31 Ekim 2009 Cumartesi

İllegal insan!

İllegal insan!

İllegal insan yoktur deriz ama illegal olarak bu ülkeye gelmiş ve çalışmak zorunda olan insanları sınırı geçerken ölenler olarak biliriz!

Başka ülkelerden gelenler, ülkemizin göze batmayan yerden gelip yurt dışına gitmek isteyenler, paralarını emeklerini yollarda harcayıp, hayallerini tüketenlerin hepside illegaldir.

İllegal insan, kayda alınmamış insan demektir.

İllegal insanların milyonlar gibi rakamla ifade edildiği bir çağda yaşıyoruz.

İllegal insan kendisinden başka kaybedeceği olmayan insandır.

İllegal insan her türlü zulmü haykıramayan insandır.

İllegal insan hep korkular içinde yaşayan insandır….

İllegal insanların sorunları hep görmezden gelinilir.

İllegal insanın sağlık güvencesi yoktur…

İllegal insanın pasaportu olmaz… seyahat özgürlüğü yoktur… yaşama hakkı elinden alınmıştır.

Ülkemizde kaç illegal vatandaş yaşamaktadır?

Kaç vatandaşımızın pasaportu yok?

Savaştan kaçıp gelen ama hiç güvencesi olamayan insanların durumunu hiç düşündünüz mü?

Pasaportu olmayan, kimliği olmayan balkan göçmeni, Irak göçmeninden haberiniz var mı?

İllegal insanı göremezsiniz, onlar göze görünmez!

İllegal insanları sınırı geçerken batan bir botta olduğunu duyarsınız, karaya vurmuş ölüleri eşliğinde…

Siz hiç illegal olarak yaşadınız mı?

12 Eylül’de hukuku çiğneyenler, şimdi hukuk arıyorlar!

12 Eylül’de hukuku çiğneyenler, şimdi hukuk arıyorlar!

12 Eylül süreci, anayasayı silah zoru ile değiştirmek isteyenleri yargılama süreci gibidir. Tamamı ile meşru olmayan yargılama süreçleri, keyfi uygulamaların hat safhada görüldüğü yıllardır. O dönemde alınan mahkeme kararlarının hemen hepsi tartışmaya açık ve hukuk dışıdır. Çünkü o dönemde anayasayı silah zoru ile değiştiren bir iktidar mevcuttur. Savunduğu söylediği anayasa, henüz oluşturulmamış, halk tarafından kabul edilmemişti. Oluşturulmamış anayasanın savunması olmaz! Savunması olmayacağı içinde, silah zoru ile ortadan kaldırmak isteyen muhalefette olamaz! Anayasayı savunduğunu söyleyenler, anayasayı ortadan kaldırmıştır.

12 Eylül, kanunların nasıl bir şekilde yorumlandığı ve yukarıdan gelen emirler ile sonuçlandığı uygulamaları ile ortada durmaktadır. Kanun önemsenmemiş, onun yerini alan emirlerdir. Emirler ile kanun maddeleri yeniden yorumlanmış ve uygulanmıştır. O dönemde verilen idam kararları ve uygulamaları, bugün çıplak olarak önümüzde durmaktadır.

12 Eylül darbesi yapanlar, bugün kendi yarattıkları uygulamaların sonucu ile karşılaşmışlardır. Bugün, aynı keyfiyet durumu ve yöntemi gözlerimiz önünde cereyan etmektedir. Burada özneler değişmiş olmasına rağmen, yöntemin aynı olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. O gün, 12 Eylül darbecilerini alkışlayanlar, bugün başka birilerin alkışlaması tesadüfi değildir. Elbette rollerin değişmiş olmasına rağmen, bazı alışkanlıklarını terk edemeyenler, hala durdukları yanlış noktada durmaya devam etmektedirler.

Saflar bir birlerini gererken, artık açıkça telaffuz edilen savaş kelimesini satırlar arasında görmeye başladık. Yeni bir kavram günlük yaşantımıza girdi. Asimetrik Savaş. Peki, ne demektir asimetrik savaş? Güçsüz olan birliklerin, güçlü olan birliklere nereden saldıracağı belli olmadan yürüttüğü savaş yöntemidir. Bir anlamda gerilla yöntemidir. 11 Eylül ile birlikte yaşama giren bir kavramdır.

Ülkemiz, yıllardır adı konmamış savaş içindedir. Savaşın barış ile sonuçlanmasını isteyenlerin seslerinin daha yoğun çıktığı bir dönemde, başka bir savaş başlamış görülmektedir. Asimetrik savaş adı verilen bu savaş, bir dava ve onun etrafında gelişen olaylar olarak algılanmaktadır. Adı verilen savaş, iki devlet kurumunun içinde görülmektedir. Bu iki kurum arasında taraf olmak bizi ne kadar ilgilendirmektedir? Çünkü iki oluşumda, 12 Eylül üründür. 12 Eylül döneminde yapılan uygulamaların özneler değişerek, bugün yaşanmasından başka bir anlam ifade etmekte midir?

