edenler bu ülkenin görünen yüzü olarak dururlar ve en namuslu, örnek insanlar gibi ortada dolanırlar!

Para kazanma için her şeyi mubah görenler, her türlü fırsatı değerlendirenler bu ülkenin örnek insanları olarak tanınırlar, bizi yurt dışında temsil hakları vardır! Kaybedenler gözle görünmezler ama sürekli olarak caddeleri doldurmaya ve kahvelerde duman altı yaşamlarını veresiye defterine yazdırarak devam ederler.

Korku bir hastalıktır ve her hastalıkta olduğu gibi birileri para kazanır hastalık üzerinden!

Silah!

Silah!

Silah bildiğimiz gibi bize yabancılaşmış bir alettir, fakat silah kavramı zaman içinde biçim değiştirmiş ve bugün kitlesel imha aracına dönüşmüştür. Silah bazıları için vazgeçilmez olurken, yaşam ile ölüm arasında çizgi olma görevini de görmüştür.

Yaşam doğanın olmazsa olmazdır, ölüm ise onun vazgeçilmezidir. Ölüm olmasaydı yaşam olmazdı ya da başka açıdan söylersek; yaşam kelimesinin anlamını karşı kelime biçimlendiriyor. Ölüm kelimesi olmasaydı, yaşam diye bir kelime kullanmamıza gerek kalmayacaktı. Çünkü, yaşadığımızın farkında dahi olamayacaktık, günlük koşturmalar ve sonu gelmez kavgalar arasında, o güzel kelimeden mahrum kalacaktık. En ilkel dilden, en karmaşık dile kadar hepsinde yaşam ve ölüm kelimesi vardır ve evrensel olarak anlamlandırılmıştır. Dillerin söylem biçimlerine göre değişimler göstermiştir, yaşam; live, leben, él, жить, ζωντανός, gibi… ama içerik aynıdır, kelime dizimi farkı olsa da.

Silah, bu iki kelimenin ortasında durur ve cinayeti anlatır. Silah kullanılan yerde cinayet vardır. Cinayetin kutsalı ve haklılığı olmaz, fakat zaman içinde cinayetlere farklı anlamalar yüklenerek, bugünkü algılayışımıza erişmişiz. Cinayet kelimesini, bir canlının ölenin istemi dışında yaşamına son vermek olarak algılıyorum. Bu tanım içinde birbirini düelloda öldürenler ne olacak diyeceksiniz, haklısınız düello bilerek ölüme çıkılan yol demektir, tıpkı savaşalar gibi. Düelloda tek tek bireyler rol alırken, kitlesel olarak yapılanana ise savaş demişiz. Düello planlı olarak yapılan bir tür cinayettir. Yeri, zamanı ve tanıkları bellidir. Tanıkları olmadan yapılana ise daha sonra cinayet ismini vermişiz.

Cinayet, ceza yasaları zaman içinde haklı ya da haksızlık kavramlarını içine almıştır. Yöneten ve güçlü olan tarafında düzenlemeler yapılarak, suç olmadan çıkarılmıştır. Suçsuz olduğu yasalar tarafından belirlenen cinayetlere, cinayet denmez, nefsi müdafaa denir. O durumda cinayet suç olmaktan çıkar. Nefsi müdafaa olmadan işlenen cinayetlerde vardır, onlara da kutsallıklar verilir. Toplumun çıkarları ve gelişmişlikleri cinayetin suç olup olmadığını belirler. Bir dönem suç olanlar, zaman içinde suç olmaktan çıkabilir, sanıldığı gibi durağan değildir. Kavram dinamiktir ve sürekli değişim gösterir. Hangi cinayetin suç olup olmayacağına evrensel hukuk kuralları yanında, ahlak değerlerimizde karar verir konumundadır. Aile içi cinayetler genelde üstü kapalı kalır, dış dünyaya yansıdığında bir vahşet olarak algılanabilir.

