22 Mayıs 2009 Cuma

Kronik muhalif!

Kronik muhalif!

Kronik kelimesinin anlamı ile söze başlayayım diyorum! Söze başlamak içinde izine gerek yok, çünkü muhalifler söze izinsiz başlayandır!

Kronik; bir hastalık olarak algılanır, iyileşmeyen, uzun süreli devam eden, (kimi zaman hayat boyu devam eden) durumdur. İktidar mücadelesi yapan ama iktidara hiç gelmeyendir. İktidara zaman zaman yakınlaşmış gibi olur ama tam yakaladım derken bir darbe ile birlikte zindanların duvarlarına seslerin bırakıldığı hallerdir. Bir durumun kronikleşmesi demek, artık o durumdan kurtulmanın zor olduğu haldir. Kronik hal aldığında sapmalar pek olmaz, fakat modern çağda her şey olabiliri baştan söylemekte yarar var…

İdeolojiler, kendilerini yaşatacak ve kendilerine hizmet edecek özneler üretir. Muhalif, böyle bir özne olmayı reddeden kişidir.

İdeolojilerin öznesi olmayı ret edene biri, aynı zamanda muhalefettir. Çünkü özne olarak kendisini görmediği yeri değiştirmek için mücadele eder. Mücadelesi, yeni ideolojilerin yaratılmasına ön ayak olabilir, ama yaratılana da muhalif olur. Muhalif demek, iktidardan hep uzakta olmak demektir. Bu, bizim Türkiye sol hareketinin tipik tanımı gibi oldu!

İktidardan uzak olan sol, kendi içinde iktidar mücadelesinden de hiç vazgeçmemiştir. Sol, iç muhalefet hareketler sayesinde durmadan parçalanmış, parçalana parçalana sonuçta sol diye bir şey kalmamıştır! Sol, işlevini sadece muhalefet görevi yapar konuma indirgemiştir. Son yıllarda 1 Mayıs’ı sendikaların inisiyatifine bırakmış, onların bayrağı altında yürümeyi seçmiştir. 1 Mayıs’ta söz, yetki, karar sendikaların olmuş, sol ise o korteje kavuşmak için ara sokaklardan engeller ile çatışmıştır. Çatışmanın yoğunlaştığı yerlere bir bakın, hedef haline gelen alan değil, korteje kavuşan sokaklarda yoğunlaşmıştır. Kortej ise sendikacıların yürüdüğü koldur!

Muhalif, var olan bütün iktidar gücüne karşı durmak demektir, fakat bazı durumlarda muhalif olduğunu söyleyenler iktidar olmak için birbirini kıyasıya hırpalamaktan geri durmaz. Küçük grubu içinde bile hiyerarşi kavgası olur! Eski ağabeyler vardır, birde ağabeylerin yerine geçmek isteyenler. Sonuç ideolojik değil, kişisel duruş noktaları yüzünden ayrılıklar olur, sonra bu ayrılıklara kılıflar büründürülür. Muhalif, önce ayrılan, sonra ayrıldığına kılıf uydurandır!

Muhalefet olanlar zaman zaman kendilerinin çok az olduğunu düşünürler ve yan yana gelmek için toplantılar düzenlerler, bu toplantıların bazılarından birlik kararı çıkar ama bir araya gelince, oluşan birlik kimliği kabul edilmez ve eski kimlik ile birlikte olmaya çalışılır. Aynı çatı altında dünyaya farklı bakanlar, en kısa zamanda ayrılık çanlarını çalmaya başlarlar. Ayrılık kaçınılmaz olduğunda, saflar belirlenir. Saflarda kişiler kendilerine roller biçerler. O roller içinde yeni zaman dilimine uyum sağlanır. Bazıları liberal olur ve iktidarın nimetlerinden yararlanmak için iktidara en yakın yerde durulur, oradan muhalefeteyken elde ettiği kimliğini ve çevresini kullanarak bir şeyler yapmaya çalışır. Muhalif, kendi egosuna teslim olduğu gün, eski ilişkileri kendi çıkarları yönünde en acımasızca kullanandır. Liberal dünyanın nimetleri görenin dönüşümü çok hızlı olur, eski arkadaşları bir toplantıya çağırdıklarında ise, o muhalefet günlerini büyük bir destan havası içinde toplantıya gelenlere ballandıra ballandıra anlatılır. ‘Eskiden’ diye başlar ve ‘o zaman diliminde yaptığımız her şey doğruydu’ der, bugün yaşadıklarını doğrulmak adına, çünkü eğer bugün aynı şekilde davrananlar varsa onları terörist olarak görür ama bunu açıktan da söylemez! Sadece onaylamadığını ve şartların uygun olmadığını belirtmekle yetinir.

