28 Kasım 2009 Cumartesi

Amerika’ya rağmen…

Amerika’ya rağmen…

Ülke tarihimiz içinde bir çok kırılma noktaları yaşadık. Anadolu toprakları, bu kırılmalara hep şahitlik etmiştir. İnsanlık tarihi içinde, bir çok kültürün ve dilin hakim olduğu bu topraklar, bir çok dinin de yaşam alanı olmuştur. Modern dünyaya gelene kadar, insanlık tarihi içinde, Anadolu, diğer kıtalara göre azımsanmayacak kırılma noktalarını yaşadığını düşünüyorum.

Bizim yakın tarihimiz sayılan tarihsel çizgimize baktığımızda, en önemli kırılmaları ve artçı kırılmaları, sonuçlara bakarak tespit edebiliyoruz. Bu topraklar, imparatorluk geleneğinden ulus devlete, oradan da bugünkü koşullara gelişi şahitliğini yapmıştır.

Bizler, bugün dahi Roma İmparatorluğunun mirası üzerinde ve hala ondan aldığımız gelenekler ile yarınlarımızı kucaklamaya çalışıyoruz. Elbette, bilgimiz ve geleneklerimizin bize verdiği öğretiler ile…

Bu tezimi doğrulamak için, tarihin indeksine bakmak gereklidir. Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğunun doğusunu temsil eder ve kuruluş aşamasında dili başlangıçta Roma İmparatorluğunun resmi dili iken, daha sonra Yunanca olmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu kurulurken, Roma İmparatorluğundan ayıran en önemli fark dinidir. İmparatorluk, yeni din ile kurulmuştur. Bizans İmparatorluğu tarihe karışırken, yeni dil, din ile Roma geleneğini ileriye taşımıştır. Sanki bir bayrak yarışı gibidir, yarış devam etmektedir ve yeni yarışmacının elindedir geçmiş. İmparatorluk fiili olarak yok olmuştur ama yeni biçimi ve dili ile yaşamaya devam etmiştir. Bizans’ın kırılma noktası, Fatih tarafından İstanbul’un ele geçirilmesidir. Doğa Roma İmparatorluğu da Roma imparatorluğunun kırılmasını temsi eder.

Yerini alan Osmanlı İmparatorluğu, gerçek anlamda imparatorluğa Fatih ile başlamıştır. Çünkü Fatih, bilgi birikimi ile imparatorluğa Roma geleneğini ve idari biçimini, hukukunu miras olarak almış ve çağa uygun şekilde geliştirmiştir.

Osmanlı’nın yok olması da, yeni bir imparatorluk ile olmamıştır. Ulus devlet ile olmuştur. İmparatorluğun sonu, yani o büyük kırımla noktası da cumhuriyetin ilandır. Çünkü o ilan, tarih içinde bizim için önemli kırılmayı temsil eder ve geçmişten büyük kopuşu anlatır.

Cumhuriyetin ilanı, Doğu Roma imparatorluğu artık imparatorluk olarak görevini tamamlamış ve tarihin dehlizlerinde yerini almasını anlatır. Cumhuriyet, hukuk olarak Roma geleneğini devam ettirir ama bu devamlılık çağa uygun anlayışı da temsil eder. Anadolu, cumhuriyet ile birlikte imparatorluk geleneğinin sonlanması ile tanışır. Çok kültürlülük, çok dinlilik, çok dillilik yerini homojenleşmeye bırakır. Fakat, bin yıllardır topraklara işleyen kültürün direnci karşısında fazla bir direnç gösteremez. Homojenleşme bir noktada kendisini frenlemek zorunda kalır. Anadolu, homojenleşmek için bir birikime sahip değildir, her ne kadar bu yolda büyük katliamlar olmuş olsa da. Bugün yaşanan süreç, işte bu tarihin bize yüklemiş olduğu yükümlülüğün hareketleridir.

Cumhuriyet tarihi içinde de küçük kırılmalar ve büyük kırılmalar ile karşılaştık. Küçük kırılmalar darbeler ve anayasa değişiklikleri ile yansıdı hayatımıza. NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermemiz bizim kırılma noktalarımızdan birini temsil eder. NATO, bizim geleceğimizi belirleyecek bir organ konumuna kısa zamanda gelecektir. 1960 darbesi ile Türkiye yeni bir kırılma yaşamış ve kırılma yeni rotasını kalın çizgiler ve anayasası ile belirlemiştir. Çünkü imparatorluk hayali artık tamamı ile ortadan kalkmıştır. Yenidünya kurulmuştur ve Türkiye bu yeni dünyadaki yerini almıştır.