Cinayet bir alet ile yapılır, eller bile alet konumu içinde yer alır. Padişahlarımızın bazıları iktidar kavgası sırasında eller ile boğdurulmuştur. Şehzadeler ise, iktidara geldiklerinde kardeşlerini, yeğenlerini, kuzenlerini boğdurtmaktan geri kalmamıştır. Günümüzde padişah yok ama el ile işlenen cinayetler devam etmektedir.

Birde yazılı kanunlar ile işlenen cinayetler vardır, o cinayetler tarih içinde kanlı sayfalarda durur. Hitler rejimi Yahudi halkını bu yazılı yasalar ile yok etmiştir. Hitler rejimi altında suç olmayan cinayet, yıkıldıktan sonra suç olmuştur. Afrika’da iktidar olan bir dikta rejimden eli çekildiğinde yargılanmıştır. Arjantin’de, Şili’de ve benzeri ülkelerde öyledir. Kısaca yasaların verdiği gücü kullanarak cinayetlerde işlenir. Bu cinayetler ya toplu olur ya da tek tek olabilir. Cinayetler hapishaneler içinde olabileceği gibi, sokakta bir kurşun ile de olabilir. Kaçmaya çalıştığı için öldürülen bir çok cinayet vardır ama sorgu dahi yapılamaz. Cinayeti işleyebilmek için tetiğe ihtiyaç vardır. Tetiklenen bir şey olmaz ise orada cinayet işlenmez.

Karmaşıklaşan ilişkiler içinde ne gibi olaylar ve yasalar tetikçilik görevi görür? Bu soruya net yanıt verilemez, çünkü her şey uyarıcı olabiliyor, bir anda meydanlar kan gölüne ya da yangın yerine dönüşebiliyor, o yüzden karmaşıklaşan ilişkiler tanımları da karmaşıklaştırmaktadır. Eskiden basit matematik kuramları ile çözdüğümüz olaylar, şimdi karmaşık ve çok bilinmeyenli denklemlere dönüşmüştür. Bu karmaşa içinde cinayet kavramı doğal olarak biçim değişmiştir. Bir taraf için cinayet olan, öteki taraf için kahramanlıkların yaratıldığı destanlara dönüşebiliyor. Bir yanda acılar ve gözyaşları hakim iken, öteki tarafta büyük kutlamalara yol açılabiliyor. Bütün fetihler ve kutlamaları size neyi çağrıştırıyor?

Basının günlük yaşama girişi ve etkisi zaman içinde anlaşılmıştır ve tetik görevi gördüğü günden beri bir silah olarak kullanılmaktadır. Basın, şimdi ki tanımı ile medya yeri geldiğinde en büyük ve korkunç silahlardan daha tehlikeli sonuçlara yol açacak cinayetleri tetikleyebilmektedir. Basın yolu ile kamuoyu cinayet işlemeye hazırlanabilir, hatta işletilir. Tarihimiz içinde buna örnek bir çok olay bulabiliriz. Basının silah olarak kullanılabileceği keşfedildikten sonra, günümüzde Irak işgali ile birlikte basın mensupları da silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Silaha yapışık hareket eden basın, işlenen cinayeti kahramanlık havaları eşliğinde dünyaya duyurarak, yeni bir sayfa açmıştır. Rakip gördüğünüz bir kişi ya da düşüncenin toplantılarına gidip, orada basın mensubu silah olarak kullanılabilmektedir. Artık insanlar, üzerilerine bomba bağlayarak bir yere girmelerine gerek yoktur, bir basın mensubunu orya gönderin ve soru sordurun. Sorular hesap sorar gibi sorulduğunda nasıl tepki doğuracağını görürsünüz!

Cinayetlerde yeni bir sürece doğru gidiyoruz, alet olmadan işlenen cinayetler. Artık hiçbir alete ihtiyaç duymadan uyarıcılar aracılığı ile cinayetler işlenmektedir. Bugünkü cinayetler geçmişi hepten yok eden ve yaşanmamış hissi veren sonuçları doğurmaktadır. Kişinin tarihi yoktur, yaşadığı an vardır.

