7 Ağustos 2009 Cuma

Zamanı eski filmlere bakar gibi yaşıyoruz.

Zamanı eski filmlere bakar gibi yaşıyoruz.

Eskiden bütün masallar ‘bir varmış, bir yokmuş’ ile başlar sonra söz dolanır ve ‘gökten üç elma düştü’ diye bilinen tekerleme ile sonlanırdı.

Yaşadığımız günlerde, sözün nasıl başladığını kimse anımsamıyor ama son cümlelere doğru gelindiğini, gökten üç elma beklemeye başladığımızdan anlıyorum. Gözler gökyüzünde, eller havada düşecek elmayı tutmaya hazırlanmış konumdayız. Bir masal, bir şekilde sonlanıyor ama hangi masal?

Zamanı eski filmlerde gibi yaşıyoruz, kulaklarımızda o çok bildiğimiz müzik, gözlerimizin önünde akan siyah beyaz görüntüler. Bizler, her zamanki gibi seyirci koltuğuna oturmuş, karanlıkta ses çıkarmadan gözlerimizin önünden geçene bakıyoruz. Anlamaya çalışıyoruz ama bizlerin seyirci olma özelliğini ortadan kaldırmıyor. Seyirciyiz, bize gösterilenleri anlamak için dikkat kesilmişiz.

Eski zamanlarda olduğu gibi filmler hep dışarıda yapılır ve bize sunulur. Bizim yaptıklarımızda dışarıdakinden esinlenme şeklinde oluyordu. Eski zaman filmleri siyah ve beyazdı, söz yoktu!

Eski zamanlardaki gibi, karanlık salonlarda seyretmeye çalışıyoruz, başımızın üzerinden geçen ışık demetinin anlattıklarını…

İstanbul, Türkiye’dir. Türkiye’nin her noktası İstanbul’da buluşmuştur. İstanbul’da atılan her adım, ülkenin en ücra köşesinde bile sesi duyulur. O yüzden İstanbul, politikanın merkezidir. Orayı örgütleyen her düşünce ülkeye hükmeder! İstanbul ama karanlık bir salon gibi, içinde seyircileri olan bir sinema salonu gibi durmaktadır. Eğer seyirci olmak istemeyen olduğunda, polis karşısına dikilir, her türlü elindeki biber gazını üzerine sıkar! Üzerine sıkılacak seyirci de bellidir, sol tarafta oturanlar!

Oturdukları yerin yakınında olan, taş ocağını protesto etmek isteyen Sultangazi halkının yüzüne sıkılan biber gazı gibi. En doğal hakları olan, yaşadığı yere sahip çıkmak isteyenlerin karşısında polis duruyor! Ne amacı var orada polisin? Polis, kimin güvenlik görevlisi? Halkın polisi olsa, o halka bırak biber gazı sıkmayı, protestosunu yapacak ortam yaratırdı.

Halk, sabah patlayan dinamitleri ve onların çıkardığı dumanı protesto etmek istiyor. Yerleşim yakınında taş ocağı olur mu? Orada astımlı, çocuk ve yaşlıların nefesini almasını zorlaştıracak her türlü ortam var. Halk sağlığı uzmanları, neden bu durum karşısında sessiz duruyor. Sessiz kalmak demek, desteklemek demektir.

Halk, yapması gerekeni yapıyor, yaşadığı çevreye sahip çıkıyor. Üstelik, barışçıl olarak. Halk yan yana gelmiş, ellerinde pankartları, dövizleri, ‘durdurun bu çılgınlığı’ diyor. Ama karşısında polis biber gazı ile karşılıyor. Polis kimin polisi? Halkın mı, taş ocağı sahibinin mi?

Taş ocağı sahibi, taşları kim için kırıyor, kim için çıkarıyor? Yeni yapılan yolların inşaatında kullanılan taşlar, asfaltlanan yollara dökülen mucurlar nereden geliyor? Eğer orada bir rant söz konusuysa, o rantın gerçek sahipleri, polisin kimin yanında durmasını söylüyor! Polis, bu emri ret etme hakkı var mı? Polisin vicdanı var mı? Eğer vicdan söz konusuysa, ret etme hakkı doğal olarak vardır!