60 darbesi ve sonrası, ülkemiz için biçilen kader çizgisi, Amerika çizgisine uygundur ve NATO denetiminde, ordunun yeni rotaya uygun anayasası ile ülke ödüllendirilmiştir. Marshall yardımlarının hukuki alanda göstergesidir. Özgür dünya, doğuya kendisine özgü özgürlük getirmiştir! Bu anayasa birilerine bol, birilerine dar gelmiştir ama esas belirleyici artçı kırılma 68 gençlik hareketinin ülkemizde yaratmış olduğu dalga ve Amerikan askerlerinin boğaz suları ile tanışması etkili olmuştur. Bu bize giydirilen elbise 12 Mart 1971 darbesi ile yeni biçim verilmiş ve daraltılmıştır. Özgürlükler artık daha azdır. Bu da göstermektedir ki, Amerika’ya rağmen bir hareket etme olanağımız yoktur. Çünkü 1960 yılından sonra koşulsuz olarak onların denetimi altına girmiş olduğumuz 1971 darbesi açıkça ilan etmiştir.

Amerika’ya rağmen bir harekat daha olmuştur ülkemiz içinde, o da Kıbrıs Barış hareketidir. Bu hareket bizde başka bir kırılma noktası olarak tarih içinde yerini almıştır ama o güne kadar verilen rolden henüz köklü bir değişimi ifade etmemektedir. Bu hareket sonrası ambargo altında yaşamış ve daraltılmış anayasanın daha da daraltılacağı ve yeni bir rol verileceği beklentisi ağırlık kazanmıştır. Olaylar hızlı bir şekilde geliştirilmiş ve 12 Eylül darbesi ile cumhuriyet Amerika’nın yeni doktrine uygun olarak rotasına girmiştir. Bu doktrine uygun olan anayasa yapılmış, Amerika’ya rağmen hareket edenler cezalandırılmıştır. Amerika ülke içinde yeni müttefikler bulmuş ve o müttefiklerin güçlenmesi için her türlü şartlar hazırlanmıştır. Stratejik ortaklık adı verilen bu yeni ilişkide, roller dağıtılmış ve role uygun gündemler belirlenmeye devam edilmektedir. Rolü oynayanlar bugünlerde, rolü önceden çalışmasına izin verilmiyor, son dakikada eline verilen metin ile rolünü oynaması istenmektedir. Bugün ‘Özgür Dünya ABD’ kendi istediği gibi bir ülke yaratmış ve 12 Eylül ile birlikte, imparatorluğun getirmiş olduğu köklü birikimlerin kırpıntılarını da tarihin sayfaları içinde yer almasını istemiştir. Bugün yaşananlar, 12 Eylül kırılmasının getirmiş olduğu artçı kırılmalardır ve hala 12 Eylül sürecini yaşamaktayız.

Bizler bu yeni rolü ortadan kaldıracak birikime sahibiz, yeter ki tarih içinden gerekli olanları alıp, o birikimi ileriye taşıyabilelim. 12 Eylül, tarih ile aramıza duvar örmüş, yeni yetişen kuşaklar, anı yaşayan ve geçmişini bilmeyen insanlar olarak biçimlendirmektedir. Hafızası alınan toplumlar ne yaparsa şu anda o tepkileri verir konuma geldik.

Çağdaş, hukuk devletinin özelliklerini taşıyan, çok kültürlü ve bir arada yaşamı savunan ve yaşatan, laik bir devlet yaratmak bizim ellerimizdedir. Yarın bizim ellerimizde oluşacaktır, aksi halde bize giydirilen deli gömleği içinde, anı yaşamaya devam edeceğiz!

26 Kasım 2009 Perşembe

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

1902 yılıydı, bulunduğum odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Denizin havası ve mavisi içinde martıların dansını izliyordum. Ayın ve günlerin adı yoktu benim için, çünkü idam cezası almış ve idam günümü bekliyordum. Suçum neydi diye sorabilirsiniz, doğal olarak.

Yaşadığım yer bir Fransız sömürgesi adaydı ve adamızda beyazlar ve çoğunluk olan biz melezlerin arasında iktidar mücadelesi vardı. Bir beyaza karşı belki on melezin sözü geçerdi! Yeni atanmıştı adamızın valisi. Vali, biz melezlerin meclise girmesini istemiyordu, o yüzden bizlerin karşısında bulunan beyazları tutuyordu. Bir beyaz ile tartışmam ve ona karşı cüretkar şekilde karşı durmam, bu hücreye ve ceza almama sebep olmuştu. Bir beyaz öldürülmüştü ama onu öldürmediğimi söylemem bir anlam ifade etmemişti, karar önceden verilmişti.

