18 Nisan 2009 Cumartesi

Eskişehir’de yaşananlar gazete sayfalarına düştü!

Eskişehir’de yaşananlar gazete sayfalarına düştü!

Eskişehir müftülüğü bir iş adamın desteği ile cemaate ‘Kutlu Doğum Haftası’ nedeni ile etli pilav dağıtmış. Her dağıtımda olduğu gibi bunda da izdiham olmuş. Sıraya girenler ve sırayı bozanlar her dağıtımda olmaktadır. Olacağı biline biline bir merkezden yapılan dağıtımlar eksik olmaz. İhtiyacı olana gidileceğine, ihtiyaç sahipleri ayağa çağrılır. Ayağa çağrıldığı zaman ise elbette basında duyurulur. Hayır için yapılanlar bile gözler önünde yapılır ki ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz’ bir kez daha kanıtlanır.

Hayır amacıyla yapılan yardımlar için değişik kurumlar kullanmaktan çekinmeyenler, en sonunda dini de açık açık kullanmaya başladılar. Her türlü kurum kullanılırken içler rahattır, çünkü bugüne kadar yapılan işlerin hesabı sorulmamıştır.

‘İslam dininde doğum günleri olmaz, kutsal gün yoktur’ gibi açıklamalar yapan Diyanet İşleri Başkanlığı bu hükümetin iktidarı ile birlikte her türlü kutlamaya bir kılıf uydurmuştur. İslam dünyasında olmayan bir çok kutlama bize özgü kutlanmaya başlanmıştır. Bize özgü bir dini anlayış mı yaratılıyor? Din yoksa yeniden mi biçimleniyor?

Dinler arası hoşgörü yaratılırken, var olan dinin özellikleri dönüştürülüp, hoşgörü içinde olduğunuz anlayışa mı benzemeye çalışıyor? Kutlama başlandı madem, bu kutsal doğum gününe uygun olarak çamları süsleyelim, kırmızı beyaz kıyafetler giyelim, fenerler oluşturalım sokaklarda. Bu güne kadar inanılan tüm sözleri ve ritüelleri yok sayalım, sözleri kendi çıkarımıza uygun biçimlendirelim, değişmeyeceğini kabul ettiğimiz kutsal sözleri öyle yorumlayalım ki, kendi çıkarımıza uygun olsun, yolumuza ‘fener’ olsun!

Valilikler yardım yapar, kaymakamlıklar sosyal hizmet kurumlarının imkanlarını atayanların lehine kullanır oldu. Fırsat eşitliği, devletin kimseyi ayırmadan hizmet gönderme anlayışı yerlere düştü. Devletin hizmet götürmediği alanlar ise kendilerine yakın vakıflara teslim edilmiştir. Teslim edilen anlayış değildir, bu ülkenin en alt tabakasını oluşturan fakir insanlardır. Gün geçtikçe fakirlik arttığına göre, demektir ki daha çok kişinin kapı kulu olma özelliği artıyor demektir. Bu yardımlar, kişileri kapı kulluğuna hazırlamak içindir. Kapı kulu hep muhtaç olarak yaşayacaktır ve vicdanını rahatlatmak için kendisine yardım edeni hep başında tutacaktır.

Seçim öncesi yardım kasalarını açan valilikler, seçim sonrası neden yardımları bir anda durdurdular? Valilerin beyaz eşya dağıtmasını bekliyorum, yeni evlenenlere ev yardımı yapılmasını istiyorum. Madem devlet yardıma başladı, çocuğu olanın bir yıllık masrafını devlet tarafından karşılanmasını arzuluyorum. Sosyal devlet kavramımızı güçlendirmek zorundayız. Bu yardımlar bir siyasi anlayış ve partinin amaçları doğrultusunda ve ihtiyaç duyduğunda yapılmamalıdır. Yardımlar sürekli ve kesintisiz olmalıdır. İhtiyaç ortadan kalkana kadar yardım sürmelidir.

Valilikler ve kaymakamlıklar dışında şimdi müftülüklerde yarımlara başlamış durumdalar. Bu adını aldığım tüm kurumlar merkezi yönetime bağlıdırlar. Merkeze bağlı olmayan, belediye denetiminde olanların yaptıkları ise yine haber kanallarına yansıyan izdiham görüntüleri gözler önündedir.