Bu sorunun yanıtında, ‘en azından darbeci zihniyetin ortadan kalkması için, taraf olmak nedendir’ diyenlerin varlığını biliyorum. Şah gitsin diyerek, şeriatçılar ile birlikte hareket eden örgütler ya da bireylerin durumunun günümüzde yansıması gibi durmaktadır. İran’da şah gitti, ilk idam edilenler şeriatçılar ile ittifak yapanlar olmuştur.

Kurumlar bir şekilde kendi içlerinde barışacaklardır, iktidar ve güç gösterileri, kendilerine zarar verdiğinde aralarında anlaşamaya varacakları yakın geçmişte yapılan saray görüşmelerinde ortaya çıkmıştır. Baş başa görüşülen toplantılar sonucunda bir bakıyorsunuz gündem değişmiştir. Taraf olanlar, bir bakıyorsunuz boşluğa düşmüş, gündemi sarsacak başka bir neden bulunana kadar sessizce köşelerinde oturup gelişmeleri izlemekle yetinmektedirler. Birilerinin vermiş olduğu bilgileri, işlemeden, bulmuşçasına manşetine çıkanlar hep aynı kesim olması acaba tesadüfi midir? Yoksa yürütülmekte olan savaşın gerekliliği midir?

Ülkemiz bugünlerde iki savaşı yaşamaktadır. İki savaşta taraflar ortada olmasına rağmen, nasıl bir çizgi izleyecekleri yurt dışından gelecek baskı ile biçimlenecektir. Çünkü iç dinamikler bu güçlerin bakış açısını etkileyecek güçte bir baskı grubu oluşturamadıkları son Habur sınırından geçiş ile ortaya çıkmıştır.

12 Eylül uygulamaları meşru değildir ve yasalara zorla uydurulmuş olduğu yaşanan bugünkü süreç ile daha da ortaya çıkmıştır. 12 Eylül ile yüzleşilmeden bugünkü gelişmeler daha iyi anlaşılamaz. Ne yazık ki geçen süreç içinde her kesime göre 12 Eylül algılayışı gelişmiş ve bu algılayışa göre, 12 Eylül tarihi yazılmaktadır.

Bu durumda kafa karışıklığını ortaya çıkarmıştır. Kafa karışıklığı da kendilerine liberal diyenlerin seslerinin daha gür çıkmasına sebep olmuştur. Gerçi bu durum medyayı elinde bulunduranların tercihleri ile de ilgilidir. Normalde kimsenin iş vermeyeceği, ne savunduğunu dahi bilmeyen, güce tapanların oluşturmuş olduğu gazeteci ve öğretim üyesi güruhu, birilerin işine geldiği için seslerini ekranlar ve yazılı basın aracılığı ile yüksek ses tonunda duyurmaya devam etmektedir. Bu durum bir anlamda asimetrik savaşın belirtisi olabilir.

Bu iki tarafın yaptığı savaşta, yesinler birbirlerini diyerek, gerçek gündemimize dönmemiz gereklidir. Çünkü bu savaş sonucunda ortaya çıkacak her olasılık ile savaşmak durumunda olacağımızı bilmek zorundayız. Demokrasi ile otorite arasında savaş değildir bu, asimetrik savaş adı verilen savaş. Her iki tarafta gücü eline geçirdiğinde, ne kadar demokrat olduğu bugün yaşanan sürece bakarak görebiliriz!

Ölüme terk edilen kanser hastaları bu ülkenin topraklarındadır. Demokrasi ve insan haklarını savunduğunu söyleyenler bu ölümler karşısında sessizliğini korumaktalar, fakat bu iki gücün asimetrik savaşında taraf olmayı ise demokratlıkla açıklamaya devam etmektedirler.

Savaşın bir tarafı olan AKP, insan hakları ve demokrasi için ne yapmıştır? Bu soruya doğru yanıt verirseniz olay daha çıplak olarak görürsünüz! Mahkeme kararlarını bile uygulamayan, hala Sivas Madımak Otelini Müze yapmayan anlayış iktidardır. Zorunlu din dersi verilmesine bu iktidar sürecinde devam edilmektedir. Sendikal haklar konusunda ilerleme ortadır. 1 Mayıs günü yapılan saldırılar hala hafızlarda yerini korumaktadır. İşkenceden ölen, cezaevinde kanser ile mücadele edenler hala içimizde yaşanmaktadır. Polis dayağı ile komada olanlar, ölenler, sakat kalanlar bu iktidar döneminde varlığını korumuştur. Elinde pimi çekilen askerlerde bu iktidar döneminde varlığını korumaktadır. Keyfine göre ben süreci başlatırım, gereğinde askıya alırım anlayışı da bu iktidar sürecinde varlığını korumaktadır.