Vali, şehrimizin arkasında duran yanardağın çıkardığı ses ve dumandan panik yapıp kaçılmaması için adanın gazetelerini istediği gibi yönlendirmişti ve orada yaptığı propaganda ile yanardağın patlamayacağına kamuoyunu inandırmıştı. Gazeteler valiye bağlıydı, çünkü ondan aldıkları devlet reklamları ile ayakta duruyorlardı, bir de beyazların verdiği reklamlar… Beyazlar demek, vali demekti bir anlamda. Gazeteler doğal olarak ayakta kalmak için bir tarafın sesi konumundaydılar. Beyazların çoğunluğu seçim için önemliydi, melezlerin meclise girmesi valinin itibarını sarsacaktı. İtibarını korumak, depremden de önemliydi, başka şeyden de! Yanardağın ateş ile yok edilme olasılığı bile seçim yanında önemini kaybetmişti. Seçim daha önemliydi ve hayatiydi, çünkü valinin onuru demek, Fransa’nın onuru demektir!

Panikleyip adadan ayrılabileceklerde zaten beyazlardı, bizlerin o olanağı bile yoktu. Hadi adadan ayrılalım, yanardağ burayı yok edecek demiş olsa da, bizler altına sığınacağı bir taş ya da mağara aramak ile zamanı geçirebilirdik! Fakirdik, kentin varoşlarını oluşturuyorduk. Bir beyaz adamla seçim konusunda tartışmamın sonucunda, idam kararı almıştım, benim idamım melezler için bir gözdağı idi. Bu da gelmekte olan felaketten daha önemliydi.

Adanın bir hücresinde yatıyordum, kalın duvarlar içinde idam edileceğim günü bekliyordum. Dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordum ama anlamıyordum, çünkü kalın duvarlardan sadece uğultu geçiyordu. Sesler karışıyordu. Tek başımaydım ve hücremin duvarları kadar sessizdim. Hücremin penceresi dediğimde öyle büyük bir pencere filan değildi, ışığın zor ile geçtiği ve demirler ile örgülü bir aralıktı. Oradan ancak hava ve ışık sızardı, güneşi bile hücreme davet edemezdim. O zor geçen yere gözümü dayar, gözümde canlandırırdım, çünkü doğduğum günden beri, o denize ve martılara bakardım. O yüzden gözümün önünden inmeyenleri görüyordum. Gözümün önünde duvar olup olmaması benim için önemli değildi, martı bütün özgürlüğü ile havada süzülüyordu! O an göremesem de, görüyordum.

Ben, elleri kelepçeli olarak mahkeme salonuna giderken, gökyüzünden kül yağıyordu. Şehir eteklerine kurulmuştu Pelee dağının. Pelee dağı yeryüzünü duman ile örterken, bir yandan da yeryüzünü sallıyordu. Panik başlamıştı ama bu sarsıntının nedeni yanımızdaki dağdan değil, uzaktan geldiğini söylüyordu. Vali öyle diyordu, gazeteler öyle yazıyordu. Biz cahiller mi bilecektik? Bütün bu panik söylentilerini çıkaranlar, melezlerin beyazları adadan kaçırmak için uydurulduğu fısıldanıyordu kulaklara. Seçimlere hile karışılıyorlardı, o hile boşa çıkarılmalıydı. Vali toplantılarda böyle diyordu, fakat yaşanan seçim heyecanı gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır etmişti. Her an sarsıldığımızı dahi hissetmemeye başlamıştık. İlk zamanların paniği yoktu, zaten biz melezler panik yapsak da ne yapabilecektik ki? Yapabileceklerimiz belliydi.

İdam kararı verilmişti, adil yargılanmamıştım. Bir kurban gerekliydi ve o kurban bendim. Kaderim, alnıma bu şekilde çizilmişti. Kadere baş eğmekten başka çaremde yoktu, çünkü beni savunacak ve verilen karara karşı gelecek, ne bir güç vardı, ne de örgütlülük vardı. Yalnızdım ama inandığımı yapmıştım. İdama gidiyordum, idam gününe kadar hücrede kalacaktım. İdamlar hep bir sabah vakti olurdu, neden sabahları idam edilirdi bilmezdim, yaşayarak öğrenecektim!

