21 Nisan 2009 Salı

68 kuşağı!

68 kuşağı!

Bugünkü yazımı bir 68’li ile tartışmam sırasında dillendirdim. Bu tartıştığım 68’li önemli bir ailenin çocuğu ve bir reklam ajansın sahibi konumunda. Burada ki düşüncelerim sadece onun kişiliği üzerine oturtmadım, genelleştirdim ve bu kuşağa nasıl baktığımı sizin ile de paylaşmak istedim.

68 kuşağı ölenleri bize güzel miras bırakmış olmasına rağmen, yaşayanlar bize büyük bir çöplük miras bırakmıştır. Çünkü bu kuşak içinde her türlü dönek, liboş vardır. Bu kuşak, kendisinden sonra gelen kuşağı istediği gibi yönlendirmiş, fakat kendi çocuklarını genelde izole etmiş olarak büyütmüşlerdir. 68 kuşağı olup da çocukları devrimci olan kaç kişi vardır? İçlerinden birkaç taneyi örnek göstermeyin, genele bakın! Çocuğu olup da, çocuğu ile birlikte 1 Mayıs meydanında omuz omuza yürüyen kaç kişi vardır? 1 Mayıs Meydanı yaşlılar için tehlikeli diyelim, başka alanlarda ve zamanlarda?

68 demek devrimci demek değildir elbette, onların içinden sağcılarda çıkmıştır, Müslümanlarda. Karşı gruptan olanlar, sol öğrencilerin üzerine bomba atmışlardır, bıçakla saldırmışlardır. 68 kuşağı, sadece ABD askerleri ile karşı karşıya gelmedi, kimler ile geldiğini ölenlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 68 kuşağı içinde olup, orada kendisini ifade edenlerin küçük bir kesimi bugün ilkelerini korumakta ve yaşamaya çalışmaktadırlar. Benim sözüm bu küçük grup için değildir.

Genelde 68'lilere karşı hoşgörüm yoktur, çünkü onlar kendilerinin yaşadıklarını kendi çocuklarına yaşatmadılar, çocuklarını izole ettiler. O yüzden 68'lilerin günahları boldur ve sevmem. Benim babam köy enstitülüdür ve bizlerin babaları aptal mıydı da, onların çocukları genelde aydın ve devrimci oldu?

68 kuşağı neden bu kadar korktu da içine kapandı, kapanmakla kalmadılar çocuklarının geleceğini ipotek altına aldılar?

Yaşadıkları göreceli özgürlük onlara devlet baskısı olarak döndü, onların önder kadroları öldürüldü. Onların üzerinden sadece 12 Eylül silindiri geçmedi, 12 Mart silindiri de geçti. Onlar 74 – 80 sürecinin kanlı kulvarında yaşadılar. O kulvar içinde 78 kuşağının vermiş olduğu mücadeleye şahit oldular. 78 kuşağı durduk yere bu kadar kan ile tanışmadı, onları kanlar içinde bırakanlar, 12 Eylül darbesini yapanlar olduğu yıllar içinde anlaşıldı. Sokaklar kan gölüne dönderildi, bunda 78 kuşağının hiçbir günahı yoktur, çünkü onlar olayları tam algılayamadan bir kavganın ortasına düştüler. Onlardan onlarcası darağacında, işkencede, sokakta düştü. Onların acıları 68’den daha fazladır, onların birikim yapacak zamanları da yoktu. Öyle bir kavganın içinde düşürüldüler ki, ne olduğunu anlayamadan, darağaçları ile buluşturlar, Ziverbey köşkünden daha ağır işkencelerin yapıldığı zindanlar ile tanıştılar. Onlar bu kadar acının içinde kendilerine yeni yollar açmak için uğraşırken, 68 kuşağı kendi çocuklarını izole bir yaşam içinde büyüttüler. Kendilerini destanlaştırdılar.

