30 Mayıs 2009 Cumartesi

AKP tarafından organize edilen Alevi ‘çalıştayı’ üzerine…

AKP tarafından organize edilen Alevi ‘çalıştayı’ üzerine…

Aleviler üzerine yazılar yazmamaya çalışıyorum, fakat aleviler adına hareket edenlerin çıkarcı davranışları ve her duruma göre renk değiştirmesi üzerine kalem de yerinde durmuyor, çünkü haksızlığa karşı gelmek alevi inancının içinde yer alan bir duruştur.

AKP iktidarı döneminde, AKP tarafından organize edilen ve ‘alevi açılımı’ içinde yer alan bir çok etkinlik oldu. Bu etkinliklere bir bölüm alevi katılırken, bir bölümü bunu protesto etti. Protesto edenlerde, katılanlarda kendilerince haklılık paydalarını kamuya duyurdular. Bir duruş sergilediler. Alevi örgütlenmelerinde ve diğer örgütlenmelerde önemli olan duruşunu koruyabilmektir. Yoksa ciddiye alınmazlar, duruş değiştirenler ve her renge giren örgütlerden kaçı ayakta kaldı bugüne kadar?

Bazı örgütler ve örgütleri temsil edenlerin açıklamaları ve yazdıkları önemlidir. Dün ne yazdığına ve nasıl durduğuna bakılır. Sonra, davranışları dikkatlice incelenir. Şehirleşen Alevilik geçiş sürecini yaşamaktadır, bu sürecin bir çok hataları olması kadar doğal bir şey olmaz, çünkü alevi inancı duruşu itibari ile heterojendir, bir çok değişik davranış özelliği gösterebilir. Bu zaman içinde mücadele içinde biçimlenecek ve yoğrulacaktır. Bu bileşenler belki ileride ayrı kollar olarak kendilerini ifade edeceklerdir. Çünkü homojenleşme sürecinde bu tip ayrılıkların olması kadar doğal bir şey yoktur.

Alevileri temsil ettiğini söyleyen AABF, yayın organı Alevilerin Sesi dergisi eski genel yayın yönetmeni, YOL TV genel yayın yönetmenliğini yapmış ve Alevilik konusunda yıllardır Birgün Gazetesinde köşe yazısı yazan Necdet Saraç, 30 Mayıs 2009 tarihinde kaleme aldığı yazısında, kendisi ve geçmişi ile çeliştiğini görmekteyiz. O yazıda AKP tarafından organize edilen bir etkinliğe sahiplenmek vardır. Bu yapılan etkinlik güya kendilerinin mücadelesi sonucu olmaktadır. AKP içinde yer alan ve AKP ile diyaloglarını canlı tutan aleviler adına mı konuşuyor? Yoksa muhalif özelliğini gösteren ABF ve Pir Sultan Abdal dernekleri adına mı? Nasıl bir mücadele yaptılar da, AKP ile aynı çatı altında toplanma kararı aldılar?

3 Haziran’da yapılacak olan toplantıya kimler katılmaktadır, ne amaçlanmaktadır? Başbakanlık Alevi Açılımı Koordinatörü Necdet Subaşı; “Benim toplantılardaki rolüm moderatörlük. Ama genel irade hükümet tarafından şekillendirilecek.” demektedir. AKP görüşlerini ortaya koymuştur, Aleviliğe nasıl baktığını saklamıyor, bu kurultayda ikna kurultayı olacaksa, kim ya da kimler ikna edilecektir?

Geçmişte muharrem orucu nedeniyle yapılan yemeğe katılmayı ret edenler, katılanları düşkün ilan edenler bu konuda yapılacak etkinliğe katılırken hangi gerekçeleri ortaya getireceklerdir. Muharrem sohbetleri zamanı içinde, AKP yemeğine katılanlar Aleviliği, İslam dini içinde bir mezhep olarak gördüğünü ilan etmişlerdir. Bugüne kadar Alevilik mezhep değil, inançtır diyenler nasıl oluyor da, yapılan etkinliği büyük başarı olarak görüyor. Benim bilmediğim son dönemde alevi yürüyüşü mü oldu, protestosu mu oldu da AKP durduk yere bu etkinlik yaparak aleviler ile kucaklaşmaya kalkıyor? (Alevilik, AB ve ABD istekleri sonucu mu kucaklanıyor? Onların istekleri başarı olarak gösterilemez!)

