6 Ekim 2009 Salı

Taksim olaylarına bakarken…

Taksim olaylarına bakarken…

Taksim ve çevresinde IMF ve Dünya Bankasına karşı protesto eylemleri sonrası yapılan haberleri ekranlar aracılığı ile izledim. Protesto haberlerinin veriliş açısından izlediğimizde, medyanın etiğinin tartışma konusu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, çünkü haberler taraflı verildiğine şahit oldum.

İzlediklerim arasında en dikkat çekilen ise, haberlerin veriliş sırasında, polis kamerasından olayların izleyiciye ulaştırılması oldu. Emniyet muhabirinin(!) çektiği görüntüler haber bültenlerinden yayınlandı. Şimdi, Irak savaşı sırasında yapışkan ya da yapıştırılmış gazeteci yerini başka bir şey alıyordu Taksim eylemleri sırasında. O savaşta en azından Amerikalı muhabirler kullanılırken, Taksim olaylarının görüntülerinin yayınlanmasından anlaşıldığına göre, taraf olan bir emniyet görevlinin kamerasından yansıyan görüntüler kullanılmaktaydı. (Kanal D ana haberler, 6 Ekim 2009)

Basının etik tartışması ve görevleri konusunda duyarlılık gösteren gazeteciler ve onların akıl hocaları, bu görüntülerin karşısında neler diyeceklerdir? Bir ayakkabı atma olayını eleştirenler, (üstelik gazeteci kimliği ile değil, öğrenci kimliği ile yaptığında) eylemi yapana giyindirilemeye çalışılan kimlik ne kadar etiktir? Etik kavramı tartışılırken, olaylarda kullanılan dil ve görüntülerin hangi açıdan yansıdığı tartışılmaz mı? Esliden en azından muhabirlerin ve ajansların verdiği görüntüler kullanılırdı, şimdi polisin kamerasından görüntü kullanılması ‘orantısız güç’ yanında, ‘orantısız bilgi’ akışını temsil etmiyor mu? Bunu yayınlayan kanala, acaba RTÜK her hangi bir soru soracak mı ya da yaptırımı olacak mı? Her şeyi sansür etmeyi kendisine iş edinen kurumlar, bu orantısız görüntüler hakkında ne yapacaklardır?

Taksim ve çevresinde yapılan eylemler ‘orantısız güç’ gösterisinin başka bir boyutunu ortaya çıkardı, çünkü kalp krizi geçiren biri oluşturulmuş olan barikata takılarak hayatından olması ile birlikte, güvenlik kim için sorusuna yanıt aramayı bitirilmiş durumdadır. Yanıt açıktır ve nettir. Bu vatandaşın hayatını kim geri getirecektir? Vatandaşların malını ve canını korumak ile yükümlü olanlar, gaz atamak dışında ne yapmıştır? Mahalle serserilerinin göstericilere yönelik saldırısını önleyeceğine, dayak yiyen göstericiye birde polisin copu ile karşılaşmasını hangi etik kural anlatır? Eğer göstericiler arasında bir ayırım yapılıyorsa, orada şiddet teşvik ediliyor anlamındadır, bu konuda geçmişimizde bir çok örnek bulunur. Şiddet devlet eli ile alevlendiriliyor, eğer bir taraf tutma var ise… Ekranlardan bu açık açık geçmiş olaylarda olduğu gibi yansıdı.

Taksim olayları bir çok veriyi ele vermektedir, bu veriler ışığında gelişmiş ülkeler ne gibi çözüm üretmişler ona bakmak gereklidir. Buna benzer her hangi bir gösteri örneğin Berlin’de ya da Hamburg’ta olmuş olsa, polis nasıl davranırdı? Yılda birden fazla uluslararası toplantılar oluyor ve orada buna benzer polisin saldırısına şahit olmuyoruz. Dükkanların camları bu şekilde korumasız kalmıyor. Çünkü orada gösteri öncesi dükkanların camları korumaya alınır. Gösterilerde olaylar olacağı kabul edildiğinde, o sokaklardaki yaşayanların malları da canları da güven altında tutulur. Bizdeki gibi bir anlık saldırı ile olmaz!