Anma toplantıları genelde 68 kuşağı üzerine olur. Onların kahramanlıkları yeni kuşağa anlatılır. 78 yoktur ortada, çünkü 78 kuşağının ağzı laf yapanları, 68 kuşağı yanında sessizdir, çünkü 68 ilk kıvılcımdır ve onların söyleyecek sözleri var kabul edilir. Saygı vardır, fakat bu saygının da bir sınırı vardır. Çünkü yaşayan 68 kuşağı, bugün yaşananlardan sorumludurlar. Bugün ne kadar olumsuzluk yaşanıyorsa onların eseridir. Bugün bu kadar dağınıklık varsa eğer, onların toplum önünde vermiş oldukları başarısız sınavlarıdır. Onlar geçmişin destanlarını anlatırken, kendi çocuklarının ne yaptığının gündeme gelmesini istemezler. Bunu görmek için onların sözlerine değil, yavrularının ne yaptığına bakmak gereklidir. Eğer bir kişi kendi çocuğunu savunduğu doğrular yönünde yetiştirememişse, topluma vereceği hiçbir mesajı yoktur.

68 kuşağı kişileri anar, andıklarının fotoğrafları ve filmleri ile her toplantıda yeniden gösterilir, belki bir iki şey içine katılır. Bir ticari araç gibi algılanır ve gelenek yerini bulsun gibidir. Bu anma şekli devletin bile ilgisini çekmez, bırak ansınlar derler, yeter ki yeni Mahir’ler veya Deniz’ler ortaya çıkmasın. Her anma sanki bir korkuyu ileriye taşır gibidir. Çünkü ilgi duyan bir genç şunu düşünür, bunlara katılırsam ölürüm. Ölüm var sanki bunlarda. Ölüm olgusu güçlendirilir ve ölenler kutsallaştırılır. Kimse onlar üzerine olumsuz şeyler söyleyemezler, onlar dokunulmaz kutsal kişilik verilir. Onları ananlarda, bir anlamda kutsallaştırırlar kendilerini. Çünkü onlar ile yaşamışlardır, onlar ile aynı havayı solumuşlardır. Ayrıcalık koyarlar kendilerine. Ayrıcalık koyarken, bugün çocukları ve ailesi ile ilişkileri gözler önüne gelmez. Çünkü aile değil, bireydir öne çıkan!

Anmalar yerine kendi yaşamalarını ortaya koymaya kalktıklarında ise, büyük bir hayal kırıklığı ortada durur. Bugün örnek gösterilecek bir yaşam biçimi ve ilişkisi gösterilemiyorsa bunun nedenleri, nerde aranacağı bellidir. Mahir yoldaşları için yazdığı şiiri, bugün kim aynı duygu ile yazabilmektedir? Onlar yaşamaları ile kuşağına örnek olmuştur, bugün örnek ilişki kaldı mı?

Bugün, yanlış anlayışların temelinde, 68 kuşağının izi vardır. Ölenler onurumuzdur, fakat yaşayanları onurumuz olarak görmüyorum. Bu genel söylem içinde olmayanlarda vardır, onurlu yaşayan 68’liler bile kuşağının onurunu kurtarmaya yetmemektedir...

Elbette, 68 içinde sadece Mahir, Deniz yoktu! Onun karşı düşüncesinde olanlarda vardı! Ya da hippi kıyafetleri ile geleneksel yaşama itaat etmeyenlerde vardı, fakat şimdi hepsi itaatkardırlar...

Bugün yaşanan tüm sorunlar, yaşlıların gençlere bıraktığı çöplüklerdir.

Bugün 68’li biri kendi çocuğu ile övünür, eğer bir başarı sağlamış ise, eğer başarı sağlayamamışsa yokmuş gibi davranır. Övünmek toplumsal bir hastalıktır, övünmek, yapılacak olanları yok saymaktır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

140 yaşındayız!











140 yaşındayız!