AKP, yıllardır AKP Milletvekili Çamuroğlu tarafından biçimlendirilen ‘Alevi Açılımı’ içindedir. Kendi bakış açıları içinde ‘alevi sorunu’na bir çözüm aramaktalar. Bu çözüm arayışına yeni katlımlar mı sağlamaktadır? Nedir bu, durduk yere AKP etkinliği Alevilerin başarısı olarak sunulması?

Aleviler, Türkiye topraklarında kendilerini ortaya koymuşlardır ve hakları için demokratik yoldan mücadeleye devam etmekteler. Bu mücadele yöntemleri örgütlerin dünyaya bakış açıları ile orantılı olarak sürmektedir.

Yazıdan anladığım kadarı ile yazar, duruş ve mücadele yöntemi konusunda büyük bir değişim yaşamaktadır. Girdiği bu yolda kimleri temsil ettiğini ise zaman gösterecektir. Bir mücadelede duruş çok önemlidir, eğer duruş sürekli zemin değiştiriyorsa, orada başka şeylere bakmakta fayda vardır.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Kurumlar yalan söylerse, cemaat ne yapar?

Kurumlar yalan söylerse, cemaat ne yapar?

Kurumlar yalan söylerse, cemaat ne yapar diye soruyu içimden geçiriyorum kaç gündür. Çünkü kurumlar kendi üyelerine her türlü yalanı, işler yolunda gidiyormuş gibi göstererek kendi varlık sebebini açıklamaya çalışıyorlar. Kurumlar üyeler olmadan olmaz.

Kurumlar, para girişi olmadan da var olamazlar. Parasız kurum olmaz, çünkü her türlü işleyiş ve ilişki para üzerine kuruludur. Para kurumun yaşaması ve var olması için en gerekli maddiyattır. Maddiyatın yanında maneviyat vardır, ki bu maneviyat duyguları sayesinde maddi alt yapı oluşturulur.

Maddiyat oluşturmak için her türlü yolu mubah sayılır, bu mubah yollar içinde her türlü araç kullanılmaktadır. Çünkü kurumlar yılsonu bütçelerini denkleştirmek ve açıklarının nedeni açıklamak zorundadır. Fakat, kurum açıkları, kurumu yönetenlerin yanlış kararları sonucunda oluşmuş ise ve bu yanlış kararlar kişisel duygular ile görmezden gelinerek yok sayılmış ve maddi alt yapı denk olarak kabul edilmiş ise, ileride olacak olan veya olmuş olan açıkları açıklamada zorluklar olur. Bu zorlukları ortadan kaldırmak için, kurumun amaçları dışında maddi getiri olan alanlar cazip gelir.

Kurum, varlık sebebi bir maneviyatı kullanır. Maneviyatı besleyen ise, kurumun yaptığı çalışmalardır. Kurumun çalışmaları ise maddi zemin üzerinde kurulur. Maddi zemini zayıf kurumlar ise amaçları dışında başkalarının çıkarları yönünde özveride bulunabilir. Kurumun amaçlarında olmayan nedenler sırf maddi gelir için kabul görülür ve bir başka kurumun destek değneği olabilir. Ya da başka bir alanda gerekçelenme olarak kullanılabilir.

Örneğin, Almanya devleti gereği gördüğü kurumlara yardım yapar, bu yardımlar sayesinde o kurum kontrol altında tutulur. Gerekli gördüğünde o kurumum incelemeye alır. Zaten yardımlar ile kendisine bağladığı kurumu istediği an, kendi amacı yönünde yönlendirir. Eğer o kurum, kendi amacına uygun karar almaz ve kontrol dışı hareket ederse, o durumda o kurum hakkında daha önce elinde olan deliler ile ıslah edilir. Bu konuda en iyi örnek Milli Görüş olayıdır. Almanya’da ‘Şeyhülislam Makamı’ Milli Görüş denetiminde olmuştur. Bugün bu kurum gözden düşmüş ve yeni yapılanmaya gitmektedir. Deniz Feneri davası ve gelişmeler Avrupa içinde yeni arayışları ortaya çıkarmıştır. Bu zaman dilimi içinde İslam içinde görülen başka bir yapı dikkat çekmiş ve o yapı kendi özgün durumundan çıkarak devletten bir çok teşvik alan projelere imza atmaya başlamıştır. Alman devleti, kontrol etmek istediğini teşvikler ile kendisine bağlar.

