3 Aralık 2009 Perşembe

Medya el değiştirirken…

Medya el değiştirirken…

Geçiş sürecilerinde medyada değişim gözlemlenmektedir ve birilerini öne çıkarır. 12 Eylül, medyada el değiştirmenin, köklü olarak değişiminde tarihi gibidir, çünkü medya, gazeteci kökenden gelmeyen işadamlarına teslim edilmiştir. Bu süreç ile medya, büyük bir çoğunluğu gazeteci olmayan işadamlarına ait olmuştur ve medya, iş adamının çıkarı doğrultusunda kullanılmıştır. Medya sahibi olan iş adamının, iş alanı genişlemiştir, her alanda söz söyleme hakkını kendinde görmüştür.

Medya içindeki bu değişim, yaşama da yansımıştır, çünkü medya yeni bir dili ve yaşam tarzını halka kabul ettirmiştir ve toplumun geçmiş ile bağlarını koparmıştır. Medya toplum içinde güvenirliliğini yitirmiş ama verdiği hediyeler ile ışıltısını kaybetmemiştir. Işıklar altında bir rüyayı topluma kabul ettirmiştir. Toplum, kendi gerçekliğinden kopmuştur, sorunlarına sahip çıkamayan, konuşamayan, her yeni geleni hemen kabul eden bir sürü mantığı içinde hareket eder hale gelmiştir. Gerektiğinde sokaklara dökülüp, bir futbol takımının başarısını kutlamıştır, gerektiğinde linç kültürünü daha da geliştirmiştir. Yanı başında olan savaşa sessizce desteklemiştir, her gelen ölünün arkasından o anlık kabaran duygusu ile düşmanlığı geliştirmiştir. Birlik, beraberlik sözleri altında, ayrılığı ve ötekileştirmeyi hızlandırmıştır. Medya toplumu biçimlendirirken, kendisi de değişime uyum sağlamıştır. Global dünyanın sermayesinin özgürce her yere sızarken, global markaların tüketim alışkanlıkları da her toplum içinde yerini almıştır.

Medya bugünlerde yine el değiştirmektedir. 12 Eylül ürünü olan Aydın Doğan medya grubu küçülürken, yeni medya devleri ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül, megalomanlığı ve kendisini beğenmişliği doğal kılmıştı, bu yeni gelen süreç, acaba bunun devamı olacak mıdır? Çünkü Aydın Doğan her yere kendi ismini ve soyadını vermekten çekinmemiştir, kendi adına bile yarışma düzenlemiştir, okullar açmıştır. Kendi çıkarına uygun her türlü eylemde Doğan ismini görmek şaşırtıcı olmamıştır. O dönemin genelkurmay başkanın ismi her yere verilmesi gibidir. 12 Eylül süreci hala devam etmektedir, sonlanmamıştır. Çünkü 12 Eylül ürünleri /sonuçları bugün etkisini göstermeye devam etmektedir. 12 Eylül generalinin ismi, okullarda, caddelerde varlığını korumaktadır. Onun yaratmış olduğu medya da bugün hala her açıdan varlığını korumaktadır.

Bugünlerde yeni bir süreç, 12 Eylül süreci içinde kendisine yer bulmuş ve 12 Eylül ideolojisine uygun olarak gelişmeye devam etmektedir. Andaçlar, darbe girişimleri vb gibi eylemlerle bugünkü iktidar desteklenmiş ve geliştirilmiştir. Bugün medyada gücünü yükselten yeni isimler, o dönemin bire bir ürünü olmamasına rağmen, dolayısı ile destek aldığı, destek verdiği hükümetin politikasının bir üründür. Medyada el değişimleri hiçbir zaman gerçek anlamda sorgulanmaz, kim, nereden ve nasıl bu kadar gücü tek elde toplamaktadır, elinde topladığı gücü nasıl kullanmıştır? İşadamlarına ait olan bu güç, doğal olarak bir birine benzeyen, yeni güçleri de yaratmıştır. Bu durumda medyanın bağımsız olma ihtimali dahi ortadan kalkmıştır, çünkü gücü özgürlüğünde değil, patronun çıkarındadır. Patronun çıkarı kadar medya, özgür ve bağımsız davranabilir, onun dışında ya görmezden gelir, ya da sessizliğini bozmaz. İşinden atılan bir gazeteci, elinde tuttuğu belgeleri açıklayınca küçük bir dalgalama olur ama sonrası derin sessizlik içinde kalınır, çünkü çıkarlar özgürlükten ve gerçeklerden daha önemlidir.