Foto 1

1870 yılındaki Osmanlı imparatorluğunda manzara şu şekildeydi, manzarayı görmeden bir noktaya odaklandın mı, nedenleri tam olarak anlaşılmaz. Mizah dergisi bir ihtiyaç üzerine çıkar. O dönemde nende mizah dergisi çıktığını anlayabilmemiz için şartlara kısacada olsa bir göz atmakta yarar vardır.

1870 yılında geldiğinde Osmanlı bir çalkantı içindeydi. Sona doğru bir gidiş vardı ve o sonun yavaşlatılması için her türlü çaba ortaya konuyordu. 1789 Fransız Devrimi'nin etkisiyle yayılan özgürlükçü düşünceler ve ulusçuluk akımı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarstı. Balkanlar'da 19. yüzyılda bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar çıktı. Osmanlı’nın parçalanmasını hızlandıran ve tetikleyen Fransız devrimi olmuştur.

3 Kasım 1839'da okunan Tanzimat Fermanı, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımıdır. Fermanın en önemli nedenlerinden biri Fransız devriminin etkilerinin Osmanlı üzerinden azaltılmasıdır. Gayri Müslimleri devlete bağlamaktır, çünkü Osmanlı bir İslam imparatorluğu görünümündeydi ve Fransız devrimin ilk etkileri balkanlardan başlamıştı. Bütün bunların yanında ekonomik sorunların altında eziliyordu. Bu sorunlar 17. yüzyıldan itibaren toprak kaybetmesi ve sürekli bütçe açığı vermesiyle başladı. Avrupa devletleriyle imzalanan serbest ticaret antlaşmalarıyla ülkeye giren mallardan düşük gümrük vergileri alınıyordu. Bu hem devletin gelirlerini azaltmış hem de yerli sanayinin gerilemesine yol açmıştı.

Öte yandan 1860’larda bir aydın hareketi olarak Yeni Osmanlılar ortaya çıktı. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlar, Avrupa ülkelerindeki anayasal monarşilerden etkilenerek Osmanlı Devleti’nin meşrutiyetle yönetilmesi gerektiğini savundular. Osmanlı Devleti, 1850’lerden itibaren dış borç almaya başlamıştır ve 1870’lere gelindiğinde devlet hem ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklenmiştir.

1870 yılı Türk mizah tarihi açısından önemlidir, çünkü 2 Haziran 1870'te günü Rumca ve Fransızca olarak Diyojen dergisi yayınlanacaktır. Diyojen 24 Kasım 1870 yılından itibaren yerel halkın konuştuğu Türkçe ile yayınlanmaya devam etmiştir. Başlangıçta haftalık olarak çıkan dergi, Perşembe günleri okuyucusu ile buluşmuştur. 23. sayıdan itibaren haftada iki gün yayın hayatına devam ederken, 148. sayıdan itibaren haftada 3 kez yayınlanmaya başlamıştır. 183. sayısı ise son sayısı olarak tarih sayfalarına geçmiştir. (9 Ocak 1873)