Polis ve polisi yönlendirenler kendi kuyularından dünyaya baktıklarından dolayı hep kendilerini haklı görmekteler ve haklı olduklarını ilan edebilmek için her türlü medya aracını kullanmaktalar. Kendi görüntülerini haber bültenlerinde yayınlanmasına izin vermekteler. Henüz soruşturma aşamasında olan bir görüntünün kamuya gösterilmesi acaba ceza yasası içinde yeri yok mudur? Oradaki görevli, görevini kötüye mi kullanmaktadır, iyiye mi? Görevlinin durumu yanında, yayınlayan kurumun suçu yok mudur?

Ders almayı bilmeyen bir çizgide yürümeye devam ediyoruz. Tek taraflı propaganda amaçlı yapılan yayınlar ile medya görevini yapmamış olur. Bizde medyanın varlığı aslına bakarsanız tartışmalıdır, çünkü etik kurallara uyan ve haber peşinde koşan medya tarihimizde acaba var olmuş mudur?

Taksim aşılamaz!

Taksim aşılamaz!

Türk polisi, (Burada söz sadece polise değil, onu yönlendiren siyasi tercih konusunadır.) Taksim takıntısına tekrar takıldı! Taksim meydanında protesto edenler arasında kriter uyguladığını bir kere daha kanıtlamıştır. Bir gün önce yapılan eyleme müdahale olmadığı için haber dahi olmadılar, fakat ertesi gün (6 Ekim 2009) tarihinde IMF ve Dünya Bankasına karşı yapılan eyleme bir bahane bulunularak saldırıldı, basın açıklamasının bitmesini beklemediler. Göz gözü görmeyen biber gazının dumanı eşliğinde müdahale oldu.

Taksim, bildiğimi gibi suyun paylaşımından gelir. Taksim meydanında yer alan su sarnıcı buranın adını belirlemiştir. Kısaca Taksim paylaşım demektir. Türkiye’deki ilk elektriğin ve ışığın kullanıldığı yerdir. Aydınlanma ve akan suyun başıdır. Taksim bu özelliklerinden uzaklaştırmak için devlet elinden geleni yapmıştır. Orasını bir gezi alanı, heykelin etrafında küçük bir yeşil alan görmüştür! Bir de polis günlerinin vazgeçilmez gösteri merkezi olmuştur! Resmi bayramlarda çelenk bırakılan heykel alanı olmuştur.

Devlet açısından, Taksim’de gerekirse protesto, gösteri yaparız ve bizim belirlediğimiz yapar anlayışı hala hakimdir. Taksim’i bu kadar önemli kılan ise, İstanbul’un merkezi, doğal olarak Türkiye’nin merkezi olmasıdır. Bu merkezde eylem yapmak demek, anında Türkiye’nin öğrenmesi anlamına gelir. Elbette burada kriter basının ilgisidir, eğer ilgi yoksa kimse orada eylem yapıldığından haberi olmaz! Her gün yapılan eylemler, hafta sonları eylemlerden kaç kişinin haberi vardır?

Bugün, Taksim meydanında yapılan polis gösterisidir, gücünün göstermesi için yapılan showdan başka bir şey değildir. Yöneticilerin ve onların misafirleri rahatsız olmaması için, onların toplantısının ahenginin bozulmaması için, göze girmek için, bir boy gösterisi için fırsat olarak görülmüş ve İstiklal Caddesi ve Taksim meydanı, doğal olarak ona açılan sokaklar biber gazı ile bir kere daha tanıştırılmıştır.

Ben devletim, istersem izin veririm, istersem biber gazı atarım kimse benden bunun hesabını soramaz anlayışı hakimdir. Gösteri sonrası, emniyet yetkililerinin sokakta yürüyüşü ve sırt çantası ile oradan geçen birinin üzerinin aranması emrini verirken davranışı ekranlar aracılığı ile yayınlanmıştır. Bu emniyet yetkilisi, o emri verirken, kendi egosunu ve görevini en iyi şekilde yapma gururu içindedir ve emrindeki insanları ne kadar başarılı yönettiğini düşünmektedir, belki…

Ankara valisine atfedilen ‘gerekirse komünizmi de biz getiririz!’ anlayışı bir anlamda yaşamaya devam etmektedir. Gerekirse yapar devlet, bunu sorgulamak ne mümkün! Gerekirse işkence yapar, gerekirse biber gazı atar, gerekirse parkta uyarı yaptığı gencin kolunu, bacağını kırar, beyin kanaması geçirmesine sebep olur, gerekirse önde giden araca ateş eder, şoförü olan genci başından vurabilir. Gerekirse, devlet adına her şey yapılır, çünkü sorgulayacak ve yargılayacak olan devlettir!