Demokrasi için, iç dinamikleri güçlendirmek ve geleceğimize müdahil olmak zorundayız. Demokrasi için safları sıklaştırma zamandır.

29 Ekim 2009 Perşembe

Çocuk oyuncakları…

Çocuk oyuncakları…

Cumhuriyet kutlamaları tüm yurtta olduğu gibi Hakkari’de de resmi törenler ile kutlandı. Bu kutlamalar sonunda bir grup, asker ve polislerin oturduğu lojmanların önünden geçmek istemiş ve orada olaylar patlamıştır. (Ezilmişlik duygusunun dışa yansıması olarak da okuyabilirsiniz. Özgürce kendilerini ifade edenler, fırsatını bulduğunda ezdiğine inandığı kesimin önünden geçerek ‘nanik’ yapmak ister. Bu hareket ile siz ne yaparsanız yapın, varız, var olmaya da devam ediyoruz imgesini duyurmaktır.)

Olayları ekranlar aracılığı ile sıcak odamdan izledim. Olaylarda benim dikkatimi çeken pencereden bakan asker ve polis olan memur çocuklarının tavırları. Çocuklar oyuncak silahlarını pencereden çıkarmış, aşağıda yürümekte olan gruba doğrultmuştur. Aşağıdaki grubunda o çocuklara doğru tepkisi vardı. Olay bu noktada patladı ve taşlar, gaz bombası Hakkari semalarında kendisini gösterdi.

Çocukların tepkileri incelendiğinde nasıl bir sonuca varır psikologlar?

Silah gölgesi altında büyüyen ve yetiştirilen çocukların gelecekte ne gibi sorunlar ile karşılaşılırlar?

Büyük olasılıkla bu çocuklar okul içinde de ayrımcılığa uğruyorlardır, üstün olma duygusu ve ötekinin acı çekmeyeceği düşüncesi hakimdir. ‘Ötekine her türlü eziyeti yap, çünkü o senin doğal hakkın!’ imajı acaba bu çocukların gelişme aşamasında nasıl bir kişilik bozukluklarına yol açıyordur?

Barış demek, karşındakini olduğu gibi kabul etmektir. Bugün ülkemiz içinde karşındakini olduğu gibi kabul edebilecek olgunluğa erişmiş bireyler var mıdır? Açıkçası kuşkuluyum bu konuda. En çok barış isteyenler bile, fırsatını bulduğunda karşısındakine üstünlük sağlamak ister! (Ne gördü ki, ne yapsın!)

Biz alfabenin a harfini öğrenirken, değişmek ve değiştirmek üzerine bakış açımızı oturtuyoruz. Değiştirmek, bu sistem içinde doğaldır. Ötekini kendine benzetmek için, devlet tarafından çizilmiş bireyler oluşturulması projesi, doğal karşılanmış ve eğitim sistemimiz sorgulanmamıştır. Barış mitinglerinde atılan slogan da ilginçtir bu açıdan. ‘Savaşa bütçe değil, eğitime bütçe!’. Kurşunun yaratmış olduğu tahribattan daha büyük tahribata evet diyen barış isteyen kesimler!

Eğitim sistemi mi insanları bir birinden koparıyor, yoksa savaş mı?

Savaşın parçalayıcılık özelliği hep var olmuştur, fakat ulus devleti ideolojisi altında yapılan eğitim ise, savaştan daha keskin ve köklü ayrımlara sebep olmuştur. Bugün komşu halkları, ‘arkadan hançerleyen’ olarak görmemiz ve onlar ile barış için atılan adımları büyük sancılar yaşayarak görüyorsak, burada sorgulanması gereken eğitim sistemidir. Savaşı yaşayan kuşak artık ortada olmadığına göre, bu ayırımın nedeni savaş olmaktan çıkmıştır, önyargılarımızı, oluşturan eğitim ve sosyal ilişkiler içinde aramak gereklidir.

Savaşta elde ettiği toprağı barış ortamında kaybetme korkusu yaşayan bireyler / topluluklar, elbette çıkarcı olarak olaya yaklaşacak ve barış ile aralarına duvar öreceklerdir. Toprak ve tazminat kavaramı, barış görüşmeleri öncesi propaganda aracı olarak kullanılmasının arkasında ki en büyük sebep, var olan duvarın daha da kalınlaşmasını sağlamaktır. ‘Ötekiler gelecek ve topraklarımızı alır!’ korkusu durduk yere oluşturulmamıştır. Ötekilerinin adları o yüzden ulus devleti altında kullanılmaz, sakıncalıdır, çünkü o adlar geçmiş ile bağ kuran önemli köprülerdir. Ulus devleti heterojenliğe tahammülü yoktur!