Eskiden bir köye ya da kasabaya gidenin kim olduğu bilinirdi, şimdi ise oraya adım atan, adım attıktan sonra kendi kafasında geçmişi ile vardır. Gerçek geçmiş artık yoktur! Kim ne anlatırsa ona inanmak zorunda kalıyoruz, modern cinayetler ve suçlar işte bu geçmişi olmayan tarih içinde cinayet olmaktan çıkmaktadır. Çünkü cinayetler bir tarih süreci ile ortaya çıkar ve uygulanır. Kısaca cinayet bir tarih sürecidir.

Geçmişi olmayan cinayetler, bugün günlük yaşamımız dolduruyor ve hiç birimiz bu cinayetleri dahi göremiyoruz. Cinayet bir silah ile işlenir! Silah artık soyuttur ve gözle görülmez!

5 Mart 2009 Perşembe

Açlık!

Açlık!

Açlık çeken birinin ne ulusu, ne cinsiyeti, ne ten rengi, ne de bağlı olduğu ırkı olur. Açlık çeken insanlara bakın, neler yapıyor? Aşevlerine gidin, onların yemek saatini nasıl beklediklerini görün.

Aç olan insanın gözüne bakın, o size her şeyi anlatacaktır, çünkü cansıdır ve karnını doyuracak her yol ona mubah gelecektir.

Aç olan biri, aç kalma korkusu yaşayan birinin, nasıl bir silah olarak kullanılabileceğini düşünün! Açlık, birileri için kullanılabilecek silah haline geliyor, hatta kullanılıyor. Aç insanın ideali olmaz, yeter ki bir kapı kulu olsun, o kapının sahibi için her şeyi yapar!

Açlık ile insanı eğitiyorlar, önce aç bırakıyorlar, sonra eğitiyorlar. Eğitim verenin amacını kimse sorgulayamıyor, çünkü açlık ile eğitilmiş durumdalar. Sorgulayabilmek için karnın tok olması gerek, aç insan sorgulayamaz!

Açlık, büyük göçlerin sebebidir, aç olan için doğduğu ve bağlı olduğu ülke ideali yoktur, nerede karnı doyuyorsa orayı vatanı beller! Aç insanın memleketi olmaz!

Aç insan, çözüm yolu bulamaz, daha çok duygusal ve sezgisel hareket eder, sezgisel hareketler ise genelde kendisine zarar verir. Aç insanın planlı hedefi olmaz! Aç insan, şah oynayamaz!

Aç insana verdiğin her hangi bir şey, onun gözünde seni aziz yapar, o yüzden aç insanların olduğu yerde azizler çok fazladır. Aziz olarak görünen kişilerin aç bırakabileceğini dahi düşünemezler! Açlığın olduğu yerlerde her türden sefalet vardır.

Açlığın olduğu yerde gurur olmaz, bir ekmek için en yakını dahi gözden çıkarabilir. Anımsarsınız belki, ölmek üzere olan bir çocuk ve onun başında bekleyen Akbaba. O fotoğraf gözünüzde canlanır, fakat o fotoğrafın arkasında gerçek düşündünüz mü? Aç insan canını bile yolda bırakıp gidebilir!

Aç olan toplumların dayanışması olmaz, aksine kıyasıya kavga içinde ve kaosu yaşarlar. O yüzden açlık yaşayan toplumlarda savaş (iç /dış) eksik olmaz.

Aç olan insan, açlığını başlangıçta saklayabilir ve gurur yapabilir, fakat aç insanın bu meziyetlerinin sınırı da bellidir, önce kimliksizleşir, sonra yapamayacağı çılgınlık yoktur. Elbette çılgınlığı gücü kadardır ve genelde kendisine zarar verir!

Aç insan yalnızıdır, açların arasında hep yalnız olarak karnın gurultusunu dinler.

Aç insanın ailesi olmaz, olan ailesi de dağılır.