Geçmişin ünlü sol muhalefetlerinin bireylerinin bir bölümü üniversitelerde profesör olmuştur. Ölen arkadaşları yaşamış olsalardı, onlarda profesör olacağını düşünürler. Üniversitede öğretim üyesi, gazetelerde köşe yazarı, ekranlardaki tartışma programların vazgeçilmezidirler. Üstelik her ekrana çıktığında, görüşünü açıklarken, diğerlerini küçümser bakışı altında ve bıraktığı kirli sakalının altına gizlediği gülümsemesi eşliğinde, AB kriterleri vb. laflar ile olaylara yorum getirirler. Onlar artık ‘bir bilendir’, muhalefet yapacakları yerine iktidar taraftarı gazetelerde ve ekranlarda görüşlerini yansıtanlardır!

Bir davaya bakarak turnusol kavramını kullanırlar, o davaya taraf olanlar ve olmayanlar! Taraf olanları da kategorize ederler, hayata hep kategorize ederek bakarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri küçümserler, demokrasi adı altında gelmekte olana alkış çırparlar. Demokrasi demek, olmuş olanı değil, olma ihtimali olanı mahkum etmek üzerine kuruludur. Bu durumda yeni liberal görüşün faşizan bir yansıması olduğunu kabul etmezler! En büyük demokratlar kendileridir. Bütün kültürler, diller, dinler kendisini ifade edebilmelidir. Fakat bu görüşleri savunurken, ifade edemeyenlerin bazıların haklarını göz ardı ederler. Başörtüsü üniversitelerde özgür olsun diye imza atanalar, Alevilerin çocuklarına yapılan asimilasyona karşı seslerini çıkarmazlar. Başörtüsünün özgürlüğü daha önceliklidir, Alevilerin istemlerinden. Çünkü aleviler iktidarda değildirler ve onların istemlerini dillendirmek onlara bir kapı açmayacaktır. Başörtüsüne özgürlük bildirisine imza atanların bir çoğu bir yerde danışmanlık gibi ekstra işlere kavuşmuşlardır! Çünkü devletin işleyişini yerine getiren hükümet ile aynı görüşü paylaşıyorlar! Kapı kulluğuna bir kez başladın mı, sonu yoktur. Kapı kullu olanlar her fırsatta kendilerinin kapı kulu değil, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yaptıklarını söylerler. Kapı kulluğunun öteki adı, demokrasi mücadelesi olmuştur!

Muhalif, en zor koşulda dahi kendisine yaşam alanı açıp, orada kendisini geliştirebilendir. Kapı kulu olma durumu değildir.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

“Yalanlar, gerçeği canlı tutar!”*

“Yalanlar, gerçeği canlı tutar!”*

Kelimeleri yan yana getirdiğinizde cümleler kurulur. Cümlelerin duruş şekli, kullanılan dile göre değişir. Cümlelerin oluşturmuş olduğu bütün ise ya kitap olur ya da makale. Sonuçta okuyana bir şeyleri anlatır. Okumayana ise sadece görüntü olur. Beyaz bir kağıdın üzerinde siyah leke gibi durur.

