30 Aralık 2010 Perşembe

Fotoğrafta hep geçmiş vardır.


Fotoğrafta hep geçmiş vardır.

Yaşamın geçmişini; siyah beyaz mı görüntüler, yoksa geçmiş hep siyah beyazlardan mı oluşur? Elbette sorunun soruş biçimine göre yanıtlar alırsınız. Ben de önümde duran fotoğrafa bakıyorum, sonra bu fotoğrafta ne görüyorum diye düşünüyorum, çünkü her bakış; fotoğrafı yeniden yaratır, yaratış sürecine bir bakış ile başlarsınız. Ben de ilk anda gözüme çarpan kontrastlar ve keskin ayrıntıların içinde bu fotoğrafı yorumlamak için kafamdaki biriktirdiğim birikmelerimden yararlanmak istiyorum. Çünkü her fotoğraf, geçmişe dair bir şeyi anlatır, ister renkli ister siyah beyaz... Fotoğrafta hep geçmiş vardır.
Bir fotoğraf duruyor önümde. Mardin'de çekildiğini sanıyorum belki de Nevşehir veya Niğde de... Tabii oralarda hala bu tip binalar kalmışsa eğer. Gün doğumu ya da batışı arasında tedirginlikte kaldım; acaba hangisi diye düşünürken, sabahın çiğini gördüm sanki adamın kıyafetinde ve eşeğin baktığı noktada. Bir sabah güneşi var gibi.
Taş işçiliğin en güzel örneklerinin önünde, bir yaşanmışlığın izleri var, gölge o yaşanmışlığın üzerini örter gididir. Gözler karanlıktadır, karanlık olan sadece gözler mi, zaman. Zaman durmuştur. O an, bir film karesi içinde sonsuzluğun dehlizlerine doğru yol almaktadır. Durmuş bir zamanın, zamanı olur mu?
Her fotoğraf karesinde zaman durur ama fotoğrafa bakanın zamanı. Her bakan başka zaman içinde o durmuş zamana bakar. Durmuş olan şey acaba zamanın hiç olmadığını mı ifade ediyor; yoksa o zamanın, o anın, o saniyenin donduğunu mu? Zaman donar mı?
Bir kış günüdür orada zaman, kıyafetler kışı anlatmaktadır, soğuk bir günün içinde güneşin yeryüzünü kucaklamaya başladığı anlarda dondurulmuş zaman.
Fotoğrafa bakıyorum, fotoğraftaki eşek mi katır mı? Yani melez bir canlı mı? Şimdi her şey melezleştirildiği gibi, yeni canlı türleri de ortaya çıkardılar, eğer arabalar olmasaydı, bugünlerde taşıma aracı olarak bu canlıları ne hale döndermiştik? Yaşadığımız alandan kovduk bu güzelim emekçi hayvanları, artık yoklar. Şimdiki çocuklar eşekleri, atları ve varsa eğer katırları hayvanat bahçesinde görür haldeler. Yoklar, yok oldular, yok olurken emeğinden yararlandığımız hayvanın etinden faydalandık, sucuk oldu, bonfile oldu… Sormadık onlara, ne yapmak istersiniz eğer yaşam alanımızdan çıktığınızda. Soramazdık, çünkü bizler bencilce tüketmeye alıştık, işlevini kaybedenler ise hemen kapının önüne konur, tıpkı tüm emekçiler gibi. Verimli değilse, geçmişin artık bir anlamı yoktur, durağan bir andır ve şimdiki zaman içinde yoktur. Verimli değildir ve yaşam alanımızda onu ancak fotoğraflarda görürüz.
Katır ya da eşeğin sırtında (bakın ben bile artık emin değilim hangisi olduğu konusunda) ki kutuların içinde ne vardır acaba?
Çocukluğumda, köy köy dolaşarak çerçicilik yapanlar vardı. O kutularda onların getirdikleri şeyler olurdu, sonra film gösterenler olurdu. Bir beyaz perde çekilir ve akşam film gösterilirdi. O seyredilen film, günlerce dilden düşmez, çocuklar o gördüklerini oyunlarında canlandırırdı. Köye genelde kovboy filmleri gelirdi, neden kovboy gelirde bir Ağrı Dağı Efsanesi gelmezdi, bilemezdik, çünkü onu soracak kadar bilgi birikimiz yoktu. Ama geleni seyretmekte büyük zevk verirdi, köyün dışında da yaşam olduğunu öğrenirdik, özlem duyardık içten içe… Görmediğimiz, bilemediğimiz yaşama… Fotoğrafta zaman, henüz yakın tarihi göstermektedir, çünkü adamın elindeki çanta yakın zamana aittir. Geçmişin izlerine bakarken aslında çok yakın bir zamana bakıyoruz, geçmişin izlerini taşıyan bir yere bakmaktayız…
Adamın gözlüğü ve zayıf olması dikkat çeken öteki taraf, bir ezilmişliği sembolize eder gibidir. Ötekidir bir yandan bir yandan içimizdeki biridir. İkisinin arasında gidip gelmektedir, tıpkı fotoğrafın bugün ile geçmiş arasında gidip geldiği gibidir. Dünü yaşar gibidir, bugünü yaşarken dünü yaşamaktadır. İki zaman arasında bir yerde duruyor.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Nefret beslenirken…

Nefret beslenirken…

Türkiye’de Yahudi düşmanlığı çok sinsidir, gizliden gizliye gelişir ve bir an patlama ile sonuçlanır. Düşmanlık o kadar gizli işlenir ki, düşündüğünüz şeyin ve verdiğiniz tepkinin doğal olduğunu düşünürsünüz, çünkü düşmanlık artık doğallaştırılmıştır ve ona gösterilen tepkileri de doğal algılarsınız.
Düşmanlık, nefret duyguların okşanması ile oluşur. Nefret duyguları da; sizin ile direkt alakası olmayan olaylar üzerinden birikim sağlanarak oluşturulur. Çoğu zaman bilmeyiz, neden nefret ettiğimiz ama nefret ederiz, çünkü bizim duygularımıza, düşlünce yapımıza bir şekilde işlenmiştir. Bu işleyiş çocukluktan başlar, ölünceye kadar süren bir süreçtir ve nefret öyle bir hal alır ki, sanki kan davası varmış gibi kuşaktan kuşağa aktarılır. Üstelik hiç konuşmadan da düşmanlık ve nefret duyguları yapmış olduğunuz mimikler ve küçük tepkiler ile bile aktarılabilinir.
Türkiye’de sürekli vurgulanır, İspanya’nın kovduğu Yahudilere kucak açtık. Ne mutlu, iyi ki açmışlar. Kucak açıldıktan sonra ise, Yahudilere alttan alta bir düşmanlıkta beslenir olmuş, çünkü onlar gelirken İspanya’nın birikimini de getirdiler ve Osmanlı imparatorluğunu bir adım öne taşıdılar. İmparatorluk öne taşınırken, elbette bu işten rahatsız olanlarda vardı, kurulu düzeni bozulan da.
Kurulu düzeni bozulan hep yeniliklere ve yenilik getirenlere düşmanlık besler, çünkü kaybedeceği bir şeyleri vardır ve kaybetmiştir. Toplum boşluk kaldırmaz, o boşluklar da dolar. Boşlukları dolduranlar elbette bilgi birikimi iyi, yeni ile uyum sağlamışlar olacaktır ve bu yeniler de zaman içinde eski olacak ve toplumun dışına düşeceklerdir. Tanrının birer gölgesi değildir ki, sürekli kalsınlar. Tanrının gölgesini iddia edenler bile zaman içinde yok olup gitmişlerdir, ne onlardan ne de ailelerinden miras kalmıştır bugüne… Fakat kalan bir şeyler de vardır, o şey nefret duygusudur ve düşmanlıktır. Bu iki duygu; eğitim ve gelişmişlik ile açıklanamaz durumdur, çünkü hiç beklemediğiniz biri nefret duygusu içinde, çevresine saldırıyor olabilir. Eğitim ve kariyer bile bu duyguların ortadan kalmasına neden olamayabiliyor.
Son Mavi Marmara gemisi olayı ve sonuçları henüz tam orta yere serilmedi, fakat geçmişte yaşanan duygular su yüzüne çıktı. Yahudi düşmanlığı İsrail düşmanlığı eksenli olarak patlama yaşadı. Bu patlamayı görmek için; o duygular içinde, ellerinde bayrak alıp Taksim’e çıkanlara bir bakmış olsaydınız, sağcısından, solcusuna, radikalinden, öğretim üyesine, gazetecesinden, ayakkabı boyacısına… yani toplumun her kademesinde yer alan birilerini görürdünüz. O günlerde ve bugünlerde (Mavi Marmara gemisi yeniden İstanbul’a geldi) medyada atılan başlıklara bakmış olsaydınız, bu düşmanlığı içselleştirmiş sağcı, solcu liberal gazeteleri ve ekranları görürdünüz. Mavi Marmara gemisinin İstanbul’a gelişini ana kapaktan girenler de gizli ya da açık bir Yahudi düşmanlığının olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Düşmanlığın sağcı, solcusu ve okumuşu olmaz, hepsi bir pota içinde yerlerini alırlar.
İstanbul’da bir Cem Evine bir bayrak yüzünden saldırı yapanlarında; düşmanlık ve nefret duygularının dışa vurumunu yaşadık. Bu düşmanlık duygusu sembol olarak bayrak gösterilmiş olsa da, saldır mekanın bir Cem Evi olması göz ardı edilemez. Cem Evi Alevi ibadet yeridir ve Alevilere karşı gösterilen nefret ve düşmanlık duygusunun dışa vurulacağı alanlardır.
Yahudiler, Aleviler ve diğer azınlıklara karşı gösterilen düşmanlık ve nefret duygusu altan alta bilince işlenirken, yasalar nezdinde de bu düşmanlık korunmaktadır ve kollanmaktadır. Nazi Almanya’sı Yahudi Soykırımını yasalar ile düzenlemiş ve uygulamıştır. Ermenilere uygulanan tehcir; yasalar ile düzenlenmiş ve uygulanmıştır. Yasalara saygılı olanlar tarafından işlenmiştir bu duygular ve bugün kınadığımız, bir daha olmasın dediğimiz uygulamalar.
Türkiye’de Yahudi düşmanlığı 2. dünya savaşı sırasında en üst boyuta çıktı. 6-7 eylül olayları sırasında hiç alakaları olmadığı halde dükkanları yağmalandı, getirilen vergilerden ilk onlar etkilendi. Türk karikatürün babası sayılan Cemal Nadir bile karikatürlerinde Yahudi düşmanlığını öyle bir şekilde işledi ki, düşmanlık yokmuş gibi algılandı. Erzurum sürgünleri içinde Yahudilerin olması, Dersim’de Alevilerin yok edilmesi, Koçgiride Alevi köylerin boşaltılması ve yağmalanması, HES’ler ile günümüzde uygulanan sosyal değişim içinde azınlıklar ve diğer kültürlerin olduğu bölgede yoğunlaşması tesadüfi değildir, içten içe ve bilinç altına işlenmiş düşmanlık ve nefret duygusunu dışa yansımasıdır ve bu duygulardan para kazananlar ve beslenenler olduğu sürece de halklar ve kültürler arasında düşmanlık beslenecek ve büyümeye devam edecektir.
Mavi Marmara gemisini tekbir ile karşılayanlar açık olarak Yahudi ve diğer azınlıklara karşı düşmanlıklarını saklamıyorlar, onların bu duygularına kapalı olarak destek verenler ise, sinsice düşmanlıkları beslemeye ve nefret duygusunu kendi çevresine yaymaya devam ediyorlar.