Namık Kemal derginin ilk günlerini, Menemenlizade Rıfat Bey'e yazdığı mektupta; "O günün bergüzar hatırası Diyojen'in çıkışı oldu. Diyojen Osmanlı ülkesinde ilk mizah mecmuasıydı. Teodor Kasap'la ihtam-ı kabih (çirkin yakıştırmalar) suretiyle oynanan hezeliyattan (saçmalamalar) gayrı göze ve fikre yarar nesnesi olmayan vatanda bir mizah gazetesi neşrine o gün karar verdik. Gittiğimiz Kâğıthane'nin o bahar sabahı harikulade güzelliği bize sadece şairane duygular değil, cümle duyguların tebessüme yol olacak taraflarını bulmak, ciddi olarak söylendiğinde kaza-bela tufanı olacak hakikatleri mizahi bir üslup ile; şikâyetlerine şifa, yalnızlığına dost, sevgisine vefa görmediği için insanlardan kaçarak çareyi tek başına yaşamakta bulan eski Yunan filozofu Diyojen gibi dertlerimizle baş başa kalabilmek için çıkaracağımız mizahi gazetenin ismini Diyojen koyduk.
Altına da onun ünlü deyişini ekledik: Gölge etme başka ihsan istemem!. Ama ne çare hep gölge ettiler. Öyle toz ayağa kaldırdık ki yıllar sonra Meclis-i Mebusan'da Matbuat Kanunu görüşülürken bazı mebuslar mizah gazetelerinin matbuat tarifi içine alınmasına karşı çıktılar. Neyse ki Molyer'den tercümeler yapan Ahmed Vefik Paşa ve Manok Efendi şafaat etti. Yoksa zavallı mizah gazeteleri matbuattan tard (uzaklaştırma) edilecekti. Yazıklar olsun ki, feryad sebebi durumları tebessüme sararak elemi hafifletmeye dahi müsaade edilmiyor"
Düzenli olarak basılamadı elbette. Satışlardan para toplandıkça, Kemal ve Kasap günlük harcamalarından artırdıkları para ile matbaaya koştular. Derginin tek desteği okuyucularıydı. Onların ilgisiyle iki sene ayakta kaldı. Namık Kemal'in siyasi mücadeleyenin yoğunluk nedeniyle ayrılmasından sonra Teodor Kasap tek başına devam ettirdi dergiyi. Namık Kemal ve Teodor Kasap'ın yayımladığı Diyojen yüzlerce mizah dergisinin önünü açtı.

Türkiye’de modern mizahın ilk örneklerinin yayımlandığı dergi, Ali Bey, Ebuzziya Tevfik, Namık Kemal, Nuri Bey, Reşat Bey’in imzasız yazılarına da yer vermiştir. Derginin yazarları makale ve fıkralarını Teodor Kasab’ın öngördüğü doğrultuda kaleme almışlardır. Kendisi de Voltaire’nin “Mikromega” adlı eserini Türkçeye çevirerek derginin 62-68 sayılarında, “Monte Kristo” adlı romanını da Fransızcadan tercüme ederek 66-123. sayılarında yayınlamıştır.

Dergide işlenen konular arasında büyük bir çoğunluğu dönemin siyasi ve sosyal olayları oluşturmaktadır. Mizahi bir üslupla hükümetin yanlışlıkları, suistimalleri, dış ve iç siyasetteki beceriksizlikleri ele alınmıştır. Osmanlı iktidarının, muhalefet bir yana mizaha ve dokundurmalara bile tahammülü yoktu. Bu tahammülsüzlük bugün dahi sürmektedir. Mizah dergisi olurda baskı olmaz mı, kapatılma davaları açılmaz mı? Elbette açılır. Yayım süresi boyunca üç karikatür basan diyojen, üç kez geçici olarak kapatılmıştır. İlki 4. sayısında Iran Şahının Kerbela gezisini konu alan bir yazıdan dolayı bir buçuk ay, 14. ve 15. sayılarındaki yazılardan dolayı 15 gün, 121. sayısında edebe aykırı fıkralar ile 123. sayısında hükümeti küçük düşürücü yayınından dolayı da 2 ay kapatılmıştır. Son sayılarındaki siyasal içerikli mizah yazıları nedeniyle de 9 Ocak 1873 tarihli 183. sayısından sonra yönetimce yayın hayatına son verilmiştir.