12 Eylül ile başlayan süreç, kesintiye uğramadan yeni isimler ve özneler ile devam etmektedir. Medyanın yeni gücü, bugünkü iktidar ile paralel düşünen, onun dünya bakış açısı ve yaşam biçimi ile uyumlu olan, destekleyen, desteklenen işadamları tarafından biçimlendirilmektedir. Yeni güce erişenler, geçmişte gücü elinde bulunduranlardan anlayış olarak büyük farkları yoktur. Her iktidar kendisine ait, kendisini desteleyen medyayı ödüllendirmiştir, ödüllendirmeye de devam etmektedir. Kendisini eleştiren medyayı, kendisine yakın işadamı arkadaşlarına aldırarak, medyada var olan çatlağı da ortadan kendisine göre kaldırmış olmaktadır. İktidar, tek sesin hekim olduğu bir gül bahçesinde, gül kokuları altında yeni bir devlet kurma fikrine hayat vermek için uğraşacaktır. Kamuoyu ise bu gelişmeye 12 Eylül süreci içinde olduğu gibi kabul edecek ve uyum sağlayacaktır. Medya yeni sahipleri ile birlikte topluma düzen vermeye devam edecektir, global tüketim araçlarının gölgesinde…

1 Aralık 2009 Salı

“CHP'li Meral'e köpekler saldırdı

“CHP'li Meral'e köpekler saldırdı

Meral, AA muhabirine yaptığı açıklamada, arife günü saat 07.00 sıralarında Oran Şehri'ndeki ODTÜ ormanları civarında yürüyüş yaparken köpeklerin saldırısına uğradığını söyledi.

Köpeklerin, ormana giriş çıkışın yoğun olduğu ana cadde üzerindeki kapının önünde saldırdığını anlatan Meral, "Ormanın içerisinde olsaydı işimi bitirirlerdi" dedi.

Meral, aynı anda 7-8 köpeğin saldırısına uğradığını ifade ederek, "Çevredekiler ve kapı girişinde meyve suyu satan karı koca yardımıma yetişti. Aksi halde köpekler beni parçalarlardı. Ölümden döndüm. Saldırı nedeniyle vücudumda diş izleri oluştu. Hastanede ayaktan tedavi gördükten sonra evde istirahat ediyorum. Özellikle sol kolumda diş yaraları var, kolumu kullanmakta zorlanıyorum" diye konuştu.

Bayram Meral, olayın ardından Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ile görüştüğünü belirterek, "Kendisi, bölgenin Gölbaşı'na mı yoksa Çankaya'ya mı ait olduğu konusunda netlik bulunmadığını söyledi. Ona da üzüldüm" dedi”

Haber bu ve habere neden olan köpekler hakkında yazı yazdığımda bana cevap verenler şimdi ne düşünecekler?

Haberde vahim olan başka bir şey daha var, köpekler hangi sınırlar içinde olduğunu araştırıyorlarmış. Eğer o belediye sınırında değilse, o zaman belediye tüm sorumluluktan kurtulmuş oluyor!

Bir de sokak köpeklerini yakalayıp diğer belediye sınırı içinde özgür bırakan belediye çalışanların varlığını duymuştum, haberde bir anlamda itiraf var!

Köpeklerin yaratmış olduğu tehlike aslında büyük. Kene salgını filan değil, bir de bunların kuduz olma sorunu var. Modern şehir yaşamı içinde köpek, sokakta başıboş olamaz. Gerçi sahibi olanlar, onlara göre daha tehlikeli, çünkü sahibi, köpeği bir silah olarak kullanıyor.

Köpekler ve başıboş hayvanların şehir yaşamı içinde konumları gerçekten belirlenmelidir. Şehir, insan için güven demektir, fakat güvensizliğinde merkezidir.

Bayram Meral ucuz kurtulmuş ve tanındığı içinde haber olmuş, haber olmayan o kadar çok insan var ki?

Köpekler şehir içinde yaşam alanları belirlensin ve canlıya yakışır bir alanda yaşamlarını ikame etsinler. Evde beslenen canlılar içinde, şehirlerde gezi alanları yaratılsın. Madem hayvan beslenecek evlerde, o halde onlarında haklarına saygı duyularak şehir planlaması yapılsın!

Şimdi diyeceksiniz, insan hakkı mı var da hayvan hakkını istiyorsun!

Haklısınız yok! Ama biz isteyelim de, belki biri duyar ve bundan sonra oluşacak şehir alanlarını planlarken, hayvanları da düşünür… Sadece cebini ve kasasını düşünenlerin şehirleri planladıkları ortamda, bir de farklı ses olsun!