Aç insan, insan olmaktan çıkar, biyolojik bir varlığa dönüşür. Diğer canların yaptığı gibi sezgisel davranır. O yüzden diğer hayvanlar nasıl eğitiliyorsa, aç insanda o şekilde rahat eğitilir ve biçim verilir.

Aç insanın kelime hazinesi de bellidir, aç insan hırçındır ve saldırgandır. Kendini anlatırken bile az kelime ile çok şeyi anlatırken, bol bol vücut hareketini kullanır, çünkü aç insana karnı hükmeder, beyini artık görüntüsel olarak durur.

Açlık ile eğitilen toplumlarda kriz hiç eksik olmaz! Krizi yönetenler ise hep dışarıya bağımlıdırlar! Kriz zamanını hep kendilerine ulaşmayacağını ve teğet geçeceğini düşünürler ve yaşadıkları açlığın farkında dahi değildirler. Açlığı ortadan kaldıracak çözüm yolu bulamazlar, çünkü açlık yönetilmeyi peşinen kabul etmeyi getirir!

2 Mart 2009 Pazartesi

İstanbul’da bir Yahudi ailesi

İstanbul’da bir Yahudi ailesi

İmparatorluk çöküş yıllarıdır. Abdühamid uzun süren iktidarı döneminde bir çok şeyin yaşanmasına tanıklık edilecektir. Genelde imparatorluk içinde ilklerin bol olduğu yıllardır. Yaşayan bir padişah ilk defa sürgüne gidecek ve sürgün edildikten sonra boğdurulmayacaktır.

Doğum tarihlerinin tam bilinmediği ama yaklaşık olarak olaylardan çıkarılan tarihlerde doğmuş olan bir Yahudi kızın başından geçenleri, belgesel izler gibi, roman sayfaları arasında kelimeleri ve cümleleri izliyoruz. Sıcak ve içten yazılmış bir belgeseldir. Kapısını hiç çalmadığımız bir dünyaya açılan kapıdır. Bu kapının arkasında neler olduğunu, neler yaşandığını, nasıl bir aile içi rekabetin, dayanışmanın olduğunu okuyoruz. Bitmiş olayların tarihi olur, sürmekte olanlar tarihi yazılmaya devam ediyor demektir. Başlangıcı ve sonucu belli olandır roman.

Roman, 1898 ya da 89 yıllarında doğumu ile başlar ama o dönem o kadar kargaşa hakimdir ki, hangi olayın arasında dünyaya geldiğini tam olarak bilemez. İstanbul’un Yahudilerinin oturduğu bir semte dünyaya gelir, tanrı onu orada dünyaya hediye edecektir. Anne babasını ve dinini seçme özgürlüğünü bırakmadan. Onun kaderi doğum ile başlayacaktır. Ataları İspanya göçmenidir. Onlar göçmendir ama bu göçmenler yerleşik hayattan gelmektedirler. Yerleşik hayattan bir başka yere sürgün gitmek yıkım demektir, sürüldüğü toprakları unutmamak demektir. Göçmenlerin içinde en zoru olan yerleşik hayattan kopmaktır.

O yıllarda doğumların kaydı ve ölümlerin kaydı sağlıklı değildir. Bir bakarsınız, ölmüş birinin kimliğini taşırsınız, bir bakarsınız, çok küçük yazılmışsınızdır. Görünümdür, kişinin yaşını ele veren, çoğu zaman kimliklerdeki rakamlar değildir.

O yıllarda, Osmanlı başkenti bir mozaik görünümündedir, kimse kimseye karışmaz, ticaret yerleri ortak, yaşam alanları farklıdır. Her kültür bir alan içinde kendisini yaşatmaktadır. Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerin oturdukları semtleri bellidir. Tam bir mozaiktir. Oturum yerleri gibi ibadetleri de farklı noktalardaki kutsal evlerde olmaktadır. Doğumları, hastaneleri ve kayıtları….