Günümüzde yardımlar birer silah olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu silahın geri tepme olasılığı vardır ama genelde amacı yönünde işlev gördüğünü kabul etmek zorundayız.

Eskişehir’de yapılan yardımın haberi gazete sayfalarına düşmüştür neden Eskişehir? Seçimde kaybettikleri yerlerde bir anda yardımlar neden öne çıkmıştır? Tunceli valiliği neden yardımları durdurdu, her türlü eleştiriye karşın yardımdan vazgeçmeyenler, kararlın yolları kapattığı zamanlarda sırtlarda beyaz eşya taşıyanlar, bahar günün güneşi altında neden yardımları durdurmuştur? Bahar güneşi yarımları mı eritmiştir?
Yardımlar arttığında seçimler yaklaşıyor mu diye düşünmemiz gereklidir? Yardımlar kamuoyuna verilen başka mesajları mı içermektedir?

17 Nisan 2009 Cuma

Güzel günler gelecek…

Güzel günler gelecek…

Geçmiş güzel günler, gelecekte oluşturulacak günlerin habercisidir. O yüzden, geçmişinin izlerini üzerine alırken, geleceğe umut ile bak.

Geçmiş dedi, yerden gökyüzüne doğru başını dönderirken. Geçmiş, dünde kaldı! Dün ise artık ulaşılmayacak olandır. Her anızımı bir daha geri alamayacağımız şekilde tüketiriz. Yaşam dediğin tüketmek değil midir?

Tüketimin olduğu yerde artıklarda olur. Yaşam artıkların birikimi olarak da algılayabiliriz. Artıkları çöp olarak isimlendirmekteyiz. Çöpler gün geçtikçe yaşamımızın alanını daraltmaktadır. O yüzden çöpleri sıkıştırılmış alanlarda, parçalara ayırırız. İnsanların oluşturulduğu çöp, teknolojinin gelişimi ile artmıştır. Masum olarak görülenler bile, doğanın dengesini bozmaya yeterlidir. Bozulan doğa, yeninde kendisini toparlayabilmesi o kadar kolay değildir, çünkü doğa, evrim yasaları ile işlemektedir, insanın gelişimindeki geometrik artış ile orantılı değildir.

Yaşamımızın dünü, tarih içinde büyük bir çöplüğe dönüşmüştür. Tarihçiler, bu çöplerin içinden bizim geçmişimizi yazmaya uğraşmaktalar. Fakat gün geçtikçe daha çok karmaşıklaşmakta ve içinden çıkılamayacak düzeyde ilişkiler ağı ile örülmektedir. Sınırlar belli değildir, geçişler ve değişimler hızlıdır. İletişimin bu kadar hızlı olması sonucu, dünya ufalmış, çöpleri koyacağımız alanlar azalmıştır. Doğada bol olanlar bile tükenme aşamasına gelmiş durumdadır. Sıkışıklıktan kurtulmak için, teknoloji yardımı ile alanlar açılırken, insan bu alanlar içinde sıkıştırılmakta ve yalnızlaştırılmaktadır. Günümüz insanın adı yoktur, nüfus cüzdanında bulunan numaralardan ibarettir. O numaralar sayesinde kapılar açılmakta, kapılar kapanmakta ve büyük birader tarafından, tüm hareketleri dünya ölçeğinde izlenmektedir. Kim nereye gitmiş, nasıl hastalık geçirmiş gibi bilgileri, rakamların sihirli güçleri ile bilgi bankalara girildiğinde, kişinin geçmişi tüm çıplaklığı ile ortada durur. İnsanın adı yoktur, saydamlaştırmıştır. Saydam olanın ise, dünyada tutacağı alan bellidir.

Geçmişin güzel günleri, geleceğin günlerini belirleyecektir dedi içinden. Geçmişin güzel günleri artık hiçbir zaman gelemeyecek şekilde sonsuzluğa aslılı olarak kaldı. Eğer, teknoloji izin verirse, geçmiş gelemeyecek ama bizler geçmişe yolculuk edebileceğiz. Gideceğimiz yerler, yaşadığımız yerler olmayacaktır. Yaşadığımızı bir kez daha hiçbir şekilde yaşayamayacağız!