Hayvan haklarını savunanları bu kurban bayramında da çok sessiz gördüm, seslerini bana karşı mı çıkarıyorlar sadece?

30 Kasım 2009 Pazartesi

“Osmanlı’da dini inanç ve ibadethaneler özgürdü!” Sözü yalandır!

“Osmanlı’da dini inanç ve ibadethaneler özgürdü!” Sözü yalandır!

Yıllardır ülkemiz içinde bir yalan söylenir, Osmanlı imparatorluğu bütün dinlere ve inançlara karşı hoşgörülüydü. Bu yalan ülkemizin %99’unun Müslüman olması gibidir. Yalan, günlük yaşamda cahil insanların söylemleri ile devam etmektedir. Bir de bilerek yalan söyleyenler vardır ki, bunlara da artık ne denir bilinmez!

Osmanlı rejimi içinde aleviler, her türlü baskı ile karşılaşmışlardır. Aleviler için en önemli olan yer Hacıbektaş dergahı bile, Nakşibendi şeyhi tarafından kontrol ediliyordu. Alevilerin merkezi bir Osmanlı memuru tarafından kontrol edilmekte ve dergah içine mescit bile yapılmıştır. Bugünlerde o mescide bakarak, ‘aleviler camiye eskiden gidiyordu!’ yalanı söylenmeye devam etmektedir. Yalan ile bir çok kesim yok sayılmakta ve asimilasyon edilmeye devam edilmektedir.

İsviçre’de yapılan minare referandum sonucunda, yeni cami yapımına karşı bir görüş bildirilmiştir. Bu alınan karar değiştirilemez değildir, başka bir referandum ile değiştirilebilir, o yüzden ‘çok kötü’ bir karar olarak görülemez, çünkü onlarında kendilerine göre hassasiyetleri vardır ve bu hassasiyet zaman içinde değişebilir.

İsviçre’de yapılan referandum, dışarıdan gelen göçmenlerin dini inançları ve onların ülke içinde örgütlenmelerini sorgulamıştır. Dışarıdan gelen bir dini inanç, göçmeler aracılığı ile ülkeye gelmiştir ve son yıllarda Avrupa çapında olduğu gibi, minareler ülke topraklarında görülmeye başlanmıştır. Bu durum göçmelerin, göçmen olmadıkları ve yerleşik olduğunu göstermektedir. Bir yere dini merkezlerin kurulması, orada göçün sonlandığı anlamını taşır. Avrupa’ya giden göçmenler, göçmen olmaktan çıkmıştır ve oranın vatandaşları olmuşlardır.

Bu değişim, 11 Eylül ile birlikte, faşist örgütler için tehlike olarak kabul edilerek, Avrupa çapında faşist hareketin yeni hedef kitlesi konumuna gelmiştir. İslami fobi olarak başlayan bu düşmanlık, şekil değiştirmekte ve faşist hareketin de içeriğini belirlemektedir. Ulus devlet üzerine kurulu olan faşist anlayış da biçim değiştirmiştir ve bir kıta anlayışı içine girmiştir. Faşist hareket, kendisini eskisinden farklı olarak tanımlamakta ve hatta global çapta toplantılar yapmaktadır. Belki yakında ‘yaşasın enternasyonal faşist hareket’ diye sloganları duvarlarda göreceğiz!

İsviçre’de yapılan referandum, göçmen düşmanlığını ve göçmenler arasında ayrımı temsil etmektedir. Bu durum bile, bizim içimizde bazı cahil köşe yazarları ve bilim insanları(!) Osmanlı ile İsviçre’nin yeni durum karşılaştırmasını yapmaktadır. Güya Osmanlı’da, din özgürlüğü varmış! Kendi ülkesini ve tarihini tanımayanların doğru kabul olarak kabul ettiği gerçek! Osmanlı sadece Alevilere değil, diğer dinlere karşıda katı kurallar içinde yaklaşmıştır. Osmanlı, emperyalist bir ülkeydi, savaşlar, zaferler ile ayakta durmuştur. Yenilgi almaya başlayınca, yıkıma doğru hızlı bir gidiş yaşamıştır. Osmanlı kendisine ihtiyaç olanı almış ve ihtiyaç duymadıklarını da görmezden gelmiştir. Osmanlı görmezden geldikleri, yok saydıkları yıkılış döneminde karşısına güç olarak çıkmıştır. Cemal ve sakallı Nurettin paşaların katliamları da bu yıkılışa engel olamamıştır. Korku, yıkılışı hızlandırır!