10 Ocak 1873 tarihli 183. sayısından sonra Matbuat Kalemi’nden gönderilen şu bildirim üzerine yayın hayatına son verilmiştir:“Diyojen, mizah gazetesi oldugunu ileri sürerek, terbiye kurallarının ve hükümet idaresinin izin veremeyeceği bir yolda dil kullanmayı âdet edinmiş ve bu yoldan vazgeçmesi için bir çok kez ihtar ve tenbih ve birkaç kez kapatılmışsa da yine aynı yolda ısrar ve 179, 180, 182 nolu sayılarında bazı tanınmış kimselerin namlarına ve onurlarına dokunacak isnatları imzaları altında sahte mektuplar yayımlamak üzücü hareketine cesaret etmiş olduguna ve bu yolda devam etmesi asla uygun olmayacagından, 12 Mart 1867 tarihli kararname uyarınca aşagıdaki tarihten başlayarak müsaadesi iptal edilmiş ve tümüyle kapatılmıştır. 13 Ocak 1873 Divân-ı Hümâyun Tercümânı Sadullah


Foto 2

Diyojen jurnalcilerden çok çekmiş olacak ki 74. sayısında ilk karikatürü jurnalle ilgili olarak yayımlamıştır. Bu aynı zamanda tarihimizdeki ilk portre karikatürdür. Uzun kulaklı çizilen bu şahıs İstanbul’da Ermeni harfli Türkçe yayınlanan “Manzume-i Efkar” gazetesinin sahibi Garabet Panasyan'dır. Uzun kulaklı çizilmesinin sebebi jurnalci olarak bilinmesindendir. Resmin üst kısmına da bu şahsı bilenlere derginin mevcut tüm sayılarının ücretsiz gönderileceği yazılmıştır (Diyojen, 2 Aralık 1871).

Foto3

Mahmut Nedim Paşa Kabinesi’ni eleştiren ve Mithat Paşa Kabinesi’ni öven karikatür
Yukarıdaki fıkra, haber ve karikatürlerden dolayı dergiye iki ay kapatma cezası verilmiştir. Iki ayın sonunda 1 Temmuz 1872’de dergi 124. sayısı ile tekrar okuyucusuyla buluşur; ancak bu kez Diyojen kapatma olayına mizahi tepki göstermemiş ve sadece Matbuat Müdürlügü’nden kapatma gerekçesini içerir yazılı metni birinci haber olarak okuyucularına sunmakla yetinmiştir. Bu tavrıyla yönetimi bir nevi okuyucusuna açık ve objektif bir şekilde şikayet etme yolunu tercih etmiştir.
***


Kasap'ın, Ziya Paşa ve Kemal'e Abdülhamid'i şöyle anlattığı biliniyor: "Abdülhamid Efendi'yle iki defa görüştüm. Bu zat hakiki kanaatlerini saklamakta öylesine mahir ki eğer sakalı kafasının içindekileri öğrense hemen tıraş eder. Bir gün tahta geçecek olursa kafasının içindekileri kendisi bile anlayamayacağı için istikrarlı hiçbir şey kalmaz. Çehresi karikatüre öylesine müsait ki bizim için yeni bir Sirano de Berjerak çıkar."


Foto4


Teodor KASAP (1835-1905)
1835 Kayseri doğumlu Rum kökenli Osmanlı gazeteci ve yazardır. Babasının ölümünden sonra İstanbul’a gitti. Çıraklık yaparak Kuruçeşme Rum Okulu’nda öğrenimini sürdürdü. Bir Fransız subayının yardımıyla Fransa’ya gitti (1856). Paris’te öğrenim gördü. İstanbul’a dönünce gazeteciliğe başladı, ilk Türk mizah gazetesi Diyojen’i çıkardı (1870-1873).
Âli Bey, Recaizade Ekrem ve Namık kemal’in yazılarıyla gazete, dönemin ilgiyle izlenen muhalefet organlarından biri oldu. Diyojen kapatılınca Namık Kemal'le birlikte Çıngıraklı Tatar'ı yayınladı. Tatar postacılara verilen isimdi o dönem. Takip ve tacize dayanamadığı noktada onu kapatıp Hayal'i ardından Karagöz'ü ve Kahkaha'yı çıkardı. En sonunda İstikbal adlı gazeteyi çıkardı. Yazılarından ötürü hapse mahkûm edildi (1877), Avrupa’ya kaçtı. Birkaç yıl sonra bağışlandı, ölümüne değin Mabeyn (Haremle selâmlık arasındaki oda.) kütüphanecisi olarak sarayda görevlendirildi.
Tanzimat dönemindeki tiyatro çalışmalarını destekledi, Türk tiyatrosunun yerli kaynaklardan yararlanması gerektiğini savundu. Pinti Hamit (1875), İşkilli Memo (1874), Para Mesleği (1875) adlı Moliére uyarlamaları yanında Lükresya Borçiya adlı bir oyunu vardır. Alexandre Dumas Pére’den Monte-Kristo (1871) çevirisi de ilk roman çevirilerindendir.