Hücremdeydim, henüz gençtim. Gözü yaşlı annemi görüyordum bazen, çünkü onu en son mahkeme salonunda görmüştüm. Devlet işleri bazen çok ağır çalışır ama benim davam bir şimşek hızı ile sonuçlanmıştı.

İdam saatimi bildirmişlerdi, sabah saatlerinde olacaktı. Gün ağarırken. Sabahın çiği henüz her şeyin üzerindeyken, ben ip ile tanışmış olacaktım. Ölü vücudumun üzerine çığ düşecekti, üşümeyecektim!

Hava deliğinden kül geliyordu zaman zaman, gün ışığı gelmez olmuştu. Sanki, hep geceyi yaşıyorduk! Belki de bana öyle geliyordu. Günler karanlığa bürünmüştü. Benim için hayat karanlığa bürünmüştü.

Bir şeyler oluyordu dışarıda, büyük bir sessizlik, sanki büyük bir şeyler olacakmış gibi sessizlik! Yer durmadan sallanıyordu, son günlerime yaklaştığım günlerde, sanki benim gidişime direniyor gibiydi, yer bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Kalın duvarlar, bu sallantı ile birlikte türkü söylüyor gibiydi. Sesi çok kötüydü ama bir ses öyle anlatılır gibi değildi. Gök yarılmış yeryüzüne doğru eğilmişti, bir yanda gökyüzü, öte yandan yeryüzü. Bütün gürültüleri ile birlikte beni uğurluyorlar gibiydi.

Papazı bekliyordum, günahlarımı konuşacaktım. Ona hazırlanıyordum. Kapının önünde her zaman bekleyenler yok olmuştu, sanki terk edilmiştim. Gök ve yeryüzünün gürültüsünden başka bir ses yoktu. Ne insan, ne de martı sesi vardı. Denizde katılmıştı bu hırçın bağrışmalara. Onların dışında bir de benim sesim vardı, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Orada kimse yok muuuu?”

Orada kimse yok mu diye bağırdım, sonra anlamsız sesler çıkardım, sesime yankı dahi almamıştım. Sesim sessizliğin içinde, bir dalga dahi oluşturmuyordu. Tek başımaydım. Yalnızdım, sesimden ve duvardan başka bir şey yoktu!

Bir şeyler olmuştu, yeryüzü karanlığa teslim olmuştu. Sesler bu karanlığı delip kulaklarıma kadar geliyordu, onlar ile kendimi avutuyordum, ne bir ışık, ne de başka bir şey. Duvarların zorlayan bir şey vardı, anlamaya çalışıyordum ama anlamlandıramıyordum! Zaman yok olmuştu, ışık yoktu. Karanlık boşluk demekti ve ben o boşlukta nereye tutunduğumu anlamlandıramıyordum. Akıl sağlığımı mı koruyayım, yoksa vücudumu mu? Isı artmıştı etrafta, sanki bir fırındaydım. Duvarlar ateş gibi olmuştu ama ışık yoktu! Bir şeyler oluyordu, yeryüzü ve gökyüzü olabildiğince gürültüler ile sesini yükseltmişti. Onlar vardı dünyada, bir de ben!

Ne martı sesi geliyordu, ne de güneş. Göremediğim ama gözlerimin önünden hiç gitmeyen güneş ve martılar yoktu, ne de balıkçılar. Yaşadığım şehir yoktu!

Duvarlar arasındaydım. Ateşe dönmüş duvara el vuramıyordum, nefes almakta zorlanıyordum. Ağzımı o hava gelen deliğe dayadım, kül yuttum! Demek, idamım bu şeklide olacaktı, üstelik son kez bir papaz görmeden. Günahkar gidecektim, bu da benim kaderimdi!

Kader çizgisi, sizi olması gereken yere götürürdü, yeter ki o çizgiyi bozmaya çalışmayın! Bende kaderimin bana yazdığını yaşıyordum, sessizce son nefesimi bekliyordum! Umutlarım tükenmişti. Kaç gün geçmişti, kaç saat olmuştu burada karanlık içinde yaşamaya başlayalı?

Sormuyordum, sorgulamıyordum, gerekte yoktu, çünkü cevabı yoktu!

Zemine kendimi bıraktım ve sallanan yeryüzünün üzerine bırakmıştım, bir beşikte sallanır gibiydi. Gözlerimi kapattım, açmanın da anlamı yoktu! Uyumaya çalıştım, gözlerimi bastırdım ama uykum yoktu! Nasıl olsa sonsuza kadar uyuyacaktım, üstelik bir günahkar olarak!