Türkiye’de yok sayma politikasını devam ettirmiştir ve bugünkü sorun, yok sayılanların aslında yok olmadıklarını kanıtlamıştır. Yok olduğuna inanalar ise, bu gerçeklik karşısında ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar, çünkü komşusunu tanımadan yetişenler, komşularının öteki olduğunu öğrendiklerinde şaşkınlıkları ve ret etme durumunu devam ettirmeleri, çatışmayı yanında getirmekte ve ülkenin, ‘ötekiler’ tarafından, dış güçlerin desteği ile yok edileceğini düşünmektedirler.

İsviçre’deki sıradan bir vatandaşın yaşadığı korku ile, bizde yaşanan korku nicel olarak aynılaşmasına rağmen, onlar bizden daha avantajlıdır, çünkü korku nedeni zaten biliniyordu, bir anda ortaya çıkmadı. Biz de ise, var olanları ‘fark etme’ aşamasını yaşamaktayız. Henüz kabul edilmiş değil ama fiili olarak da kabul edilmiş gibi durulmaktadır. Çünkü o fark edilenlerin, kendilerine benzemeleri ve kendileri gibi tepki vermesi beklenmektedir. Vermeyince, hayal kırıklığı ve araya örülen duvarlar ortaya çıkmaktadır. Et ve tırnak ayırımı burada çıkmaktadır. Toplum mozaikleşmektedir ve mozaiğe uygun olarak, yeni duruma uygun olarak ayrışmaktadır.

İsviçre örneğinde ise, zaten toplum içine alınmayanların gettolarda özgürce ibadet etmeleri ve o ibadetlerini yerleşik olmamasını istemektedir. Göçmenler toplum içine alınmayarak dışlanmaktadır. Gettolar, gereği görüldüğünde, Hitler ya da Roma döneminde olduğu gibi, yok edilebilmektedir. Getto’da yaşam, toplum için tehlike oluşturmazken, kalıcı yerleşimler korkuya sebep olmaktadır. Bu korkuda bir siyasi hareketin yaşamasının ve büyümesinin temeli olmaktadır. Faşist hareketlerin ve sağ politikaların kamu içinde taraftar bulmasının temelinde bu korku yatar. Korku en liberal yerleşim birimini bile, faşist bir ideolojiye gönüllü teslim edebilir. Hitler’in iktidara gelişi, seçim ile olması tesadüfi değildir.

Bizde yabancı düşmanlığı, son yıllarda daha da artmıştır. Malatya, Trabzon katliamları bunu kanıtlamaktadır. Orada yaşanan linç kültürü, faşist bir kültürün dışa yansımasıdır. 2 Temmuz’da Sivas’da olan olay sıradan bir olay değildir. Biz de sadece ibadet yerleri yasak değildir, ibadet edenler de yasaklanmış ve yok edilmektedir.

Devlet olarak, bu ülkede Alevilerin asimilasyonuna devam edildiği gerçeğini kabul etmedik. Diyanet, Alevileri nasıl İslam içinde eritiriz politikasını geliştirmeye ve uygulamaya devam etmektedir. Hükümet alevi çocuklarına yönelik okullarda zorunlu din eğitimi vermeye devam etmektedir.

İsviçre’de alınan karar değiştirilebilir, bizde uygulanan politikalar hala kendisini savunmaya devam etmektedir. İsviçre’de faşizm yükseliştedir, biz de…?

Yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu!

Yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu!

Pimo Carnera ismi bize yabancıdır, fakat tarih içinde bilinen bir isimdir. Özellikle boks ile ilgilenenler veya İtalya konusunda konuşanlar için tanıdıktır. Carnera, 1933 yılında Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu olan ilk ve tek İtalyan olarak tarihe geçti. O dönemde İtalya’da faşist bir iktidar vardır ve faşizm onun kazanmış olduğu zaferi, kendi zaferi olarak kutlamıştır. İtalya’nın bir anda onuru olmuştur.