Yangınların ve ayaklanmaların bol olduğu yıllardır, genelde yoksul mahalleler bunlardan çok etkilenmektedir. O dönemde yaşayabilen çocuklar şanslıdırlar, çünkü salgın hastalıklar sürekli aralarından arkadaşlarını alır götürür. Her ayaklanma sonucu göç dalgaları olurdu, başkent gittikçe büyümekteydi, İstanbul mozaiğine sürekli yeni renklerin katıldığı yıllardır. Renkler ve kültürler karışmadan yan yana gelerek büyük Osmanlı resmini yapıyorlardı. İstanbul’a tepeden bakan biri olsaydı, acaba ne görürdü? Hangi resim / renk oraya hakimdi?

Evler, yangınlar ile ayaklanmalar sonucu yoksulluk artmaktadır ve kalabalıklaşmaktadır, çünkü mülkünü kaybeden en yakının evine sığınır. Ev kalabalıklaşır, kalabalık olan yerde idare karmaşasında olması da doğaldır. Küçük evlerin kapıları sokaklara açılırken, sokakların kokusu da evin içini doldurur. Geçmiş belki bu kokuda gizlidir.

Komşular ile ortak yaşam alanındaki sohbetler, hangi çocuğun hafızasında kalmaz ki? Eskiden, komşular ile sohbetler olur, en hayati ihtiyaçlar bu sohbetlerde dile gelir ve imece usulü sorun çözülürdü. Sokakların arka tarafında bahçeler olurdu, kadınlar orada güneşi görür, komşuları ile sohbet ederlerdi. Bu alanların kapalı olması önemliydi, çünkü dış dünyadan gelecek bir bakış bile rahatsız ederdi. Kapalı toplumlar dışarıdan gözükmek istemez, onlar hep sırları ile yaşarlardı.
Yaşam olağan akardı, çocuklar hangi yaşa geldiklerinde ne yapmak zorunda olduklarını bilirlerdi. Erkek çocuklar ve kızlar ayrı bir yaşam çizgisi üzerinde aynı zamanı paylaşırlardı. Her kültür kendisine ait bir yetiştirme kültürünü içinde barındırırdı, Yahudiler de öyle. Sayfalar içinde bu kültürü tüm çıplaklığı ile görürsünüz.

Çocukluk yılları içinde farklı olduğunu hisseder, çünkü normal yaşıtlarına göre uzun ve dikkat çekiciydi, buda iyiye işaret olarak kabul edilmezdi. O bakış açısı onda dünyaya isyankar bir bakışın yerleşmesini sağlamıştı. Bu bütün yaşamını biçimlendirecekti.

Bayramlar, yaşamın akışının belirlerdi, bu bayramlar cemaatin kalıcılığının güvencesi olarak görülür ve algılanırdı. Heyecanlar, sohbetler ve korkular yaşamın vazgeçilmezidir. Her çocuğun, çocukluk zamanında korkusu vardır ve öteki olma durumu düşüncelerinin içinde bir yerde saklıdır. Öteki olmaya karar veren çocuk, usluda olsa yaramazdır ve sakardır!

Çocukların gelecekleri ve ne olacakları aile büyükleri ve cemaatin ileri gelenleri karar verirdi. Bu durum çocuk ile aile arasında bir egemenlik savaşında dönüşürdü, çatışma kaçınılmaz olurdu. Karmaşanın hakim olduğu yıllarda, aileler çocuklarını daha güvenli bir yerde, daha iyi eğitim alması için çaba gösterirdi. Çünkü onlar göçmendi ve kendilerini hep ispatlamak ile yükümlüydüler. Mozaiğin bir rengiydiler ama her an kopma korkusu taşıyorlardı. O yüzden belki politik gelişmelere sadece kendi çıkarları açısından bakmayı getiriyordu. Uzak duruyorlardı, fakat uzak durmayanları da vardı. Mahallenin duvarları dışında güvensiz ve bilinmeyenlerin bol olduğu yıllardı. Bazı gençler o duvarın dışındaki gelişimlerin kendilerini de etkileyeceğini söylemekle yetiniyorlardı, içlerinden bazıları ise, o dış dünyada kendisine yaşam alanı açacaktı. O yaşam içinde dram yazılacaktı, arkadaşları tarafından sadece atalarının dini görüşü yüzünden, tam sahiplenmeyecek, hatta ajan olarak damgalanacaktı. Din yaşamını etkilemeye devam ediyordu, her ne kadar kendisi, diğerlerini kendi gibi görüyor olsa da, diğerleri onu öyle görmüyorlardı. Yaşam, dramını içinde barındırır, gerçeklik tokat gibi suratımıza çarpar.