Eski zamanlardaki filmlere bakar gibi gelişen olaylara bakıyoruz. Bazılarımızın görüntüsü beyaz perdeye yansıyor, bazılarımızın ise, gölge olarak dahi yansımıyor. Sessiz ve kımıldamadan ekrandan yansıyanı anlamaya çalışıyoruz. İzleyiciyiz, izleyici konumumuz eskiden beri değiştirmedik. İzleyiciler değişti, ekrandakiler değişti ama ortam tıpkı dünkü gibi hep aynı duruyor!

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Her sessizlik, bir çığlık ile son bulur!

Her sessizlik, bir çığlık ile son bulur!
(Almanya gözlemlerim…)

Almanya geçen senelere göre, bana daha çok fakirleşmiş geldi. Ekonomik olarak halk fakirleşirken, devlet zenginleşmeye devam ediyor.

Almanya sokakları geçmiş senelere göre daha sessiz, caddelerin üzerindeki lokantalar ya boş ya da kapatılmış durumda. Caddeler boyu boş dükkan görmek şaşırtıcı değil artık. Kiralık ya da satılık boş yerler… Yerel seçim yaklaşırken, sokakların elektrik direklerine asılmış parti propaganda afişleri dışında, sokaklar sessiz ve sakin.

Yabancılar olurdu eskiden sokaklarda, tramvaylarda. Bu geldiğimde, onlar sanki o alanlardan uzaklaşmış gibi geldi. Yoktular! Nereye gitmişti bu büyük şehrin insanları?

Sokakların kenarları eşilmiş, birkaç işçi orada yer altına borular döşüyordu. Yeni teknolojinin alt yapısını şehre geliyordu ama onu kullanacak insanlar neredeydi?

Şehir yaşıyordu ama sessizdi.

Şehrin sesinin izini sürdüm. Kahvelere baktım, birahanelerin kapısından içeriye süzüldüm. Birkaç turist dışında insanlar yoktular. Oranın daimi müşterileri de yoktu. Sokak yağmur suyu ile ıslanmış ama su bile akmıyordu. Yağmur, burada yolunu hemen bulup, şehir yaşamından uzaklaşıyordu.

Şehrin sesinin izini sürdüm. Kahkaha sesi aradım, yoktu! Şehrin gülmeleri, neşesi başka yere göç etmiş gibiydi. Şehir sessizdi, yol kenarında çalışan işçilerden başkası yoktu!

Şehrin sesinin izini sürdüm, yabancılar daha yabancılaşmış, küçük büfelerin içinde günlük sohbetlerini yaparken buldum. Burada büfelere ‘kiosk’ deniyor. Kiosk içinde sohbetlere şahit oldum. Hayalleri ile gelenler, küçük mekan içinde ömürlerinin geçmişini konuşuyorlardı. Memleketlerinden aldıkları haberleri, kendilerince yorumluyorlardı. Onlar yaşamadıkları memleketi daha çok konuşuyorlardı, burada yaşamış olmalarına rağmen. Kavgaları bile memleket yüzünden oluyordu. Kiosk sohbetleri, makinede yapılan kahve kokusu eşliğinde sürüyordu.

Büfeye alış verişe gelenler Almanya’nın en altındakindeydiler. Almandı, Polonyalıydı, belki eski Yugoslavyalıydı. Onlar ise ceplerinden çıkardıkları cent’leri hesaplayarak bir şeyler alıyorlardı. Gazetelere yazdığına göre, Almanya’da bira tüketimi bile düşmüştü. Almanya fakirleşmişti, devlet buna rağmen zenginliğini koruyordu!