Gözerlimi ne zaman açtım bilmiyorum, beyazlar içinde bir melek tarafından uyandırılmıştım. Gözlerini gördüm ilk defa, tanrım dedim ya da dediğimi sandım. Doğrulmak ve sormak istedim ama o melek beni eli ile yatağıma bastırmıştı. Sonra başkalarını da gördüm. Anlamaya çalışıyordum. Algılayamıyordum, boş gözler ve anlamsız olarak baktığımı sanıyordum, açıklama bekliyordum. Bekliyordum, neyi beklediğimi bilmeden.

Günler sonra yaşadığım şehirde tek kurtulan olduğumu öğrendim. Bütün şehri, yanardağdan çıkan lavlar ve küller yok etmişti.

8 Mayıs 1902 yılında St. Pierre'e şehri bir daha doğmamak üzere yok olmuştu! O şehir bir anda külle dönüşmüş, içinde yaşayan her şey yok olmuştu, bir kişi haricinde…

Not: Öykünün kahramanın adı Ciparis idi. Ölüm cezasına çarptırılmıştı. 8 Mayıs Sabahı asılacaktı, yani, patlama günü! Elbette, cellatları onu götürmeye asla gelemediler. otuz bin kişi ölmüştü. Şehrin içinde kurtulmayı başaran tek kişi, bir idam mahkumuydu.
Tedavi gördükten sonra Ciparis'in cezası hafifletildi. Ciparis yaşamının geri kalanında Barnum & Bailey Sirki'nde gösteri yaparak geçindi. Gösterisi ne miydi? Günlerce hücresinin bir kopyasında kalmak. Ciparis, 1929 yılında öldü.

Memur eylemlerinin ardından…

Memur eylemlerinin ardından…

Memur eylem yaptı, vatandaş perişan oldu başlığını kim attı dersiniz? Vatandaşın perişanlığını ekrana, sayfasına taşıyanlar kimler? Emek dostu insanlar olduğunu söyleyemeyiz, değil mi? Bir yerde grev varsa, grevin doğasında vardır, birileri perişan olması. Hem hayat düzenli akacak, hem de grev olacak? Bu durumda grevin bir anlamı olur mu?

Memurların içinde, greve gitmeyenler var mıdır? Her grevde olduğu gibi, grev kırıcıları ve grev karşıtı örgütlenmiş ve patronuna gözü kapalı emekçilerde olacaktır. Gözünü kapayıp görevini yapanlar ne yapar? Patronu zora düştüğünde, özveri yapar! Bu durum, patronun sağlığı, neşesi, yapacağı yatırımlar için güvence demektir. Bu emekçiler, keklik kuşu gibi hemcinslerini, kafesin içinde düşmesi için avcının silahı olabilirler.

Avcısı için canını vermekten çekinmeyenler, avcısı için yem olmaya hazırdır. Memurlar içinde greve gitmeyenler, bugün imam hatiplilere yönelik yapılan bir kararı itiraz etmek için sokağa çıkacakmış. Kendi hakkı için sokağa çıkmayanlar, imam hatipler için canlarını verirler! Ne de olsa, patronlarının büyük bölümü imam hatip kökenli ya da o kafayı taşıyanlardan oluşuyor!

Memurlar, kendi haklarına sahip çıkmışlar ve uyarı eylemi için sokakları doldurmuşturlar. Yine, memurun karşısında, memur polisler belirli meydanları koruyan şekilde konumlandırmış, kırmızıyı gören boğalar gibi saldırgan konumlarını almışlardır. Kendilerinin de etkileneceği bu eyleme neden karşı oldukları ve neden grev kırıcılığı yapanlara destek olduğunu sorgulamazlar, sorgulayamazlar, çünkü onların örgütlenme ve söz söyleme hakları yoktur! Ekonomik nedenler ile işi yavaşlatanlar, biraz ödenek aldığında gözümü kaparım vazifemi yaparım diyerek kendi kişiliklerinin ortadan kaldırması doğal mıdır? Memur polisler, neden örgütlenme mücadelesi içinde kendilerini konumlandıramazlar, AB ülkeleri içinde polisler, örgütlüdür ve gereği olduğunda greve dahi gidebilmektedirler! Eylemlerde poliste grev kırıcılığı yapmıştır, bir anlamda! Memur olduklarını unutmuşlar, sadece verilen görevi gözü kapalı yapan dişli olduklarını beyan etmişlerdir! Savunma olarak yasaları öne süreceklerdir! Mücadele etmeyenlerin yaslarda yer alması beklenebilir mi? Memurların sendika kurmayı bırakın, dernek bile kurması yasak olduğu dönemi yaşayarak geçtik!