Hakkari’de gösteriler sırasında çocukların elinde oyuncak silahlar ile ötekiler üzerine doğrultulmuş olarak gördüm. O çocuklar için doğal bir oyundur, fakat o oyunun arkasında yatan düşünce ve eğitim vahimdir.

Çocuk oyuncakları birer eğitim aracıdır ve onların gelecekte nasıl davranacaklarını belirler. Savaşa hayır diyorsak, -gerçek ya da oyuncak - tüm silahları yok edelim! Aksi halde o silahlar topraktan fışkırmaya devam edecektir. Yeni çatışmaların ve parçalanmaların nedeni olmaya devam edeceklerdir.

Her yerde güvenlik kamerası var, güvenlik yok!

Her yerde güvenlik kamerası var, güvenlik yok!

Güvenlik konusu, yaşamımızın içinde her an önümüze çıkan bir kavramdır. Sokakta yolun kesilmesi korkusu, karanlık bir noktada taciz edilmesi hepsi güvenlik konusudur. Elinize aldığınız bir çekin karşılıksız çıkması da güvenlik sorunudur. Evinize haciz gelmesi ve haciz adı altında yaşam için en gerekli olanlarında elinizden alınması da sorunudur.

Evinin önünde oyun oynayan kız çocukların birden kaybolması da güvenlik zafiyetidir. Çocukların organlarını pazarlayanların ortada rahat rahat dolaşması da güvenlik sorundur.

Yediğimiz yiyeceğin, merdiven altı üretim ile önümüze marka olarak getirilip sunulması da güvenlik sorunudur.

Devletimiz tarafından, genetiği değiştirilmiş organizmaları tüketime açan yasa da güvenlik sorunumuz olarak ortada durmaktadır.

Hayvancılığın yok olması ile birlikte, döner ve köfte fiyatlarında artış olmaması da güvenlik sorunu olarak ortada durmaktadır…

İlaç fiyatları ve tüketimi konusunda da düzenlemeler yapıldı. Devlet, memurundan, işçisinden tasarruf yapmak adına en ucuz ilaç fiyatını vermesini istedi eczacılardan. Özel sağlık sektörüne verilen devlet desteği, memura ve işçisine yansımıyor! Güvenlik sorunu burada bütçe açığı olarak yansıyor!

Bütçe açığının olduğu ülkelerde hep güvenlik zafiyeti olmaz ama bizim gibi ülkelerde bütçe açığı bir yerlere bağımlılık anlamına geliyor!

Bir imparatorluk bu açıktan dolayı tarih sayfasında yerini aldı! Bütçe açığı, gerek devlet gerek kişisel boyutta olduğunda güvenlik sorunu hemen yanında oluşur!

Ekranlardan yansıyan savaş ve çete görüntüleri aile yaşamımız içinde de güvenlik sorunu ortaya çıkarmakta, onlardan etkilenen çocuklar en yakınını ya öldürmekte ya da yaralamaya başladı! Kız arkadaşını kesen çocuk, yakın zaman diliminin de gündemiydi!

Tüketimin teşvik edilmesi de güvenlik sorunu ortaya çıkarmıştır. Tüketmek için çalan, gasp eden de güvenlik sorunu ortaya çıkarır… Çünkü reel ücretler ile tüketim ücretleri arasında fark ortada durmaktadır. Az parası olana tüketimi teşvik ettiğinizde ne olur?

Bir çok işadamı, silahı ile gidip çekini tahsil etme yoluna gidiyor. Silah elde etmek ve bulundurmak da güvelik sorununa bir çözüm olarak sunuldu. Fakat bugün yasal olarak elde bulundurulan silahlar, başka amaçlar ile kullanıldığına şahit olmaktayız.

Evinde silah bulunduranların çocukları, bazen o silahı alıp arkadaşlarını korkutmak amacı ile kullanabilmektedir. Hatta bazıları, okulları basıp ayrılan sevgiliye kurşun atabilmektedir. Güvenlik için alınan silah, bir cinayet aleti olabilmektedir. Güvenlik için kullanılan araç, güvensizliğinde kaynağı olabilmektedir.

İşyerlerinde güvenlik amacı ile konulan ve çalışanların çalışmasını izleyen, onların her anını gözeten kameralar artık güvenlik amacından çıkmıştır. İş yerinde çalışanlarını izleyen ‘büyük birader’ olma özelliğini göstermektedir.