Kelimelerden oluşan dünya içinde, bir cümle insanı vurur. Hiçbir kelime, tek başına vurmaz, kelimeyi güçlü kılan cümlelerdir. Cümleye verilen anlamdır. Okuyan da o anlamı yakalamış ise, artık o cümle silahtan çıkan bir mermi görevini görür.

Bugünlerde, elimden düşürmediğim bir kitap var, o kitabın içinde, cümlelerin yaratmış olduğu dünya içinde, sağa sola savrulmaktayım. Fırtınalı bir havada, denizin ortasında duran bir kayığın içinde, suların beni denize çekeceği korkusu ile kayıkta tutunabildiğim herhangi bir şeye sarıldığım gibi bir duygu yaşıyorum. Dalgalar içinde olduğum kayığı birden yukarıya kaldırıyor, sonra aşağıya bırakıyor. O aşağıya düşüş sırasında oluşan hava boşluğu içinde hafiften bir başım dönüyor. Sonra etrafa bakıyorum, suların hırçınlığı içinde nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Boşluktayım. Boşluk, bir denizin ortasında. Kara yok, suların bıraktığı köpükler içindeyim. Bir yukarı, bir aşağıya, sonra sağa sola doğru savrulmalar. Kontrol edilebilen gücün ortadan kalkması gibi, kontrol dışındayım. Yerel söylem ile kaderim ile baş başayım, çizgim neyse onu yaşamak zorundayım! Kontrol dışında yol alıyoruz. Fırtına, bir dinse de rahat nefes alsak diyoruz. Kitabı okurken, fırtınanın yaratmış olduğu duyguları çağrıştıran bir dünya içinde olduğumu hissettim. Çünkü, her bir paragraf sonrası karşıma başka bir duvar çıkacak ve oraya vuracakmışım gibi hissediyorum. Her çarpışma bir savrulmayı yanında getiriyor. Her savrulma ise, duruş noktamı değiştiriyor ve olaylara başka bir göz ile bakmaya başlıyorum!

“Yalanlar, gerçeği canlı tutar!” cümlelerin sonunda oluşmuş, bağlantılı bir cümledir. Cümlenin başında okurken bu sonuca varacağını düşünmezsin ama vardığında ise, çarpışmanın hızını artık kontrol edemezsin. Duvar önündedir ve önceden oluşturulmuş olan duvar yıkılmaktadır. Çünkü, bugüne kadar öğrenmiş olduğun bütün doğrular, yalanlar üzerinde kurulu olduğunu ve orada duvarlar ile örülü olduğunu hissediyordun ama hissetmenin en kötü tarafı bir gün çarpışacağını bilmektir. Evet, çarpışma yaşam içinde kaçınılmazdır, hisler bir gün gerçekler ile çarpışır ve kişileri farkı duruş noktalarına taşır. Kişilerin düşündüğü noktada olmamasının en büyük sebebi, bu çarpışmaların sizi savurmasıdır!

Bugüne kadar, unutmak istediğimiz, görmek istemediğimiz ile yüzleşme yalanların sonlanması ile gerçekleşir. Yok saydığımız ve çarpıttığımız gerçekler, yalan gerçekler olarak yaşamaya çalışır, fakat yalan kelimesinin düşmesi sonucu, gerçek ortada durur! Yok sayılanlar, resmi tarih içinde yalanlar ile kendisini yaşatmıştır. Yalanlar, bir süreliğine gerçeğin üzerini örtebilir, fakat tarihin tozlu rafları arasından bir gün karşınıza çıkar ve o an yalan kelimesi düşer! Gerçek, tüm çıplaklığı ile karşınızdadır. ‘Anne bak, kral çıplak!’ diye bağıran çocuğun cesareti üzerinize yapışmıştır. O cesaret ile bütün duvarları yok sayarak bağırırsınız! Çocuk saflığı, dışarıdan gelecek tüm tehlikeleri yok sayar, korkmaz! Dikkat edin çocuk, korkuyu büyüdükçe öğrenir ve içselleştirir. O yüzden, büyükler, korkuların oluşturmuş olduğu duvarlar içinde genelde yalnızdır ve cesareti olmayandır.