21 Aralık 2010 Salı

Sahnede tevhid /birlik


Sahnede tevhid /birlik
Bazı projelerden iyi sonuçlar çıkar, bazılarından ise kötü. Elbette, bunların dışında olasılıkta vardır, ödevine iyi çalışılmış bir projeden de beklenen sonuç çıkmayabilir. Bu durum projenin bütçesi ve beklentileri ile ilgilidir.
Tevhid adlı çalışma bir projenin ürünüdür. Son yıllarda ülkemizde de gelişen bir alandır proje sunmak ve proje karşılığında ekonomik girdi elde etmek. İyi bir olanaktır, eskiden bu olanakta yoktu. Projelerden zaman zaman gerçekten beklendiğinden de iyi sonuçlar elde edebilmektedir. Para desteği karşılığında fikrin hayat bulmasıdır bir anlamda proje.
Para karşılığında olunca proje yapanlarda elbette profesyonel olmak zorundadır, amatör biri para karşılığında neden o projeyi yapsın ki, amatörler projesini hayat vermek için vakıf ve derneklerin kapısını çalacağına, kendi olanaklarını yaratma peşinde olurlar. Projeler daha çok yarı profesyonel ve para karşılığında iş yapıldığı için genelde profesyoneller tarafından kullanılır.
Tevhid proje çalışması da bu bakış açısına uygundur. Proje sunulmuş ve kabul görmüştür. Proje programına uygun olarak hayata geçirilmiştir.
Tevhid yani Türkçe karşılığı birlik. Alevilikte birlik kavramını araştıran ve izleyiciye bu kelimenin anlamını anlatmak için kurgulanmış bir çalışmadır. Çalışma; Alevilik konusuna değinirken, proje yapanın kurgusu ile birlikte; video, müzik, modern dans ve canlı performans ile sahneye konmasıdır.
Başlangıçta neden bu çalışmaya ihtiyaç duyulduğunu anlatan bir giriş konuşması izledik. Yapımcı kendisine göre bu projenin amacını anlatmaktadır. Sözlü tarih çalışmasına uygun olacak bir mekan seçmiştir, en doğru yol (kendisine göre) içinden geldiği kültür ve köydür. Akrabalarının yanına gider ve orada köküne doğru ama merak içinde bir yolculuğa başlar. Proje yapan şehirde büyümüştür, fakat geçmişini ve kökünü (anlatımlarından çıkardığım) gerçek anlamda bilmemektedir. Şehirde yaşam; Alevi kimliği gizlemeyi getiriyordu eskiden, şimdiki kadar açık ve cem evleri yoktu, onun yerine dernekler içinde gizlenmiş bir yapısı vardı. Alevilik gizliydi, Alevilerde gizlemek zorunda kalmışlardı inançlarını. Ancak köyde yaşayanlar ve dağlara sırtını dayayanlar Alevi olduklarını yaşayarak hissediyorlardı. Şehirde yaşayanlar ne yazık ki çocuklarına Alevi inancını anlatamamış, yaşayarak göstermemişti. Projeyi yapanda Alevi kökenliydi ama Alevi yaşam kültüründen uzaktı. Bu uzaklık ne yazık ki, proje boyunca da hissediliyordu. Tam kavrayamadığı Aleviliği, yani birliğini anlatmaya çalışıyordu. Bir dini ritüel eksik anlatıldın mı, eksik ve yanlış anlaşmalara açıktır. Alevilik nedense hep bir yönü anlatılır, tam anlatan çalışmalar nadirdir.
Yazar; sahneye koyan ve projeye hayat veren Şule Ateş gerçekten ödevine iyi çalışmış ama eksik çalışmıştır, çünkü proje bir zaman ile sınırlıdır ve o zaman içinde yapmak ve gerçekleştirmek zorundadır. Proje gereği sahnede tevhid’i anlatmak ile yükümlüdür. Bu zaman darlığı bu çalışmayı eksik ve yüzeysel yapmıştır. Bu eksiklik projenin zamanlamasının hesaplamasında ortaya çıkmıştır, çünkü geniş konuyu dar zaman içinde, dar mekanda ve modernize etmiş şekilde anlatmak çok iddialıdır ama bu iddiayı yapacak bilgi birikimi, bir iki röportaj ve birkaç kitap okuyarak giderilecek gibi değildir.
Alevilik inancının temeli olan bazı sembol isimler bu çalışma içinde yoktur, bilmeden ve gösterilemeden üstün körü geçilmiştir. Erzincan’a göç etmiş, Dersim göçmeni bir Türkmen aile. Gerçi kendilerini kök olarak Horasan göçmeni olarak görmekteler. Dersim olaylarına kısa değinilmiştir, af edilemeyen bir katliamdan söz ederler ve ilk bölüm dans ve müzik bu unutmama kavramı üzerine kuruludur. Alevilerin unutamadığı o kadar çok katliam vardır ki, hangisini unutsunlar? Anadolu Selçukludan başlayan bir devlet anlayışı, bugün de devam etmektedir. Alevilere karşı devlet ideolojisini elinde bulunduranlar, hep saldırmışlardır ve saldırmaya da devam etmektedirler. Devlette esas olan devamlılıktır. İnançta da önemli olan budur. İnanç bir devamlılık içindedir ve nesilden nesile söz ile, ritüeller ile ve gizlenmiş kaynakları ile aktarılır. Alevi inancı dedeler ile cem evlerinde yapılan ibadetler ile bugüne kadar taşınmıştır. Bu inancın ritüelleri sahne sanatı için değil, tanrı ile konuşma üzerine kuruludur. Fakat son dönemde dans sektörü bu otantik unsurlardan beslenerek modern dansın içine monte etmeye çalışmaktadır. Bir çoğu da güzeldir, dans her kaynaktan beslenebilmelidir, fakat bir inanç anlatılırken, inancın bir kuralı vardır, o kurala da dikkat edilmelidir. Alevi inancı içinde tek başına oynanan semah (dans olarak da okuyabiliriz) yoktur. Turna gibidir Alevi semahı. Çift kişi ile ve ikinin katları ile sahneye konmalıdır. Bu projede; tek kişilik bir dans bölümü vardır ve dansta ne anlatıldığını anlamak imkanına ne yazık ki erişemedim. Bana göre anlamsız hareketler ile zaman doldurulmuştur, anlamsız hareketler modern dans değildir. Her hareketin bir anlamı vardır ve bu anlamlar bir birikimin üründür ve birliği sembolize eder. Diğer yapılan ve turnaların ve kuş sürülerin hareketi gibi toplu halde, sağa sola hareketler bana daha sıcak gelmiştir, fakat Alevilikte tek kişilik dans yoktur ve konu Alevilik olduğuna göre; tek kişi sahneye çıkarak dans yapamaz diye düşünüyorum. Semah Alevi kültürü içinde önemli bir ritüeldir. Her Alevinin ocağı farklı semah oynar ama hepsinin ortak bir dili vardır.
Alevilikte müzik ve söz de önemlidir. Bu önem her Alevi konusunda yapılan çalışmada da öne çıkar. Modernize edilen müzik ve sözler proje içine oturmuş gibi gözükmesine rağmen, beni rahatsız eden bazı yönleri de bulunmaktadır. Söz anlaşılır olur, söz ile cem’e katılanlara mesaj verilir, gelenek aktarılır. Birlik orada vurgulanır. Yani tevhid müzik içinde vardır.
Proje sonucunda akılda ne kaldı diye bakarsanız, hoş bir sahne dans gösterimi, onun dışında üstü kapalı bir Dersim katliamı ve sonucunda insanların beynine işlenen durum. Video, müzik, dans ile sözlü tarih çalışmasına örnek olacak ama yetersiz bir çalışmadır. Sonuç olarak kişinin kendisini tanıması için gittiği yol ama bu yolda kendisini ne kadar tanıdığı ve kültürünü tanıdığı konusunda da kafamda soru bırakan bir çalışma vardır. Aleviliğin temeli olan görüşlerin dışında, çokta uzağında olmayan bir Aleviliği sahneye koymuştur. Proje anlamında başarılıdır, ödevine iyi çalışmıştır ama projenin zaman sınırlaması ve maddi imkanları içinde ancak demek ki bu kadar ortaya çıkıyormuş dediğim bir çalışma izledim.
Bu proje bir başlangıçtır, daha iyileri ve daha geniş çaplı çalışmaların yolunu açacaktır diye düşünüyorum, çünkü bir proje yapmak ile ne Alevilik anlaşılır ne de projelerin önü kapanır, aksine projelerin önü açılmıştır. Daha başarılı projelere imza atacağını düşünüyorum. Her başlangıç her ne kadar profesyonel gibi gözükse de amatörlük çıplak göz ile görülmektedir. Amatörlükte de bir sıcaklık her zaman vardır.
Oneness/Tevhid/Birlik (Performans)
Tasarlayan ve Yöneten
Şule Ateş
Video Yönetimi
Şule Ateş
Teoman K.
Müzik Düzenleme
Cem Yıldız
Koreografi
Bedirhan Dehmen
Görüntü Yönetimi
Haluk Arus
Kurgu
Berkutay Günel
Cem Mirkelam
Animasyon
Mertcan Mertbilek
Çağıl Bocut
Işık Tasarımı
Alev Topal
Grafik Tasarım
Emre Parlak
Koordinatör
Sezin Gündoğan
Fotoğraflar
Eylem Ertürk
Oğuz Meriç
Dansçılar:
Canberk Yıldız
Ekin Akbaş
Erdem Gündüz
Güneş Çağlar
Minou Polleros
Özlem Arıkan
Özlem Kaya
Serkan Bozkurt
Vokal
Olcayto Art

20 Aralık 2010 Pazartesi

İşaretlenen kapılardan bugüne…


İşaretlenen kapılardan bugüne…

Kapılara işaret konmuştu. Kapılar birer birer işaretlenenler, işaretin anlamını önce anlamadılar. Ellerine geçirdikleri badana ile işaretleri kapatmaya çalıştılar ama olmadı, çünkü badana yağlı boyayı kapatmıyordu.
Kapıların üzerinde kırmızı bir çarpı vardı. Kırmızıydı.
Kapıların üzerinde, pencerelerin altında kırmızı boya ile çarpı konmuştu.
Yaşadıkları şehirde bir ayrışma gözle görülür, elle tutulur bir şekilde gözüküyordu.
Henüz sokaklar kan gölüne dönmemişti. Nefes alınıyordu. Ötekileştirilmişler; şehir merkezinden uzakta, gecekondularda oturuyordu, çünkü oraya gelenler ekmek için gelmişlerdi… Ekmeklerini kazanmaktan ve çocuklarını okula göndermekten başka şey düşünmüyorlardı. Gelişen olaylar karşısında, kendiliğinden muhalif konuma düşmüşlerdi, tercihleri bile değildi, sormamışlardı zaten onlara.
Doğunun Paris’i diyorlardı. Ülke içinde, o kadar çok Paris vardı ki, kimse görmemişti Paris’i. Ama Paris ismi o bölgenin her şehri için söylenirdi.
Ufak tefek olaylar oluyordu ama öyle abartılacak bir durum da yoktu ortada. Sağcı ve solcusu belli bir şehirdi. Kimin kime oy verdiği ortadaydı.
Diğer şehirlerden bir farkları yoktu, öyle biliniyordu o güne kadar.
Kendileri için sessiz bir gündü, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi. İşe giden; işine gitmiş, kalanlar ise her zaman yaptıklarını yapıyorlardı.
“Güneş ne zaman doğacak?”
Cüneyt Arkın başrollerini oynadığı bir film şehre gelmişti. Sinema salonlarında gösterime girmişti. Bir akşam karanlığında bu filmin gösterildiği salona bomba atılmıştı. Kimin attığı yıllar sonra çıkmıştı. Provokasyon için gencin eline bomba verilmiş ve kendi arkadaşlarının üzerine bomba atmıştı.
Olaylar bir anda saman alevi gibi patlamıştı. Öfke ve nefret duygusu gözleri görmez, kulakları işitmez hale getirmişti. Faşist bir provokasyon, katliam ile sonuçlanacak bir bombayı ateşliyordu.
Önceden planlı ve programlı hazırlanmış bir senaryoydu ve senaryo hayatta karşılığını eksiksiz olarak yerini bulacaktı.
Hiçbir şeyden haberi olmayan ve kurban olarak seçilen kesim ise, her zaman ki yaşamlarına devam ediyordu. Olaydan ve bombadan haberleri olmuştu ama o bombayı atan kendileri değildi ve savunulacak ve savunma durumunda kalacak bir durum ortada yoktu.
Bombalı gecenin sabahı, sinemadaki patlamadan hayatını kurtaranların önüne bir yem atılmıştı, bombayı atsa atsa solcular atardı ve sol olarak gördükleri tüm kurumlara saldırmak gerekliydi. Saldırıldı da. Saldırı emri ve hedefi belliydi ve bu gençler kullanılarak saldırı başlamıştı.
Saldırlar can almak üzerine kurulmuştu, sadece korku vermek değil, nefretin kusulması gerekliydi. Faşist içerikli bir film bu iş için biçilmiş kaptandı ve faşizmin çirkin yüzü sokağa kan ile yazılmalıydı ve yazıldı da… Kahveler bombalandı, öğretmenler kurşunlandı. Kurşunlar iki öğretmenin canını almıştı. Can sokakta güvencesiz hale dönmüştü. Doğal olarak tepkiye karşı tepkide gelişecekti, çünkü korku ister istemez savunmayı da beraberinde getirecekti. İleride yaşanacakların bir küçük provası gibiydi. Ülke saffında korkunun hakim olduğunun küçük bir provası, bu şehirde hayata geçiriliyordu.
Köşeler tutulmuş, sokaklar korkunun hakim olduğu alana dönmüştü. Her kımıldama bir saldırı anlamına geliyordu.
Aleviler ve solcular elde olanlar ile savunmaya çalışıyorlardı, bugüne kadar düşünmediklerini yaşıyorlardı.
Komşuları, tekbir sesleri eşliğinde kendilerine saldırıyordu. Dışarıdan gelen gençlerin yanında, arkasında, önünde… Komşuları, komşu çocukları, tanıdıkları artık tanımaz haldeydiler.
Hükümet olayları küçümsemiş, gerekli önemleri almamıştır. Önlerinde devletin bendini görmeyen faşist grup, içine yöre halkıda katarak birikmiş nefret duygularını ve bilinç altına işlenmiş düşmanlıklarını göstermekteydiler. Cephe savaşı gibi savaşıyorlardı, ellerindeki silah üstünlükleri eşliğinde. Gerçek anlamda direniş ile karşılaşmayan bu nefret seli; önüne aldığını yutuyordu. Düşmanlık açık saldırıya dönüşmüştü, içlerinde biriktirdikleri nefret duygusu ve yıllardır devlet eli ile verilen eğitimin vermiş olduğu bilinç ile saldırıyorlardı. Aleviler ve solcular bu ülke topraklarından en azından bu şehrin topraklarından sökülüp atılmalıydı. Toplumun daha homojen olması için… Öyle sanılıyordu o zamanlar. Senaryo onlar öyle görmelerini emretmişti…
Senaryo kan ile yazılmıştı, yazılan senaryo uygulanmıştı. Kan aktı, hem de kayıtlara girmeyen kanlar. Ana karnında ki bebeği öldürecek kadar nefret duygusu ile gözü dönmüş katiller; önlerine geleni öldürmüş yağmalamıştı. Ölenler Aleviler ve solculardı. Ölenler ötekilerdi birileri için… O yüzden; davaları ve katilleri özel koruma eşliğinde gerçeklerin üzerleri teker teker örtüldü. Gerçek anlamda yüzleşme olmamıştı. Toplu davada idamlar çıktı, mahkumlar çıktı ama senaryo yazanlara ulaşılmamıştı. Katil olarak kurban olanlar gözle görülüyordu, gerçek katiller neredeydi, ne yapıyorlardı?
Yıllar sonra, tam 32 yıl sonra aynı şehre, ölenleri anmak için gidenler aynı tepki ile karşılaştılar. Bayraklar elde, tekbir sesleri eşliğinde ölenleri anmaya izin vermek istemediler. Tekbir diye bağıran şimdiki delikanlısı, büyük olasılıkla ya babası ya da en yakını o olayda taraftı. (Katil olmuş kurbandı beklide)
Sosyologlar, sosyal psikologlar bu durumu dikkatlice incelemesi gereklidir, çünkü bu olayda da görüldüğü gibi; hiçbir olayın üstü örtülmüş değildir. Alev kor halinde yanmaya devam ediyor. Ermeni konusu ve diğer mübadeleler ile ilgili olaylara da bakarsanız, bugün sorunların arkasında yatan ortak duyguyu ve tepkiyi görebilirsiniz. Dedelerin yaptıklarından bugünkü kuşak neden sorumluluk duyar? Neden onların yaptıklarının üstünü örtmeye çalışırlar? Neden bu bilmedikleri ve görmedikleri insanlara düşmanlık duyarlar ve nefret duygularını beslerler?
Kapıların üzerine çarpı işareti konmuştu. Bugün kapılar üzerinde çarpı işareti konan yerler var mıdır? Yoksa beyinlere ve yasalar içine mi kondu?