Güvenlik kamerası ile elde edilen görüntüler bir çok insana karşı şantaj aracı olarak da kullanılmaktadır.

Kamera hayatımızın her anına geldi, kaza olur, cep kamerası ile acı çekenin filmi çekilir. O çekilen görüntü yayıncı kuruluşa satılır!

Güvenlik kameraları, haber bültenlerinde saniye saniye çekilen görüntü olarak lanse edilen haber olur!

Güvenlik kameraları hayatımıza girdiği günden beri bazı suçlarda azalma olmuş olabilir ama bazı suçları da beraberinde yaratmıştır!

Her yerde güvenlik kamerası var ama güvensiz bir ortamda yaşamaya devam ediyoruz!

Güvenlik kameraları suçu engellemiyor, sadece suçu belgeliyor!

27 Ekim 2009 Salı

Gündem değişirken…

Gündem değişirken…

Gündem hızlı şekilde değişime uğramaya devam ediyor. Gündem sanal ortamda yaratılıyor, hayata uygulanıyor gibi. Önceden sanki birisi geleceği yazmış ve o gelecek içinde verilen roller oynanıyor gibidir.

Gündem son haftalar içinde kaç defa değişti? AKP iktidarı ne zaman zora düşse, o an başka bir gündem kamunun önüne sürülüyor ve zor andan bir andan kurtuluyor. AKP kendi seçmeni ve Türk kamuoyu önünde, hangi konuda zor duruma düşmüştü, anımsayan var mı?

Gündemin bu kadar hızlı değişimi, elbette hangi konuda ne düşüneceğini şaşıran bir kamu yaratılır. Düşünme hızı ile gündem hızı arasında bir parelilik kurulamadan, henüz ne oluyor anlaşılmadan başka bir gündem hakkında fikir yürütülmeye başlanıyor.

Fikir yürütme yolu ile gündemi izlemeye çalışanlar ise, bir süre sonra artık onların gündemi ile uğraşmamaya başlıyor. Gençlik, apolitik diye söylenenler bir etraflarına bakmış olsalar, halkın büyük bir kesimi apolitik ve politik tavrın ne olduğunu bile tanımlayamaz konumda olduklarını görürler. Gazetelerin satışı, haber kanalların izlenme oranı bu politik duruşun istatistiki yönünü gösterir…

Gündemin bu kadar hızlı değişimi, kapı önüne bırakılan gazetelerin satış rakamlarını etkiliyor mu bilemem, çünkü gazetelerin net kontrol edilebilir satışı bilgisi konusunda da şüpheler varlığını korumaktadır. Çünkü para ile satılanları, bir bakıyorsunuz havalimanların girişinde, Petrol ofislerin bayilerinde bedava verilebilmektedir. Para ile alan hangi konuma konmuş oluyor?

Gündem değişimi paradigmaya uygun olarak devam ediyor. Dünya gündeminin ağır bir şekilde dönerken, ülkemiz içindeki gündemin bu kadar hızlı değişimi, ekonomik kalkınma ile hiç alakası olmadığı gün yüzündedir, çünkü AKP iktidarı döneminde dünya ekonomi gözlemleri içinde, yaşam kalitesinin baz alındığı araştırmalarda hep geriye doğru gidiş gözükmektedir.

Dünya düzleminde araştırma ve bilim geliştirme konusunda üniversitelerimizin adı dahi listeye girmediğini kamunun bilmesinin ne önemi vardır ki? Ama üniversiteye girmek için binlerce öğrenci ilk okula başlarken yarışa hazırlanıyorlar ve yarış içinde eğitimlerini tamamlıyorlar. Eğitim bizde sınavlar olarak algılanmaya başlandı.

Sağlık sektörümüz özelleştirildikten sonra, devlet destekli muayenelerinde bir sınıra doğru yaklaşıldığı, parası olanın, parası kadar sağlık hizmetinden yararlanacağı döneme girdik. Sağlık sektörü tamamı ile para ile alınıp satılan ve de önerilen konuma dönüştü. İlaç firmalarının kendi içindeki rekabetin sonucunu yaşayarak görmekteyiz. Peki, bizim ürettiğimiz ilaçların ne kadarı dünya standardına uygun olarak üretilmektedir ve içeriğe sahiptir? Dünya markası olarak ülkemize gelen ilaçların bazıları neden bize özgü içerik ile üretilmektedir? Dışarıda başka, içeride başka ilaçların varlığını kamunun gündemine gelir mi?