Sessizlik otobanlarda sese dönüşüyordu, çünkü birbirinden lüks araçlar, gürültülü eksozları ile yolarda rüzgar gibi geçiyorlardı. Almanya, yeni yaşamına uyum sağlamış gibiydi. Üstekiler ile alttakiler arasında uçurum artıyordu. Sokaklarda dilenciler, ellerine geçirdikleri kahve içtikleri kağıt bardaklar ile seslerini en acınası hale getirmişlerdi. Gözlerde umut sönmüş, zoraki gülümseme ile cent istiyorlardı.

Almanya genel bir seçime hazırlanıyordu, sessizce. Genel seçimin gölge bakanlıkları kurulmuşdu, ülkenin geleceği için politikalar üretiliyordu. Sokaklar sessiz ve üretilen politikalar üzerine konuşan kimse yoktu. Gelecek, sanki geçmişte kalmıştı.

Almanya tıpkı Weimar Cumhuriyetinin son dönemindeki sesizliğine doğru adım atıyordu. O son dönemde de, azınlık olanlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştı. Onlarda milletvekili olmuştu, bazı eyaletlerde bakanlık bile almışlardı. Bir eyaletin maliye bakanı zenginliği ile dikkat çeken bir Yahudi olmuştu. Bu Yahudi’nin daha sonra derisi yüzülecek ve sonu acı bir öyküye dönüşecekti.

Yahudilerde o dönemden kısa bir süre önce alman vatandaşı olmuştu, yüzyıllar süren mücadele sonucunda. Onlarda insan gibi kimlik taşır olmuşlardı. Henüz vatandaşlığı doyasıya yaşayamadan Hitler ile tanışacaklardı. Kendi çıkarını korumak için, geldiği toplumu göz göre göre toplama kampına gönderen soydaşlarının gözleri önünde oluyordu her şey. Sessizdi sokaklar, yakılan kitapların külleri havada asılı kalmıştı. Daha sonra küllerin içeriği değişiyor, insanın derisinin yanan külleri şehirleri kuşatıyordu.

Almanya sessizliğe büründü mü, korkmalı, çünkü sessizlik içinde kara para hükmünü kuruyor oluyordu. Kara paranın olduğu yerde, ihtiras, güç ve şehvet çılgınlığı da kendisini gösterir!

Kara paranın rahat hareket ettiği ülke gibi gördüm Almanya’yı. Almanya yeni yaşamına çabuk uyum sağlamış görünüyor, sessizlik bu uyumun göstergesi gibi.

Kara paranın olduğu yerde denetim azalır, hatta bazı alanlarda denetim hepten karanlığın eline geçer. Almanya ekonomisini ayakta tutmak için denetimin bir bölümünü paylaşıyor olarak gördüm. Eskiden nefes almayı bile kontrol edenler, şimdi kara paranın rahat bir şekilde otobanda gürültü şekilde seyahat etmesine izin veriyor.

Lüks markalar birleşirken, köklü firmalar kapılarına kilit vururken, sessizlik sokaklara hakim oluyordu. Kiosklardan gelen yabancıların sesleri, sokağın sessizliğini biraz bozsa da hakim olan ortada hükümdarlığını kurmuş gibiydi…

Almanya sesini küçük büfelerin içine hapsetmiş gibi, büfeden büfeye ziyaretler ile günlerini geçiriyor yabancılar. İşi olanlar, işini kaybetmemek için her türlü özveriyi işadamının lehine kullanırken, Almanya yeni bir genel seçime doğru yol alıyor.

Almanya, son yıllarda sessizlik sayesinde, emekçilerin kazanmış olduğu tüm hakları işverenlerin lehine yeniden düzenledi. Emekçiler, tıpkı sokaklar gibi sessiz ve kiosktan alacakları biranın parasını cent cent hesaplar konumdadır…

Her sessizlik, bir çığlık ile son bulur!

Çalıştay üzerine…

Çalıştay üzerine…

AKP, son günlerde bir kavramı günlük yaşamın içine soktu. Çalıştay. Sorun olarak gördüğü her konu hakkında çalıştay düzenlemeye başladı. Çalıştay, ortak aklın yaratılması için kurulan bir zemin olarak tarif edilmektedir.