Bugün yaşadığımız kriz, bizim dünya ölçeğinde sadece istatistiklerde bir rakam olduğumuzu tüm çıplaklığı ile ortaya sermektedir. Rakamın önemi yoktur, bir fazla bir eksik. Tüm kamuoyu araştırmaları %3 yanılma payını içinde taşımazlar mı? Demek ki, nüfusun % 3’ü hiçbir zaman yaşayıp yaşamadığından emin olamayacağız! Ne tesadüftür ki, bizlerin tüm acıları, krizin yükünü taşımamızın sebebi, dünya nüfusunun % 3’ünün refahı içindir. Onların yaratmış olduğu krizi, büyük çoğunluk gözyaşları içinde çekmektedir. Baba çocuğunun boğazına bıçak dayamaktadır, sırf bu % 3’ün refahına bir şey olmasın diye. Eğer, o bıçağı boğaza dayayan baba düşünse, % 3’ün yaşadığı sırça köşkleri bir çırpıda yok edebilecek güce sahiptir. Bugün yapılacak mücadele, rakam olmaktan çıkıp, ismimizi geri alma mücadelesi olması gereklidir. Bizler rakam değiliz, insanız ve bizim bir adımız ve geçmişimiz var!

Adımıza sahip çıkmak istiyorsak, başkalarının refahı için değil, kendimizin refahı için mücadele etmemiz gereklidir. 1 Mayıs günleri bunun evrensel olarak hissedeceğiz günlerin başında yer alır. Bütün dünya işçileri, emekçileri birleşin! Kime karşı diye düşünmeyin, %3’ün refahını elerinden alıp, evrene eşit olarak dağıtmak için. Üretenin yöneticisi olduğu bir dünya için. Çöpler içinde yaşamak yerine, geçmişimiz, doğa ile barışık bir dünyada yaşamak için… Tarihi çöplük halinden kurtarmak için… Dayanışmaya, özgürleşmeye… Geleceğe umut ile bakmak için, Fransız devrimindeki o 70 güne bakın, o günler sizin geleceğinizi çizecektir.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Alerji yapmayan köpek!

Alerji yapmayan köpek!

Başkan Obama’nın çocukları bir köpek almışlar, bütün uydu ülkelerin medyası bundan bahsetti. Benim ilgimi çeken ise, köpeklerin alerji yapmayan ya da en az oranda alerji yapan şekilde üretilmiş olması. Köpek alırken dikkat etmeniz gereklidir, alerji yapan ya da yapmayan!

Başkanın çocuklarının hangi köpeği aldığı, buna karşı babanın çocuklara karşı söylediği sözler bütün dünyadaki evlerde yankılandı. Yeşiller içinde köpek gezdiren çocuk, bütün ekranlardan tüm sıcaklığı ile yansıdı. Ekran karşısında izleyenler, belki büyük krizin neden olduğu işsizlerdi. İşsizlik rekorlar kırmaktaydı toplumlarda ama başkanın çocuğunun köpeği ekranda vardı.

Dikkat ettiniz mi, bizim cumhurbaşkanın ya da başbakanın beslediği her hangi bir canlı var mı? Onların çocukları hep para ile ilgili konularda gündeme gelmişler ama bu sevimli çocuklar gibi kamuoyuna çıkmamışlardır. Çocuklarda babaları ve anneleri gibi sanırım sadece para sever konumdalar. Para kazanmayı belki en büyük ibadet olarak görüyorlar. Babalarının seçmenine şirin gözükmek için okul müdüründen mescit isterlerken görürüz ekranlarda. Okulda mescit isteyen, evinde iş kurmakla uğraşır, bir anda düşünmediği bir firmanın ortağı olmuş olabiliyor. Bizdeki liderlerin çocukları ne kadar çok babalarına benziyorlar!

Başkan ülkemizi ziyaret sırasında bir kediyi okşamıştı, bu bizde olay olmuştu. Bütün ekranlar okşanan kediyi gösterdi. Yeni bir kahramanımız olmuştu. O gün kahraman olan kedi bugün hissediyor mu? Belki bir işgüzar onun mumyasını yapıp, o okşanan yere bırakabilir. Bir el onu okşuyor, okşayan el bir başkan!

