13 Kasım 2009 Cuma

Bana Müslümanlar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!

Bana Müslümanlar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!

Bu sözü elbette söylemedi başbakan ama Müslüman yerine sağcılar kelimesini koyun, tanıdık geldi değil mi? Hemen, bir zamanlar bir başbakan demiş olduğunu anımsarsınız! Bu sözleri söylemedi ama buna yakın bir söz söylendi!

“Bir Müslüman soykırım yapamaz. Varsa böyle bir şey bunu rahat söyleriz. Türkiye’nin böyle bir rahatlığı var.” TRT’de yapılan röportaj. Radikal gazetesinden alıntıdır. 08.11.2009

Başbakan Erdoğan yukarıdaki sözleri söylemektedir. Burada iki duruş vardır. Birincisi Müslüman soykırım yapmaz, ikincisi Türkiye adına konuştuğuna inanması. Kendi konuştuklarının ülke adına olduğunu ve ülkeyi dünya kamuoyu önünde bir yere getirdiğine inancı sonsuzdur. “One Minute” söylemi Türkiye adına yapıldığını ima etmektedir. Parti dosyası ile gittiği toplantıda sarf ettiği sözleri Türkiye adına konuştuğu şeklinde inancını burada da perçinlemektedir.

Müslüman soykırım yapmaz inancını koruması, kendi kişisel duruşudur. Bu duruşun tarih içinde hiçbir önemi yoktur, çünkü yoktur denilen şeyler tarih içinden istenirse çıkarılır ve ortaya konulur. İdi Amin neden sürgünde öldüğünü anımsayan var mıdır? İdi Amin iktidarı süresi içinde ülkesinde neler yaptığını bilen var mıdır? İdi Amin hangi inancı temsil ediyordu ve ne adına yapıyordu?

Başbakan’ın içinden geldiği siyasi düşünce, Sivas Katliamı sonrası nasıl bir tavır aldığını anımsayanız var mı? Sanıkların avukatlığını, Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan üstlendi ve bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti. Şevket Kazan kimdir? Anımsayanız var mıdır?

Şevket Kazan; Her dönem Milli Görüş hareketinin en önlerinde yer aldı, halen Saadet Partisi'nde siyasete devam etmektedir. Peki, başbakanın bu görüş ile köklü bağını şimdilerde anımsayan var mı? Erdoğan, aynı dönem içinde aynı partinin İstanbul Büyük şehir Belediye Başkanıydı. O döneme ait bir çok davası milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle donduruldu. Balık hafızalı olduğumuz için kısaca anımsatmak istedim. O dönemdeki Adalet Bakanı, tıpkı bugünkü Başbakan gibi düşünmektedir. ‘Müslüman katliam yapmaz, soykırım hiç yapmaz!’

Ömer El Beşir, Sudan devlet başkanıdır. Devlet başkanlığını içinde yer aldığı darbeye borçludur. Darfur katliamı ile dünyada kendisinden söz ettirmiştir.

“Toplam yüzölçümü 2.5 milyon kilometrekare olan Sudan’ın yaklaşık 1/5’ine yayılan ve üzerinde 5 ila 7 milyon kişinin yaşadığı üç eyaletten oluşan Darfur’dan göç edenler, tarımla uğraşan, yerleşik Siyahi kabileler. Bu kabilelerin içinde en büyüğü, bölgeye de adını veren Fur’lar. Sudan’ın Batısındaki tahıl ambarında yaşayan Fur, Massalit ve Zaghawa kabileleri Müslümanlığı kabul etmiş Siyahlardan oluşuyor.” Ahmet İnsel, Birikim Dergisi, Sayı 184-185, Sayfa 7-11 Ağustos – Eylül 2004