Çalıştay, çalışmalarına ikna edebileceği ya da kendisi gibi düşünenleri çağırarak, o konuda kendi düşüncesini kamuoyuna sanki genel kabul gören bir düşünceymiş gibi sunmayı amaçladığı toplantılardır. Bu toplantılardan elde edilen sonuç ile seçime gitmek ve sorunlardan yorulmuş, çıkış kapısı bulmakta zorlanan AKP iktidarının bir gündem değiştirme operasyonundan başka bir şey değildir. Bu toplantılardan demokratik çözüm çıkmayacağını bilmek için fala bakmaya gerek yoktur. AKP, iktidarı süresince demokrasi adına attığı adımlar ortadadır.

AKP, çalıştay adını verdiği toplantılarda sorunların üzerine gitme duruşu, seçimlerde kaybettiği semeni kazanmak ve yeni seçmeni kendi hanesinde görmek istediği alanlarda atmaktadır. Alevilerden istediği oyu alamayan AKP, kendisi gibi düşünen ya da ikna edilebilecekleri toplantıya çağırarak, ‘ilk demokrasi’ adımını atmıştır. Sormak gerek, iki dönem iktidar zamanı boyunca, neden adım atmadı da, şimdi atıyor? Geç olsunda, güç olmasın diyerek, o işten nemalananları buluşturuverdi bir otel salonunda. Oraya katılanlar, nasıl bir oyunun içinde olduklarını daha sonra açıkladılar ama artık imaj değişmiştir.

AKP iktidarının, en yumuşak karnı olan Kürt sorunu, çalıştay ile yeni bir açılıma kapı açacağı iddia edildi. Bu toplantı yeri, otel salonu değildi, emniyetin salonu olarak tespit edilmesi, acaba size neyi çağrıştırır? Davetliler arasında neden Kürtleri temsil edenler yok, bırakalım temsil etmeyi, Kürt yok! Emniyetin gözetimi altında yapılan toplantıdan ne çıktı dersiniz?

Alevi açılımı için otel salonun seçilmesi, öncelik sırasında ilk olmadığını ve AKP iktidarı için can alıcı olarak görülmediğini kanıtlamaktadır. Ele güne karşı gösterilmiş bir çalışma geniş katılım ile boş hayaller etrafında olmuştur. Fakat, Türkiye için kanayan büyük yara olarak Kürt sorunu olunca, toplantı yeri önem kazanmaktadır. O toplantı yerinde, bildik sözleri tekrarlayanlar, birde bakanın yüzüne karşı söz söylemekten öteye gitmeyen, biz bize sohbet olmuş olduğu yapılan açıklamalar ile öğreniyoruz. Bir adımdır ve bu adımın devam edeceği belirtilmiştir. Bugün, Kürt sorunundan gelinen noktadan geri dönüş olamayacaktır, eğer olağan üstü bir olaylar zinciri olmaz ise. Diyarbakır’a gidilerek yapılan realitenin kabul edilmesi, AB kapısının Diyarbakır’dan geçtiği vurguları yanında bu son yapılan toplantı ve açıklamalar ile Kürt sorunu nasıl çözülmesi istendiği konusunda ipuçları verilmiş olunuyor. Kürtlere rağmen, Kürtlersiz bir çözüm tartışılıyor, entelektüel düzeyde. ABD’de artık sıradanlaşmış bir beyin fırtınası toplantısı gibidir. Orada, bu toplantılar vakıflar aracılığı ile olur, bizde onun karikatürize edilmiş halini yaşamaktayız. Burada amaç, gelecek olan erken seçim olunca, işin görünümü daha da netleşmiş olmaktadır. AKP bu çalıştaylar ile erken genel seçime hazırlık yapmaktadır.

Soruna neşter vurmayı düşünenler, çalıştayı daha başka organize edebilirlerdi. Somut çözüm için tarafları karşılıklı sohbet ettirme olanağına ve diyalog kapılarının açılımına olanak sağlanabilinirdi. Fakat, Kürtleri temsil edenlere randevu dahi vermeyen bir iktidar, Kürt sorunu çözeceğim derken, taraflara değil, tabana seslenerek, oy avcılığı yapmaktadır. Kendi içinde bulunan Kürt milletvekillerine gözdağı veren, Kürt ve Arap işadamlarına medyada söz sahibi olanağını veren bu iktidar, sorun taraftarı olarak onları bile muhatap almamaktadır.