Gündemin bu kadar hızlı değiştiği dönemde, hangi ürüne ve hizmete ne kadar zam yapıldı? Neden tarım ve hayvancılık sektörümüz yok ediyor, neden hayvancılık gerektiği kadar teşvik edilemiyor? Hayvan ve tarım ürünlerinde markalaşmak ne anlama geliyor? Markalaşmak acaba yiyecek sektöründe ne anlama geliyor? Gündemimiz içinde bunlarda yok!

Domuz gribi ile birlikte bir aşı gündeme geldi, henüz piyasa verilmeden talep müthiş artırıldı. Bu durumda kim karlı çıkacak? Kim aşı olacak? Hastanelere tedavi için gidenlerin bir çoğu, bir çok tedavi yönteminden yararlanamaması acaba gündemimize ne zaman gelecektir?

Gündemimiz ıslak imza ile değişiyor, arkasından başka bir gündem gelecek… ama bu gündemler bizim günlük yaşamımıza ne kadar katkısı vardır? Siyasi gündemin değişimi iktidarı rahatlatırken, yaşam kalitemizde bir artışa sebep oluyor mu?

Grip nedeniyle İstanbul otobüsleri (belediyeye ait olanlar) ve metro ilaçlanırken, özel otobüsler ve dolmuşları kim dezenfekte edecek? Gündemimizde neden bu özel sektörün hizmetleri gelmez?

Bayramlarda ve özel günlerde belediye araçları bedava ya da yarı fiyat politikası yaparken, özel halk otobüsleri sanki özel gün yokmuş gibi hizmet etmeye devam eder! Gündeme neden onları alamayız?

Talep artınca merdiven altı ürünlerde artış olur ve hangisi gerçek hangisi merdiven altı olduğunu bilmeden tüketiriz. Peki bu denetim dışı ürünlerin yan etkileri ve sonuçları neden gündeme gelmez?

Gündem değişirken, yaşam kalitemizi yakından ilgilendiren konular olmadığını hiç dikkat ettiniz mi?

Grip ülkemizi kuşattı!

Grip ülkemizi kuşattı!

Grip salgını yurt dışından geldi, ülke içinde mantardan daha hızlı gelişme gösterir hale geldi. Ülkeyi dört bir yandan domuz gribi ile sardık türküleri söylenir oldu.

Ülkede bir anda salgın başladı ama salgın Amerika kıtasından gelmemiş miydi? Peki, o ülkelerde grip salgını ne durumda? Hadi orada hepten yok oldu, komşu ülkelerde de mi yok? Gripte insan gibi sınırdan geçerken pasaport mu gösteriyor? Gribin sınır mı var?

Grip salgını geçen bahar döneminde başladı ve ilacı bulunması içinde büyük bir yarış başladı. İlaç firmaları gribe karşı değişik ilaçlar üretti ama ne kadarı sağlıklı? O kadar net değil, çünkü ilaç üretimi için geçmesi gereken zaman, tavuğun şimdi olgunlaşma zamanına eşit düştü! Tavuk zamanından önce olgunlaştırılmakta ve hemen kesime gönderilmektedir. Tavuk ticareti bu kadar hızlı gelişmeseydi, acaba tavukların genetiği ile oynanır mıydı?

Para kazanılan her hangi bir şey, zamanından önce olgunlaştırılmakta ve tüketime sürülmektedir. Ülkemizde grip salgını olacağını açıklanmasının arkasından, okullarda gribin görülmesi acaba bir tesadüfi midir? Okullar açıldı, grip bütün yurdu sardı! Gribi taşıyan acaba öğrenciler mi? Kim bu virüsü ülke çapında taşıdı?

İlaçlar, İstanbul Havalimanına indi, sonra iki laboratuarda bu ilacın gerçekten yan tesiri var mı araştırılmaya başlandı. Raporun verilesi süresi içinde, ülkenin dört bir yanı domuz virüsü ile doldu! İlaçlar şimdi nerede bekletilmektedir?

Aşının tüketime sürülme aşamasında da sorun çıktı, çünkü Müslüman ülkede salyangoz satmaya benziyor. Domuz adını alan virüs, İslam ülkesinde nasıl uygulanacaktı? Onunda çaresi bulundu, tüketim için her türlü yol açılır. Yol açılmazsa eğer, söylem olarak bu yola doğru kanallar açılır! Sağlıklı insan ibadet edebilir, o yüzden sağlık her şeyin üstündedir…

Domuz gribinin panzehiri üreten kaç firma dünyada?

Almanya’da çıkan bir sansasyonel haber ile dünyada bu aşı üzerinden ne gibi oynandığına çıplak olarak karşılaştık! Orada biri ‘bak kral çıplak’ diye bağırdı ama ülkemizde yeteri kadar bu ses duyulmadı. Orada başbakana verilen aşı ile halka verilen aşı arasında bir fark varmış, başbakan hiçbir yan tesiri olmayan aşıdan yararlanırken, halk kobay konumuna düştü. İlk defa gelişmiş bir ülkede, halk genel olarak kobay konuma düştü. Bizim ülkemizde kobaylık doğal karşılandığından sanırım etkisi bile olmadı!