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? (gerçek olmayan öykü)

Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? (gerçek olmayan öykü)
Gece karanlıktı. Karanlığın içinde denizin ortasındaydım. Bir vapur, her zamanki gibi kalabalık ve sessizdi. İş çıkışı yorgunluğu, gözler kapandı kapanacak, birçoğunun gözü kapanmıştı bile.
Vapurlarda bir şey satanlar olurdu eskiden, şimdilerde yoklar. Onların yerini müzisyenler almış, gitarı eline alan müzik yapıyor, bana göre çoğu sanatçının sesinden daha güzel. Bir parça okuyor, sonra para topluyor, modern dilencilik ama yetenek karşılığında alınan para, dilenme de denmez buna. Sokak müziğinden farklı, vapur müzik yapanları denmesi gerek. Sokak müziğinde dilenme yoktur, isteyen gelir parasını bırakır gider, önünde duran her hangi bir şeye. Vapurda öğle değil, önünde durması gerekene bir başkasının elinde, oturanların önüne ve gözüne sokarcasına gösteriliyor, çoğu para vermiyor ama olsun, inadına sürdürüyor. Bir parça bir tur.
“yanarım yanarım gün geçer yanarım
ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? “
belki bestecisinden daha içli söylüyor, gecenin karanlığı içinde, denizin ortasında bir vapurda sessizliği bozan bir ses olarak yankılanıyor.
Dışarıya bakıyorum, ufukta gözlerim bir ışık demeti arıyor.
Karanlık ve motorun sesi, bir de vapurda müzik yapanın sesi. O seste bitti, gitti… Demek parayı toplayacağı kadar topladı ve başka katlara doğru seyir etti, seyir halindeki vapurda.
Karanlık ve sessizlik, iç dünyama doğru yönelmiştim, gözlerim kapanırken birden irkildim.
Deniz sakindi, havada rüzgar yoktu vapura bindiğimde.
Her zamanki şehir, aynı güzellikte ışıkların içinde kendi dünyasını yaşıyordu.
Vapur, her zaman gittiği yoldan gidiyordu, yadırganacak bir durum yoktu ortada.
Dev dalgaların arasında kalmış gibiydik.
Bir gürültü duymuştuk sanki.
İrkilmiştik.
Gözlerimiz açılmış, durumun şaşkınlığı içindeydik.
Ne olmuştu?
Karanlıktı dışarısı…
Sessizdi içerisi…
Bir uğultu oldu, nerden geliyordu uğultu?
Gözlerimiz açılmış, uykumuz kaçmıştı.
Dalgaların arasındaydık sanki ama deniz, karanlığın içinde hiçbir şey söylemiyordu.
Daha önce yaşamadığımız bir duygu içindeydik. Anlamaya çalışıyorduk.
Vapur her zamanki rotasında gidiyordu, kaptan her zamanki dinginliğinde vapurunu sürüyordu.
Telefonlar çalmaya başladı.
Ne ilginç, her telefonun müziği farklı, her telefon sahibi kendisine özgü ses yerleştirmiş gibi. Binlerce müzik parçası aynı odada çaldığını düşünün, bazıları yüksek, bazıları kısık. Bazıları umursamadan telefonun çalmasına devam etmesini izliyor gibi, bazıları acele ile aç düğmesine basıyor.
Telefon sesleri ve müzikleri içinde telaşlı sesler duyar gibi oldum. “Hayır biz iyiyiz” diyordu vapur içindeki, karşısındaki ne diyordu bilmiyorum. Telaş içinde biri bağırdı; deprem olmuş!
Deprem olmuş, biz denizin ortasında sakin sakin giderken.
Depremin yarattığı dalgadan etkilenmişiz meğer.
Şaşkınlık içindeydik.
Şaşkınlık meraka dönüşmüştü. Karada oturanların durumu nasıldı acaba?
Her zamanki şehrimiz, sessizlik içinde miydi?
Karanlığın içinden şehrin olduğu tarafa baktık, hepimiz camlara dayanmıştık, karanlığa değil, şehrin ışıklarına bakıyorduk. Uzaktan her şey yolunda gözüküyordu. Sakindi şehir, biz telaş içindeydik.
Telefonlar durmadan çalıyordu.
Verilen yanıtlar; “ben iyiyim, ya sen” diye devam ediyordu.
Telaş bulaşıcı bir hastalık gibi hepimize bulaşmıştı.
Telefon ediyorduk, şehirde yaşayanlara…
Hatlar doluydu...
Meşgul çalışıyordu…
Merak içindeydik, şehir sessiz gözüküyordu dışarıdan…
Vapur içinde bir birine bulaşan telaş ve merak hakimdi…
Ne çalan telefon, ne de vapur müzikçisinin sesi duyuluyordu…
Sessizdik, sessizlik halimdi şimdi, bizler cama dayanmış şehir ışıklarına bakarken…
Karanlıkta, deniz ortasındaydık. Vapurun ışığı denize vuruyordu, uzaktan da gittiğimiz kara parçasının ışığı…
Gözlerimizdeki uyku yok olmuştu.
Gelecek olan dalgayı bekliyorduk, artçı depremlerin olması her zaman mümkündü. Beyinlerimizin arkasına işlenen tusunami olacak mıydı? Kimse bunu düşünecek durumda bile değildi. Telaş içinde, merakın getirmiş olduğu durum ile karşı karşıyaydık. Ne olmuştu acaba karada?
Kara, karanlık içinde değildi, her yer ışıl ışıldı…
Sessizce oraya bakıyorduk, vapur her zamanki hızı ile giderken, biz ne kadar yavaş gidiyor diye söyleniyorduk…
Sessizce baktık…
Sessizlik içindeydik…
Ne telefon çalıyordu, ne müzik…
Vapurun sesi, denizin sesini yok etmişti…
Martıda yoktu…
Sessizdi her şey..
Tıpkı biraz önce olduğu gibi…
Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım?

16 Aralık 2010 Perşembe

Tarih affeder mi?

Tarih affeder mi?

Her bıyıklı adam Hitler değildir ama her Hitler diktatördür.
Diktatörlerin ortak özellikleri vardır; kendilerine yönetilen eleştiriyi saldırı olarak algılar ve düşman olarak gördüğü kesime koşulsuz saldırır.
Her diktatör; sadece kendisinin doğru düşündüğünü ve hareket ettiğini sanır.
Her diktatör; çocuk sever, çocukların babalarına / annelerine ve de yetişkin kardeşlerine her türlü eziyeti doğal görür.
Her diktatör; çevresinde yağdanlık takımının oluşmasına izin verir ve çevresindekilerinin kendisinden aptal olmasına önem verir. Akıllı gördüklerini ise, aptalların yönetmesine izin verir. Her akıllının başında, bir aptal yönetici olmasına özen gösterir, çünkü aptallar; her hareketi, her düşünceyi, her davranışı kendisine jurnalleyeceğini bilir.
Her diktatör; gençleri rayından çıkmış, raya zor ile oturtulması gereken bir kuşak olarak görür ve gençleri sadece kendi gördüğü cephesinde savaşan asker olarak görür ve mutlak itaat bekler. İtaat etmeyenlere karşı her türlü yasal düzenleme yapmaktan da kendisini alamaz.
Her diktatör; yaptıklarını yasalara uydurmaz, yasaları davranışlarına uydurur. Önüne çıkan her engelli yasal düzenleme ile aşar ve ona göre davranır.
Diktatör; kendi koyduğu yasalar ile yargılanamaz, çünkü kendi oluşturmuş olduğu yasalar, kendisini hep haklı çıkaracak konumdadır, eğer bir pürüz hissederse, o yasa da değiştirilir.
Diktatörler, sanıldığı gibi başına buyruk, kestiği kestik, astığı astık insanlar değildir. Diktatörlerin isteklerini yerine getirmek için; yasalar düzenlenir ve yasalar istekleri yerine getirmesi için kurumlar oluşturur. O kurumlar ise, yasalar uygun davrandıkları için ileride yargılanamazlar, çünkü yasalar devlet kurumlarını korumak ve kollamak ile yükümlüdür. Verilen emri sadece yerine getirmişlerdir. O emri yerine getirecek gönüllü işsiz binlercesi kapı önünde beklemektedir ve emir kulları olduklarını söyleyerek ileride oluşacak durumlar için savunmaları hazırdır. En kötü uygulamayı yapan bile yasadan aldığı güç ile vicdanı rahat, görevini yapmanın getirmiş olduğu huzur içinde bu dünyadan göçecektir. Fakat tarih; bunları yazmaya ve mahkum etmeye sessizce devam edecektir.
Diktatörler tek başlarına suç işleyemezler, çevresi ve kurumları ile birlikte suç işleyebilirler evrensel hukuk kuralları içinde, o yüzden iktidarını kaybetmiş bir diktatör ya kendisi gibi bir diktatörün yanında yaşar, ya da kendi ülkesinde özel korumalar alanda yaşamaya mahkum olur. Eski diktatörleri, koruyan ve kollayan hep yeni iktidarlar mevcut olur, çünkü yeni gelenler eskilerden aldığı güç ile iktidar olmuşlardır ve onların yollarını eleştirir gibi durmuş olsalar da, onların oluşturmuş olduğu devlet yapılanmasını ve hukuk kurallarını uygulayarak kendi iktidarlarını güçlendirmeye özen gösterirler.
Her diktatör bıyıklı olmak zorunda değildir, asker kökenli diktatörlerin çoğunda bıyık yoktur ama her Mussolini diktatördür.
Her diktatörün propaganda birimi olur, o birimde bazıları gönüllü çalışır, bazıları profesyonel. Profesyoneller her gelene paşam gözü ile bakarlar ve her gelene övgü dizmekten geri durmazlar. Gözden düşen diktatörler hakkında ise, bildiklerini söylemekten de geri durmazlar, her profesyonel bir anlamda dedikoducudur. Zamanı gelince çıkarına uygun ve vicdanını rahatlatmak için gerçekleri saptırmaktan geri durmaz. Her profesyonel; bir anlamda güçlünün lehinde yalan söyleyendir, çünkü o parası karşılığında, bekleneni yerine getirmiştir.
Tarih, diktatörler zamanında yazı yazan, yağdanlık yapan profesyonel gazetecileri ve tarih yazıcıları da not etmeye devam etmektedir.
Her profesyonel oluşan ve oluşacak olan ortama göre şekil ve biçim değiştiren yaşam tarzına sahip omurgasızlardan oluşur. Her dönemin adamı olurlar, kendilerini savunurken, dün dündür, bugün bugündür, o gün öyle düşünmem gerekliydi, bugün böyle düşünmem ve davranmam gereklidir. Bu sayede her profesyonelin vicdanı rahattır, çünkü güçlerini diktatörün izin verdiği yaşam alanından alırlar ve onun oluşturmuş olduğu yasalar ile biçimlendirdiği toplum ahlakı ve yaşam tarzından beslenirler. Her beslenen, kendisine göre yaşam alanı yaratır ve bu yaşam alanında hem savunur, hem de savunmazmış gibi davranış gösterir. Onları diğerlerinden ayırmak için; iktidara karşı yaptıkları eleştirilere bakın, çünkü gerçek profesyonel; iktidarda gücün etkisine göre eleştirilerini ya sınırlarlar ya da hiç eleştiri yapmazlar. Yaşamda bakılacak o kadar alan vardır ki, iktidarı görme gitsin, eğer iktidar çok güçlü ise. Gücünü kaybettiği anda, ilk eleştirileri bu kapı kulu özelliği gösteren profesyoneller yapacaktır, çünkü gelmekte olana göre şekil değiştirmeye başlamıştır.
Tarih diktatörler zamanında yaşananları not eder ve sessizce gelecek günleri bekler, çünkü tarih; hiç biz zaman yaşananları unutmaz, bir gün mutlaka bir yerde bu yaşananlar evrensel hukuk kuralları içinde sorgulanacaktır. Hitler ve adamları hiçbir zaman gerçek anlamda yargılanamadılar ama tarih onları ve Hitler’in kapsında kapı kullu yapanları unutmamıştır, vicdanlar içinde yargılamış ve mahkum etmiştir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Marat ve Sade