Sudan’da İslami cuntanın iktidarı 1989’da ele geçirmesinin ardından, Sudan’ın en büyük, en zengin ve en kalabalık bölgesi olan Darfur’da, İslâmi hükümetin silahlandırdığı Müslüman Arap milislerin, Müslüman Siyah kabileler üzerinde başlattığı acımasız bir bastırma ve yıldırma operasyonu, bugün El Beşir ziyaret rahatsızlığın nedenidir. Bu dramda, binlerce ölüm, milyonlarca mülteci vardır. Savaşı günlük ad ile söylersek, iktidarın ötekiye karşı acımasızsa yok etme hareketidir. Bu davranış size yabancı gelmiyor değil mi? Saddam’ın Kürtlere karşı yaptığı kimyasal silah ile katliamı. İsterseniz daha yakına doğru merceğinizi yakınlaştırabilirsiniz! Görmek istemeyen, görmez!

Yazının başında aldığım alıntıyı daha geniş alayım; "Gazze ile Darfur’u birbirine karıştırmamak lazım. Gazze’de bin 500 insan öldürülmüş. Darfur’da böyle bir şey olsa, onun da sonuna kadar takipçisi oluruz. Ben bunu Netanyahu’yla rahat konuşamam ama Ömer Beşir’le rahatlıkla konuşurum. ‘Bu yaptığınız yanlış’ derim, bunu de yüzüne derim. Bir Müslüman soykırım yapamaz. Varsa böyle bir şey, tespit etmemek mümkün değil. Rahat rahat onu da söyleriz. ‘Böyle bir şey yapamazsın, buna hakkın yok’ deriz" diye konuştu.

Eğer başbakan bu drama inansa, El Beşir ile rahat rahat konuşacak ama inanmıyor, çünkü ona göre El Beşir ne yaptıysa ülkesi için ve hukuk kuralları içinde yapmıştır. Ne yaptıysa hakkı olduğu için yapmıştır!

İngiliz gazetesi The Guardian "Erdoğan'ın El Beşir'e verdiği destek yakın tarihin en kötü katliamlarından birinin üzerini örtmeye çalışmak anlamıyla, oldukça utanç verici bir suç. Mesajın altında yatan ırkçı izler daha da berbat. "

Yukarıdaki yoruma yorum yapılabilinir mi?


Not: Şevket Kazan yıllar sonra o dönemi anlatırken sözlerini dikkatli okuyun derim, çünkü bugünde dinlemeler olarak kayda geçen durumların arkasındaki anlayışı belki yakalayabilirsiniz!
“duruşmaları selametle götürebilmek için arada bir düdük çalması lazım birisinin. Hakim doğru dürüst çalamaz, teskin etmek lazım, duruşmadan önce görüşmek lazım, bak arkadaş gelin bu davayı selametle idare etsin bu mahkeme. Yani aklı selim sahibi bir insanın olması lazım.

Şenay hanım benim vekaletnameye itiraz etti, dedi ki, "Avukatlık kanununda engel yok ama bir özel kanun çıkmış, devlet güvenlik mahkemesi kanununda milletvekili olanların, devlet güvenlik mahkemesinde avukatlık yapamayacaklarına dair bir hüküm var" Ben onu bilmiyordum tabi mahkemede bunun için karar vermek üzere müzakereye çekildi, ben daha başlamadım, şunun avukatıyım diye zapta geçmiş değil. Ben oradan doğru mahkeme heyetinin yanına gittim ve dedim ki: "Ben çekiliyorum" Yoksa ben orda bir tek insanı savunmuş değildim ama savunacağım insanları seçmiştim.” 21 Ağustos 2009, Milli Gazete http://www.milligazete.com.tr/haber/onlarin-basina-bir-agabey-lazimdi-136267.htm

11 Kasım 2009 Çarşamba

Başbakanın kaç sıfatı vardır?

Başbakanın kaç sıfatı vardır?

Başbakanın yakasında bir çok etiket bulunmaktadır. Bu etiketler girdiği ortama göre değişmektedir. O kadar değişik ortamlara girmektedir ki, o an hangi sıfat taşıdığını basın danışmanı ya da parti sözcüsünden öğrenmekteyiz.

“Ne kadar yanlış tipler varsa, yanlış insan varsa bunları devlet olarak ayıklamamız lazım ki... Yarınların Türkiye'si güçlü bir devlet eliyle yürüyecektir, kurulacaktır. Buna inanıyorum ve bunun adımlarını da kararlı bir şekilde atıyoruz.” (Hürriyet, 11 Kasım 2009, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12913827.asp)

Bir ziyaret sırasında, basın ile konuşurken Başbakan Erdoğan kendini açık olarak ifade etmektedir. (O an hangi sıfatı kullanıyordu açıkçası bilmiyorum.) Bu konuşmayı ülke adını çıkaralım ve başka bir ülke adı koyalım. Ve oradan elde edeceğimiz sonucu kabaca hayal edelim, nasıl bir sonuca varırsınız? Örneğin 1935 yılı Almanya’sı. Güçlü devlet yaratılmıştır, yanlış tipler devlet kademelerinden uzaklaştırılmıştır. Sadece kendi ülkesinde değil, yakın bir tarih sonrası komşu ülkelerdeki yanış insanları da temizleyecektir. (Benzetme çok kötü oldu değil mi? En iyisi başka ülke ve tarih koyun siz, çünkü bilinen ve herkesin anladığı için o tarihi ve ülkeyi koydum!) belki başbakan burada benim düşündüğümü düşünmeden söylemiştir. O sadece yanlış tip dediği darbe girişimi yapanlar ama henüz suçları kabul edilmemiş bu tiplerin. Suçu sabit olanlar ise emekliliklerini rahatlıkla yaşamaya devam ediyorlar, onlara karşı nedense pek duyarlılık yok! O yüzden benim aklıma yukarda söylediğim sonuç çıkıyor, çünkü kendisine engel olabilecekleri ortadan kaldırmak onun için daha önemli, suçlu olanlar ile hesaplaşmayı akınla bile getirmemektedir. Zamanı henüz değildir belki!

İktidar partisi başkanı, her bulunduğu ortama göre kimlik değiştirmektedir. Bazen başbakan, bazen parti başkanı, bazen meclis grup başkan sıfatlarını kullanır. Aklıma gelmeyen daha başka sıfatları da vardır mutlaka, onları da siz bulun! Gerçi kendisi dahi bilmez, nerede hangi sıfat ile konuştuğunu ama onun sıfatlarını parti sözcüsü ya da basın sözcüsü açıklar!

Bir insanın çok kimlikli olması bazı karışıklıkları yanında getiriyor. Ülke seçime giderken bazen başbakanlık aracı kullanılır, bazen parti arabası. Bir bakmışsınız başbakan aracından parti aracına geçmiş çocuklara oyuncak dağıtıyor! Kimliklerin bu kadar iç içe olduğu başka bir lider gördünüz mü? Elbette gördünüz, çünkü bizde lider her şeyi bilen, duyan ve karar alandır! Mussoloni bizim liderlerimiz yanında belki masum bile kalır! Onu da ben bilemem, siz bulun! Google sayfasına girin araştırın!

“one minute” sözün söylendiği yerde, başbakan hangi sıfat ile orada olduğunu anımsayan var mıdır? Her ‘one minute’ görüntüsü yayınlandığında elinde bulunan dosyaya gözüm takılır, o dosyada parti logosu vardır! Acaba oraya hangi sıfat ile gitmişti, neden haberler başbakanın çıkışı olarak yansıdı?

Başbakan yarınların Türkiye’sini kurmaktadır. Öyle bir yarın düşünmektedir ki, kendisi gibi düşünmeyen, desteklemeyenleri, kendisine bağlı bakanlıklar ve kurumlar ile izlemektedir. Davalar açmaktadır / açtırmaktadır… (Bir davanın savcısı ve avukatı bellidir, savcı dava açar, değil mi?) Devletin işleyişini ve denetimini yapmak ile ilgili bölümlerde değişim baş döndürücü bir şekilde yapılmaktadır. Telefonların dinlenmesi sıradanlaşmıştır. Denetim her alanda baskıya dönüşürken, mahkeme önlerinde dosyalarda kabarmaktadır. Bu dönemde açılan davalar, bir anlamda siyasi olarak yorumlanmaya başlaması acaba tesadüfi midir?