Emekçiler, eğer örgütlü olurlarsa, birilerinin efelenmesine, şehir kabadayılığını ciddiye almadan sokaklara çıkabileceğini bir kere daha kanıtlamıştır. Demokratik açılım diyerek, açılımları açıklayanlar, nedense ekonomik açılımı sırf kendileri ve yakınları için yapmaktadırlar. İktidarın kimin iktidarı, kimin dostu olduğunu kanıtlamak için başka nasıl bir kanıta ihtiyaç vardır? Demokrasiden ne anlaşıldığını, söze bakarak karar verenler, bazı atasözleri de anımsasalar, iyi olur! Kişinin aynası iştir, söz değildir!

Bizim gibi ülkelerde sokaklar, Fransa’daki gibi neden barikat ve devrim kokmaz? Paris geleneği, neden bizim gibi ülkelerde Orient dansına dönüşür?

Bazı kalemşorlar, başbakanın tehdit eden cümleleri, onu şehirlerde temsil eden valilerin açıklamaları zaman içinde yok sayılacak, aslında bizde memurun bu AB kriterlerine uygun davranışını destekliyoruz diyebileceklerdir. Dün söylenenler ve yazılanlar hemen unutulacak ve yeni bir demokrasi savaşçısı ortaya çıkacaktır. Hani Hrant Dink’i ekranlarında, sayfalarında vatan haini, gavur diye lanse edenler, onu hedef yapanlar, bugün bir davayı bahane ederek, bir demokrasi kahramanı olarak göstermeleri gibi. Hrant Dink’in katilini ortaya çıkarılması önemlidir, çıkması da zorunludur, sadece katili değil, cinayetin arkasındaki kirli ilişkilerde ve medyadaki yansıması da ortaya çıkarılmalıdır. Fakat bugün katilini ortaya çıkarılmasını isteyen bazı medya kalemşorların, geçmişte yazdıkları neden gündeme gelmez? Eğer gündeme gelirse, işte bizim sokaklarımız neden Paris sokakları olmadığını çıplak olarak görürsünüz, çünkü bize özgü göbek dansı, yaşamın her alanında kendisine yer buluyor. Gerektiğinde, gerektiği kadar göbek birilerin kucağına gider ve gelir! Parayı veren dansı büyük bir zevkle izlemeye devam eder…

Emekçiler sokaklarda, bir günlükte olsa, bütün baskılara rağmen özgür olabileceklerini, üzerilerine örtülen örtüyü rahatlıkla atabileceklerini gördüler. Şimdi emekçiler, elde ettikleri birikimlerini ileriye taşımalıdırlar… Anlık yaşanıp yok olan bir eylem olmasın!

Emekçilerin uyarı grevini görmezden gelen, uyarı grevinde, perişan olanların seslerini öne çıkaranlar, kimin sesi olduğunu artık biliyorsunuz! Bir komedyenin orkestra şefi olmasını, memurun uyarı grevinden daha önemli görenler, kimin yanında yer aldıkalrını söylüyorlar, bu söylemi duyan var mı?

24 Kasım 2009 Salı

Domuz gribi geldi, çocuk yuvaları kapandı!

Domuz gribi geldi, çocuk yuvaları kapandı!

Domuz gribi etkisi, sağlık sektörüne bir can suyu getirirken, başka sektörlerinde canını alan özelliğini göstermektedir. Bir yanda bayram edenler, öte yandan yas tutanlar, bu virüs ile kendisini bir kere daha gösterdi!

Domuz gribi uyarıları arasında kulaklarınıza gelen bir duyuru belki dikkatinizi çekmemiştir. 4 yaş ve altında çocuk yuvasına gönderdiğiniz çocuklarınızı okullara göndermeyin, risk grubundadırlar. Bu risk grubuna hizmet eden bir sektör vardır, o da çocuk yuvaları ve çocuk yuvalarına taşıma hizmeti veren firmalar.