Marat ve Sade

İki isim yaşarken belki hiç karşılaşmadılar, fakat ikisi de sonlarını bir deli hanede geçirdi. (haklarında okuduğum bilgiler ışığında) Kaderleri farklı çizgi izlemiş olsa da sonları ne yazık ki aynıdır. Aynı zaman dilimi içinde iki ayrı cephede yer almış iki farklı kişi. O dönemin kahramanı toplum dışına düştükten sonra delilerin şahitliği içinde karşılaşmasını anlatan bir oyun.
Jean Paul Marat ve Marquis de Sade iki ayrı insan, 1789 Fransız devriminden küçük bir kesit. Delilerin akıllıları oynadığı bir oyun. Yönetilen sorular, sorulara farklı bakışlar. Müzikal sözler müziğin içinde saklı. Çok kalabalık bir sahne. Oyunda Nazi Alman askerlerini anımsatan resmi kıyafetli insanlar. Oyun başlamadan sahnedeler. Seyirciye bakıyorlar.
Oyun bir süre sonra başlar ve perde yoktur oyunu açılışında, çünkü tüm oyuncular sahneye önceden girmiştir, futbol maçı oynayan oyuncular gibi ısınma hareketleri içindeler. Bazıları seyircilerin arasında koşturuyor. Ve dijital ses geliyor, oyun başlıyor diyerek. Seyircilerin arasından bir kadın ve erkek. Deliler yurdunun müdürü ve müdiresisidir. Deliler hanesinde bir oyun sahneye konmasına izin vermişlerdir ve oyunu izlemek için o alana doğru yol almaktadırlar. Burjuva sınıfını temsil ediyorlar ve görünmeyen yönetmenler, delilerin sahnede olduğu oyun içinde yönetmen rolündedirler.
Marat ve Sade ikilsini sahnede gördüğümüzde post modern bir oyunun içinde olduğumuzu hissettim. İki ayrı karakter, iki ayrı uç nokta, bir oyunda sahnedeler. Bana daha önce okuduğum bir romanı anımsattı, farklı konular olmasına rağmen teknik aynıydı. Nietzsche Ağladığında (D. Yalom) romanda Freud ve Nietzsche aynı sayfalarda buluşuyordu.
Marat devrimci ama devrim günlerinden uzaktır. Toplumun dışına düşmüştür, sağlığı ile mücadele etmektedir. Deri hastalığı onu banyo küvetine bağlı kılmıştır. Güçsüzdür, gücü artık kelimelerindedir… Soru sorar ama yanıt vermez, düşünce çatışmasına girmez, düşüncesini açıklar…
Sade, bireycidir, sadistir ve toplumun oturmuş değerleri ile çatışma içindedir. Oyun içinde başka bir oyunu yönetir. Kendisi konuşmaları belirler, yönlendirir. Yalnızdır, acı çekmesini bilmek için, acı çektirir kendisine. İşkencecidir, efendilerine karşıdır ama devrimcilere daha çok karşıdır. Başa çıkamadığı hırs ve ego sahibidir. Onu deli hastanesine götüren iki özelliktir.
İki kahramanın ortak özelliği; kendi kendilerine ayağa kaldıracak ve evrene yepyeni gözler ile bakmayı savunurlar.
Oyunda başka bir kahraman vardır, Duperret. Sekso manyaktır, iki kelimeyi bir ara getiremez ama taciz etmekten de kendisini alamaz, sürekli kadınların çatal göğüslerine ve kıçına bakmaktadır, fırsatını bulduğunda saldırmaktadır.
Hastanenin müdürü, sahnenin tek aklısı gibidir, oyunda geçişleri belirtir, gerek gördüğünde müdahil olur, sahnede olması gerekeni belirtir ve sansürlenmesi gerekenleri sahneye koyan Sade’ye anımsatır.
Sade: “Benim için gerçek, kurduğum düşlerdir” demektedir. Bu düşüncesi bütün oyuna yansır ve düşlerini gerçek sanır, bu güç ile Marat’ı yönetir, hükmeder. Marat güçsüzdür, her ne kadar devrim için her şeyi göze almış olsa da, artık zayıftır ve su içinde yaşamaktadır. Aklı karışır, Sade’nin sözleri üzerinde, fakat o karışıklığı pek önemsemez. Sona doğru giden yolda, o banyodadır. Ve kapısını çalan ölümdür, Corday her kapıyı çaldığında Marat’ın yanındaki kadın onu kapı önünde beklemeye iter, mektubunu alır ve gönderir, belki içine doğmuştur; ölümden uzaklaştırır, fakat onunda sınırı vardır.
Hastabakıcılar üniforma içindedir, hepsi askeri kışlada gibidir, disiplini sağlarken, söylenen parçaları düzgün okunmasını sağlayan yönetmen gibidirler. Deliler ile birlikte hareket etmektedirler. Tacize uğrarlar ama ses çıkarmazlar, gerek gördüklerine ise soğuk su ile tedavi ederler!
Fransız devrimi olurda kilise olmaz mı? Elbette deliler arasında kiliseyi, yanı ruhani yönü temsil eden de vardır, Roux, devrime uyum sağlamış bir devrimci fikri savunur, o savunmasından dolayı Sade yönetiminde işkence görür.
Sahnenin sonu yaklaştığını giyotinin aşağıya inmesi ve kafatasların giyotinin altında birikmesi ile karşılaşıyoruz. Giyotin Fransız devriminde iyi çalışmıştır, keleler bir yerde toplanmıştır. Müzik kalabalık şeklinde söylenmeden çıkıyor ve tek sese dönüşüyor. Oyunun başından beri salıncakta sallanan kadın yürüyebildiğine şahitlik ediyoruz ve oyunu sonlandırıyor. Oyun boyunca hep orada aynı pozisyonda sallandı durdu, neden sallandı bilemiyorum ama oyunda son sözü sessizce o söylemektedir.
Oyuna kimin başladığı değil, son sözü söyleyenin adı kalır geriye.
Geniş kadrosu ile oyun sahneye konmuştur, sorular sorulmuştur, cevaplar kişiden kişiye göre değişecek şekildedir, muğlaktır. Bireyciliğin zaferi mi, devrimi savunan özgüveni mi? Devrimin önde giden lideri artık oyun sonunda suyun içinde değildir, çünkü öldürülmüştür. Oyunda hayatta kalanlar diğerleri oyun bittikten sonra normal yaşamlarına dönmüştür, oyun içinde oyun bitmiştir.
MARAT-SADE
Yazan : PETER WEISS
Çeviren : CENGİZ TUNCER
Yöneten : RAGIP YAVUZ
Koreografi : YASEMİN GEZGİN
Sahne Tasarımı : BARIŞ DİNÇEL
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : TOMRİS KUZU
Yönetmen Yardımcısı : C.AHHAN ŞENER-NURSELİ TIRIŞKAN-GÜN KOPER
OYUNCULAR
ALİ MERT YAVUZCAN, ALTUĞ KUTLUĞ, ASLIHAN KANDEMIR, BAHAR ÖZGE GÖZE, BURÇAK ÇÖLLÜ, CENGIZ TANGÖR, ÇAĞLAR ÇORUMLU, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, DOĞAN ALTINEL, ECE YILDIZ, ELİF ÖZGE ÖZDER, HAMİT ERENTÜRK, KUTAY KIRŞEHIRLIOĞLU, MURAT COŞKUNER, MURAT GARIPAĞAOĞLU , MURAT GÜREÇ, MUZAFFER BERIŞA, NURDAN GÜR, OKAN PATIRER, OZAN GÖZEL, ÖZGE O’NEİLL SARIMOLA, ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, RADIFE BALTAOĞLU , REYHAN KARASU, SELIM CAN YALÇIN, SELİN TÜRKMEN, SENEM OLUZ, SERKAN BACAK, YASEMİN GÜVENÇ, YEŞİM KOÇAK, YILDIRIM FİKRET URAĞ

12 Aralık 2010 Pazar

Zorlu, Dr. Faust olursa…

Zorlu, Dr. Faust olursa…
Goethe’nin Faust’u tek kişilik ve 80 dakika bir oyuna dönüşmüş. Köln’lü tiyatro sanatçısı Haydar Zorlu sahneye koyduğu ve yönettiği oyun, sanatçının ilk tiyatroya adım atarken aklında bir gün bu oyunu sahneye koymak varmış.
Goethe en önemli çalışmasından sahneye uyarlanan oyun, Tiyatro Ti sahnesinde izleme olanağına eriştim.
Bölümler halinde Faust izleyiciye sunulur. Her bölümde bir anlam gizlidir ve izleyiciye o anlamlar ve ifadeler sahnedeki sanatçı tarafından fısıldanır, mimikleri ve sesi ile bir trajedi canlanır. Sanatçı birden çok karakteri canlandırır, başrolde tek bir oyuncu olmasına rağmen, oyun içinde şeytan, tanrı, Dr Faust, sevgilisi, sevgilisinin kardeşi, şair dostu… oyun içinde oyun vardı. Metafizik düşüncesinin büyük düşünürü, okuyucusuna, izleyicisine bir şeyler sorar ve kafalarında soru oluşturmasına sağlar. Yazıldığı dönemin romantizmi vardır, konuşmalar ve anlamlar kelimelerin içinde saklıdır, o saklı olan ilk andaki algılayışın dışında başka anlamları barındırır. Anlamlar üzerine düşünüldüğünde derinliğini ele verir.
Goethe uzun soluklu olarak yazdığı eseri Faust içinde dönemin izlerini bulurken, Almanca dilinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Bugün kullanılan Almancanın zenginliğini ve felsefi dil olarak oturmasını sağlayan en önemli yazarlarındandır. İngilizcenin nasıl bir Shakespeare’si varsa, Almancanın dil üstadı Goethe’dir ve zamanın dogma düşüncesine karşı savaş açmaktan da çekinmez. Katolik inancının o katı kurallarının geçerli olduğu dönem içinde, sorular sorar ve sorularına yanıt arar.
Oyun içinde tanrı seslenir, şeytan ile mücadele eder. Şeytan Dr. Faust ile anlaşır ve girmiş olduğu savaşı trajik bir son ile kaybeder. Dr. Faust birkaç mesleği olan bir öğretmendir, Almanya’da öğretmen olana profesör derler, o da ders verdiği için profesördür, çocuklara ders verir ve bir gün öğrettiklerinin aslında kendi kafasında sorun olan ve çözülmemiş sorular olduğunun farkına varır ve öğretmenlikten ve diğer yaptıklarından uzaklaşır. O uzaklaşma kendisini metafizik güçlere yakınlaşmasını sağlar, gökyüzüne bakar, yaşamı anlamaya çalışır, fallara inanır, yaşamı bir şeylerin anlamlandırmasını düşünür, yaşamı var eden tanrıdır, bundan şüphesi yoktur, şeytan’da tanrı ile mücadele eden bir metafordur.
Şeytan ile bu yaşam dönencesi içinde karşılaşır, köpek kıyafeti içinde gelir, çalışma masasının altında, üstünde yaşama bakışı açıkça duruyordur, şeytan bu durumu kendi lehine döndürür, anlaşmaya gider. Kan ile imzalanan anlaşma Dr. Faust’un yaşamını değiştirir. Hiç yaşamadığı aşkı, tutkuyu yaşayacaktır. Zenginliği, fakirliği ve zamanın kendisi için donduğunu ama öğrendiğinde trajik bir yaşamı tutku ile yaşadığını fark eder ve öğrenir.
Bir çocuğu olmuştur, yaşadığı tutkulu aşk günleri içinde, aşkının erkek kardeşini öldürmüş, annesini sevgilisinin (Gretchen) yanlış dozda uyku ilacı vermesi ile öldüğüne sahne üzerinde şahitlik ederiz. Tutku, onun yaşamını nasıl bir trajediye dönderdiğini, olaylar bittiğinde öğreniriz. Yaşarken fark etmediklerimiz, bittikten sonra nasıl sert bir şekilde tokat gibi yüzümüze vurulduğunu oyun sonunda hissederiz.
Oyun kısaca böyledir, sahnede tek dil hakimdir, fakat oyun iki dil ile sahne aldığını tanıtım broşüründen öğreniriz. İki dil ile oyun oynanır değişik zamanlar içinde. Bazı günler Türkçe, bazı günler Almanca.
Sahneye çıkan oyuncu, oyunu can sıkıcı olmaktan çıkarır ve 80 dakika bir anda bittiğini görürsünüz. Uzun soluklu bir metni, sahnede canlandırmak kolay bir iş olmaması gerek, çünkü birden fazla rol iç içedir ve zaman zaman noktasız geçişler yapar. Kimdi şimdi diye kafanızda soru sorarken, bir bakmışsınız başka bir rolü canlandırıyor. Kadın, erkek, tanrı, şeytan, Dr Faust. Bütün karakterler başroldedir, başrolü yine de Dr. Faust elinden bırakmaz! Uzun yıllar Almanya’da yaşayan ve Almanca oyunlar oynayan Haydar Zorlu, zor olanı seçmiş, iki ülkenin sahnesini kendisine yurt edinmiş. Uzun bir yolculukta iki ülke arasında gidip gelmektedir.