Farelerin idrar yolu ile bulaşan bir virüs vatandaşlarımızı hasta etmekle kalmadı, öldürdü bile. Fare ile iç içe yaşayan bizim gibi ulusun fertleri, her an yeni ölümler ile karşılaşması muhtemeldir, çünkü bizler şişeden ya da son yılların tercihi kutu içecekleri, bardağa boşatmadan içenlerdeniz. O içtiğimiz şişe ve kutunun ağzından bize bugüne kadar neler bulaşmadı ki?

Birinci dünya savaşı sırasında bizim askerlerimiz, İngilizlere karşı siper savaşı sırasında bir şeyi keşfediyorlar. Konserve. Konserve kutularını almak için ölülerin üzerinden zıplayarak giden askerlerimiz. Londra’da üretilmiş ve taze olarak kalmış olan et ile ilk karşılaşmaları. Bizimkilerini bitler yerken, İngiliz askeri konserve yiyecek yemekteydi. Bizimkilerin ayaklarında bez bağlıyken, İngiliz askeri potin giymekteydi. Bunları gözlemleyen İngilizler bizimkileri kolay yoldan öldürmenin yolunu bulmuşlar. Konservelerin içine bomba koymuşlar ve görünen yerlere yerleştirmişler. Bizimkiler bir parça et için, kurşunların arasında gider o konserveyi alırmış. Konserve beklediğini değil, ölümü veriri olduğunda bir daha el sürmemişler o kutulara. Uzun süre kutulara el sürülmemiş ama teknolojinin ülkemize gelemsi ile birlikte, yaşam standardın artmasıyla her şeyimizi kutuların içinde alır olduk. Kutuları yıkamadan içindekini tüketir olmuşuz.

Bugün, fare idrarından gelen virüs sonucu oluşan hastalığa karşı temizlik önemidir, bakalım kaçımız içecek kutularını yıkamadan içmeye devam edeceğiz?

Obama’nın çocukları köpeklerini evlerine aldıklarında bir şeye dikkat etmişler, köpeklerin alerji yapmamalarına. Alerjisi olan bile, bu köpekleri rahat rahat sevmeye devam edecektir. Başkan, belki çevresindekileri ve uydu devletlerinin yöneticilerini de alerji yapmayanlardan seçiyordur. Seçtiği yöneticileri köpek beslemeyecek, eğer besliyorlarsa alerji yapmayanı tercih etmek zorundalar. Çünkü zaman zaman bu liderleri Beyaz Sarayı’nda ağırlamaktır.

Uydu ülkelerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir. Uydu ülkelerin liderleri para için her şeyi yaptıklarını görmemek için kör olmak gerek! Liderlikleri sırasında kişisel bütçeleri büyürken, çevresinde sevdiklerinin de kişisel bütçeleri büyümektedir. Ülkenin bütçesi, onların kişisel bütçelerine göre daha küçük büyümüş önemli değildir. Önemli olan alerji yapmayan köpek beslemektir.

14 Nisan 2009 Salı

Kuru odun yanında yaş odun yakmak!

Kuru odun yanında yaş odun yakmak!

Kuru odunların arasına yaş odunları atarsanız, ateş daha canlı ve çok sesli olur. Ateşin daha uzun süreli dayanması için yaş odunlara ihtiyaç vardır. Hemen yanıp sönmesini istiyorsanız, sadece kuru çalılar ile bu işi yapabilirsiniz. En hızlı yanıp sönen ise samandır. Saman alevi gibi parıldar ve yok olur söylemleri atasözlerimiz arasına dahi girmiştir.

Son günlerde yapılan operasyonlar, uzun soluklu bir ateş istendiğini göstermektedir. Kuru odun biliyorsunuz, artık ömrünü tamamlamış, doğaya başkalaşarak karışmaya hazır olandır. Eğer insan eli değmez ise odun çürüyecek ve toprak ile buluşacaktır. Buluşmasını sağlayan diğer canlılar elbette olacaktır, bu canlılar ve aracılar olmaz ise doğa nasıl kendisini korusun ve yenilesin?

Kuru odun yanında yaş odun konursa ki, bu yaş odunun oraya konması için dışarıdan bir güç gerektirir. O güç olmadan ateş içinde yaş odun, kuru odun ile buluşmaz, eğer büyük bir orman yangını yok ise. Dışarıdan müdahale olmadan bazı şeyler olmaz.