Yalanlar, gerçeği canlı tutar, çünkü yalanlar olmasaydı bugünkü düzen olmazdı. Bugün yaşadığımız düzen, sistem yalanlar üzerine kuruludur, çünkü iktidarda kalmak için her yolu mubah görenler, yalan söylemek zorundadır. Geçmişin acı sahnelerini, zaferler ile donatarak yeni bir tarih yazanlar, yalanı bir silah olarak kullanmışlardır. Bugün yaşadığımız çağın tüm çelişkileri yaratılmış yalanların oluşturmuş olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.

Yaşanan ekonomik, siyasi krizlerin temelinde işte bu yalanlar ile gerçeklerin çatışması durur. Karun, zenginliğinin doruğunda olduğu gün ülkesini kaybetmiş ve belki dünyanın en fakir insanı olarak ölmüştür.

Bugün var olan düzenin daha uzun yaşaması için, yeni yalanlar uyduruluyor, her yalan bir gerçeğin üzerini örtmek için kullanılıyor. Gözlerimizin önünde gelişen olaylar bile, tarih sayfalarına yalan olarak yazılmaya devam ediliyor. Onlar, yalanlarını yazdıkları sürece de gerçekler yaşamaya devam edecektir. Yalan kelimesi düştüğünde, gerçek kelimesi tüm ihtişamı ile yerinde durmaya devam edecektir!

* Bombalamanın Tarihi, Sven Lindqvist, 159, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul 2009

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Bombalar…

Bombalar…

Bombaların tarihi eskidir, fakat günlük yaşantımıza girişi yenidir. Bombalar bir çağı kapatıp açmaya kadar etkisi büyük savaş araçları olmuştur. Fakat bombaları daha büyük tehlike olarak ortaya çıkaran havadan yeryüzüne bırakılan halini alması ile olmuştur.

İnsanoğlu uçmaya hep merak salmıştır, gökyüzünde özgürce kendisini boşluğa bırakması hayalini görmüştür, fakat bu düşünce yakın bir zaman dilimi içinde kavuşmuştur. Teknolojinin gelişimi ve bilimin insanlık amacı doğrultusunda kullanımı sonucu, insan bu büyük düşünü gerçekleştirmiştir. Düşünü gerçekleştirirken, yayılmacı duygularına da yeni bir araç eklemiş oldu. Gökyüzünü gezi ve taşıma amaçlı değil, savaş aracı olarak kullanacaktır.

1783 yılında balonların gökyüzüne doğru çıkışından kısa bir süre sonra, havadan aşağıya bırakılan bombaların kullanımı başlamıştır. Çünkü o güne kadar savaşlar hep karadan olmuş ve şehirler ona göre korunaklı yapılmıştır. Gökyüzüne karşı savunmasızdır. Gökyüzü ile buluşan insan savaşta üstün olmak için yeni bir kapı bulmuş oldu. O güne kadar gerçekleşmeyen bir savaş yöntemi, insanlığın hizmetine girmiştir. 1849 Avusturya Venedik savaşında, Avusturyalılar, küçük bombalarla doldurdukları kağıttan yapılmış ve sıcak havayla uçurulan balonları, rüzgarla Venedik üstüne gönderdiler. O zaman alınan haberlere göre, bu bombalar, maddi açıdan çok, manevi açıdan zararlı olmuştu. İlk olarak kullanılan bu yöntem büyük bir yankı uyandırmıştır. Orduların ve savaş çığırtkanlığını yapanların gözleri gökyüzüne doğru döndermiştir. Gelecek gökyüzüne yazılıyordu!