Para kazanmak için kaç kişi ilaç firmalarının kobayı konumda? Gönüllü kobaylık dışında bir de zorunlu kobay konumundayız, çünkü Sağlık Bakanlığının belirlediği ilaçlar ve fiyatlanmalar sonucunda, Sosyal Güvenlik Kurumu en ucuz ilacı, eczacılara hastalara vermesini tebliğ edilmiş. Doktorun yazdığı ilacı almak isteyenler, gerçek fiyat ile düşük fiyat arasındaki farkı ödemesini zorunlu kılmıştır. Maaşı günlük eriyen memur, işçiler ve emekliler bu durumda bütçelerine göre davranmak zorundadır. Parası olmayan hasta doktorun yazdığı ilacı alamayacaktır. Yan etkisi ne olduğu belli olmayan ilacı alarak iyileşme sürecini uzatacak ya da olması gereken ömrünü kısarak kısa yoldan intihar edecektir! Burada intihar kelimesi yerine katili beli olan cinayette diyebiliriz! Elini dokunmadan işlenen cinayet! Kim bu ölümün hesabını sorabilecek? Katilin parmak izi indrekt olarak ölenin üzerinde olacağına göre, bürokrasi içinde katil hep özgür ve vicdanı hür olarak aramazda yaşamaya devam edecektir.

Domuz gribi ortaya çıktı, bu grip salgını acaba dünya ekonomisine ne gibi can suyu etkisi görülecek? Kim buradan karlı çıkıyor? Bileniniz var mı?

26 Ekim 2009 Pazartesi

Sesimi aradım!

Sesimi aradım!

Bugün Pazar dedim, köye gideyim, şehir gürültüsünden kurtulup, doğanın sesi ve köyün kokusu içinde geçmişime doğru yolculuk yapayım!

Düşündüğümü gerçekleştirdim. Köye gittim!

Köy, bizim oraların köyü gibi değil, bizim oralar bozkırdır. Tek tük ağaç vardır, sonra kerpiçten tek katlı binalar ve ahırları olan yerdir. Her evin önünde tarım ile ilgili aletler olurdu eskiden. Şimdi bizim oralar terk edilmiş gibidir, ne oturan vardır, ne de tarım aletleri. Eskiden kalanlar ise çürümeye yüz tutmuştur. Tarım aletleri, yıkılan binaların önünde, gölgesinin sessizliği içinde varlığını korumaya çalışıyorlar. Bizim köylerde artık kimse yok! Olanlarda, çok yaşlı ve toprağını terk edemeyenlerdir. Hani derler ya, şehre alışamayanlar! Kader çizgilerini, burada noktalamak isteyenler de diyebiliriz.

Bizim oralara benzemeyen bir köye gittim. Yeşillikler içinde, turizmin nimeti ile karşılaşmak üzere olan bir köye! Köy, gittiğimde doğal yapısını koruma adına yeniden inşaat ediliyordu. Eski binaların bir bölümü bizim köylerde olduğu gibi çökmüş, duvarları bile ayakta duracak hali yoktu. Yorgun düşmüş evleri gördüm. Yenilenen evlerin duvarları boyanmış, yapay bir turistlik hava verilmişti. Renkler abartılmış, o dokuya uymayan bir mimari eşliğinde köy meydanında dolandım. Her köy meydanında bir kahve olur. Bu köy meydanında cafe vardı, birde, köy yiyecekleri olarak sunulan, beş yıldızlı otellerin otantik bölümünde yer alan, gözleme yapan kadınlar ve tandır vardı! Tandır elbette yoktu, elektrikli ocak başında hamur açan kadınlar, gözleme yapıyordu.

Köyü dolaşmak için, caminin duvarının gölgesinin izinden başladım. Sokaklarının derinliklerine doğru yolculuk yaptım. Yolculuğum köy sokaklarına mıydı, kendi içime doğru muydu bilemedim. Bir şeyi aradım, yoktu! Köyde bir şey eksikti!

Günlerden pazardı, çarşaflar içinde kadınları gördüm, yüzlerinden yaşları anlaşılır diye yüzlerine bakmaya çalıştım, hatta fotoğraflamak için elimi makinenin üzerinden hiç kaldırmadım ama bir an dışında hiç yüzlerini göremedim. Siyah çarşaf içinde genç bir kadındı, gördüğüm. Gözleri mavi mi, yeşil mi anlayamadım bir anı gördüm ve karanlık çarşafı içinde yok oldu gitti.