Son günlerde bu müdahalelere bakıyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Amaç nedir ve kime hizmet ediyor? Çünkü suçlu olduklarını kabul ettiklerimizin yakalanması demokrasiye katkı mı sağlıyor, yoksa köstek mi oluyor? Çünkü demokrasi adına yapılanlar genelde köstek olmak amacı ile yapılanlardır.

Kuru odunlar bildiğiniz gibi ana gövdeden kopmuş ve çürümeye bırakılmıştır. Dışarıdan bir güç bu kurumuş odunları yan yana toplayarak, ana gövdeyi gelişmesi için daha çok açığa çıkarabilir. Her bahar aylarında budamalar bu yüzden olur. Daha gür ve verimli olsun diye, ana gövdedeki bazı dallar kesilir. Sonra bu kesilenler bir yerde toplanılır, imha edilir. İmha yönetmeleri de çeşit çeşittir.

Bugün yapılanlar, kurumuş odun parçaların ana gövdeyi ele geçirmek amacıyla organize suç yapısı kurmak, yani darbe yapmak amacıyla kurulan bir teşkilatın açığa çıkarılması amacıyla yapıldığını söylenmektedir. Canlıyken planlanan ama başarıya ulaşmadan kuruyan odunların ana gövde üzerinde düşündükleri ve bu amaçla yaptıkları birkaç eylemdir. Bu kuru odunların canlı durumdayken, ana gövdenin isteği doğrultusunda karanlık işler yaptıkları ise ortadır. Derin kuyulara bırakılan, helikopterden aşağıya atılanlar, zindanlarda son nefesini bırakanlar hep bu kollar aracılığı ile, ana gövde tarafından yaptırmıştır, yeter ki ana gövdeye hiçbir zarar gelmesin! Fakat bu kollar kururken, aynı işi yaptıracak başka kollarda geliştirmiştir ana gövde tarafından (devamlılık esastır!). Şimdi bizler bu kurumuş dallar ile ilgilenirken, yeşil ve hale görev başına olan bu karanlık işler yapan kolları göremiyoruz, çünkü biz, kuru odunlar ile yaş odunların yanmasını seyretmemiz istenmektedir. (Dışarıdan izleyiciyiz, müdahil dahi olmayız.)

Ana gövdeyi ele geçirenler ise, karanlık noktalara odak olma yüzünden suçlu gözükmekteler. Odak olma özelliği olanlar, ana gövdeyi istedikleri gibi yönetmektedirler. Seçimler öncesi dağıtılan can suları, seçim sonrası bir anda kurumuştur. Ana gövdenin can suyundan alınan yardımlar, bir dahaki seçime kadar depoda saklı tutulacaktır.

Geçmişin karanlık döneminde, bugünkü ölümlerin sebepleri ve katilleri konusunda yapılan yorumlarda adı sık sık geçen ve bir panzehir olarak sunulan Hizbullah örgütlenmesi yeniden canlandırılmaktadır. Çünkü o bölge kendi tercihini istenmeyen tarafından yapmıştır. Ana gövde bu durumu yeniden bir panzehir ile sorunu çözmek istemektedir ve üstelik denenmiş ile yapmaktadır. Bunun için o yörenin illerinden birinde, o panzehirin boy göstermesine ve gövde gösterisine izin verilmiştir. Bugünkü kuru odunlar, onları yarattı ve yönetmişti, şimdi onlar kurumuş ve bir yerde depolanmış durumdalar, soru şu olmak zorundadır, peki, bunları bugün yeşerten ve yönlendiren kim ya da kimler?

Yaş odunlar ile kuru odunları bir araya getirip ateş yakmak önemlidir, uzun soluklu bir ateş için ikisinin karışımı önemlidir, çünkü ateş yandığı sürece kimse ana gövdede neler oluyora pek bakamayacaktır. Ateş çekicidir ve içine alır.

Bugün, bizim anlamakta güçlük çektiğimizi operasyonlar aslında uzun soluklu bir bakış açısının eseridir. Bu sayede amacına ulaşacaktır. Hem ana gövde kendisini yeniden biçimlendirecek, hem de yeni bir yaşama alışmış olacağız. Yeni yaşam bir otobüs yolculuğunda, bir kitap okuyarak başlamıyor her zaman!