10 Aralık 2010 Cuma

Özgürlük; kişiden kişiye değişen bir anlama dönüşmüştür.

Özgürlük; kişiden kişiye değişen bir anlama dönüşmüştür.

“Bu tür olaylar devam ettiği sürece polisimiz de tavrını koruyacaktır”

Polis, biliyorsunuz bazı olaylarda orantısız güç gösterisi yapmaktadır ve zafer işaretleri altında bir birlerine Amerikan selamı olan elleri bir birine vururken yani sokak dili ile çakarken fotoğrafları yayınlanır. Yetkili kişilerden de teşekkür alırlar. Bu yetkili kişilerin arkasında da hükümet olduğu gerçeği gün yüzüne başbakanın yukarıdaki sözleri ile serilmiş durumdadır.

Geçmişte 1 Mayıs olayları sırasında yaşananlar hala gözleri yaşartmaya devam ederken, üzerimizde gaz bulutu dağılmadan, başka olaylarda da gaz bulutları alanı kaplamıştır. Öğrenci, işçi … kim ki, hükümete muhalif potansiyeli taşıyorsa; üzerlerinden cop, gaz eksik olmaz olmuş. (Bu durum sadece bu hükümete ait değildir, kim iktidar gücünü alıyorsa, karşısındakine onu yapmayı hak olarak görmektedir, sanki bu yasalar ile ruha işlenmiş ve sürekliliği olan bir gelenek gibidir. Gelenek bu hükümette daha çıplak olarak sergilenmektedir sadece… Ne yazık ki bu sergilenenlere ise yandaş kalemler başka anlamlar yükleyerek gözden saklamaya çalışmaktadırlar.) Gaz tüketimi o kadar fazla olmuş ki, üretim ihtiyacı duyulmuş, artık gaz için dışarıya dolar göndermek yerine, iç üretim yaparak tasarruf, bir kaçta yandaş vatandaşa iş çıkarılmış olduğunu düşünüyorum.

Polis, hükümetten almış olduğu güç ile gazını gerekli görülen grupların üzerine sıkmaktan geri durmuyor, çünkü devlet memurunu koruyan yasalar nasıl olsa yapmış olduklarını korumaktadır ve meşrulaştırmaktadır. Hükmet, sadece gaz sıkan polisi değil, Hrant Dink (Nefretin ortaya çıkarmış olduğu cinayetlere karışan devlet memurlarını ve görevlilerini…) cinayetinde şüpheli olan devlet görevlilerini de korumaya devam etmektedir. Hükmet nasıl bir toplum özlediğini sözleri ile değil ama yaptıkları ile çok şey anlatmaya devam etmektedir. Devlet gücü hangi amaçlar içinde kullanıldığı yaşananlar ile ortaya bir kere daha serilmiştir.

Anayasa komisyonu başkanı, bir protesto karşısında takındığı tavır, aslında gelecekte nasıl bir devlet yapısı ve toplum istediğini ortaya serer konumdaydı. Kuzu bir toplumun bir de çobanı olması yeterlidir, çoban nereye sürer ise oraya toplum gitmelidir diyerek, toplum içinde taşkınlık yapanlara nasihat değil, gaz hoşgörüsü göstermekte sakınca görmemektedir. Bu olaylar üzerine başbakan kendisini ve niyetini çok açık olarak ilan ediyordu. “Bu olaylar sürdüğü sürece polisimiz de tavrını koruyacaktır”. Tavır açıktır, yapılan operasyonlar, operasyonlar sonucunda açılan davalar ve sonuçlanmamış olaylar, gündemin sürdüğünü kanıtlamaktadır. Yaşanan süreçte; sonuçlanmış olaylar, bir niyetin gerçek boyutunu ortaya sermesini engellemektedir. Çünkü, bugüne kadar sonuçlanmış olayların olmaması, olanların ise; hükümetin istekleri yönünde yapılan hukuksal değişiklikler olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen, demokrasi, insan hakları ve kişilerin özgürce kendisini ifade etmesi konusunda ne yazık ki Avrupa Birliği devletleri boyutunda henüz olgunluğa erişmediğimiz göstermektedir.

Devlet adına hüküm verenleri koruyan yasalar gün geçtikçe daha da sağlamlaşmaktadır. Torba yasa olarak ortaya gelen ve tartışılmadan meclisteki komisyonlardan çoğunluk sayesinde geçen düzenlemeler, meclis onayladıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Bu yasaların özgürlüğü daha da olanak tanınması beklenirken, özgürlük belirli kesim için alan genişletirken, geniş kesimler içinde daralma anlamına gelmektedir.

Var olan demokratik açılımlar sonuçlanmamış ve sürece bırakılmıştır. Bu süreç ne kadar süreceği henüz belli değildir. Önümüzdeki günler seçimlerin olacağı günlerdir, bu süreç içinde, hükümet geniş kesimlerin ağzına bir parmak bal sürmeye devam edecektir ama ikinci bir balı onlardan esirgeyecektir. Çünkü yaşanmış olan referandum ve sonraki süreçte teşekkür ettiği kesimin beklentilerini yanıtlamamış, sessizlik içinde izlemeye devam etmiştir. Hükümet kendi programını ödünsüz olarak uygulamaya ve programı içinde pürüz gördükleri konularda torba yasalar çıkararak sorun üzerinden gelmeye devam etmektedir.

Sonuç olarak hükümet özgürlük anlayışını kendisine göre tanımlamakta ve bu tanıma uygun olarak açılımlarını yapmaya devam etmektedir. Özgürlük tanımı ve anlayışı farklı olan bir başbakan, kendi anlayışına uygun davranmayanları azarlamakta sakınca görmemektedir ve görüşünü dayatmaktadır. Görüşüne uygun ortam yaratması içinde, çevresinde oluşturmuş olduğu medya gücü ile kamu yaratmakta her türlü propagandayı kullanmaktan geri durmamaktadır. Özgürlük sübjektif bir kavrama dönüşmüştür ve nereden baktığına göre anlam ifade etmektedir.

7 Aralık 2010 Salı

Yoldaşları anlatırken, başkasının anlatması ne kadar doğru?

Yoldaşları anlatırken, başkasının anlatması ne kadar doğru?

Erdal Eren idam edilişinin günü yaklaştıkça ortalıkta Erdal Eren ile ilgili belgeseller ve filmlerinde dolandığına şahitlik eder olduk.

Erdal Eren sıradan bir vatandaş değildi, inançlıydı, ölürken bile örgütünün ismini haykırdı. Doğal olarak örgütü de ve örgütünün devamı olan kurum ve kuruluşlarda Erdal Eren’in ismini ve bıraktığı mirasa sahip çıkmak ve onun kişiliğinde geçmişe sahip çıkmak ile yükümlüdürler. Olması gerekende budur, çünkü en iyi onu anlatacaklar yoldaşlarıdır, başkası değil.

Erdal Eren henüz 18 yaşını doldurmadan işlemiş olduğu söylenen bir cinayetin faili olarak idam edilmiştir. 12 Eylül rejimi, iktidarını güçlendirmek için korkuyu topluma sindirmek için her türlü açık ve kapalı baskı aracını kullanmıştır ve ilk anda idamlar bunun için gerçekleşmiştir. Henüz mahkemesi sonlanmadan sağcı solcu önüne geleni sırası ile asmıştır. Asmayıp da beslemeyecekti, astı. Çünkü yasalar ona o olanağı tanıyordu, fakat idam edilen yasa maddeleri o anda artık yürürlükte değildi, askeri rejim hepsini askıya almıştı, sadece insanları değil, yasaları, anayasayı ve siyasi partileri de askıya almıştı. Askıya bu kadar şey alınırda insan alınmaz mı? Elbette onları da aldı, kaç kişi işkence odalarında Filistin askısına alındı? Kaç genç idam sehpasında askıya alındı, kaç öğretim üyesinin dosyası askıya alınıp, işinden el çektirildi? Kaç insanın yaşamı askıya alındı?

Milyonlarca, evet milyonlarca insan 12 Eylül rejimi içinde askıya alındı ve izleri bugün dahi sürmektedir, çünkü askıya alınan bir çok şey hala askıda olmaya devam ediyor.

Erdal Eren sehpaya giden en genç insandı. O beklendiği gibi göz yaşı dökmedi, inandığını son nefesine kadar haykırdı. Onun yattığı hücreyi anlatan gazeteci bugün dahi o gördüklerini tam yansıtamadığını söylüyor, fakat o günkü koşullar içinde sansürlenmiş, otosansürlenmiş haberleri okudu bir çok insan. Mamak gerçeğinden uzak haberleri. Mamak duvarlar arasında saklayacağını sandı 12 Eylül rejimi, fakat o duvarlar zaman içinde yok oldu, içeride yatanlar dışarı çıktı, kafesi anlattı. Kafes bugün saklanamayacak şekilde ortada duruyor ama o kafesi yapanlar, yaratanlar, orada yatma emrini veren ve uygulatanlar hala gözler önünde değildir. Onlar asılmadılar ama bu halk onları hala vergileri ile beslemeye devam ediyor. Asanlar bugün özgürce yaşamaya, özgürce resim çizmeye, özgürce görüşlerini ifade etmeye devam ediyor, asılanlar?

Asılanların büyük bölümü hala o dönemin travması altında, sessizliklerini korumaya devam ediyorlar. Gördükleri ve yaşattıklarına karşı duydukları öfkelerini, nefretlerini fırsat bulduklarında kusmaya devam ediyorlar ama sorunun tümünü görmekten çoğu uzak, bir hedefe yönelmişler, o hedef her şeymiş gibi algılamaya devam ediyorlar. Sistemi sorgulayan çok az ama çoğunluğu artık sorgulamıyor bile. Sistemin yarattığı yeni insan içinde, kendilerine yaşam alanı bulanlar, geçmişin değerleri üzerinden ünlü olmaya, para kazanmaya, isminden bahsettirmek için kitaplar yazmaya, kitapları basanlar ise, yazandan peşin aldıkları paralar ile kitabı basıp dağıtmaya devam ediyorlar. (Elbette bunların içinde istisnai olanlarda var ama ne yazık ki genele pek yansımıyor. Paranı ver, kitabını basayım, piyasa buna zorluyor diyenler azımsanamayacak kadardır. Parası olan; kitabını bastırıp, kitap fuarlarında imza günlerine katılıp, kitabını birincil elden pazarlamaya, derneklere girip, oralarda üye olarak ya da yönetici olarak kitaplarını pazarlamaya devam edenler hiç de az değil!) Bir dönem yaşandı, sonlandı. Öyle kabul ediliyor, sonlanmadığı bugün dahi o dönemin izlerini ve etkisini yaşadığımızı bir bölüm hala kabul edemiyor, bitmiş gibi algılayıp, film yapıp, onun üzerinden para kazanmaya, ün yapmaya çalışıyorlar.