Değişimin yıllarıdır, o yıllar içinde mozaik halinde yaşayan mahallelerde ki değişimi roman içinde görürüz. Sevgi, tutku ve yollar. Alışkanlıklar ve değişimler, romanın cümleleri arasında bize sunulur. Fransa günleri, okuma hırsı ve ailenin parçalanması bu romanın teması içindedir. Aile parçalanması gibi ülkede parçalanmaktadır ve parçalanan ülkede, yeni bir düzen kurulması anlatılır. Ülke yeni liderleri ile biçimlenirken, ailede birbirinden uzak diyarlarda, yeni bir biçim almaktadır. Kardeşlerin kaderi birbirinden farklı olarak gelişir. Her yaşam, dönüşüm dönemindeki dramın izlerini içinde taşır. Ablası öldüğünde, onun çocuklarına bakmak için İstanbul’a dönüş ve o yıkıntılar içindeki kenar mahalledeki yaşamı. Yeni bir aşka yelken açar, o yelken açtığı genç bir Beyaz Rus romantiğidir. Onun ile gizli girdiği ilişki, uzun bir süre İstanbul’da devam eder, işgal yılları ve Fransa’ya göç. ( ilişki içinde olduğu dönemde, Rus kaçakların dramı da gözümüzün içinde canlanır.) Geride bıraktığı sadece anılar değildir, sevgilisini de bırakır. Gittiğinde bir daha dönemeyeceğini düşünmez, ama gitmiştir. Geri dönüşü olmayan bir yolculuktur. Son durakta olmayacaktır. Her gittikleri yerde mozaiktirler. Mozaik olmaya zorlanırlar. Onlar isteseler de onlar gibi olamazlar, çünkü atalarının geleneği buna engeldir.

Fransa kargaşa yılları, Yahudi düşmanlığının yükseldiği zamanlar ve yeniden göç kaçınılmazdır. Çocuklar ve içine gömdüğü sevgisi. Yazı yazarak hayatını kazanmaya başlar ki bu geleneğe karşı yapılmış büyük saldırı olarak algılanır. (Çünkü Yahudi kadını çalışamaz, eve bakmaya erkek yükümlüdür!) Bu çıkışı başka çıkışları da davet eder. Son olarak cemaatten artık uzaktadır, uzakta bir yerdedir, kafası içinde sorular ve cevap verilemeyen bir geçmiş gizlidir.

30 Ocak 1033 yılında yeniden evlendiğinde, Hitler Almanya başbakanı oluyordu. Kitaptaki anılar sonlandığı tarihtir. Artık tarih kesindir, doğumundaki gibi bilinmez değildir, tarihe küçük bir not düşer, o küçük not ise bize komşu duvarının arkasındaki yaşamı yansıtır.

İstanbul başkent olmaktan çıkarken, mozaikler içinde neler yaşandığını ve düşünüldüğünü öğrenmek için bu kitabı mutlaka okuyun derim. Kısa olarak anlattığım kitap 424 kitap sayfasından oluşur. Uzun bir yaşamın, kısa tarihidir. Kitap bir anı üzerine kurgulanmıştır.

Kitabı Brigitte Peskine yazmış, Elâ Güntekin tercüme etmiş. İnkilâp Kitapevi’de 2005 yılında Fransızca orijinalinden tercümee kitabını basmış. Kitap içinde bir çok Yahudi sözü orijinal söylem biçimi ve anlamı da bulunmaktadır. Kitabın tam adı: İmparatorluk Çökerken İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi.