13 Haziran 2009 Cumartesi

Bahar temizliği!

Bahar temizliği!

Bahar temizliği vardı eskiden, kıştan çıkınca her evde bir telaş, bir telaş olurdu. Mahalle sokakları sanki su ile yıkanırdı. Bahar temizliği, şehir yaşamı içinde yok oldu gitti!

Bahar temizliği vardı eskiden, çünkü soba vardı. Soba üzerinde kavrulan kestanelerinde tadı yok oldu. Çünkü bahar demek, kış boyunca sobadan çıkan dumandan bir anlamda evi arındırmaktı. Ne eski sobalar kaldı, ne de kestane.

Bahar temizliği vardı eskiden, içe kapanık düşünceden sıyrılmak için gökyüzünde parıldayan güneşi görmek demekti. Bahar demek, Newroz demekti, kimileri için Hıdır ile İlyas demekti. Bazıları ise Hızır’ın gelişi olarak görürdü… Bahar, bu geleneklerin bıraktığı umudu taşımak demekti.

Bahar temizliği, geçmişin kirlerini sokağa atmak demekti. Sokaklara atılan kirlerde, yıkanan halıların ve kilimlerin suyu ile kanala doğru yol alması demekti.

Bahar temizliği imece ruhun yaşanması anlamına gelirdi, komşular el eder, gönül korlardı ve birlikte yaparlardı. Badana yapılacaksa, mahallenin delikanlıları gelir, bir çırpıda evde ne var ne yok bahçeye taşınır, sonra badanalar için kireçler hazırlanır ve bir türkü tutturulurdu, fırından gelen pide kokusu eşliğinde.

Bahar temizliği, aynı zamanda komşuların birbirine kahve sunması ve koyu bir muhabbet demekti…

Baharın geldiğini açılan pencerelerden, çırpınan halılardan anlaşılırdı. Bahar demek telaş demekti, çocuk seslerinin sokağa kavuşması anlamına gelirdi. Toplar alınır, sokakta futbol karşılaşmaları başta olmak üzere, kız erkelerin karıştığı oyunlara dönerdi. Bir de hava kararmaya görsün, saklambacın keyfine diyecek olmazdı! Çocuklar saklambaç oynar, titrek ışık altında çocukların büyükleri sohbet ederdi.

Bahar demek, geleneklere bir kez daha sarılmak demekti, kimi hayır duası eder, kimi ölmüş büyüklerinin kabristanına giderdi. Bahar orada da hissettirilirdi. Çiçekler ekilir, sulanır, dualar edilir, sonra o hüznü dağıtan mahalleye geliş olurdu. Ölüm ile yaşamın bir çizgide ayrılmasını her bahar hissedilirdi. O yüzden yaşama daha çok sarılır, komşuluklar, akrabalıklar daha çok önemsenirdi. Uzakta olana bir mektup yazılırdı, okuma yazma bilmeyenler torunlarını yanlarına çağırır, onlar söyler, torun yazardı.

Bahar temizliği ruhun temizlenmesidir bir anlamda. Kışın çamurun ve karından sonra açılan bir kardelendir. Her çiçeğe verilen su gibi, komşuların ve sevdiklerin sesi kulaklara fısıldanırdı.

Bahar temizliği demek, güzelliklere açılan kucak demektir.

Bahar temizliği aynı zamanda yalancıların başka diyarlara doğru yol alması demektir, çünkü o yalancıların mazereti kalmaz, yollar açıktır. Toplum kendi içinde temizliğini de yapar. Bahar temizliği yeniye açılan kapıdır, güneşin evleri ısıtmaya başladığı günlerdir. Güneşin girdiği yerde parazitlerin ortaya çıkardığı hastalıkta yok olur gider!

11 Haziran 2009 Perşembe

Asaf’ın sesi, küllerin arasından geliyor…

Asaf’ın sesi, küllerin arasından geliyor…

Asaf Koçak, 1958 yılında Yozgat’ın Yerköy ilçesinde doğmuş. Fakat resmi kayıtlara 1959 Kırşehir doğumlu olarak gecmiş. Babası Hese Tekşin ve annesi Afe Mome Şexbilan aşiretine bağlı Mahmutlu köyünden Yerköy'e göç etmişlerdi. Asaf Koçak 6 çocuktan 5. si olarak Yerköy'de dünyaya gelmişti. O ötekiydi, öteki olmanın tüm sorunlarını çocukluğundan beri yaşıyordu. İsyankardı, isyanı çizgiye yansıtmıştı. Ötekiydi, durduğu yerden sorunların çelişkilerini çizgilerine yansıtıyordu.
Kırşehir Eğitim Enstitüsünü bitirmişti. Sırtına fırçasını vurup, çocuklara eğitimi vermek için öğretmenlik yaptı. Adıyaman da öğretmenlik yaparken göç yolu bir kez daha kendisini dürtmüştü ve öğretmenliği geride bırakarak, karikatürist olarak yaşamak için Ankara yoluna kendisini vurmuştu. Ankara’da Karakare dergisinde işe başladı ve orada derginin bir çok alanından sorumlu olarak görev yaptı. Orada hayal kırıklığı, sevinci yaşadı. Yeni dostluklar kurdu. İlk sergisini Hacıbektaş’ta açmıştı, Hacıbektaş onun için önemliydi, ve oradan Yunus gibi nefes aldığına inanıyordu. İstifasından sonrada Hacıbektaş’a uğramış, sonra yolunu Ankara’ya döndermişti. Karakare dergisinde albümünü yayınlandı ama kitap olarak piyasaya sunulamadı. Onun bir albümü dergi sayfalarına ek olarak kaldı.

6 kişisel sergi açtı. Ondörtyılı bulan karikatür çizme yaşantısı boyunca karikatürleri Sorun, Yapıt, Yeni Olgu, Türkiye Yazıları, 2000e doğru, Bilim ve Sanat, Yarın, Edebiyat 81, Cumhuriyet, Günaydın ve Yeni Çuval… gibi dergi ve gazetelerde karikatürleri yayınlandı.
Yunus Nadi ödül yarışmasında Mansiyon, TMMOB Denizli temsilciliğinin düzenlediği karikatür yarışmasında başarı ödülleri kazandı.

Asaf Ankara ilk geldiği günü anımsarım. Karekare dergisinde karikatür çizerek yaşamayı planlıyordu. Asaf umudunu bohçasına koymuş, Ankara’ya gelmişti. Ankara onun nefes almasını sağlayan önemli bir merkezdi. Karekare dergisi çıkarılırken, Şener Şen’inin Züğürt Ağa filmi gösterime girmişti. O filmi görür görmez, müthiş bir heyecan ile gelip bizim ile paylaşmasını ve röportaj için İstanbul’a uçarcasına gidişini gözlerimin önünden gitmez. O heyecanını saklayamayan güzel gülen dostumdu, hep o gülümsemesi olarak benliğimde yerini koruyacak.
Pir Sultan Abdal dergisinin kapak karikatür çizimlerini, Özgür Gelecek dergisinin görsel danışmanlığı yaptı. Ölmeden önce Cumhuriyet gazetesinde karikatürleri yayınlanıyordu. Son sergisinde yapmış olduğu deve kuşu heykeli satılmış, onun parası ile kirasını ödemişti. Çok sevinçliydi, o kadar zorluktan sonra Ankara’da para kazanacak konuma gelmişti. Onun son anına kadar yanında olanların anlatımları geride kaldı, bir de son dakikaya kadar Cumhuriyet Gazetesine geçtiği haber. Ankara merkezi aradığı ve orada gördüklerini anlatıyordu. Son anına kadar kurtulacağını düşündü, son anını haber yapamadı, geriye parmağında yanık izi kaldı.

Temmuz ayının sıcaklığı Ankara caddesine vurmuştu, onu en son Yüksel sokağı girişinde, Mülkiyeliler bahçesinin köşesinde görmüştüm. Yıllar sonra karşılaşmıştık. Sakalının altından yansıyan gülümsemesi yüzündeydi, ayrılmamış gibi candan ve yürekten gülümsemişti. Mülkiyeliler Birliği bahçesinde şiir ve karikatür sohbetlerinde Adnan Yücel, Asaf Koçak ve benim oturduğum masayı gözlerim aradı. Adnan büyük şairdi, şiiri karikatüre en yakın sanat olarak görürdü, Asaf iyi bir çizerdi, karikatür şiirin kağıda iz bulması olarak görürdü. Birde bizim masadan hiç ayrılmayan sivil polis vardı, garip garip suratlarımıza bakar, anlamaya çalışırdı, bu adamlar ne diyor diyerek. Kısa bir andı, kısa bir anın geçmişe yolculuğa çıkaracağını düşünemezdik. Sivas dönüşü görüşmek umuduyla ayrıldık. Hava sıcaktı, Asaf’da bir telaş vardı. Şair dostumuz, bizim barış gönüllüsü arkadaşımız Doktor Behçet Aysan ile buluşacaktı, selam gönderdim. Geriye Asaf’ın gülümsemesi kaldı, bir de Behçet’in dizeleri…

“ve güneş çaldı kapımı kapımı çaldı güneş.gerisini biliyorsunuz. “
Behçet AYSAN


2 Temmuz 1993’te gerici güçlerce Sivas Madımak Oteli’nde katledilen 37 kişiden biri olan karikatürist Asaf Koçak, aramızdan ayrıldığında 35 yaşındaydı.

Yol TV kurulur, sonra ne olunacağına karar verilir!

Yol TV kurulur, sonra ne olunacağına karar verilir!

Yol TV, AABF (Avrupa Alevi Bektaşi Federasyonu) binasında kuruldu. Eski Köln Alevi Kültür Merkezinin yerinde. O dernek oradan çıkarıldı ve YOL TV oraya yerleştirilmeye çalışıldı. Yola çıkıldı, sonra yolda her şey düzenlenmeye çalışıldı.

Federasyon binasının altına kurularak bir mesaj verilmek istenmişti, o mesaj doğru algılandı ki, bir çok Alevi işadamı Avrupa’nın değişik yerlerinden ortak oluverdiler. Ortaklık çağrıları teve ekranından akmaya devam ediyordu. Ortak bulmak için değişik toplantılar yapılıyor, toplantılara alevi işadamları davet ediliyordu. Çağdaş, laik ve özgür bir gelecek için yola çıkılıyordu ve tanıtım klipleri ortak olmaya davet ediyordu.

Türkiye’nin aydınlık yüzü olmayı hedefleniyordu. Güzel bir hedef koymuşlardı. Solun birliğini, Alevilerin sorunlarını gündeme taşıyacağını güzel cümleler eşliğinde sunuyordu. Ekran klipler eşliğinde, seyircisi ile buluşuyordu. Su TV’den ayrılan bir grup daha tecrübeli olarak yola çıkmıştı.

İsveç’den de ortak bulmuştu. Bir süpermarket sahibi Yol TV’ye ortak olmuştu. Ortaklar toplantısının orada olmasını arzulamıştı. Aynı zaman dilimi içine gelen günlerde ise, çocuğunun düğünü vardı. Hem düğüne gidilmiş, hem de ortaklar arasında bir yol haritası çıkarılacaktı. Doğal olarak kısıtlı imkanlar içinde başlayan TV çalışanları bu olaya duyarsız kalamazdı, daha doğrusu YOL TV yönetimi zorunlu görmüştü ve oradan yayın yapılacaktı. Toplantı izleyiciye sunularak, nasıl güçlü geldiklerini kamuoyuna göstermek istiyorlardı. Bu sayede ‘yol’ yolda aydınlanacaktı. Çalışanlar, yayın için gerekli ekipmanları alarak yola çıktılar ve verilen adrese vardılar. Oraya toplantının yayını ve çekimi için gitmişlerdi. Çekim yapıldıktan sonra geri dönemleri gerekliydi. İş yolculuğu önceden planlandığı gibi yapıldı. Fakat orada onları başka bir sürpriz bekliyordu, çünkü o iş adamının düğünü için başka ülkeye geçilmiş ve düğün bu giden TV çalışanları tarafından çekilmişti. Yolun başında bir farklı yol açılıyordu. Paraya ihtiyaç vardı ve onun için hoşgörü ile yaklaşılmışdı. ‘TV bizimdi, bizim düğünü çekmeyecekte neyi çekecekti?’ diye düşünmüşlerdi büyük ihtimalle. Ortaktı ve ortaklığın gereği sahiplenme duygusu ortaya bu sahneye çıkarmıştı.

İlk başlangıçta olur böyle şeyler, büyük kanallar bile patronlarının her soluğunu çekmiyor muydu? Ortak olduğuna göre, aynı zamanda sahibiydi TV’nin. TV sahibi izleyici değil, parayı verendi. Parayı kim verdiyse ona hizmet etmesi doğaldı. Her kapıyı para açar, düğüne bile TV ekibi getirtilir çekim yaptırılırdı. Gerçi, o günkü olanaklar eğer uygun olsaydı belki canlı bile yayınlatılırdı. (Bunun örneğini diğer alevi kanallarında gördük! Para için canlı düğün yayınlanır, gerçi bunun için ayrı bir kanal mevcuttu ama ortağı olduğu kanaldan yayınlatmak ayrı bir duygu ve memlekette tanıdıklara güzel bir mesajdı!)

Düğün konusu alay konusu olmasına rağmen, artık iş işten geçmişti. Çekim yapılmış ve geri dönüş olmuştu. Fakat, zaman içinde başka bir gerçeklik ile karşı karşıya kalınacaktı. Büyük ortakların firmalarının reklamları ekranda dönmeye başladı. Bu sayede reklam alınabileceği izleyiciye sunulmuş oldu. Çünkü ekranın tek geliri vardır, reklamlar, eğer arkada bir devlet kurumu yok ise. Devlet kanalı olmadığına göre, elbette YOL TV reklam alacaktı ve aldı da!

Reklamlar öncelik ile yakında olandan alınır. Etnik TV’lerin daha başka büyük dezavantajı vardır, daha geniş kesime seslenemedikleri için, etnik pazardan kendisini geçindirmek zorundadır. Baştan pazar alanını ve seyircisini kısıtlamış durumdadır. Bu kıt imkanlar içinde yayın en az çalışanı ile seyircisi ile buluşmaya devam ediyordu. Ortaklar içinde işçiden tutun, bilim adamlarına kadar geniş bir alevi kesimi olmaya başladı. Paralar toplandıkça TV yönetimi rahat bir nefes alarak, kafalarındaki TV’yi yaratmaya çalışıyorlardı.

İlk haftalar içinde TV ortakların mı, yoksa alevi kurumların mı olduğu tartışması yaşandı. Eğer kara geçecek bir kurum olursa, bu durumda ortaklara nasıl bir pay dağıtım yapılacağı konuları zaman içinde tartışılmaya başlanmıştı. O dönemde yönetimin başında olan Hıdır Temel çalışanlara bu kanal Alevilerin değil, ortakların ve kişilerin olduğu bilgisini veriyordu. Fakat başka tarafta başka tartışmalar oluyordu ve ortaklar Fransa’da yapılan bir toplantı ile bu kanalın Alevilerin kanalı olduğunu açıklamışlardı. O toplantı görüntüleri de ekrandan yansıyacaktı elbette. Her şey şeffaf ve kamuoyu önünde olmalıydı.

Alevilerin kanalı vardı ve bu kanal AABF çatısı altındaydı. Diğer kanallardan farklı olarak örgütlenmeye ve örgüte doğru mesajlar veriliyordu ve yapılan etkinlikler canlı ya da banttan yayınlanıyordu. Kanalda bu arada reklamlar dönmeye başlamış ve reklamlar büyük ortakların işletmeleriydi. Reklam ücretleri alınmıyordu, çünkü onlar büyük ortaktı ve doğal olarak ekrandan onların reklamları olması gerekliydi. Bu reklamlara bakarak belki başkaları da reklam verebilirdi. Reklam vermek öyle her baba yiğit veremezdi, çünkü riski içinde taşıyordu. Kızılbaşların yerinden alış veriş yapmayın öğretisi (önyargısı) henüz kırılmış değildi. Reklam veren, kendi kimliğini açıklamış ve nerede durduğunu dünyaya haykırmış oluyordu. Etnik TV’ler o yüzden alması gereken reklamları dahi alamaz konumdalar, çünkü reklam veren o riske girmek istemiyor. Bugün bile ünlü olanlar alevi olduklarını saklıyorlar, eğer devlet içinden ya da başka yerden beklentisi var ise.

Yayınlanan reklamların yayın süresi ve uzunluğunu alın ve en düşük ücretten ücretlendirin, bu durumda bunların ortaklığı bitmiş olmuyor mu? Reklamlarında bir sınırı olması gerekli ama sınır yoktu. Büyük ortaklar bir bakıma verecekli konuma düşmüş olmalarına rağmen, bu seslendirilmedi. Fiili olarak en düşük ortaktan bile daha düşük ücrete ortak olmalarına rağmen, büyük ortak işlevi görüyor ve toplantılarda bu ortaklık katkısına göre söz ve oy hakkına sahip konumdadır. Ortaklar bu durumu neden ele alamazlar, çünkü TV ekonomik sıkıntıya girdiğinde gidilecek kapı olmak zorundadır. O iş adamları bir anlamda Donkişot görevini görmüşlerdi, Donkişot’a saygı gereklidir!

Kısaca açıklamaya çalıştığım bu durumda küçükte olsa bir ilkesizlik görmüyor musunuz? Demokrasinin gereği, katkıya göre oy kullanma ve söz hakkı ortadan kalkmış olmasına rağmen, hala bu ortakların TV üst yönetiminde bulunmaları nasıl açıklanır?

Kuruluş aşaması ve daha sonraki aşamalarda yönetimde yer alanların Türkiye ve Köln arasında haftanın hemen hemen her günü gidip gelmeleri ve uçaklara ödenen ücretlerin (kimler tarafından ödendiğini sormuyorum bile.) hesabı tutuldu mu? Elbette tutulmuştur, çünkü uçak biletini veren firma parasını istemiştir, o kayıtlar o firmada mevcuttur. İstanbul’da büro tutulduğu ve orada yatırım yapıldığı kuruluş aşamasında söylenmişti ama kurulduktan yıllar sonra söylenen yerde değil, başka bir eski alevi kanalın stüdyosu kiralanarak söz hayata geçmiştir. Bu arada sözde bürolar için görüşmeler yapılmış, ekipmanlar için paralar harcanmıştır, otellerde kalınmıştır, doğal olarak eğlence içinde bütçe ayrılmıştır. Bu durum elbette kimsenin gözüne batmadı. Önemli olan kurumdu ve kurumun ileri gitmesi için aleviler her türlü özveriyi göstermekten çekinmiyordu.

İşsizlik maaşından bir kuruş ayırarak ortak olmak için senet alanlar elbette bu gelişmelerden haberi yoktu. Para vardı başlangıçta, sonra para yok oldu. Paranın nasıl buharlaştığını kime sorulacaktı?

Yol TV yayına başladıktan sonra nasıl yol alacağına karar verilmişti. Çalışanın maaşı aksamlar ile ödenir, ama uçak ücreti hemen ödenirdi. Çalışanın parası belki gidiş geliş uçak ücretine eş değerdi, çünkü tarifeli seferler ile İstanbul’a gidiliyor ve dönülüyordu. Sabah İstanbul, akşam Köln! Onlar uçmaktan vazgeçmediler ama çalışandan özveri beklendi. Çalışana o kadar değer verildi ki, para verilemeyeceğini bile söylemeye tenezzül etmediler. Çalışan aybaşı geçmesine rağmen alamadığında öğreniyor, durumun ne vahim olduğunu. Her seferinde başka bir şeyler söyleniyor ve söylemde kalıyor! Söylemde kalınmasının en büyük kanıtı, hala ödenemeyen ücrettir…

İstiklal Caddesi üzerinde kitabın gölgesini aradım!

İstiklal Caddesi üzerinde kitabın gölgesini aradım!

İstiklal caddesi bir çok konudan şanslıdır, çünkü Türkiye’nin sahip olduğu aydınların ve yazarların büyük bir kesimi, günün bir bölümünü de olsa burada geçirir. Yazarın olduğu yerde kitap satılır diye düşünülür ama yanılgıyı peşin peşin görürsünüz, çünkü cadde üzerinde olan kitapevi sayısı gün geçtikçe azalmakta, yerini global firmalara bırakan camekanlara dönüşmüştür. Çünkü okunan kitapların çok az bir kesimi burada satılır.

Sıkıştırılmış binaların arasına kurulmuş bir çarşı içinde, sahaflar kendilerine yer edinmişlerdir. Onlarda, bu sırlarda kitaptan çok eski plaklar satmaktalar. Çünkü yakın zaman dilimi içinde gösterime giren bir filmde kullanılan taş plak, birden popüler olmuş, çizik taş plaklar bile yok satar konuma gelmiştir.

Yazarı bol olurda, yazar olma heveslisi bol olmaz mı? Yazar ile sohbet ederek yazar olacağını düşünenler, yazarları bir güzel meyhanede ağırlar. Tanışmak ve bir iki laf etmek bile aday için önemlidir. Onlar olmasaydı yazarların bir bölümü bu cadde üzerinde belki hiç görülmezlerdi.

Cadde üzerine elinde kitap olan var mı diyerek sağı solu gözlerim ile tarayarak dolaşıyorum. İnsan seli içinde tek tük de olsa kitap elinde olana rastlıyorum, bir heyecan ile yanlarına yaklaşıyorum ama onlarında turist olduğunu ve ellerinde ise İstanbul’u tanıtan kitapçıklar olduğunu görüyorum. Bu yazıya konu olacak sohbet hayalimde birden ortadan kalkıyor.

Kitapevleri, zaman içinde asıl işleri olan kitap satımı yerine kahve satar konuma dönüşmüşler. Kitapevinde kahve içmek belki daha çekici oluyor! O yüzden kahve içme molasını cafe kitapevlerinde verin derim. En azından raflardan size el sallayan bir kitap olur, ama dışarının çekiciliği bu el sallamayı bile görünmez kılar.

Kitap okuyana rastlamıyorum ama elindeki küçük aygıtın ekranından bir şey okuyanlara sık sık rastladım. Sms okumak daha çekici geliyor olsa gerek, okuyanların yüzü genelde gülüyor! Kitap yerine sms oku dönemi çoktan başlamış, hatta sonlanıyor bile… Ucuz konuşma dönemi bu sms okumayı da hepten silecek gibi, çünkü kulaklardan eksilmeyen cep telefonları eşliğinde grup halinde dolaşan gençleri görüyorum. Gençler grup halinde dolaşıyorlar ama her biri telefon ile sohbet halinde. Yan yana olmalarına rağmen birbiri ile telefon ile konuştuğunu düşünür uzaktan bakan biri ama öyle değil, çünkü yanlarına kadar sokuldum kulak kabarttım. Her biri farklı konularda sohbet ediyorlardı. Görünmeyen arkadaşlarına caddeyi ve geçmişte yaşanmış ortak anılar anlatılıyorlardı!

İstiklal caddesinde en çok yolda yürüyen insan görürsünüz, arada köpek ve kedilerle de göz göze gelirsiniz ama onlar bu kalabalığa alışmış gibidirler. Kalabalık onlarsız düşünülemez. Kedi ve köpek kitap okumaz, o yüzden onlar ile ilgilenmedim.

Cadde boyunca kitap okuyan arıyorum, ayak üstü okuyamayacakları için cafe’lere bakıyorum. Cafelerde kitap okunacak yerler var ama yüksek seslerden dolayı okuyacak adam yok. Boşuna gözden geçirdiğimi cafelerin içine bakarken anladım ve arka sokaklara doğru yol aldım.

İstiklal caddesinin arka sokakları sinema sektörünün kalbidir. O kalp içinde de mutlaka okuyan vardır diye bakınıyorum. İşsizlerin oturduğu ve oyuncu pazarı olarak tanıtılan sokağa giriyorum. İşsiz oyucular birbiri ile sohbet ederken gördüm. Sohbetler arasında çalan telefonlar ve demlenen çayın buğusunu izledim. Bir iki tanıdığım oyuncunun yanına oturdum ve sohbete kitaplardan başlayayım dedim. Son dönemde çıkan bir kitaptan alıntı yaparak okuyup okumadığını gözünden tespit edeyim dedim, haberi bile yok masadakilerin. Hep bir ağızdan güldüler, dediler ki; ‘bizler senaryo okuruz, kitap okuyacak zamanımızı yok!’ tabi ellerine senaryo geçerse, hakkını verebilmek için hazırlık yaparlarmış. Senaryoda bir başka açıdan kitap diye düşünürsünüz, sonu gelmeyen dizilerin senaryoların sonu olmaz, ekranlardan kalktığı gün senaryoda biter! Tıpkı oyuncu yaşamı gibi, gündemden düştüğü an oyucu hayattan kopmuş gibidir, unutulamaya terk edilir. Kaç oyuncu yoksulluk içinde ölmedi ki?… Bu sokaklar kimleri gördü, kimleri ağırladı… Her birinin yaşamı roman! Roman okunmuyor, yaşanıyor…

Mutlaka cadde içinde kitap okuyan bulurum diyerek dolanıyorum, sahaflar bu konuda önemli bir duraktır diyerek tekrar sahaf arkadaşımın yanına varıyorum. O da kitapların isimlerini bilgisayara giriyor, bu sayede dükkanda hangi kitabın kaldığını biliyor olacak, bir de internet üzerinden satış için önemliymiş. Kitap adı, yazarın ismi, yayınevinin adı ve yayın tarihi dikkatlice kayıt altına alınıyor ve kitap üzerine basılan bir numara ile olması gereken rafa yerleştiriliyor. Kategorize etmek çok önemli, tıpkı yaşam gibi. Kitap okuyan ve okumayan derken bende kategorize ettiğimin farkına varıyorum ve artık kategorize edilecek bir durum kalmadığı için vazgeçtim.

İstiklal caddesi ‘Issız Adam’ların kol gezdiği bir cadde konumdadır. Kadın erkek arıyor, erkek kadın. Bazen de hemcinsini arayana rastladım. Yaşam içinde cinsellik üzerinde kim ne arıyorsa hepsini bu cadde üzerine görebilir. Her renkten, her ulustan insanların buluştuğu bir caddedir. Günde yaklaşık bir milyon insanın gezdiği cadde üzerinde, her kültürün ses rengini kulak kabarttığınızda rahatlıkla duyarsınız. Alman lokantasından, Rus lokantasına, Rum meyhanesinden, Ermeni lokaline, Kürdün yerinden çıkıp Laz’ın yerine uğrarsınız. Bir cadde üzerinde Türkiye’yi tanırsınız, dünyaya göz kırparsınız.

Apartmanların en üst katları teras cafeler olmuş, orta katlarında kültür merkezleri, fotoğraf kulüpleri, tiyatrolar... Her kata yayılan bir kahve kültürü, önceleri caddeleri kuşatmış, şimdi apartmanların her katını sarmış konumdalar. Ara sokaklar, caddeler kadar kalabalıklaşmış, arka paralel sokaklar geçmişe göre daha canlı konuma dönüşmüş durumdadır. Cadde üzerini uluslar arası firmaların mağazaları kuşatırken, arka sokaklarda hala bizden bir şeyler bulabiliyorsunuz. Tek bulunmayan şey ise, Türkiye aynasında olduğu gibi kitap! Kitap üreten yayınevleri teker bürolarını boşaltırken, caddeler ‘ıssız adam’lara teslim edilmiş konuma gelmiştir.

Issızlık kitap için söylenebilir, çünkü kitabın gölgesi bile cadde üzerinde değildir, camekanda bir resim konumuna dönüşmüştür. Hala ayakta durmaya çalışan birkaç kitapevinin camekanında kitap sesliğin içinde ıssızlığını yaşamaktadır, cadde ise bütün gürültüsü inde kulakları sağır edecek müzikler eşliğinde, caddeye düşen güneş ışınlarının altında yaşmaya ve değişmeye devam ediyor. İstiklal caddesini bir baştan başa katleden tramvay belirli saatler içinde yol almaya devam ediyor. Taksim meydanında hala heykel yerinde duruyor, polis koruması altında. İlk su paylaşım alanı olan sarnıç meydanda sessizce sergi salonuna dönüşmüş durumdadır. Eski binaların üzerine çıkılan modern görünümlü çirkin katlar caddeye gölge yapmaya devam ediyor.

Cadde üzerinde ne Tevfik Fikret’in gölgesi var, ne de Mimar Sinan’ın. Mimar Sinan’ın eseri duvar içinde kalmış, Tevfik Fikret’in mısraları kütüphanelerin nemli depolarında… Cadde üzerinde ne yazarın gölgesi var, ne de eserinin…

9 Haziran 2009 Salı

Etnik televizyonlar!

Etnik televizyonlar!

Etnik kelimesi uydurma bir kelimedir ama iki de bir karşımıza çıkar, bizlerde o kelimeye anlamlar yükleriz. Fakat genel olarak; Genetik, inanç ve dil farklılıklarını gözeterek insanları gruplandırmaktır. Bu tanımı dikkate alarak yorum yazacağım.


Etnik kimlikler içinde alevi inancıda yer alır, çünkü bir farklılığı gözeterek gruplandırma yapılır. Alevi inancı içinde; Arap, Kürt ve Türk etnik kimlikleri de bulunmaktadır. Alevi sorunu dendin mi, bu etnik kimlikler ile iç içe bir ilişkiden söz edilir ve ne nerede ayrım yapılır, zorlaşır. Fakat, sadece alevi etnik kimliği baz alınarak ve diğerleri göz ardı edilerek yapılan toplantılara şahit olmaktayız. Sorunlar bir şekilde gruplaştırılarak, olan soruna çözüm yolları aranmaktadır.

Etnik kimliklerin öne çıkması, yasaklar ile ortaya çıkmıştır. Yasaklar olmadan öncede sorunlar ortada durmaktaydı ama tanımlanamamıştı. Şimdi tanımlanma ihtiyacı duyulan bir konuma gelinmiştir. Alevi inancının tanımı nedir? Bu konuda belki yüzlerce tanım duyabilirsiniz, fakat genel ve üstten bakıldığında Ali yolunda giden denmektedir. Peki, ‘Ali Yolu’ derken özne olan Ali kim? Bu soruya yanıt verilmeden tanımlanmaya devam edilir, sorun Mevlana’nın mesnevide yazılan karanlık bir odada fil tanımı gibi görünüme dönüşür!

Etnik kimliğin öne çıkması ve o kimliklere ait olduğunu düşünenlerin bir araya gelmesi ile medya alanında da bir değişim süreci yaşanmıştır. Önceleri yazılı basın içinde var olanlar, teknolojinin ucuzlaması ile birlikte diğer alanlarda da kendilerine bir alan yaratmışlardır. Kürtler bu konuda önceliği kimseye kaptırmamıştır, onların izinden diğer kimliklerde kendilerini ifade etmek için o yolları denemişlerdir. Etnik kimliği öne alan yayınlar son dönemlerde resmi yayınların dışında kendilerine yaşam alanları yaratma mücadelesini en zor koşullarda yerine getirmeye çalışmaktalar. Kürt sorunu evrenselleştikçe resmi makamlarda kendilerinde çözüm yoları açmışlardır. Bu açılımın resmi görünümü resmi bir Kürt kanalının açılması ve devşirme Kürtleri oraya kanalize etmeleri ile olmuştur. Resmi kanallarda özgün isteklerini dillendirme yerine, otantik ve eğlence boyutu öne alınmış yayınlar yapılmaktadır. Bir anlamda lay lay lom! Kürt kültürüne katkısı bu aşamada ne kadardır bilinmez! Lay lay lomda gereklidir elbette, fakat önemli bir adımdır göreceli olarak.

Kürtlerin dışında başka bir sorun daha ortada durmaktadır, alevi sorunu! Alevilerde doğal olarak kendi medyalarını yaratacaktır. Ki yaratılarda. İlk olarak yurtdışında yayın hayatına başlayan ve daha sonra esas yurduna gelen kanallar bu alanda kendisinden söz ettirmiştir. Su TV ilk olarak logosunda Pir Sultan Abdal’ı kullanmış olmasına rağmen, şimdi sadece su sembolüne dönmüş durumdadır. Bu görsel olarak ve dışarıdan izleyen biri olarak bende yarattığı yorum, etnik kimlik ile yaşamak zor, onun yerine genel kalanların yoluna dönmektir. Su TV içinde yaşanan parçalanma bir çok kanalın hayat bulmasını sağladı. Bu parçalanmada öne çıkan bir kanal olmuştur. AABF (Avrupa Alevi Bektaşi Federasyonu) binasının altında kurulan YOL TV. Yurtdışında Alevi örgütlenmesini arkasına alan bu kanal, diğerlerinden farklı biz çizgi izleyecektir. Diğerleri ise kendi kanallarından etnik kimliğe vurgu yapılmasına rağmen, zaman içinde daha geniş ve sol ve sağ kesime seslenmeye başlamıştır. Çünkü alevi etnik kimliği içinde sağcısı da vardır, solcusu da. Katili de vardır, mazlumu da.

Cem TV İstanbul’da kurulmuş ve adı Aleviliği anımsatan ama açılımı Alevilik ile alakası olmayan bir isimdir. (CEM = Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı) Fakat daha ılımlı ve İslam çerçevesi içinde oturtan Aleviliği savunur konumdadır. Devlet nezdinde tanınmak ve orada yer edinmek bu vakıf için daha önemlidir ve duruşunda hiçbir sapma göstermeden yoluna devam etmektedir. Bir çok açılımı tartışma yaratmış olmasına rağmen, bildiği yolda gitmektedir ve ilk Türkiye’de yayın yapan alevi kanalı olarak göze çarpar.

Alevi kanalları başlangıçta sadece türkü yayınlar. Türkülerin kliplerini yayınladıkları için türkü kanalı olarak tanımlanmışlardır. Fakat bu türkü kanalı içinde alevi olmayan TVT kalanlını da görmezden gelemeyiz, o kanalıda bir çok alevi seyretmiştir, özlem giderir gibi.

Su TV’den ayrılıp YOL TV kuranların dışında DEM TV, Düzgün TV (daha sonra DTV adını alacaktır.) ve Kanal 12 ile yola devam edilmektedir. DTV bugün yayın yapmamaktadır.

Bugün kendisine alevi kanalı olarak adlandıran benim bildiğim iki kanal vardır, YOL TV ve CEM TV. Bunun dışındakiler daha çok demokrasi ve insan hakları gibi konular ve halkların kardeşliği vurgusu yapmaktadır. Alevilik kimliği altında, bir çok etnik kimliğin olmasının getirmiş olduğu, doğal olarak bir bakış açısı farklılıkları da görmek mümkündür. Fakat, her birinin ortak bir sorunu vardır. Çalışanlarına, yani emek dostu olan bu kanallar emeklerin haklarını ödeyemiyorlar, zaman zaman basında da bu konuda haberler almıştır. Emek mücadelesi yapan veya yaptığını söyleyen bu kanallar emeğin en rahat savrulduğu ve düzenin olmadığı görülmektedir. Planlama yapamayan, yaptığını ekonomik kullanamayan bir savurganlık olduğu gibi durmaktadır. Başlangıçta sadece klip yayınlayan bu kanallar izleyici kaybetmiştir. Bugün alevi olduğunu söyleyen kaç kişi bu kanlarla bakmaktadır?

Bu kanalların içinde sözlerin tutulmaması ki ben buna yalancılık demekteyim, ne kadar Alevilik ile bağdaşmaktadır? Alevi inancı; eline, diline ve beline sahip ol demiş ama bu kanallarda çalışanların emeklerini çalanların ne kadar alevi oldukları tartışmalı konuma düşmüştür. Çünkü bugüne kadar çalışanın parasını vermeyen, kanalı yaşatmak için klüp (Clup) kuranlar ve bu kulüpler aracılığı ile para toplamalar, bu paraların nerelere harcandığını kanaldan yansıtmayanlar, bu kanallar içinde mevcuttur. Para yatıranların ve üyelerin isimleri alt alta geçmektedir, teşvik edilmektedir ama toplananlar ile yapıldığı söylenenler arasında bir boşluk vardır. Bu boşluk nasıl açıklanacaktır?

Deniz Feneri davası biliyoruz ki gündeme Almanya’dan düşmüştür. Almanya’daki ilişkiler ve paranın aktarılması ve aktarılan yerde neler yapıldığı hala mahkeme önünde durmaktadır. Bu Deniz Feneri davası görünen bir yüzdür, görünmeyen yüzlerde neler gizlidir?

Bu soruyu düşünürken, alevi kanalları için yapılanları düşündüğümüzde elbette küçük boyutlu ve karikatürize halini görürüz. Alevilerin bütçeleri ve dünyaya bakışları o kadar geniş ve derin değildir. Dar bakış açısı ile ve birbirleri ile uğraşmaktan hiçbir zaman gerçek anlamda hedeflerine odaklanamamışlarıdır. Küçük paralar için gelecek hedeflerinden rahat sapmaktalar ve o sapma içinde dahi yaptıklarının mantığını kurmak ile uğraşmaktalar. Savundukları ile yaptıkları arasında büyük uçurumlar oluşmaktadır.

Alevi etnik kimliği neyi savunur? Alevi kanalları ne yapar? Yaptıkları ile ekrandan yansıyanlar arasında oluşan büyük boşluğa nasıl bir teori uydurmaktalar? Çalışanların parasını bile vermekten aciz olanlar, nasıl bir gelecek için hükümetten sandalye istemekteler? Dürüst olmak, mert olmak gibi kavramlar bu alevi kanalları için ne anlam ifade etmektedir? Küçük çıkarlar için atılacak adımların önüne engel koymak ne anlama gelmektedir? Sorular zaman içinde çoğalmaya devam edecektir, çünkü hala çalışanın maaşını veremeyen, hala vereceği parayı veremden, sessiz durmayı seçenler, gönderilen mesajlara cevap vermeyenler için alevi demek ve alevi kanalı yayını yapıyor demek ne kadar doğrudur? Aleviler elbette bunu görüyor ve kendilerince yorumluyorlardır. Yalancıların alevi kanalı yönetmesi doğru mudur?

Alevi kanalları içinde olanlara bakmaya devam edeceğiz, çünkü olduğun gibi görün desturu henüz tarih sayfasına gömülmemiştir. Onların bize yansıyan görüntüleri zaman içinde daha berrak bir şekilde kamuya yansımaya devam edecektir.