Erdal Eren, bugün aramızda değil, fakat onun dünya görüşünü yaşatanlar bugün aramızda yaşamaya devam ediyorlar ve onlar, onu en iyi anlatacak olanlardır, çünkü onlar ün için, isim yapmak için yapmıyorlar belgeselleri ve kitapları. Onların amacı farklı ama Erdal Eren’in geleneğinden gelmeyenler, onu bir metaya dönüştürüyorlar. Bakın yaptıkları kitaplara ve belgesellere, Erdal’ın ismi kadar kendi isimleri büyük puntolarla yazılmış. Onları tanıyın ve Erdal Eren’e gerçek yoldaşlarının yaptıklarını izleyin, okuyun, ancak o zaman onun anısına saygıyı gerçekleştirmiş oluruz.

Birlikte oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Birlikte oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Yonca İnal Eğilmezbaş tarafından yazılan ve yönetilen bir oyun. Bir çocuk oyunu olarak ilk anda dikkatiniz çekiyor, fakat oyun 7den 77 ye diye de tanıtımında vurgu yapılmaktadır. Oyun hem büyüklere hem de küçüklere mesajlar vermektedir. Bir arada yaşam üzerine…

Konusuna kısaca bakmak gerekirse; bir orman ve bir örümcek. Örümcek ağlarını örmüş, canı sıkılmaktadır, fakat bu can sıkıntısını oyun ile bozar kendisince, çevrede yaşananlara göz gezdirip, orada olanları hikayeleştirerek. Her hikaye bir oyundur ve oyunun içinde bir figür. Örümcek ağlarını örmüştür ve ördüğü ağın merkezinde canı sıkılırken yuvarlaklar ve köşeler grubunun yaşamını gözler. Ne tesadüftür ki iki çocuk karışmıştır. Köşelerin yaşadığı alanda bir yuvarlak çocuk, yuvarlakların yaşadığı yerde ise bir köşe çocuk bulunmaktadır ve bu iki çocuk bulundukları topluluğun kuralları içinde yetiştirilmek istenir ama kolay değildir fiziki koşulları bu uyuma. Bir farklılık hep vardır. Oyun ile bu iki farklı çocuğa uyum dersi verir topluluk üyeleri ama ne de olsa fiziki farklılık bu oyunlarda ne kadar zorlarsa da zorlasın bir farklılığı bir uyumsuzluğu hissettirir.

Yuvarlaklar hep birlikte gün batımı şarkısı söylerler, yuvarlak cümleler ile yuvarlak hareketlerin eşliğinde, çünkü birlikte şarkı söyleyemeyenler birlikte yaşayamazlar!

Köşeliler birlikte oyun oynamaya çalışırlar, çünkü birlikte oyun oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Günlerden bir gün dışarıdan iki farklı canlı gelir, onlar ile birlikte eğlenmeye çalışır, ilk defa yan yana gelirler yuvarlaklar ve köşeliler. Ve o birlikte yan yana geliş, farklılıklarına rağmen bir arada yaşamın var olacağını ve bir birini değiştirmemek kaydıyla ortay yeni paylaşımlar yapacaklarını öğrenirler. Birlikte oyun oynarlar, birlikte şarkı söylerler. Görürler ki, bir birlerini değiştirmek için zorlamadıklarında tüm farklılıklara rağmen oynayabiliyorlar, şarkı söyleyebiliyorlar.

Kısaca konu bu; bu konunun içinde ise bedensel özürlülerin profesyonel oyuncuların desteği ile birlikte aynı sahneyi alması. Yani yuvarlaklar ve köşeliler aynı sahnede aynı mesajı vermekteler. Birlikte şarkı söylediler, birlikte oynadılar ve seyirciler ile birlikte o anı yaşadılar.

Seyircilere de kısaca değinmek gerek, çünkü bedensel özürlülerin oluşturmuş olduğu bir seyirci vardı salonda. Körler, sağırlar ve zihinsel özürlüler ve de kendilerini normal sanan insanlar, değişik kıyafetlerde, değişik algılayışlar içinde. Bir arada yaşamın bir göstergesiydi salon ve sahne. Birlikte şarkı söylediler, birlikte alkış tutular ve sağırlar için birlikte teşekkür ettiler el işaretleri ile… Köşeler, yuvarlaklar sahnede nasıl yan yanaysa salonda da izleyiciler yan yanaydı.

Sahne kurgusu, dansı, müziği, ışığı ile bir bütün eğlenceli ve içinde birlikte yaşamı yücelten mesajı ile güzel seyirlik bir müzikal oyun. Yaşadığımız toplumun beklentisi değil mi birlikte yaşam, ama bir birini anlayan ve değiştirmek için zorlamayan! Ne yazık ki yaşam bu birlikte yaşamı ortadan kaldıran asimilasyon politikaları ve çatışmaları ile dolu. Birlikte yaşam yaşadığımız günün özlemi sadece…

Biri Hiçbiri ya da Hepsi
Kadro :
Yazan ve Yöneten: Yonca İnal Eğilmezbaş
Müzik: Deniz Noyan
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Vahit Geyik
Efekt Tasarımı: Umut Yüzbaşıoğlu
Koreografisi: İbrahim Ulutaş
Müzik direktörü: Hüseyin Tuncel
Süpervizör: Çiğdem Aydın
Proje Koordinatörü: Gökhan Eğilmezbaş
İSÖM Proje Sorumluları: Zübeyde Vural ve Songül Çoban
İşaret Dili Tercümanı: Sema Çavuş

Oyuncular
Ömer Barış Bakova
Cem Kiremit
Barış Çağatay Çakıroğlu
Elif Doğanay
Nazan Yatgın
Tahir Varan
Burcu Çoban
Neval Kahraman
Deniz Yeşil Mavi
Şimşek Doğanalp
Hande Ören
Mehmet Tarık Kolcu
İbrahim Ulutaş
Arzu Singin
Eren Güngör
Çağlar Yavuz
İlter Burak Kalay
Erkan Başyıldız
Hüseyin Tuncel
İsmail Akar
Edip Tüzgen
Murat Karakaş
Bayram Ali Engin

6 Aralık 2010 Pazartesi

Pozitif ayrımcılık için neden tek adım atılmaz?

Pozitif ayrımcılık için neden tek adım atılmaz?

Anti semitizm kavramını bir çok resmi yazışmada ve yasalarda görmeniz mümkündür. Özellikle 2. dünya savaşı sonrası oluşan ortam içinde, Yahudi düşmanlığının yasaklayan yasalar ve Yahudileri küçük gören, hakaret eden yasalar ve düzenlemeleri ortadan kaldırmayı amaçlayan ve Yahudi soykırımının bir daha oluşmaması için toplum içinde Yahudi düşmanlığını kontrol edebilmek amacı ile yasal düzenlemeler yapılmıştır. Ve bu düzenlemelere uygun olarak ise; eğitimden sağlığa kadar yaşamın her alanda uygulamalara geçilmiştir.

Anti semitizm kavramı batıda yer alan bütün yasal düzenlemelerin temelinde yerini almıştır, çünkü onlar yaşadıklarının bir daha yaşanmamasını devletler nezdinde istemektedir. Bu bir vicdan borcudur ve bu borç pozitif ayrımcılık ile yerini almıştır.

Bizim gibi ülkelerde ise Yahudi düşmanlığı başka boyutlarda geliştirilmiştir ve uygulanmıştır. Yahudi olanların Yahudi isimler alması bu cumhuriyet rejimi içinde yasaklanmıştır, bugüne kadar da o isimleri kullanmaları ne yazık ki yasalar nezdinde gerçekleşememiştir. Yahudilerin hep iki isimleri olmuştur, sinagogda kayıtlı olan ve resmi dairelerde kayıtlı olan şeklinde. Sadece Yahudiler mi, elbette bu ayrımcılık ve asimilasyon politikası bir çok kültür içinde yerini almıştır. Tek dil, tek din, tek kültür yaratma mücadelesi sonucunda ulusal sermaye yaratma süreci bu asimilasyon politikalarının boyutlarını değiştirmiştir. Bazıları yasalar ile düzenlenirken, bazıları yasaların yan etkileri ile yerine getirilmiştir.

Ülkemizde uzun yıllardır bir politika yürütülmektedir, 12 Eylül rejimi ile birlikte bu uygulama artık alevi köylerine cami yapma boyutuna kadar gitmiştir. Alevilere karşı asimilasyon politikası sonucunda bir çok alevinin de kafası karışmıştır. Acaba bizlerde cami var mıydı diye soru sormaya başlaması bile alevi kültürüne yapılan en büyük kötülük olarak yerini almıştır. Alevilere yönelik negatif ayrımcılık bir çok alanda kendisini göstermiştir ama bu durum genelde yasalar ile düzenlenmemiş ayrımcılıktır. Bazı mahkeme kararlarında bile bunu görmek mümkündür.

Alevilere karşı bir çok defa toplu kıyım olmuştur. Aleviler gün geçtikçe de nüfus olarak azalmaktadır ve UNESCO’nun korunması gereken kültürler listesinde yerini alacak boyuta gelmiştir. Alevilerin negatif ayrımcılığını ortadan kaldırmak için; pozitif ayrımcılık yapılacak hale dönüştürülecek ‘anti Alevilik’ yasası çıkarılmalıdır, tıpkı anti semitizmde olduğu gibi. Aleviler, yaşadığımız toplumun en önemli renkleridir ve yok olmaması için; var olan tüm negatif ayrımcılıkları ortadan kaldıracak en önemli düzenleme; temel yasalar içinde “anti Alevilik” yasasının eklenmesidir. Bu toplum; eğer bu düzenleme gerçekleşir ise ancak ve ancak demokrasi için büyük adımı atmış olur.

Bir arada yaşamı savunuyorsak, var olan negatif uygulamaları ortadan kaldırmak istiyorsak, yasalarda ki, ırkçı, nefret duygularını besleyen tüm düzenlemelerin ortadan kaldırılması ve bu duyguları besleyen ortamlarının yaratılmasını en düşük seviyede ve kontrol edilir halde olması için; yan ve ana yasadaki tüm maddeler yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece gözden geçirme yeterli değildir, Alevilik gibi farklı olan ve ötekileştirilmiş tüm kültürlere de pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.

Pozitif ayrımcılık için, negatif ayrımcılıkların hepsinin ortadan kaldırılması için; zihniyet değişikliği şarttır, bu zihniyet değişikliği var olan eğitim sisteminin yeniden tartışılması ve karşılaştırmalı tarih bilgisi ışığında yeniden yazılması ile mümkündür. Aleviler ve diğer inanç ve kültürde olanlar; kendilerini tam ifade edebilmeleri için, var olan yasal engellerin ortadan kaldırılması şarttır.

5 Aralık 2010 Pazar

Protesto!

Protesto!

Protesto, demokratik toplumlar içinde olmazsa olmazıdır, beğenmediğini protesto edersin ve o beğenmediğin şey hakkında fikir bildirirsin, olması en doğal olan şeydir. Protesto etmek, iktidar olduğu günden beri vardır ve protestocular, protesto edilenlerden daha fazla tarihe iz bırakmışlardır.

Protesto edilir, protestonun bir de karşı gücü vardır ki genelde bunlar da devlet memurlarıdır ayda devletin bekası için kendisini memur yerine koyanlardır. Protesto edenlere genelde bunlar saldırır, çünkü onlar görev insanlardır ve verilen emri yerine getirmek ile yükümlüdürler. Siyasi tercih protestolara karşı dozu belirler. Bazı protestolara sert tepkiyi ortaya koyanlar, tarih içinden yok olmuşlardır. Bugünkü iktidarda tarih içinde yok olacaktır, bıraktıkları bir çok olumsuz sonuçları ile birlikte.

Spartaküs, köle olarak görülen insanlar içinde, başkaldırının ve protestonun simgesidir. O protestosunu yaşamını ortaya koyarak yapmıştır. Bugün protesto edenlerin ruhunda Spartaküs’ün izi vardır. Saldıran ve saldırtanların içinde ise Roma imparatorunun ve onun lejyonlarının izlerini görmek mümkündür. Roma artık yoktur, onun mirasını savunanlar bugün gençlere, muhalif olanlara, protesto edenlere tıpkı onlar gibi saldırmakta ve saldırarak kendi iktidarlarını sürdürmeyi düşünmektedirler, fakat tarih bize göstermiştir ki, ne Roma, ne de onların imparatorları kalmıştır. Bugün saldıranlarda, saldırtanlarda yok olacak ama Spartaküsler hep varlıklarını koruyacaklardır.