Bu projeler sayesinde ileride kendisine aynı konularda başvuracaklarında önünü kapatmaktadır, çünkü verdim, denendi ve başarılı olmadı denilecektir. Kendisini için küçük, verdiği kurum için büyük bütçeler ile kendisine bağlı ya da kontrol altında tuttuğu bir kurumun elini kolunu bağlarken, daha sonra ne yapacaklarını önceden bilmesini de sağlayacaktır. Bu projeler karşılıklı çıkarlar söz konusundur. İki taraf gönüllü ve isteklidir bu projelerde. Gönüllü birliktelikler karşılıklı kısa dönem çıkarlar içinde geçerlidir, çünkü her oluşacak yeni ortamda bağlayıcılık özelliği yoktur. Her an sonlanabilir. Bu sonlandırma işi elbette parası olan lehindedir.

Bugünlerde adını anmadığım kurum değişik projeler almaktadır, bu projeler adına Türkiye’ye gelmekteler. Gerçekleşme imkanı olmayan ve bir eyalet uyum bakanlığı tarafından onaylanan proje için, Türkiye’nin üç büyük şehrinde bir proje yönetilmeye kalkılıyor. Almanya genelini ilgilendirmeyen bir proje neden yurt dışında denenmek istenmektedir, burada amaç nedir? Bu projeyi yöneten kurumun daha önce hangi projelere adım atmıştır, medya içindeki duruşu nedir? Kurumun yaşayabilmek için yaratılan araçlar nelerdir? Uygulamaya koydukları projelerin başarı şansı olmadığı halde neden bu projeyi abartarak kendi üyelerine duyurmuşlardır? Bir köşe yazısı içinde kısa başlıklar ile değindiğim konular zaman içinde daha ayrıntılı ve somut isimler ile açıklanacaktır.

Almanya’nın hedeflerine ve amaçları yönünde hareket edenler kimlerdir? Bugün bu sorunun cevabı soyuttur, fakat bu soyut olması somut olmayacağı anlamını çıkaramayız! Çünkü yeni bir 'deniz feneri' olayını başka bir kurum üzerinde yaşanmakta mıdır? Bütün bu sorular yanıtları zaman içinde kamuoyu önüne serilecektir. Fakat henüz erkendir.

Kurum baştan belirttiğim gibi manevi ihtiyaçların organize edilmesi ve o maneviyatın yaşatılması amacı ile kurulmuştur. Bugün kuruluş aşamasındaki naif duruş ortadan kalkmıştır. Bugün yaşanların ortaya serilmesi an meselesi olduğunu hatırlatmakta yarar var sanırım…

26 Mayıs 2009 Salı

Su özgürdür, hapsedilmez!

Su özgürdür, hapsedilmez!

Su en basit tanımlamayla H2O olarak biliriz. Bu kimyasal formülün yanında bizim için can damarı olduğunu da biliriz. İnsan vücudunun önemli bir bölümü su ile doludur. Sadece insan vücudu mu? Elbette hayır! Dünyamızın önemli bölümü sular içindedir.

Su dünyayı biçimlendiriyor, yaşamı biçimlendiriyor. Hayatın yolunu açıyor, çünkü su olmasaydı hayat olmayacaktı! İlk canlılar su içinde oluştu, karaya sudan çıktıklarında, canlılar suyun hemen kanarında konumlandılar. Su canlıların dünyaya yayılmasını da sağladı. Su nerede varsa orada yaşam vardır.