Bu korkunun yaratmış olduğu tepki ve daha sonra kullanılanlar üzerine 1899 La Haye konferansında yasaklandı. Çünkü gökyüzünden bırakılan bombalar masum insanların üzerine gidiyordu, o güne kadar görülmeyen bir sivil halk katliamı ile karşı karşıya kalınacağı görüldü. Bu yasak elbette bir süre sonra ortadan kaldıracak sebebi yaratacaktır. 1903'de Wright Kardeşler, ilk kez ağır bir araçla uçmayı başarınca, havacılık gelişmeye başladı ve 1907'de La Haye anlaşması iptal edildi. Ülkeler silah taşıyan uçakları geliştirmek için büyük yatırımlar yapmaya başlamıştır. Bu yarışın sonucu bir istila bahane edilerek kullanılmıştır.

Kuzey Afrika topraklarında en son parçaları kalan Türkleri oradan atıp, yayılmacı amacına hizmet etmek için İtalyanlar Libya üzerine doğru saldırıya geçmiştir. O topraklarda yeterli gücü bulunmayan Osmanlı imparatorluğunun fazla direniş göstermeden çekileceği kabul edilmiştir. Fakat Osmanlı içinde Enver paşa önderliğinde oluşturulan ve askerler tarafından geliştirilen Teşkilat-ı Mahsusa ilk eylemlerini ve direnişini İtalyanlara karşı geliştirecektir. Gönüllü birlikler ile halkı örgütleyenler göreceli olarak başarı sağlamlarına rağmen, İtalyanların düzenli ve üstün gücü karşısında boyun eğecektir, çünkü İstanbul’u daha fazla tehdit eden balkanlardan başlayan yeni bir ayaklanma ile karşı karşıya kalmıştır.

Yazımızı ilgilendiren tarafına baktığımızda bir ilk ile karşılaşırız. İlk uçak ile yapılan bombalama, 1 Kasım 1811 tarihinde İtalyan teğmeni Gavotti, İspanyol el bombalarından yapılmış, her biri 2 kg ağırlığındaki dört bombayı, Libya'daki Ayn Zara Türk kampına attı. Bu bilgiden anlaşılacağı üzerine ilk uçaktan atılan bomba Türklere karşı kullanılmıştır.

Mustafa Kemal, 3 Kasım günü Libya’ya ulaşmıştır ama bombaların etkisini gözlemlemiştir. (belki orada gördüğü dehşet görüntüler üzerine, ‘istikbal göklerdedir’ sözünü söylemiştir.) İtalyanlar masum ve savunmasız halkın üzerine bombaları bırakmıştır ama bu suçu hiçbir zamanda kabul etmemiştir. Bombalar savaşın kaderini değiştirecek konuma gelmiştir ve artık hiçbir yasa bu bombaları insanların üzerinde alıkoyamamıştır.

Birinci dünya savaşında başlayan uçaklardan bombalamalar, ikinci dünya savaşsı sırasında devam etmiş ve soğuk savaş döneminde de haklar üzerinde acımasız olarak kullanımına devam etmiştir. Soğuk savaşın bitimi ile uçaklardan atılan bombalar ve uçaklar o kadar geliştirilmiştir ki, bugün Afganistan’da yapılan savaşa insansız uçaklar savaşları aşağıya bırakmaktadır. Amerika’dan yönetilen bu uçaklarda artık insan yoktur. Bilgisayarda oyun oynar gibi savaş bir bürodan yönetilmektedir. Savaşı görmeyen kumanda odasındaki kişi, hiç gitmediği ve tanımadığı insanları öldürmekten dolayı suçluluk duygusu bile duymamaktadır.

Uçaklar bombasız halinde bile silah olarak kullanılabileceğini ikiz kulelerin yerle bir edildiğinde göstermiştir. İçinde hiç bomba olmadan dahi uçaklar savunmasız ve korumasız insanların üzerinde ölüm topuna rahat bir şekilde dönebilmektedir.

Savaş yeni araçlarını hep geliştirecek ki, ülkeler bir başkası üzerinde üstünlüğünü ilan edebilsin, fakat bütün geliştirilen bu savaş araçlarına rağmen dünyayı hükmedenler tarih içinde var olmuşlar ve sonra yok olmuşlardır. Çünkü gelişim sonsuzdur ve bu sonsuzluk içinde insan önce yıkımı ve yok etmeyi geliştirmiştir.