İstanbul sokaklarında dolanırken, bir zamanlar bahçesinden çocuk sesi gelen yuvaların boş olduğunu gördüm. Sadece boş olması bir ifade etmiyordu, devren satılık ya da kiralık olarak ibarelere de rastladım. Çocuk yuvaları satılıktı, çocukların o ilk eğitim aldıkları ve sosyalleştikleri sektörde bir şeyler oluyordu. Bu değişimin sonuncunu, riskin ortadan kalktığı zaman göreceğiz, çünkü zayıf sermaye ile kurulan bu yuvalar, güçlü sermaye ile kurulan ve bu riski yaralı atlatanların etkisi ile yok olacaktır. Yeni bir tekelleşmeye doğru adım atılmaktadır. Sermaye el değiştiriyor, hizmette olan standartlaşmaya markalar geliyor gözüküyor.

Yaşantımız bir bant üzerinde gidiyor ve bandın başında bulunan firmalar değişiyor gibime geliyor. Seri üretim, seri büyüme ve seri tüketim yaşantımızı ve günlük davranışlarımız belirlemeye başladı. Seri üretim yapan ürünleri tüketmeye alışırken, seri üretim yapan yerlerden yetişen bireyler diğerlerine göre daha şanslı olduğu ilan edilecektir!

İlk eğitimin alındığı yerler, modern yaşam içinde, aileler olmaktan çıkmıştır. Aileler, çocuklarının bütün geleceğini belirleyecek davranışları ve sosyalleşmesini biçimlendiren çocuk yuvalarına emanet etmektedirler. Çocuklar, ailelerin mesai saatleri içinde, yemek yemeyi, tuvalet eğitimini, öğlen uykusunu, belki de ilk aşkını orada yaşayarak öğrenecektir.

Yeni bir kuşak yetişmektedir ve bu kuşağın ileride ne gibi sorunlar ile karşılaşacağını söylemek şimdiden mümkün değildir. Çünkü eğitim sistemimizde, bu çocuk yuvalarının bant üretimi tarzına uygun, sınav peşinde koşan, sınıfı ve sınavı geçmeyi hedef koyan, hayat dedikleri üniversite diploması olarak görülen, bir kulvarda, çocuklar biçimlendirilmektedir. Bu bant içinde üretilen çocukların, ne kadar doğal olacağını sorgulamak gereklidir, çünkü çocuk sadece eğitim ile değil, eğitim sırasında aldığı bilgi, gıda da bu bakış açısının ürünü olarak kendisini göstermektedir. Çünkü çocuk için üretilen fabrikasyon besinler, seri olarak aynı ağız tadı ile üretilen yiyecekler, belirli standartta üretilen ve damgalı olan besin maddeleri tüketen bir canlı konumuna gelmiştir. Çocuk oyuncakları da standartlaşmıştır, çocuklar üretilen oyunalar ve oyuncaklar çocukların hayal dünyasını biçimlendirmektedir. Seri üretilen oyuncaklar yaşantımızın vazgeçilmezi konumuna gelmiştir, çocuğun kendisi ürettiği oyuncaklar, artık bizim çocukluk anılarımızda kalmıştır.

Çocuk belirli bir sterilize ortamda büyütülmekte ve bu sterilize ortama uygun bilgi ve yaşam kalitesi ile çevrelenmektedir. Çocuk yuvaları modern yaşamın ve çalışma koşullarının zorlaması ile ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Her hangi bir devlet zorlaması yoktur. Fakat bu yuvaların standartlara uygun biçim alması ve bu standartlara uygun çocukların yetiştirilmesi kaçınılmazdır, çünkü devlet geleceği için bir standardı kendisine biçim olarak kabul eder ve bu biçimin yaşam bulması için mücadele eder.

Türkiye’de ise çocuk yuvaları iktidarın hedeflerine yönelik olarak biçimlenmektedir. Bugün çocuk yuvalarında çalışan eleman kalitesi ve görünümü sizce nasıl bir standart içinde çocuklar yetiştirilmektedir? Domuz gribinden sonra hangi sermaye grubu ayakta kalacaktır? Gelecekte nasıl bir tüketim alışkanlığımız olacaktır? Çocuklarımız gerçekten bizim mi olacaktır, çocuk yuvasında büyüyen, okullarda okutulan, sınav maratonunda yerlerini alan çocuklar, acaba gerçekten bizim midir?

Domuz gribi sendromunun bu kadar büyütülmesi acaba sermaye içinde yeni bir hareketlenmeyi de yanında mı getirmektedir? Korku toplumları ve sermayeyi biçimlendirmek için uygulan en iyi yol olduğunu 6- 7 Eylül olayları ve onun öncesi olayları görmek yeterlidir. Korku toplumu biçimlendirir! 12 Eylül bunun en iyi örneği olarak yaşamadık mı?