Su, ilk ticaretin yolu da oldu. İlk yerleşim yerleri ya su üzerinde kuruldu (ki kuyular bunu gösterir) ya da su kenarlarındadır. İlk şehir, ticari kaygılar yüzünden kurulmuştur, savaş yüzünden değil! Su olmadan ticaret olur mu? Elbette olmaz, çünkü su hem ticaretin yolunu açar, hem de yönünü belirler. Hem de sağlık için insana şifa veren kapılacakların yolunu da acil olarak çizer!

Kutsal kitaplar su kenarında bulunan yerlere iner ve insanlar ile buluşur. Su olmayan yerde kutsallıkta olmaz, çünkü sunaklar su kabı şeklindedir. Kutsallıklarına inanılan yerlerin hemen yakınlarında zemzem suyu olması tesadüfi değildir. Her inancın zemzem suyu vardır. Arkeologlar bilir, bir yerde sunak varsa, orada suyun içinde duracağı kapta vardır. Her arkeolojik çalışmada su kabı bulunur.

İlk insanların yaptıkları aletlere bakın, suyu tutucu özellikleri vardır. Bugün çok rahat kullandığımız tencere, bardaklar, kaşıklar gibi günlük yaşantımızdan vazgeçemediklerimizin hepsi suyu tutmak içindir. Su insanın ilk adımında vardı, son adımında var olacak mı bilemiyorum!

Su sonsuz kaynak değildir, insanın dünyaya yayılması ile birlikte suyunda kirlenme süreci hızlandı ama son sanayi devrimi ile birlikte bu süreç ışık hızını aldı. Işık hızı ile birlikte önlemlerde alınmaya çalışıldı ama yeterli olmadı, çünkü insanın hızı ışık hızına yetişemedi! Sonsuz gibi görülen suyun kirlenmesine önceleri önemsemeyenler, su bulamadıklarında işin vahameti boyutu ile yüzleşmiş oldular. Sanayi devrimi olan yerlerde kirlenme ile, sanayi devrimi olmayan yerlerdeki kirlenmeler arasında niceliksel olarak büyük farklılıklar gösterir oldu. Sanayi devrimin olduğu yerlerde yer altı, yerüstü bütün sular kimyasal parçacıkların cirit attığı bir alan oldu! Kirlettiğimizi temizlemek için kolları sıvarken, temiz suyun olduğu yerlerden su taşıması da bu şekilde ortaya çıktı. Su alınıp satılan bir metaya dönüşmüş oldu. Derelerde akan su, şişelendi. Şişelenen suyun üzerine global markalar basıldı. Global olarak suyun taşıması yaygınlaştı ve belirli markaları dünyanın her yerinde görmek şaşırtıcı olmaktan çıktı.

Su o kadar önemlidir ki, insan teknoloji devrimi için ilk enerjisini sudan aldı. Barajlar kurdu. Barajlarda suyun gücünden elde ettiği elektrik ile şehirleri aydınlattı, fabrikada çarkı dönderdi. Fakat bu barajların ekolojik dengeyi yok ettiğini ve yeni bir denge ile karşılaştığında önce şaşırdı, sonra kaybolan canlıları görmezden geldi. Çünkü enerji, devrim için gerekliydi. İnsanın doğa ile savaşının en büyük silahıydı. Su silah olarak kullanımı eski olmasına rağmen, doğaya karşı zaferini de ilan ederken suyun enerjik özelliğini ve kontrol edilebilirliğini keşfetti. İnsan doğa karşısındaki savaşı sırasında kontrol edebildiklerini kontrol etmişti, edemediklerini yok etmiştir. Kontrol edebildiklerini ise; dönüştürmüşlerdir, değiştirmişlerdir. İnsan, hayvanlardan bitkilere kadar her şeyi değiştirmiş ama suyu istediği gibi kontrol edememiştir. Çünkü su kalıba girmesine, her ortamın biçimini alasına rağmen, kendi özgürlüğüne önem verir, en ufak bir açık gördün mü özgürlüğüne akar gider.

Son söz olarak su, özgürdür ve hapsedilemez! Hapsettiklerini sananlar büyük yanılgı içinde olduklarını yıllar içinde görmüşlerdir, çünkü su bir yolunu bulur çıkar ama çıkarken de hapsedildiği kabı da öyle bir dağıtır ki, bulan arkeologlara aşk olsun denir!