17 Mayıs 2009 Pazar

Gelecek değişimdir!

Gelecek değişimdir!

“Gelecek, geçmiş kadar değişmez şekilde önümüzde duruyor.” *

Gelecek değişmez mi? Değişim doğa yasasında olmasına rağmen, neden bir çok insan kutsal kitapların indiği çağda yaşamaya devam ediyor, neden kutsal kitaplara bakarak geleceği yorumluyorlar?

Değişim, geçmişte olamayacağına göre diye önyargımız vardır, fakat zaman içinde geçmişinde değiştiğine şahit oluyoruz, bunun en çıplak kanıtları resmi tarihler değil midir? Değişim, hem geçmişte, hem de gelecekte oluyor! Gerçekten, değişimin olmadığı bir zaman diliminde yaşamış olduğunu farz etsek, zamanın durmuş olduğunu peşinen kabul etmemiz gereklidir. Zaman durmadığına göre, değişimde durmamıştır. Fakat, değişime direnç hep var olmuştur. Günümüz dünyasında, ortaçağı yaşayanları görüyorum caddeler üzerinde. Zaman zaman kıyafetleri, dünyaya bakışları ile bir ortaçağa doğru yolculuk yapıyor gibiyim. Ne garip tesadüftür ki, caddeleri süsleyen camekanlarda ise gelecek durmaktadır. Kıyafetler mankenlerin üzerinde, ışıkların dansı eşliğinde camekanda duruyor. Caddede yaşam ile camekanda ki yaşam arasında oluşan büyük uçurum gözlerimin önünde akıyor. Zaman durdurulamayacağına göre, değişimde bir gerçek olarak durmaktadır.

Gelecek, geçmiş kadar değişmez şekilde önümüzde duruyor derken, geçmişin kutsal kitaplarda yazdığı gibi durduğunu kabul ederiz, çünkü kutsal kitaplar geleceği de değişmez yapar ve bizi bekleyenler kitapların şifreleri arasında durur! Bu şifreleri çözmek için her dinden alimler çıkmış ve şifrelere ulaşılmaya çalışılmıştır. Kutsal kitaplar hata yapmaz ve değiştirilemez.

Geleceğin değişmeyeceğini ya da geleceğin kurgulandığı gibi akacağını kabul etmekte imkansızdır, çünkü geleceği planlayanların tahminlerinin çoğunu tarih yok etmiştir. Hiç yıkılmayacak gibi duran büyük devletler, tarihin karanlık sayfalarında keşfedilmeyi bekliyorlar. Kurgulanmış gelecek yoktur, o yüzden geçmiş kadar sonuç itibari ile değişmez değildir.

Bugün, her türlü baskıyı insanların üzerine yıkan rejimlerde, zaman içinde yok olacaktır. Günlük yaşantımızın ayrılmaz liderleri bile, zaman içinde yerlerini başkalarına bırakacaktır. Doğal olarak, geçmişin değişimi durduran peygamberleri gelecekte yaşamayacaktır. Bugünün global imparatorları ve imparatorlukları gelecekte yok olacaktır, her ne kadar karanlık günlük yaşantımıza hükmetse de!

Gelecek, umut demektir, umudun olduğu yerde her zaman güneş ışığı ile buluşacak fidanlar gökyüzüne doğru uzanmaya devam edecektir.

Bugün yaşadığımız şehirleri betonlar ile kapladık, geçmişte taşlar ve mermerler ile kaplanmıştı. Geçmişin şehirleri şimdi toprak altında keşfedilmeyi bekliyor, bugünün betonları gelecekte toprak altına büyük olasılıkla olacağı gibi.

“Gelecek, geçmiş kadar değişmez şekilde önümüzde duruyor.”

* (The Last Day H. Clarkson, Bombalamanın Tarihi Sven Lindqvist, Çev. Selahattin Çelik, 301,Yeni İnsan Yayınevi)