Önümüzdeki günlerde, büyük olasılıkla Ermeni konusunda da bir çalıştay düzenlenecektir. Senaryosu önceden yazılan sonuçlar, kamuoyuna ötekiler gibi açıklanacaktır. Başka konularda çalıştay düzenlenebilir, çalıştay düzenlemek o konuda somut çözüm olacağı anlamına gelmiyor. Daha önce yapılan toplantılar, kamuoyu araştırmaları nasıl raflara kaldırılıp tozlanması beklendiyse, bu çalışmalarda rafa kaldırılabilinir.

AKP bilinen yüzüne makyaj yapmak ve yeni imajlar elde etmeye çalışmaktadır. Demokrasi adına yaptığı, söylediği tüm adımlar kendi çıkarları yönünde kullanır konumdadır. ‘Odak noktası’ olan bir parti, değişmediğini yaptığı icraatlar ile gösterirken, söylem olarak yanına aldığı bir takım liberal aydınlar ile AB ve ABD’ye karşı maskesini korumaya devam etmektedir.

Büyük söz!

Büyük söz!

Büyük söz söylemeyi çok istiyordu, büyük sözü büyükler söylerdi. Büyümeyi bekledi ama büyük söz söyleyemedi, çünkü büyük birini tanımadığını büyüdüğü zamanda gördü!

Büyük söz söylemek istiyordu, o yüzden büyüklerin hayatını okudu, onlardan dersler çıkardı. Büyük söz söylemek için birikim gerekliydi. Büyük söz birikimin sonucu olduğunu gördü.

Birikimlerini gün geçtikçe büyüttü, büyüttü ama büyük söz için henüz büyümediğini düşündü.

Arkadaşları arasında sözü geçen oldu, sözlerini sakınmadan söyledi ama sadece arkadaşları duyuyordu, arkasından güldüklerini duyuyordu ara sıra... Sıyırmış dediklerini duyardı ama duymamazlıktan gelirdi, çünkü büyük söz, çok sonraları anlaşılan söz olduğunu biliyordu!

Onu diğerlerinden farklı kılan, birikimlerini saklamış ve sakladığı birikimler ile konuşmayan sessiz kalandı. Sessizce izler ve o büyük sözü söylemeyi beklerdi.

Sessizdi ama derslerinde başarılıydı. Her sınav öncesi anımsanır, sağı solu arkadaşları tarafından paylaşılırdı. Paylaşmayı severdi, ama sözünü dinleyecek bir çevresi olamadı. Çünkü o diğerlerinden farklıydı.

Diğerlerinden farklı olan büyük sözü söylerdi, büyük söz farlı olanlara verilmiş ayrıcalıktı.

Küçüklüğünden beri büyük sözleri okurdu, onların söylemediği sözler arardı. Büyük söz olduğuna inandığı bir söz aklına gelse, uykuda dahi olsa kalkar not alırdı, çünkü söz bir kere akla geldin mi, unutulması da kolaydı. O yüzden her an tetikte beklerdi, büyük söz birikim işiydi ama bazıları da tesadüflere aitti.

Büyük sözü söyleyebilmek için büyümesi gerektiğini biliyordu, büyümek içinde fırsatları gözlüyordu. Sıradan biri ne kadar güzel sözler söylerse söylesin, duyulmayacak, görülmeyecekti. Bir sineğin kanat sesi gibi yok olup gidecekti. Bu evren denen boşluğa, sözünü asılı tutmak için, sesinin gücünü artırmak için, büyümesi gerektiğini biliyordu. Büyümek için sabırsızdı.