Demokrasi seçme özgürlüğü olması demektir!

Demokrasi seçme özgürlüğü olması demektir!

Demokrasi üzerine binlerce veya milyonlarca düşünce ortaya atıldı, yanıtlanmaya çalışıldı ama hala tanımlanmaya da devam etmektir. Demokrasi soyut bir kavram, o kavramın içeriğini somut yaşam biçimleri ile doldurulmaya çalışılmaktadır. Demokrasi istemek demek, özgürlük istemek olarak algılandı, fakat demokrasiyi yaşadıklarını söyleyen devletlere ve toplumlara baktığımızda ise, orada kafamızdaki demokrasinin olmadığını görürüz. Demokrasi, özgürce hareket etmek demektir, özgürce düşünebilmek ve düşündüğünü başkasının sınarına dokunmadan yaşabilmek demektir. Fakat devlet erkinin olduğu yerde demokrasinin olmadığını, başka açıdan söylersen bir güçlü elin olduğu yerde demokrasi sadece görünümden ibaret olduğu söylemekle ile karşı karşıya kalırız. Demokrasi eğer birileri tarafından biçimlendirilip, birilerine zor ile dayatılıyorsa, orada demokrasiden söz etme şansımız azalıyor. Bugün dünyada demokrasi birkaç dudağın arasından çıkacak ses dizimine bağlıdır. Demokrasi sana dayatılanı ret etme hakkının sahip olduğu bir yaşam alanıdır. Demokrasi itaatkar olmama hakkını güvence altına alınmasıdır. Fakat bugün yaşamlarımızın içinde bize bir çok konuda itaatkar olun denmektedir. İtaat olan yerde ise demokrasi olmaz.

Basın işlev olarak değişim göstermektedir. İktidar ile iyi geçinen işadamlarına sahip olan basın, iktidarın sesi olma özelliğini artık saklamadan açık açık yapmaktadır. Bu açıklık demokrasi mücadelesi olarak gösterilmektedir.

Demokrasi demek, günümüzde görmek istediğini görme hürriyetidir. Eğer görmek istediğini görür ve gündeme getirdin mi demokrasi mücadelesi yapmış olursunuz. Demokrasi bir bütün olarak algılanmaz olduğunu unutmuştuk, atv – sabah grevi ortaya çıkarmıştır.

Eskinin demokratları, demokrasi için kalem oynatanlar, sansürsüz bir dünya özlemleyenler, patronlarını seçtikten sonra, kapı kulluğu özelliklerini göstermeye başladılar. Patronun çıkarı neyi getiriyorsa savunur, patronun kızdığına havlayan konuma dönüşmüştür. Patron koş dediğinde, ışık hızı ile çözüm üreten, ekranların sağladığı ünü patronu için kullananlar günümüzün yükselen değeri olmuştur.