Başbakan Dolmabahçe sarayında YÖK konusunda toplantı yapacakmış. Ankara küçük geldi, çalışma ofisi artık sarayın bir odasını tespit etmiş ve yasalar bunu olanak kılmıştır. Saray müze olarak kullanılmaktan çok, başbakanın çalışma ofisi olarak uzun zamandır kullanılmaktadır. Osmanlı bir şekilde bir odada da olsa yaşamaya uzun süredir devam eder. İstanbul görünmeyen başkent olma işlevini sürdürmeye devam etmektedir. Yasalar ile düzenlenen uygulamalar, yasaladır ve meşrudur, bu sorgulanamaz! Başbakan en doğal tercihini orada kılmış, toplantı orada yapılacaktır! YÖK’ü kaldırmak yerine, YÖK’ü kullanmayı, devlet üniversitelerine bir çeki düzen vermeyi daha uygun görmüştür, bu iktidarın tercihidir ve olması gerekendir. Çünkü 12 Eylül Kurumu, 12 Eylül kurumlarını beslemeye devam edecektir. Doğanın yasası içinde vardır. YÖK, kurumun işlevi ve yapılanması içinde başbakana brifing vermek ile de yükümlüdürler, çünkü üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu, - ki YÖK’ün uydurduğu bir sorundu - yine YÖK uygulamaları ile kaldırmıştır, fakat sorunlar devam etmektedir. Sorunlarını protesto ile gündeme getirmek isteyen muhalif gençlere, düşmana saldırır gibi saldıran görüntü geçmişte de varlığını koruyordu, bugünde tüm çıplaklığı ile koruyor. Gençleri düşman gören bir başbakan ve onun emir verdiği memurlar İstanbul’da tüm güçleri ile saldırmıştır. Memurlar, yerli üretim biberlerin etkisini ve sonuçlarını en çıplak olarak görmek için sanırım savaş oyunu oynamışlar, savunmasız gençlere yapılan bu saldırı, arenaya atılan gladyatöre yapılan ile aynıdır.

Sarayda başbakan dekanlarına “parmaklara barut kokusu değil, mürekkep bulaşsın” demiş. Dışarıda gençlerin üzerine ise biber gazı bulaşmaya devam ederken. Gözyaşı içinde bırakılan gençler, gözaltına alınan gençler içeride verilen demokrasi dersinden haberi yoktur, çünkü onlar arenada başbakanın memurlarının saldırısı altındaydılar. Demokrasiden ne anladığını açıkça ilan ediyordu başbakan! Bir Roma’lı özgüveni altında!

Protesto etmek doğaldır, doğal olmayan bunu demokrasinin parçası olarak sadece yandaşlarının yapmasına izin vermektir. Roma’lı kendi parlamentosunda kendi vatandaşını rahatlıkla protesto edebilir, ama bir sıradan vatandaş bunu yapamaz, ona karşı her türlü eziyeti doğal görür. Kendisini hala Roma imparatoru olduğunu ve hala Roma’da gibi yaşayacağını sananlar ne yazık ki varlığını koruyor…

Roma yoktur, onun izleri ne yazık ki bugünde yaşamaya devam ediyor, doğal olarak Spartaküsler de yaşamaya ve kavga etmeye devam ediyorlar. Roma yoktur, onun izi de bir gün hepten yok olacaktır.

Nefret söylemi…

Nefret söylemi…

Nefret; devlet kurulduğu günden beri varlığını koruyor, çünkü devlet olmak için sınıra ihtiyaç vardır, sınırın olması içinde düşman. Düşman olan yerde, nefret duygusunun beslenmesi gereklidir, ki iktidar varlığını koruyabilsin.

Nefret söylemi, bir birikimin sonucunda ortaya çıkar, o birikimler tarihsel köklerini yaratmaktadır. Nefretin ortaya çıkması için uzun bir geçmişe de gerek yoktur, sizin ile sadece komşu olması yeterlidir. Bir de görülmeyen düşmanlar vardır, o düşmanları görüp görmemek önemli değildir, ama görünmeyen düşman; görünen düşmana göre daha tehlikelidir ve yok edilmesi için sürekli canlı tutulur.

Her kültürün, her toplumun, her cemaatın nefret ettiği bir şeyleri vardır, çünkü toplumsal varlık için sıva işlevini görür. Fakat sıvasızda toplum inşaat edileceği ve yaşatılacağı pek düşünülmez. İktidar hırsının olduğu yerde, düşmanlığın beslenmesi gereklidir, düşmanlık ise; nefret duygusunun her alanda okşanması ile mevcuttur.

Nefret duygusu kişisel olmaktan çok toplumsal normların ve doğruları ile gelişir ve değişir. Kişisel nefret duyguları kişisel etki yaparken, toplumsal nefret duygusu tamamı ile toplumun doğruları ve tarihe bakış açısı ile ilgilidir. Resmi ideoloji ile beslenen bu duygular, resmi tarihin eğitim yoluyla bireylere verilmesi ile ulusal sınırlar içinde nefret duygusunun; toplumsal normlar içinde normal karşılanmasına ve o duyguyu yaşayanlar devlet sınırları içinde doğal karşılanması ile karşı karşıya kalırız. O kadar ileri düzeye gider ki, o toplumun konuştuğu günlük yaşam içinde kullanılan kelimeler de, nefret duygusunun karşılığı cümlelere dönüşür. O cümleleri toplumun hangi kesimi içinde kullanırsanız kullanın, rahatsızlık vermez.

Nefret söylemi farkında olalım olmayalım; yasalar ile belirlenir. Yasaların izin verdiği nefret duygularımızda vardır. Devletin belirlediği yaşam alanları ve düşünce biçimimiz içinde, nefret duygularını besleyen düzenlemeler vardır. Her toplumun içinde bu duyguları besleyen ve geliştiren düzenlemeler varlığını korumuştur, çünkü bu duygular devletin ve sistemin devamı için yaşamsal bir anlamı vardır. Devlet; düşman olmadan yaşayamaz!

Nefret ettiğimiz ne ise; onu, her olumsuz olay karşısında kaldığımızda, altında o nefret ettiğimizi arar ve hatta buluruz da. Buna uygun düşünce biçimimiz ve dilimizin bize kazandırdığı düşünme yöntemi uygundur. Hangi kültürden geldiğimiz ve hangi dili konuştuğumuz çok önemlidir, her dil kendisine ait düşmanlar yaratır ve besler, o yüzden her toplumun ve kültürün nefret duygusunu besleyen anahtar kelimeler, yani uyarıcılar her zaman vardır ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak beslenir. Bu beslenme sonucunda, bireyin tepkileri, bu bilinç altındaki nefret duygusunun bir yansıması olarak ortaya çıkar. İster üniversite mezunu, ister ilkokul mezunu birey olsun, bazı olaylar karşısında birey ortak tepki verir, sevincini, üzüntüsünü, neşesini bu toplum normlara uygun olarak ortak verir. Toplum duygularını ve varlık sebebi gördüğü ne varsa, toplumun genel kabul gören doğrularıdır ve toplumun doğruları sabit değildir ve değişkenlik gösterir zaman içinde. Dinamik toplum içinde de doğal olarak nefret ve sonucunda yaşanmışlıklar varlığını koruyacaktır. Hatta nefret edilen şey ortadan kalmış olsa da, duygusu varlığın koruyacak ve dil ile ileriki kuşaklara taşınacaktır.

Nefrete karşı mücadele ancak ve ancak toplumun karşılaştırmalı tarih bilincinin gelişmesi ile ortaya çıkacaktır, kendi içinde yaşayan ve kapalı toplumlarda nefrete karşı mücadele olmaz, ilişki ağının gelişimi ile birlikte nefrete karşı mücadele ortaya çıkar. Teknolojideki gelişmeler sonucunda, ulusal devletin yaratmış olduğu tarih bilinci yıkılmaya yüz tutarken, doğal olarak toplumlar içinde nefret ve ırkçılık gibi kavramlar insanlık düşmanı olarak algılanmaya ve toplumlar; nefret duygusunu besleyen, açıktan beslenen kaynaklara doğru sorgulamaya başlamıştır. Bu da doğal sonucu olarak; devlet ve varlığı sorgulanmaya, -şimdilik çekingen tavırlar ile - gidilmesini de beraberinde getirmiştir.

Devlet, varlık sebebinin önemli saç ayağından birini kaybetmek üzeredir, çünkü o güne kadar öğretilen ve kuşaklardan kuşaklara aktarılan nefret söylencelerin birer şehir efsanesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Uluslar üstü yasaların ulusal yasalardan üstün olduğu ve zorunlu olarak ulusal sınırlar içinde kullanılması sonucunda, bireyler dildeki ırkçılıktan, duygusal olarak nefretin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Yaşadığımız toplum bize öğretildiği gibi homojen değil, heterojen olduğunu ve tek tarih yerine karşılaştırmalı tarihin sonucunda yeniden geçmişin sorgulanması ile karşı karşıyayız.

Nefrete karşı mücadele ulusal sınırlar içinde her ne kadar önemli olsa da, evrensel kuralların ve normların oluşması ile daha anlam kazanacaktır. Azınlıkların hakları ancak ve ancak evrensel yasaların katı şekilde ulusal sınırlar içinde kullanılması ile eğitim programın ve tarih bilincinin yeniden düzenlenmesi ile birlikte mümkündür.

Yasalarda var olan nefret duygularını besleyen düzenlemelerin ortadan kaldırılması, yasaları uygulayanların nefret duygularına göre karar vermelerinin ortadan kaldırılması ancak ve ancak verilen her kararın sorgulanması ile mümkündür.

Nefreti besleyen duyguların kökten ortadan kaldırılması, düşman kavramının ortadan kaldırılması ile mümkündür, bu ancak ve ancak devlet kavramın yeniden yorumlaması ile mümkündür. Bugün yaşadığımız çağ, düşmanlıkları besleyen ve yeni düşmanların yaratıldığı, yaşam bakışımız içine yeni nefret duyguların kazanıldığı bir geçiş sürecinde bulunmaktayız.

Yeni teknoloji ürün olan yeni medyanın yaratılması nefret duygusunun global çapta beslenmesini beraberinde getirmektedir. Nefret sanki bulaşıcı bir virüs gibi çok hızlı bir şekilde yaygınlaşmakta ve yeni savaş aracı olabilmektedir. Bu araçlar eğer evrensel yasalar içinde ve istisnasız kontrol edilmesi ve evrensel yasalar ile yönetilmesi ile; bu yaygınlaşan savaş tohumu olan nefretin kontrol altına alınması ile mümkündür, aksi halde bu duygu daha büyük yıkıcı bir çatışmayı besleyecek ve hızlı bir şekilde global çatışmayı yaşamamız ile sonuçlanacaktır. Nefret yeni biçimi ile virüs gibi yaygınlaşırken, ona karşı yürütülen anti nefret söylemleri ne yazık ki şimdilik çok zayıf konumdadır. Nefret duygusu öyle bir şeydir ki, toplumu tek vücut yapmakta ve karşı tarafı linç etmeye kadar götürebilmektedir, yani toplumun ve yöneticilerinin gözlerini karartabilmektedir. Bu durumu ülkemizde kısa süreç içinde bir çok olayda yaşadık.