Devlet erkini elinde bulunduranlar, ‘orantısız güç’ kullanmayı meşru sayar, orantısız güç dışarıdan geldiğinde ise ne yapacağını bilemez ve o gelen güce biat eder konumdadır. Onlar ne derse onu yapar, o yüzden ülkemiz içinde değişimler hep dış dinamiklerin etkisi ile olmuştur. Tarihimizin kırılma noktaları hep dışarıdan gelen ideolojiler ve doktrinler ile biçimlenmiştir. Bu biçimlenme de devlet elini iyi kullanılmıştır! Gerekirse, devletin varlığı için her şeyi yapar! Bugün ittifak gördüğü kesmin eylem yapmasına izin verirken, düşman gördüğü kesme karşı her türlü saldırı aracını kullanmaktan çekinmez! Parkta bir arada sohbet eden gençlerin duruşu ve sohbetleri bile bu saldırı için neden olabilir! İçkiye yasak getirilirken, parkta elde şarap ile sohbet ne demek! Vur gitsin!

Devlet kendisi gibi düşünmeyene vurur! Sıfır tolerans gösterir, kağıtlarda yazdığı gibi sıfır toleransı başka yerde aramayın! Sıfır tolerans Taksim’de aydınlık yüzlere karşıdır! Gaz bombasının kime karşı kullandığına bakın, sonra sıfır toleransı arayın! En büyük açılım bu olmasın?!

Demokratik açılımın bir tarifi gibidir, benim gibi düşün yaşa! Ben şimdi komünist, dinci, şeriatçı şairleri bir arada anıyorsam sende an! Fakat onun dışında başka bir şey istemeyin! Şiir okuyun, istediğiniz dilden! Sadece konuşun ama sakın ama sakın başka şey istemeyin, toleransın sınırını zorlamayın! Devlet gerekirse yapar! Gerekirse Taksim’e makul sayıda işçiyi bırakır, gerekirse sıfır tolerans gösterir! Devlet gerekirse yapar! Taksim, devlete rağmen aşılamaz!

5 Ekim 2009 Pazartesi

12 Eylül Müzesi için bir adım atalım!

12 Eylül Müzesi için bir adım atalım!

12 Eylül öncesi yaşanan zaman diliminde ölüm korkusu vardı, her an nereden geleceği belli olmayan kurşunun vızıltısı, yaşam ile ölüm arasındaki çizgiydi. Bir vızıltı, bir bomba sesi ile yaşamın çizgisi belirleniyordu.

12 Eylül’den bir gün sonra ise başka bir korku sarmıştı. Önce neden korktuğumuzu anlayamadık, fakat zaman içinde korku içimize işlemişti. Nazi kıyafetli tiyatro sanatçıları, İstiklal Caddesinde kimlik soruyor ve hiç kimse itiraz etmeden kimliğini gösteriyordu. Korku öyle içimize işlemişti ki, neden korktuğumuzu bilemez hale gelmiştik. Korku, bizi sürü yapmıştı, alışamayız dediğimiz her şeye alışmıştık!

12 Eylül sonrası yaşanan korkuya şimdi ne isim verilir, bilemiyorum. Fakat o korkunun etkisi kuşaklara aktarıldı. Korku, geçici bir virüs gibi yayıldı ve kronik hale geldi. Korkuyu aşmak için yapılan hamleler zaman zaman kesintiye uğradı. İşkence haneler bu korkuyu besleyen konumunu hep korudu. İşkence yaşamımızın vazgeçilmezi gibi, hep gündemimizde durdu. İşkence yapanların çoğu hala içimizde ellerini kollarını sallayarak dolaşmakta ve çocuklarının geleceği için mücadele etmeye devam etmekteler. Onların yüzünü sergileyecek hiçbir çalışma yok! İşkenceyi durdurun demek ile olmuyor, sıfır tolerans ile işkence yok olmadı. Ölümler hala devam ediyor…

İşkence korkusu, sizin göze aldığınız bir serüvenin korkusu değil, gafil avlandığınız bir anın korkusudur. İşte bu gafil avlanmak durumu bizi güçsüzleştirdi, pasifize etti. Yaşamdan bir anlamda, kopmamız anlamına geldi. İçe kapanık, çevrenden hep şüphe eder konuma geldik. Şüphe, içimize girmiş bir virüstür. O virüs ile yaşamaya başladık, o yaşadığımız virüs ise bizim korkularımızı besledi ve bireyselleştirdi. Tarihimizden kopmamız anlamına geldi, çünkü tarih, bireysel değildir. Bireyselleşen insanın tarihi olmaz!