Bilgi kirliliği her dönemde olmuştur, fakat bu kirlilik gündemi değiştirecek boyutta olması bir programlı hedefe doğru gidilen yolu mu göstermektedir?

Başbakanın ordu ile yakın tarih ile yüzleşmesi bir çok kesim tarafından olumlu görülmektedir. Fakat bu yüzleşme sadece kendisini ilgilendiren tarih ile sınırlı olduğu gözden kaçırılmaktadır. Darbe girişimleri ve darbe niyeti olanlar ile yüzleşmesi bana göre de olumludur ve hatta zorunludur. Bu olumlu duruşun, darbe yapanlar ve sonuçları ile olmamasını nasıl açıklarsınız? 12 Eylül yasları ve anayasası hala yürürlüktedir ve lideri özgürce gezebilmektedir. Onu ve o dönemi koruyan yasalar yürürlüktedir.

Başbakan ve kurmayları, global politikaya uygun politikalar geliştirirken, kendilerine olan güvenleri de artmıştır. Bu güven ile zaman zaman beyinlerinin arkasında duran gerçek niyetlerini açıkça ilan etmekten de çekinmemektedirler. Yazının girişinde yaptığım uzun alıntı, bu niyetlerini başka bir olay nedeniyle yaptığı açıklama arasında söylemektedir. Orada kullandığı sübjektif tanımlar, kime göre sorusunu beraberinde getirir. Yanlış tip ve insanlar, kime göre? Kendisine göre yanlış olanları temizlemenin sınırı nedir? Bir zamanlar bir gazeteciye yurt dışına git derken, ne kadar samimi olduğunu bugün daha çıplak olarak görmekteyiz. Beğenmiyorsanız gidin!

Başbakan, dünyaya bakışına uygun olarak adımlar atmakta ve o adımları kendi belirlediği zaman dilimi içinde yapmaktadır. Mahkeme kararlarını, işine gelmediğinde görmezlikten gelmektedir. Buna çıplak örnek din derslerinin halen zorunlu olmasıdır. Mahkemenin vermiş olduğu karar hala uygulanmamaktadır. İşine geldiğinde, Adli Tıp Kurumu hemen karar almasını hızlandırmaktadır, gelmediğinde işi uzatabilmektedir. Buna çıplak örnek Erbakan ve Zere durumlarıdır. Üzmez olayını unuttuğumu sanmayın! O olay sırasında kurumun çelişkili kararları kamuoyunun gözleri önünde yaşanmıştır.

Mahkeme önlerinde duran davaların bir bölümü dokunulmazlık nedeniyle işleme konulamamaktadır. Dokunulamazlık kavramına neden el atılmaz ve o zırh içinde, birilerin Türkiye’ye yeni bir biçim vermesine seyirci kanılır? Acaba bu adını andığı yanlış tipler içinde dokunulmaz olanlar yok mudur? Onların temizlenmesine neden izin verilmez?

Başbakan Erdoğan’ın her çıkışını demokrasi adına alkışlayanlar, neden bir çok şeyi görmezden geldiğini açıklayabiliyorlar mı? Neden hep onun yaptıklarını düzeltmek ile yükümlü danışmanları ve basın sözcüleri gibi hareket ettiğini anlayan var mıdır?

Demokrasi söylemleri ile yaşanan bu sürecin gerçek olarak adlandıran var mıdır? Biz gerçekten nasıl bir Türkiye’de yaşamaktayız?

10 Kasım 2009 Salı

Mustafa Kemal 10 Kasım’da ölmedi!

Mustafa Kemal 10 Kasım’da ölmedi!

Bugüne kadar Atatürk 10 Kasım’da öldüğünü düşündünüz ve buna uygun olarak anma programları yaptınız. Benim çocukluğumda 10 Kasım günü, saat 9:05’de yaşam dururdu. Hareket eden hiçbir şey olmazdı. Bir anda siren sesleri, korna seslerine karışır ve o bir dakika ulusça ölümü tadardık!