Köyde bir şey eksikti, bunu hissediyordum, anlamlandıramıyordum.

Köyün mezarlığına gittim. Şimdi mezarın ortasından yol gidiyor! Mezarlığın etrafına duvar ile örmüşler. Bir de geniş kapı bırakmışlar. Kapıdan mezar içine baktım. Mezar taşları hep ilgimi çeker. Ölenlerin yaşlarını hesaplarım, o sayede orada yaşamın süresini yaklaşık olarak kafama yerleştiririm. Eğer yaşam uzunsa, yaşamı doya doya yaşadıklarını düşünürüm. Yaşam kalitesi yüksek olduğunu peşinen kabul ederim.

Mezar taşlarında selvi ağacı motifi gördüm, yeşile boyanmış selvi ağacı sembolü gibi geldi bana. İnce ve gökyüzüne doğru giden bir yeşil boya! Mermer üzerine işlenmiş. Adı, soyadı ve doğum / ölüm tarihi altında topraktan yukarıya doğru çıkan bir selvi ağacı. Hepsinde yoktu elbette. Bizde mezar taşları bir birine benzer, öleni anlatmaz mezar taşları. Sadece bir nokta gibi taş bulunur başında. Kimdir, ne yapmıştır, dünyayı nasıl yaşamıştır, ne hayaller görmüştür, ne gibi sevdalar yaşamıştır, yoktur. Mezarlıklar bunları anlatmaz. Zamanın durduğunun kanıtı gibidir.

Mezarlıktan sonra köyün meydanına doğru geldim. Köy meydanı biraz önce bıraktığım gibidir. Köpekler yine insan alışık ve tembel şekilde sonbahar güneşinin altında yatmaktadır. Orada yürüyenler sanki onların varlıklarından bi haber gibidir. Onlarda çevresinde dolananlara karşı duyarsızdır. Kediler ve köpekler yan yanadır. Köyde bir şeyler yanlış gidiyor diye düşünmeden duramadım!

Günlerden pazardı ve köyde yaşanların var olduğunu, evlerin içindeki canlılıktan hissediliyordu. Dışarıya asılmış çamaşırlar, kurumaya bırakılmıştı. Kışlık olarak hazırlanmış sebzeler sergilenmeye devam ediliyordu. Köy meydan dışında, bir iki yerde kadınların duvar dibine oturmuş olarak gördüm. Yerel kıyafetleri sanırım siyah çarşaftı!

Köyün meydanında dışarıdan geldiği belli olan şehirliler, cafe’de günü çayın demi altında geçirmekteydiler. Gözlemeler eşliğinde çay!

Çay, nerede olursa olsun karşımıza çıkan içecektir. Bir zaman geçirme aracı, gerektiğinde söze başlama için dudak ıslatmak için kullanılan bir araç! … Çaydan bir yudum alıp çevreme daha dikkatlice baktığımda, köyde çocuk olmadığını hissettim. Köyde çocuk sesi yoktu, çünkü çocuk yoktu! Çocuk sesi olmayan yer, köy olur mu? Üstelik günlerden Pazar ve öğlen saatlerini yaşarken!

Çocukların nerede olduğunu sordum. Çok kısa yanıt aldım, şehirde dershaneye gitmişler. Köy çocuğu geleceğini kazanmak için, şehirli çocuklar gibi dershaneye gidiyordu.

Çocukları sokaktan çalan bir eğitim sistemi altında yaşıyoruz. Çocukluğunu yaşayamayan bu güzel beyinler, ne yapacaklar büyüdüklerinde? O kadar idealize edilen geleceğe vardıklarında, kaybettikleri ve yaşanmamışlıkları anlayabilecekler mi? Neden çocuklarımızın geleceğini çalar devlet? Neden bu eğitim sistemi çocuklarımızı sokaklardan alır, evlere ve dershanelere kapatır? Çocuksuz yaşam olur mu?

Çocuklar, çocukluğunu yaşamadan bir yarış pistine konuyor, neden? Ülke başbakanı hala ailelere demektedir ki, üç çocuk yapın! Bu üç çocuk, büyüdüğünde ne olacaklar? Makinenin bir dişilisi mi, insan mı?

Çocukları, köy sokaklarında, meydanlarında, şehirlerin parklarında görmek ve duymak istiyorum!

Çocuk sesini arıyordum, geçmişimi ararken! Belki o sesi duyduğumda, kendi sesime ulaşacağımı düşünmüştüm! Çocukların seslerini sokaklara yasaklamışlar ama bu yasak yasalar ile olmamış! Üzüldüm. Çalınan geçmişimi düşündüm!