13 Nisan 2009 Pazartesi

Dil tükendi, yalan tükenmedi.

Dil tükendi, yalan tükenmedi.

O kadar sözler duyuyoruz ki, hangisi gerçek hangisi değil. Sözler, kelimeler insanın üzerine sağanak yağmur gibi akıyor, fakat o kadar korunmasız ki, üzerimizde bulunanlar bizi korumuyor, tenimize, içimize işliyor.

Sokrates’in konuştuğu dil öldü, onun savunması hala yaşıyor. O öldü ama yalanlar yaşıyor. Onun dilinden söylenen yalanlar bugün başka diller altında yaşamaya devam ediyor. Onu yargılayan mahkemenin salonu ve duvarı yok oldu, hakimler ve savcıların isimleri sonsuzluk içinde kayboldu, fakat Sokrates’in savunması dimdik ayakta dururken, o kendi dilini, doğrusunu sonsuzluğa bıraktığının ne kadar bilincindeydi bilinmez.

Dili yüzünden derisi yüzülen şairler, aydınlar bu ülkenin insanıydı. Onlarında konuştuğu dil tükendi, yalanlar tükenmedi. Yalanlara karşı verilen sonsuz mücadele devam ediyor.

Tarih nice yalanlar ile iktidarda olanları yok ettiğini hep göstermiştir. Sonsuz iktidar yoktur, tıpkı yalan gibi. Yalanları ile mahkum edenler, savunmalar karşısında yenik düştüğü Sokrates’ten beri bilinmektedir.

Sapartaküs büyük efendiye başkaldıran bir kölenin özgürlük tutkusunu ve başarısını sembolize eder. 1 Mayıs olarak kutladığımız gün, işçinin zorbaya karşı Sapartaküs olduğunu kanıtlar.

Eğer bir ülkenin konuştuğu dil tükenmişse, orada başka diller konuşulur. Çünkü tarih boşluk kaldırmaz.

Her ülkenin bir kayıp şehri olur, o kayıp şehir geçmişin kayıplarını ve güzelliklerini anlatır. Kayıp şehri bulmak için maceralara atılır insanlar ama hiçbir zaman bulamazlar, çünkü o kayıp şehrin dili tükenmiştir, artık yaşatılamaz!

Fransız devriminde 70 gün iktidarda kalanlar, başka coğrafyada 70 yıl iktidarda kalmışlardır, onların konuştuğu dil, başkalaşarak başka bir coğrafyada yaşamaya devam edecektir.

12 Nisan 2009 Pazar

“Binlerce kilometrelik bir yolculuk ilk adımı atmak ile başlar.”

“Binlerce kilometrelik bir yolculuk ilk adımı atmak ile başlar.”

Son zamanlarda, ne kadar çok buna benzer söz duymuş ve okumuştum. Son yıllarda yayınlanan kitaplarda, kendine güven, korkunu yen, uzak Asya’da bilmem kim şunu yapmış, başarıya ulaşmış, onun yolundan git gibi sözler duyarsınız. (Yoga merkezlerinin her yerde açılması tesadüfi değildir.) Başarı doğduğun yerdedir, nereye gidersen git, sonuçta aradığın hazinen senin büyüdüğün yerdedir, gibi genel söylemleri olan kitaplar çok satanların başında yer alır. Bu kitaplar ve söylemler neden son yıllarda gittikçe artmaktadır? Neden bu kitaplar en çok satanlar arasına girmiştir, neden bu kitaplar her dile tercüme edilmiştir?

Sorunların yoğun olduğu yerlerde korku ve endişelerde vardır. İnsanlar korkular ile yüzleşmesi istenirken, yaratılan korkuların aslında geçilebilecek korkulardır. Bu korkular ile yüzleşilirse yenebileceğimizi öğütleyen ve uzak Asya öğretilerini içinde barındıran çözüm yolları önümüze gelmektedir. Kitaplar, korkuların içinde boğuşanlar için bir çözüm yolu olarak durmaktadır. Son yıllarda artan korkular ve küresel olarak yayılan korkulara bir baktığımızda grip virüsü gibidir. Birbirine benzeyen nedenler ile ortaya çıkan korkulardır. Kişiler bireyselleşmekte ve bireyselleşen korku ise kişiyi ortadan kaldırmaktadır. Korku itaatkarlığı yaratır ve itaatkar olan bir birey, korkuları sayesinden dünyayı bir bütün algılamaktan uzaklaşmaktadır. Korku, kişinin günlük yaşamını etkilerken, toplumsal hareketlerin balon gibi solması ve yok olmasını da sembolize etmektedir.