İnsanlık demek, günümüzde yağdanlık olmak demektir. Liboş olmak demektir. Bakın tüm liboşların geçmişine, eski solculuk vardır. Bir de hepsinin ortak yönü İngilizce biliyor olmalıdır. Biraz eskiye daha gidin, cumhuriyet gazetesinde çalışmışlıkları vardır. Cumhuriyet gazetesinde İngilizce bilen birinin çalıştığını duyduğumda, hemen kuşkularım artar, acaba buda bizim ünlü solcuların arasına girecek mi diye! Nededir bilinmez, dönekler, liboşların tarihinde bir zamanlar cumhuriyet gazetesinin havası vardır. Orada çalıştıkları zaman dilimi içinde, dürüst, ilkeli gazeteci olarak bilinirler. Cumhuriyet demek, gazete okulu demektir ama nedense bu okul mezunları genelde gazeteden ayrılır ayrılmaz, geçmişleri ile hesaplaşmaya girerler, ‘ben cumhuriyeti sevdim’ gibi büyük laflar ederler. Eğer cumhuriyet başında olmuş olsalardı, demektir ki, cumhuriyet’i sevmemeye devam edeceklerdi.

Dönüşümün hızlı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Dünya dönüşmekte, yeni kuralları yazmaya devam etmektedir. Dünyanın dönüş hızı ile orantılı olarak bir savrulma yaşanıyor. Bizim eski solcularımız ise, bu hızın merkez kaç kuvvetini daha fazla hissediyorlar, daha büyük ve imkansız olarak görülen zeminlere rahat bir şekilde savruluyorlar, savruldukları zeminde en iyi kapı kulluğu nasıl olurunu yaşayarak gösteriyorlar.

Savrulanlar, düştükleri kapıların önünde kuldurlar, o kulluklarını savundukları yeni ilkeler ile gösterirler. Yeni yaşamları bir kitap okumayla başlamadı elbette, banka hesaplarına doğru akan para ile yeni yaşamlarına başladılar. Bankalarında hesapları rakamlar ile buluştuktan sonra, bu kapı kulları yeni sahibinin vermiş olduğu, yeni yaşama şükrederek yaşamaya başlarlar. Yeni yaşam, şükretmeyi ve itaatkar olmayı getirir. Onlar yeni efendilerine itaatkardırlar, kendisinden aşağıda gördüklerine diktatördürler. Onlar ki, insanlığı, yaşadıkları gerçekler olarak kabul ederler ve ‘doğa yasası, güçlü güçsüzü yok eder, ya da güçlünün kolları arasında yaşam bulursun!’ gibi sözleri kendilerine rehber edinirler. Güçlünün kolları arasında yaşam bulanlar, genelde parazittirler!

Parazitler, o yüzden bilir ki, kollarının arasına sığındıklarının canlının kanını fazla emmezler, çünkü onlar, uzun süre orada kalmayı planlarlar. Daha besili bir sahip gördüklerinde, hemen o besili vücudun üzerine atlamaktan da geri kalmazlar!

Grev zamanı geldiğinde, ilk karşı gelenler bu parazitlerdir. Bunların geçmişlerinde ‘emek hakları mücadelesi’ savunarak geçmiştir. Yeni konumları itibari ile, emek mücadelesi demek, patronun verdiğine itaatkar şekilde boyun eğmek demektir, çünkü kendi banka hesabına giren önemlidir. İnsanlık demek, birey olmak demektir. Birey olmak demek, çevrende bir iki dost bulundurman demektir. Bir iki dost demek, senin kadro olarak hareket edebileceğin, profesyonellik demektir. Profesyonellik demek ise, patronun sözü ve çıkarları yönünde hareket etmek demektir.

Grev, işçinin patrona karşı hakkını savunma aracının en son seçeneklerinden biridir. Eğer bir yerde grev kararı alınmışsa, oradan patronlar ile anlaşmazlık olduğunu peşinen kabul etmek zorundayız. Grev kararı, işçilerin köle olmadıklarını söyleme biçimidir. Grev işçilerin dayanışmasının en üst noktaya çıktığı zaman dilimidir.

Demokrasi, bazı işçilerin greve gitme hakkını seçme özgürlüğüdür. Bazılarının ise grevdekilerini görmeme özgürlüğünü kullanma hakkıdır! O yüzden demokrasiyi tanımlarken, bulunduğumuz zemini iyi tanımlamamız gereklidir!