12 Eylül öncesi yaşam ile ölüm arasındaki çizgi, bir kurşun vızıltısıydı, sonrası ise? Evet, sonrası yaşananlar, bu çizginin bir vızıltıdan daha ince bir sırat köprüsü olduğunu yaşayarak gördük!

Yaşama bakışımız o kadar dar bir çevreye indi ki, faşist ve popüler söylemleri bile demokrasi olarak algıladık, alkışladık! Yaptıklarına değil, söylediklerine baktık, ona göre sandık başına gittik! Sandığa oy atmak ile demokrasiyi yaşadığımızı sandık! Oy attığımız partiyi biz seçtiğimizi ve iktidara getirdiğimizi kabul ettik! Milletvekillerini belirlediğimizi, seçtiğimizi kabul ettik, onları kimlerin belirlediğini önemsemedik! Demokrasi budur dedik, demokrasiyi sorgulamadık! Demokrasi sandığa gitme diye algıladık, Hitler’in iktidara gelişini tarih sayfalarına bıraktık! Goebels’in propagandaları ile bir savaşın nasıl yönetildiğini filmlerde bir sahne olarak baktık ama görmedik! Tarihte yaşananları popüler olarak algıladık ve yaşananları bir roman sayfasından öğrenmeye çalıştık! Romantik baktık, her şeyi bizim dışımızda ve bize dokunmayan olarak algıladık! Alışamayız dedik, alıştık! Alışmakla kalmadık, benimsedik! Karşı çıktığımız yaşamın içinde, kendimize bir yer açtık, onlar gibi algılamaya ve düşünmeye başladık! Doğal olarak onlar gibi olduk!

Bugün yaşanan korkularımızın temelinde ölüm korkusu var. Kaybedeceğimiz, hayattan başka şeylerimizde var olduğunu düşündük ve onları yok etmemek için hayatta kaldık! Hayatımızı önemsemedik, nasıl göründüğümüzü önemsedik! Para için her şeyi mubah gördük, betonların arasında doğadan kopmuş bir yaşamı seçtik! Hafta sonları doğa yürüyüşleri yaptık, doğal üretimin adını ekolojik üretim koyduk! Her şeyin genetiği ile oynadık, kendimizi değiştirdik! Hayat uzadı, Parkinson ve Alzheimer yaşamımızın vazgeçilmezi oldu! Toplum belleğini yitirdik, toplumsal Alzheimer hastalığına yakalandığımızı dahi bilemez olduk! Günü yaşadık, günü kurtardık. Günü kurtarmak için en samimi arkadaşımızı yok saydık! Yaşam ile ölüm arsındaki çizgiyi yok saydık!

12 Eylül bize ne kazandırdı, ne kaybettirdi diye görebilmemiz için yüzleşmemiz gereklidir. Yüzleşme kendimizi aynanın karşısında görmemiz anlamına gelir. Kimin cesareti var bu yüzleşme için?

Yüzleşme için bir müze kuralım, yaşadıklarımızı kaybettiklerimizi orada sergileyelim! Var mısınız 12 Eylül Müzesini kurmaya! Daha doğrusu yüzleşemeye… O halde kurmak için yan yana gelelim!

12 Eylül sadece işkence ve cezaevi değildir, yasaklanan sanatçılar, yasaklanan türküler demektir! Yasaklanan bir dil demektir, yok sayılan bir halk demektir. Bugün açılım diye ortaya konulanların üstünün örtülmesi demektir! Örtüleri kaldırmak için, başkasının açılımı için değil, kendimiz için yan yana gelelim! Belleğimize kavuşalım ve bizi sarmış olan hastalıklardan kurtulalım! Sol söylem ile propaganda yapan tarikat üyelerinin yüzlerine gerçeği haykıralım, sizin varlık sebebiniz 12 Eylül’dür diyelim! Bugün, üniversitelerde Profesör, gazetelerde başyazar olabilirsiniz, fakat sizin yarattığınız tahribatın farkındayız demek için yüzleşelim! Onların gerçek yüzlerini sergileyelim!