Atatürk’ün sevdiği parçalar, ona seslendiren tarafından radyo ya da ekran aracılığı ile yansırdı. Onun yapmış olduğu başarılar ve ülkenin bugünkü halin şükreden konuşmalar, açık oturumlar olurdu. Benim çocukluğumda, 10 Kasım’ın bir anlamı Atatürk’ü anlamak üzerine oluşturulurdu. Onun yapmış olduğu devrimler ve devrimler arasında öncelikler sürekli vurgulanırdı.

Yokluklardan yaratılmış bir devletin evlatlarıydık ama savaşı görmemiş evlatlarıydık. Savaşın yokluğunu, acısını bilemezdik. Ülke hangi koşullarda kurulduğunu da bilemezdik. Sadece okulda ne verilirse onu öğreniyorduk. Kendi tarihimiz yolda yazılıyordu. Zamanın koşullarına uygun kuşaklar yetiştiriliyordu, her kuşağın dünyaya bakışı bir birinden farklıydı. Her kuşak bir öncesinden ileri olması gerekliydi, diyalektik onu emir ediyordu! Emir olurda karşı koyan olmaz mı? Elbette bu gelişmeye karşı koyanlar “yollar yürümekle aşınmaz” lafını da rahat rahat söyleyebiliyordu. ‘Gerekirse komünizme ihtiyaç duyulursa onu da devletimiz getirecektir’, devletin evlatları konulan kuralarla uygun davranmak ile yükümlüdür!

Zaman hızlı bir şekilde geçerken, dışarında gelen ihtiyaçlar doğrultusunda değişiyorduk, biçim alıyorduk. Biz, dışarıdan gelen rüzgarının etkisi ile biçimlenen bir ülkeydik. Kendi halimize kalamazdık, çünkü bir imparatorluğun mirasını ve yükünü taşıyorduk ama taşıdığımız yük; Anadolu topraklarını unutmuş, aşağılamış ve onun için sürgün yeriydi. Anadolu halkının bu aşağılanma ve yok sayma nedeniyle kültürel mirasını ileriye taşıyacak birikimi de yoktu. Bütün birikim imparatorluğun başkentinde ve elden çıkan balkanlarda bulunuyordu ve orası da işgal edilmişti. Yeni devlet, yoktan gerçekten var edilmişti, çünkü elindeki birikimi de işgal altındaydı, işgal kuvvetlerinin izin verdiği birikim ile yeni devletin ilk temelleri atılmıştı.

İşgal kuvvetlerine rağmen oluşan mücadele ve onun önderi, taşıyabildikleri birikimleri ile bozkırın topraklarına canlılık kazandırmışlardır. Bozkır topraklarında yeşeren bu yeni devletin ideolojisi, 12 Eylül sabahı radyoda çalınan marşlar ile yeni bir biçim almış ve bu biçime göre örgütlenmiştir. Bu yeni biçimde, kurucu sadece sembolik olarak yerini almıştır. Yenidünya o dönemde kurulmaktadır ve rolünü oynayabilmek için yeni biçimi ile yerini almıştır! O gün Atatürk ve onun öncelikleri, devrimleri yok olmuştur.

Bugünden geçmişe doğru bakarsak, Atatürk gerçek anlamda, 10 Kasım günü sabah saatlerinde ölmemiştir, 12 Eylül sabah saatleri gerçek ölüm saati olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü ondan artık pek fazla bir şey yoktur, bugün yaşananlar tamamı ile dışarıdan gelen rüzgarın vermiş olduğu biçimdir. Resmi dairelerde asılı olarak duran bir resim ve bina önlerinde duran büstün dışında bugünkü kuşaklara pek bir şey ifade etmeyen bir önderin ölümünü, her yılın Kasım’ın 10’da, saat 09:05’de Dolmabahçe sarayında aramayın, çünkü o,12 Eylül 1980 sabahı aramızdan ayrılmıştır.