Toplum içinde büyümek için kuralları öğrenmişti, en iyi okulları, en iyi dereceler ile bitirdi. İsminin önüne isimler ekledi, sıfatlara anlamlar yükledi. Fakat o hala büyük söz söyleme peşindeydi. Büyük söz söyleyenler, yaşamın bir anında çıkar ve yok olurdu. Sözleri evrenin boşluğunda asılı kalırdı. Sözler için zaman dururdu, ne zaman o söz duyulsa ilk günkü tazeliğini korurdu.

Büyük söz söylemek için her kalıba girmeye hazırdı, o yüzden o anlık toplumun geçerli kurallarının hepsini yerine getirdi. Önemli olan yaşanan zaman değil, söylenen sözdü. Bütün büyük sözü söyleyenler asılında yaşadıkları çağa erken gelenlerdi.

O çocukluğundan beri, yaşadığı çağa erken geldiğini düşünmüştü. Bu çağ onu anlayacak ne kapasitede, ne de anlayacak birikimi vardı. O erken doğan bir çocuk olarak görüyordu kendisini. Toplumu hep geri ve tutucu görmüştür. Yaşadığı çağ, onun çağı değildi.

Yaşadığı çağ, onun çağı değildi, o yüzden önüne geleni küçümsedi, aşağıladı. Onlardan üstün olduğunu biliyordu ama çevresindekiler onu anlayamıyordu. O büyük sözü söylemek için bu dünyaya gelmişti ve o büyük sözü söyledikten sonra sonsuzluğun olduğu yerde adı kalacaktı.

Büyük söz söylemek, adının sonsuz olarak yaşaması anlamına geliyordu. Bütün büyük sözü söyleyenler sonsuzluğun dehlizinde değil miydi?

Büyük sözü söyleyenler, yaşadığı çağda dışlananlar değil midi?

Büyük sözü ancak büyük adamlar söyleyebilirdi, hiç duyulmuş şey midir, büyük sözü söylemiş bir demirci olsun!

O bu yüzden adının önünde eklenen sıfatlar ile ekran ekran dolaştı, bıraktığı kirli sakalı ile her önüne gelen yerde, her konu hakkında konuştu. Gazetelerde köşe yazdı, üniversitelerde ders verdi. Kitaplar yazdı ama hiç birinde o beklediği büyük söz ortaya çıkmadı. Beklide çıktı ama o farkında değildi, çünkü büyük söz söylendiği an etkisi olmayan sözdü, zaman içinde anlamlar yüklenen söz olduğunu biliyordu. Ondan dolayı söylediği sözleri tek tek gözden geçirdi, beğendiğini olur olmaz yerde tekrarladı. Belki büyüklüğünü bu şekilde anlatmak istedi.

Büyük sözü ancak ve ancak tanrı söylerdi, çünkü tanrının sözü üzerinde büyük söz olmazdı.

O yüzden kendi sözünü duvarlara yazdıranlar, kendilerini tanrı olarak gördü. Heykelini yaptıranlar tanrının yansıması olduğunu düşündüler. Onlar, büyüktüler ve yaşadığı çağda anlaşılmayandırlar.

O çocukluğundan beri büyük sözünün peşinden koştu! Belki söyledi ama kendisi farkında değildi!

2 Ağustos 2009 Pazar

Veee tanrı bizleri yarattı, bizlerde tanrıyı!

Veee tanrı bizleri yarattı, bizlerde tanrıyı!

Bizler olmasaydık tanrı var olur muydu? Bizlerin sayesinde tanrı tanrılığını gördü ve ona göre emirler sıraladı!

Her emri kutsadı, fakat emirleri her kutsal kitapta değiştirerek verdi!

Değişmez denilen kuralları, bizzat kendisi değiştirdi!

Kadını ve erkeği yarattı, kendi kurallarına uymadığı için onları cennetten kovdu! Sonra, cennette almak için yeni kurallar koydu!

İnsanlarda tanrıyı yarattı. Onlara isimler verdi…

İnsanların içinden bazıları da tanrı olmak istedi ve kendilerini kutsadılar. Kendilerine sunak sunulmasını hoş görü ile yaklaştılar. Her şeyi gören, her sorunu çözen oldular, fakat tanrı ile yarışamadıkları için kısa bir süre sonra öldüler.