23 Kasım 2009 Pazartesi

Kurban bayramı yaklaşırken…

Kurban bayramı yaklaşırken…

Kurban bayramı yaklaşırken, sokaklarda ve sokağa bakan duvarlara asılan afişlere gözüm ilişir. Afişlerde, kurbanın bedeli yazılı olur ve her sene bu bedel değişir. Ülkelere göre bedellerin fiyatları vardır. Afrika ülkeleri en ucuzudur!

Kurban bayramı yaklaşırken, yeni kurulmuş dernek ve vakıf var mı diye de bakarım, çünkü her bayram öncesi biri daha katılır bu para toplama işine. Para toplayalım ki, afişlerin ve flamaların daha büyüğünü ve daha güzelini duvara asalım diyedir sanki. Daha çok para toplayan, afişinin boyutunu büyütür. Toplanan paranın kime gittiği belli olur, gözümüzün içine batar ama görmemezlikten gelinir. Para, kim için toplanıyordu gerçekten?

Sokaklardaki afişlerde, bayramın geldiğini ve yardımların kimlere gideceğini anlatan ibareler bulunur. Afişler, her bayramda değiştirilir. Güzel baskılar ve resimler ile süslüdür. Afişler; ‘gel merhametli vatandaş yardım et, ki yardımını istediğin yere verelim!’ diye çağrıda bulunur. Bulunur da, afişi gören, yardımın hedef kitleye gitmediğini bilir, çünkü o afişin parası, kendisinin vereceği paradan daha pahalıya mal olduğunu bir bakmada anlaşılır! Maliyeti, vereceği yardımın üstündedir. O halde, bazıların verdiği yardım hedefe gitmez, yolun başında matbaaya ya da afişi hazırlayana gider! Afişi yaptıran, afişi astırmak için de para vermek zorundadır. Yardımların bir bölümü, afişlerin sayesinde yollara gider!

Yardım kuruluşların bir de merkezleri vardır, öyle maliyeti ucuz merkezler değildir, görselliğe önem verilmiştir. Ye kürküm ye durumunu anlatır gibidir, masallarda geçen sırça köşkler gibidir! lüks döşenmiş merkezler, yardımlar sayesinde ayakta durmaktadır. Çalışanı yanında başka maliyetlerde vardır. Bu maliyetler yardımlar sayesinde karşılanır. Bu maliyetlerden arta kalan bir bölüm ise, yardım olarak hedef kitleye ulaştığı söylenir. Kaç kişinin, ne kadar yardım verdiği ve kaçının yardımı, hedef kitleye gittiği belli olmayan bir düzen kurulmuştur. Yardım verilme sahneleri kurgulanarak verilir. Hangi koşullarda ve kimlere verildiği pek sorgulanmaz.

Bayramlar yaklaşırken, belirli siyasi hedefi olan dernekler ve vakıfların afişleri yollarda ve duvarlardaki yerini alır. Huzurlu bir toplum istekleri sloganlardaki yerlerini, başka sözlere bırakmıştır. Huzur artık oluşmuştur. Dernekler, vakıflar istedikleri gibi propaganda eşliğinde gönlü bol, cebinde az parası olanın yardımını, kendi kurumuna çekmek için, aralarında kıyasıya yarış yaparlar.

Kurban bayramı yaklaşırken, kimin kurban, kimin hayırsever olduğunu karıştırırım! Hayırsever olduğunu ve hayrı, hayra ihtiyaç duyana götürdüğünü söyleyenlerin ne kadar dürüst ve namuslu olduklarını sorusunu dahi sormam, çünkü her şey ortadır, yeter ki görmek iste!

Kurban bayramı yaklaşırken, bayramın gerçek kurbanları hayır yapmaya devam ediyor! Çünkü afişler, programlar, bildiriler… kimi, hedef kitle olarak seçtiğini göstermiyor mu? Kurban gerçekten insan dışında bir canlı mıdır?

Eski dinlerde, insan kurban edilmesi doğaldı, o düşüncenin ve alışkanlığın değiştirilmesi için başka bir canlı kurban olarak gösterildi ki insan kurban olmaktan kurtulsun! Fakat yaşadığımız çağda, kurban, yeniden insan oldu gibi geliyor bana, gerçi kanı akmıyor ama başka bir anlamda kurban konuma gelmiş durumdadır. Bayramlarda hedef kitleler, yönlendirilmekte ve bu yönlendirme ile birlikte yeni seremoniler ortaya çıkmaktadır. Başlangıçta oluşan duygular ve inançlar mutasyona uğramıştır! İnsan yeniden kurban konumuna dönüşmüştür!