Binlerce kilometre sürecek yol, ilk adımı atmak ile başlar. Doğum anından itibaren attığımız adımlar yok sayılır ve korkma ilk adımı at denmektedir. İç yolculuğa davettir. İç yolculuklar sayesinde yanlış öğrendiğimiz nefesi doğru almaya başlarız. Neden nefesi yanlış alırız, neden büyükler nefeslerini yanlış alırlar pek sorgulanmaz. Doğru nefes almayı öğrenmek, ilk adımdır. İçe yolculuğun başlangıcıdır, dış dünyadan uzaklaşırsınız!

Dış dünyadan uzaklaşanlar kendilerine ait vahalar kurarlar. Bu vahalar küçük gruplardır ve grubu hiçbir zaman kaybetmeyi göze alamazlar. Yalnızlık, modern insanın hastalığıdır. Kimse yalnız kalmak istemez, fakat bu büyük dönüşüm çağında, kimse doğduğu yerde olmayacağını ve sürekli bir arayış içinde olduğunu peşinen kabul etmek zorundayız, çünkü şehirlerin anormal bir şekilde büyümeye devam etmesi bunu göstermektedir. Şehirler kalabalıklaşırken, insanlar yalnızlaşmaktadır. Geniş ailenin tamamı ile ortadan kalkması ile ‘her koyun kendi bacağından asılması’ gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Yalnızlaşan insan korkuları ile yaşamaya mahkumdur, çünkü yalnızlık korkuların oluşması için en güzel ortamdır. Korkuları yaratan önemli faktörlerden öne çıkanı aç kalmaktan çok yalnız kalmaktır. Yalnız insana seslenen kitapların çoğalması bu yüzdendir. Bu yüzden, yalnız insanları daha çok bireysel arayışlara sürükleyen ve korkuları yenecekmiş gibi gösterip, başka bir bağımlılık ilişkisine götüren çözüm yolları ortalıkta dolanmaya başlamıştır. Geçmiş artık yoktur, o halde geleceğini kurtarmak için ilk adım at ve iç dünyana dön çağrısıdır.

Kitaplarda, ‘Kendini özgücüne güven, başaramayacağın bir şey yoktur. Yeter ki kendini tanı’ demektedir. Fakat bu yollarlar başarılı olmuş insanlar pek ortada gözükmemektedir! Öğüt veren kitapların başarısı ‘sağlıklı beslenme’ kitaplarının başarısı kadardır. Orada öğretilenleri harfiyen yerine getirenlerin yaşamında ne değişmiştir? Savunulan tezlerin bir süre sonra yanlış olması ya da bir firmanın ürünün tüketimine yarayan bir reklam kampanyası olması gibi bir durumdur. Korkuların üzerinden birileri para kazanır, ilk adımı at derken!

Zayıf düşen insana bir müşteri gibi yaklaşılır, her açıdan. Sağlık açısından tutun, günlük yiyecek tüketime, kullandığı ev eşyasından, büroda elinde tuttuğu topa kadar, her şey bu bireyi kuşatır. Bireyi yok etmenin en kolay yolu ise, beynine seslenmek ve onun düşünce yapısını tek düzeye indirmektir. Eğer birey bütün dünyada tek bir şekilde düşünmeye ve yaşamaya alışırsa, büyük firmaların potansiyel müşteri profili hazırdır ve kasalar dolmak için bekler. Korkular, bir ticari araç haline getirilmiştir. Korku sadece iktidarda kalmak için bir araç olmaktan çıkmıştır, korku yönetilebilir ve yönlendirilebilir konumdadır.

Eskiden ABD’deki TV reklamları bizim kanallarımızda gülmece programlarında bakılır ve anlamaya çalışılırdık ve bol bol kahkaha atardık, bugün o reklamlar bütün kanallarımızda oynaktadır ve kimse gülmüyor!

“Binlerce kilometrelik bir yolculuk ilk adımı atmak ile başlar.” Bu yolculuk kimin için başladığı ortada değil mi?