Kadınlar ve erkekler farklı düşündüler ama bir noktada birleştiler!

Kadınlar tanrıça, erkekler tanrı olmak istediler.

Tanrı ve tanrıçalar, çocuklarının da tanrı ve tanrıça olmasını isterler.

Bir çok insan ise, tanrı ve tanrıça olmadığını bildiği anda, kul ve köle olmaya kendisini alıştırır. Kullar ve köleler tanrıların yaşamlarını gıpta ile izlediler. Onlara benzemek için her türlü vefakârlığı gösterdiler. Fakat kuldan ve köleden tanrı hiçbir zaman olmadı!

Her erkek ve kadın kendisine taparcasına sevsen birini arar. Bu sayede kullar ve köleler yaşamın bir anında da olsa, tanrı ve tanrıça gibi hissettiklerini düşünürler.

Eğer, insan kendisini köle ve kul olarak görmeye alışırsa, tanrı ve tanrıçalar yaşamaya devam eder. Çünkü köle ve kullar sahiplerine sadıktırlar ve onların rahat yaşaması için ellerinden geleni yaparlar.

Kutsal kitaplar, aslında kulların rahatlığını sağlamak için değildir, tanrı ve tanrıçaların daha rahat ve sorunsuz ve sonsuz yaşamamsı içindir.

Kutsal kitaplar, değiştirilemez kurallar koyar, kullar ve köleler ise bu değişmez kuralları kendilerinin işine gelecek şekilde yorumlamak ve değiştirmek için ellerinden geleni yaparlar. Anlamlar yüklerler. Bu anlamlar, kulların ve kölelerin kendilerini tanrı yerine koyması anlamına gelir. Kuldan ve köleden tanrı olursa, o ülke yaşanmaz olur, çünkü kul ve köleler daha çok kul ve köle yaratmak için tanrı ile yarışır!

Tanrı ve tanrıçalar, kendilerine oyuncak yaratmaktan ve oyuncaları kendilerinin istediği gibi kullanmaktan hoşlanırlar. Oyuncaklar ile hem kendilerini oyalarlar, hem de kullarını ve kölelerini oyalarlar.

Tanrı ve tanrıçaların en büyük korkusu şarlatanlardır, çünkü şarlatanlar, onlara tanrı ve tanrıça olmadıklarını gülerek anlatırlar!

Bütün tanrıları yarattık ve öldürdük! Yaşasın yeni tanrılarımız diye çığlık attık! Bu çığlımızı kutsal mekanlara sıkıştırdık ve o mekanlardan tanrımıza sadık olduğumuzu haykırdık!

Hiçbir tanrı, kendi kutsal mekanını yaratmadı, kullar ve köleler yarattı onlar için…

Tanrının dişisine tanrıça dedik, erkeğine tanrı!

Ayrımcılık yaratılırken başladı, hala sürmeye devam ediyor. Gün geçtikçe yeni ayrımlar koymaya devam ediyoruz!

Veee tanrı bizleri yarattı, bizlerde tanrıyı!

Bu şekilde yaşam değişti, tanrılar öldü, tanrılar doğdu. Hükümdarlık alanımızı tanrılar adına yaptık, onlar adına topraklar fethettik, onlar adına insanlar öldürdük. Onlar adına yaktık, yıktık ve yeniden yarattık. Tıpkı tanrıyı yeniden yaratır gibi… Her sözün başlangıcına veya sonuna tanrının adını ekledik, geldik bugüne. Yarına da bu şekilde gidecek gibi tanrının adına uğurladık günü ve günleri…

Her insan ben bu zamanın insanım değilim diye düşünürdü eskiden, şimdi kimse bilmiyor hangi zamanda geleceğini! Hangi zamanın insanı olduğunu…

Tanrı, zamanın olmadığı yerde yaşmaya devam eder… Bizim için ise, zaman sürekli devam eder!