Carnera, fakir bir ailenin çocuğudur, açtır. O kadar açlık çekmektedir ki, eline ne geçse yer. Bu durum onu, yaşıtlarından daha uzun ve güçlü yapmıştır. Vücudu gelişmiştir. Bir çok işte çalıştıktan sonra sirkte iş bulmuştur ve orada çalışır. Daha dikkat çeksin diyerek İspanyol olarak tanıtılır. O sirkteki görevi dünyanın en güçlü adamı olarak sunulur ve arenada karşısında dövüşecek adam aranır. Amatör kavgalar yapar, onu yenebilecek henüz bir kimse yoktur. Bir gün, bu dövüşlerden birinde şansı başka yöne doğru kırılır. Eski bir boksör (Fransız, Paul Journée) onu boks yapmaya davet eder, çünkü boksta karnının daha iyi doyacağını ve gücünü orada kullanmasını önerir ve bu öneriye olumlu yanıt verir. Boksördür artık ve para kazanmak hırsı ile hızlı bir gelişim gösterir. O açlık yaşamamak için boks yapar. Hırslıdır, çünkü o açlığın içinden gelmiş ve bir daha oraya dönmek istememektedir. Boks yapma hırsı onu bir yerlerden başka yerlere taşır.

Yıllar sonra ağırsıklette dünya şampiyonu olur. Onun kişisel hırsından o dönemin faşist iktidarı kitlelerin önünde yararlanır ve o İtalya’nın gururudur. Her karşılaşması faşist İtalyan bayrakları ile doludur. Maçının olduğu günler İtalya sokakları boşalır ve radyo başında boks karşılaşmasını dinler. İtalya onun ile birlikte zaferi kutlar. Mussolini, kendisini geliştiren vatandaşına sahip çıkmıştır ve onurlandırmıştır. O artık İtalya gençleri için bir modeldir. Carnera ise karnını doyurmak için boksu seçmiştir, model olmak için değildir! O kendi dışında gelişen olaylara sessizce katılmak zorunda kalmıştır ve hatta bu durumdan da hoşnut kalmıştır. O, çocukluğunu açlık içinde, sağda solda çalışmak ile geçirmişken, şimdi en önemli makamlar tarafından karşılanıyordu ve onurlandırılıyordu. Sevdiği kadın ile de evlenmişti. O hayatından memnundu ve dünyada gelişmelerden habersiz mesleğini yapıyordu! Birinci dünya savaşı ona ve ailesine yokluk getirmişti ve bir daha yokluk içinde yaşamak istemiyordu.

Faşist İtalya göreceli olarak daha refah dönemini yaşıyordu. İşsizlik eskisine göre daha azdı, enflasyon baskısı hissedilmiyordu. İtalya savaş yorgunuydu ama haksızlığa uğramış olduğu duygusundan çıkıyordu.

Carnera, ringden ringe koşuyor, para kaynıyordu. Elbette para olan yerde mafyada olacaktı. Mafya onu istediği gibi yönlendiriyor, ringlere ve karşılaşmalara götürüyordu. Para kazandığını sanıyordu, o kazandığı paralar ile ömür boyu rahat yaşayacağını düşünüyordu. Talihi Max Baer ile karşılamasında değişmişti. Çünkü kendisinden ufak ve daha çevik olan Baer onu yenmiş ve dünya ağırsıklet şampiyonu olmuştu. 1934 Haziran ayı onun çöküşünün tarihidir. Gerçekler ile kısa zamanda yüzleşecektir. Parasızdır ve Amerika’ya doğru yol almak zorunda kalır. Mafya onun kazandığı paraya acımasızca el koymuştur. Yalnızdır ve çaresizdir.

Faşist lider Mussolini, onu kendi iktidarını güçlendirmek ve gençlere yeni idol olarak göstererek amacı yönünde kullanmıştır. Başarı kazanılınca sahip çıkan çok olur, başarıya giden yolda ise, kişilerin kendi emekleri ve mücadeleleri daha önemlidir.

İktidar işine geldiği kişileri, kendisi için şarlatan ya da idol olarak kullanmaktan çekinmez, çünkü iktidar zaman zaman bu tip başarılı insanlara ihtiyaç duymaktadır. İktidar sahibi olanlar, ideal insan için örneklerin kendi içlerinden çıkmasını önemser, teşvik eder. Başarı kazanmış ve kendi iktidarına zarar gelmeyeceğini bildiği kişileri ise yüceltmekten de geri durmaz.

Carnera yumrukları ile hayatını kazandı, kişiliği ve zaferi ile İtalya faşizmine örnek oldu! İlk yenilgisinde faşizm onu idol olmaktan çıkarmış ve gözden düşmüştür. O artık açtır ve yollar ona yeniden gözükmüştür. O bilmeden bir oyunda oyuncu oldu ve sahneden itibarını kaybettiği gün uzaklaştırıldı. İktidar başarısız insanları korumaz ve kollamaz,

1967 yılında hayata gözlerini yumdu, geriye ibret alınacak bir öykü bırakarak… Kaçımız bu tip öyküleri biliriz?