27 Kasım 2010 Cumartesi

King Kong’un Kızları

King Kong’un Kızları

Huzurevi ya da yaşlılar yurdu deyin ama yaşlıların ölümü beklediği alandır. Ölüm son noktadır ve o son noktaya huzur içinde insan, yılların birikimi ile gitmek ister. Yıllar izlerini insanların üzerine işlemiştir. Her kıvırım, her çizgi, her anı ve her konuşma geçmişin birikimdir. O birikim ile dünyaya bakarız.
Yaşlılık bir anlamda insanın trajik sondur ama aynı zamanda komedisidir, çünkü çocukluğuna dönüşünün de bir işaretidir. Yeniden başa dönmek, özlem, özlem yanında unutmak. Çağın trajedisi kara mizah bir şekilde oyun içinde işlenirse eğer, mükemmel bir oyun ve yorum ortaya çıkar. King kong’un Kızları adlı oyun bir kara mizahtır. Kara mizah zaman zaman öyle sert şekilde kendisini gösterir ki, ister istemez afallamadan edemezsiniz. Gördüklerinizi, hissettiklerinizi, fark edemediklerinizi öyle bir dil ile anlatır ki, gülüp gülmeme arasında, ağlamak ile şaşkınlık arasında kalırsınız. Oyun sahneye konması, yeniden yorumlanması içinde Işıl Yücesoy, tecrübelerini konuşturmuş. Mükemmel bir yorum içinde oyunu izleyiciler ile buluşturmuştur.
Oyun huzurevindedir. Yaşamın son günlerini yaşadıklarının farkında olmayan yaşlılar ve onarla bakan bakıcılar. Üç bakıcının kendilerini sonlandıran yerine koymaları ve yaşlıların çaresizlikleri, çaresizlikleri içinde günlük yaşama bakışlarını sahnede görürüz. Üç bakıcı ve yaşlılar.
Huzurevleri yaşlandıkça ve yakınımızın yaşlanması ile gündemimize gelir, pek farkında değilizdir. Arada sırada haberlerde kötü muamele ilgili haberler duyarız ama pek bilmeyiz orada ne yaşandığını. Sağ girenlerin ölü çıktığı yerler gibidir. Bir son nokta, son duraktır. Oraya binenin artık yaşama dönme şansı yoktur.
Oyun işte bu son durakta geçer. Son durakta bir doğum günü. 90. yaş gününü kutlayan bir kadın, oğlunu yıllardır görmemiş ve onu bekler konumdadır. Son bir kere daha görmek ama şansı yoktur. Tekerlekli sandalyede geldiği huzur evini, tekerleksiz terk edecektir. Bir anlamda vampirler için tekerlekli yiyecek konumundadır. Huzur evinde yaşlılara bakan üç kadın, üçü de yaşlılara bakmanın ne kadar zor olduğunu bilir ve kafalarında Hollywood kahramanlarının adlarını kullanarak senaryo yazarlar. Her kahramanın son noktasıdır onları ilgilendiren. Ve o son noktayı kendi yaşlılar üzerinde bir oyun gibi sergilerler.
Bir oyundur, oyun beklentileri ve yaşanmışlıkları içinde gelişir. Hafızasını kaybedenler, hala dokunulmamış bakire kıza kadar her şey; hızlı ve bir gecede gelişir. Doğum günü son nefesi verdiği gündür, sadece son nefesi o değil diğerleri de verecektir. Üç kadın, üçü de hayatta kalacaktır, en önemli müşterileri, ekmek kapılarını sonlandırarak! Yaşamda yaşayamadıklarını, yaşamak için kendilerine verdikleri özel farklı adlar ile üç farklı insan. Üç farklı insanın ortak noktası vardır, kendilerine biçilen rolleri ret etmek ve var olan gerçekliklerini oyuna dönüştürerek, kafalarındakine hayat vermek. Üç kişi, rollerini ret ederken durmadan cinayet işleyen makineye dönüşürler tıpkı King Kong gibi, aslında kurban ettiklerini içten içe seviyorlardır.
Oyunu izleme şansını bulanlar şansılar, bulmayanlar ise bulmak için fırsat bulduklarında kaçırmasınlar derim, çünkü her biri bir birinden değerli emekçilerin ortak üretimine ve yorumuna şahitlik edeceksiniz. Her oyuncu, her teknik eleman, kapıda bekleyenden, içeride yer gösterene kadar, her çalışanın özen gösterdiği oyuna siz de özen göstereceğinizi umuyorum ve unutmayacağınız bir oyun seyretmiş olacaksınız. Emeği geçenleri, yazanından, tercümanına, ışıkçısından, dansçısına hepsine teşekkür ediyorum. Emekliye ilk adımını atan ama emekli olamayacak olan sevgili yönetmenimize ayrıca teşekkürler ederim, bu oyunu bize sunduğu için…

Yazan: Theresia Walser
Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay
Yöneten: Işıl Yücesoy
Dekor Tasarım: Ethem Özbora
Giysi Tasarım: Serpil Tezcan
Işık Tasarım: Serhat Akın
Müzik: Nurettin Özşuca
Dans Düzeni: S. Handan Özer
Yönetmen Yardımcısı: Mahmut Gökgöz
Asistan: Dilara Akın
Sahne Amiri: Mahzuni Yılmaz
Kondüvit: Nil Nuran Tanrıseven
Işık Kumanda: Bülent Yalçın
Rol Dağılımı:
Habibe Merih Atalay, Ebru Unurtan, Mehlika Balkan, Hanife Şahin, Suna Selen, Emin Olcay, Mahmut Gökgöz, Sevinç Aktansel, Turan Günay

25 Kasım 2010 Perşembe

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Bana göre, eskiden solcu olup da, yıllar sonra kendisi ile yüzleşen bir yazarın iç konuşmasının sahnedeki canlandırılmasına verilen isim olmuş. Yazarın kendine karşın içten konuşmalarına sahnede şahitlik yaparken, aslında yazarın ne kadar içten içe kanayan bir yarasının olduğunu da görüyoruz.
Tiyatro yazarı, eserini yazarken aklına ilk geleni olduğu gibi anlatmak zorunda mıdır?… Bir öykü içinde bir çok öykü anlatmak?... İzleyiciyi yoran, uzun diyaloglar içinde, bir biri ile alakası olmayan konular arasında zıplamak zorunda mıdır? Bizde tiyatro eserleri neden evrensel olarak başarısız olarak kabul ediliyor? Bir eser hayata getirilirken, yazar komplekslerini tümü ile yansıtmak zorunda mıdır?
Oyunu sahnede izlerken kafamdan geçen sorular bunlardı.
Bir adamın sevgililer günü içinde yaşadığı birkaç saatte şahitlik ediyorduk. Trajediydi, belki de dram. Neydi gerçekten oyunun türü?
Sahnede oyun tek kişilik gibi gözükebilir, fakat oyunun bir de yan oyuncuları vardı. Salonun yan koridorlarından gelen karanlıkta bir oyuncu, bir de sesini duyduğumuz kadın. Sahnede tek oyuncu görmekteyiz, fakat iç içe girmiş başka oyuncularda seyirciye kendisini hissettiriyor.
Oyun tanıtım katalogunda iki oyuncunun ismi geçmesine rağmen, sesi ile hayat veren, kapıdan seslenene kadar değişik seslerin sahibi de, oyuncu listesi içinde isimlerinin alması uygun olurdu diye düşünüyorum. Kürşat Alnıaçık sahnede hayat verdiği karakter, oyunun yazarı olduğunu düşünmeden geçemedim. Yazar, eski solcu! Neden bu eski solcu vurgusu yapılır? Yazar bilerek, eski solcu gününde ilişkiye geçemediği kız arkadaşı ile yaşadıklarını sıkıştırır konunun içine… (belkide tek aşık olduğu kadın, bakire olarak sevdiği kadın, tenine dokunamadığı için onu hep sevdiğini sandığı kadın) İlk cinsel ilişkiye girdiği kadını, ilk ilişkiye Freud’un penceresinden bakar ve bugün yaşadıklarını ona bağlar. Sola küfretmek modadır, söz arasında da olsa eski geldiği geleneğe küfret gitsin, bakın onlar özgürlükçü değildi, sevdiğimin elini bile tutamadım. Yazar solcu geçmişi olmasaydı, acaba sola karşı bilinç altında beslediği düşmanlığı yeniden hayat verir miydi?
Eski solcu, sahneden gördüğüm kadarı ile alkolik ve cinsel ilişki yaşadıklarını aşk sanan kişi, sevgililer gününde sevgilisi gelmeyince düştüğü trajik komik durum. Geçmiş artık yoktur, toprak altına sakladığı sevgilileri de yoktur, yalnızdır ve bu yalnızlığı ile yüzleşmektedir. Sahnede müthiş bir abartı ve performans izledik. Gereğinden fazla abartılı hareketler ve dans gibi kıvrılmalar. Ne anlamlar ifade ediyordu? Yerde, koltukların üzerinde, altında üstünde... Neden bu kadar çok hareket ve abartı? Neden??? Hiç anlam veremediğim ve anlamlandıramadım performans. Belki oyuncu bu sayede çok iyi oynadığını sanıyor, terlemeyen oyuncuya oyuncu denemez mi diye düşünüyor? Bilemem, anlamlandırmadım. Sahnede yer alan her objenin, hareketin bir anlamı ve sonucu olması gereklidir, sporcu vücudu ile şimdiki moda değimi ile fit bir oyuncunun performansına şahitlik ettik ama anlamlandırmadığım bir enerji içinde terleyen oyuncuyu izledim. Yazar ne kadar anlamsız (bana göre) ayrınlar içinde konulardan konulara zıplıyorsa, oyuncu da o kadar anlamsız zıpladı.
Sahne düzeni, oyuna göre çok güzel yapılmış, ışık; oyuncuyu çok iyi izlemiş ve aydınlatmış. Müzik aynı başarıyı göstermiş olmasına rağmen, oyunda beni rahatsız eden iki konu öne çıkıyor, yazarın yazdığı öykü ve oyuncunun hareketi. İkisi de gereğinden fazla abartı ve ayrıntı ile süslüydü. Gereksiz ayrıntılar konunun içinin boşalmasına sebep oluyor. Harcanmış o kadar güzel emeğin gökyüzüne savrulmasına sebep olmaktadır.
İsmail Cem Özkan

Kendi kendine konuşmaktır aşk
Yazan: Cezmi Ersöz
Yöneten: Serap Eyüboğlu
Dekor: Serpil Tezcan
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik: Vedat Sakman

Sahne Amiri: İlker Temür
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Kaan Eman

23 Kasım 2010 Salı

Yüzleşme

Yüzleşme

Yaşam sahnesinin minyatür olarak gösterildiği alana tiyatro denmektedir. En az oyuncu ile değişik konuların gösterildiği, canlandırıldığı alandır. Yaşam; figüranından, baş kahramanlarına kadar çok değişik oyuncular tarafından oynanır. Tiyatroda alan dardır, zaman bellidir. Yaşam sahnesinde oynanan oyunun zamanı geniştir, tek bir defa oynanır ve tekrarı yoktur. Sahnede öyle mi, hafta içinde kaç defa oynandığını programa bakarak görebilirsiniz, aynı oyun; değişik seyircilere oynanır durur, ta ki tiyatro sahipleri artık bu oyun verimli değil, gelir getirmiyor diyene kadar.

Arslan Kacar, cezaevinde yazdığı oyunu, yıllar sonra sahnelerken, kendiside oyunun içinde sahnedeki yerini almıştır. Oyun; küçük küçük diyaloglar ile her konuya değinir şekilde toplumun hem sosyolojik, hem tarihsel hem de psikolojik durumunu bireyler üzerinden anlatmaktadır. Diyaloglar şeklinde geçen zaman dilimi içinde bir bakmışsınız, önünüze bir dönemin kronolojisi çıkmış gibidir. İçinde yaşadığımız, geçmişte yaşadıklarımızdan oluşan bir derleme gibidir.

Henüz idamların olduğu zaman dilimidir, olaylar o dönemde geçmektedir. Yaşananlar tarih kitabında başka yazılmıştır, gerçekler ise yaşayanların içinde derin yaralar olarak durmaya devam etmektedir. Gerçek anlamda kimse o dönem ile yüzleşememiştir, yüzleşilemeyen geçmişimiz hep varlığını korumaktadır. Ne uzak geçmişimiz, ne yakın geçmişimiz ile yüzleşemedik, yerini resmi tarih söylemleri aldı. Bir de sanat eserlerindeki isyan sesleri, ne yazık ki o isyan seslerini bastıracak olanakları ellerinde olanlar, yaratmış oldukları tarih bilgileri içinde, geniş bir kesimi kendisine inandırmıştır. O inanılan geçmiş ise bir çoğun kafasında doğru olarak algılanmaya devam ederken, yeni kuşaklarında geçmiş ile kopmalarına ve bağ kuramamalarına neden olmaktadır.

Yüzleşmek, sadece tarihin kronolojik olarak yazılması değildir, kronolojik olayların bize bıraktığı izler ve izlerin yaratmış olduğu acıları yeniden hissetmek ve geniş kesimin empati kurması ile mümkündür. Geçmişi anlamlandırmak; ancak ve ancak geçmiş ile yüzleşildiğin de ortaya çıkacak olan bilgi bikrimi ile mümkündür ve o mümkün olan şey de kalın duvarlar ile birbirinden ayrılmıştır.

Alternatifsizlik, uzun süredir insanların yaşamını belirlemektedir. Alternatif olmadığı için iktidar iktidarda kalmaktadır, çünkü alternatif düşünmeyi ve alternatif yaşamayı hepten unutturdular, şıklar arasındaki yaşamda alternatif düşünmek ve yorumlamak yoktur, yok olduğu içinde inanmadığı yaşama uymaktan başka çaresi yoktur. Alışacaklar ve alışmaya devam edecekler gibi sözleri iktidar sahipleri çok rahat söylemeye devam etmektedirler, çünkü onlarda biliyor ki; alışmaktan başka çıkar yolları yoktur. Tek yönlü yolda belirleyici olanlar iktidar erkini elinde bulunduranlardır, o erk sayesinde iktidar için yapılan her türlü eylem meşrudur ve yasalar çiğnenmekten, delinmekten onlar açısından sorun yoktur. Yaptıkları eylemlere; yasalar uydurmak, yorumlamak erk sahibinin işidir ve bunu kamuoyuna anlatmak ve benimsetmek ise var olan korkak entelektüellerin işidir. Onu o kadar iyi yaparlar ki korkak entelektüeller, iktidarın bir yandaşı oluvermişlerdir. Çünkü tarih; idamların olduğu günden beri tek çizgi olarak devam etmektedir. Arada çizgi dışı gibi şeylerin olmuş olması, tek çizgiden çıkmayı değil, tek çizginin alternatifsiz olduğu duygusunun geniş kesimlere benimsetilmesi olarak okuyabilirsiniz. Alternatifsiz yaşam!

Korkak entelektüel; iktidar gölgesinde yaşayan, iktidarın yaptığını kendisi yapmış gibi övünen zavallıdır. İyi eğitim almış, eli kalem tutan, ekranlarda iyi laf ebeliği yapan kişidir. Her dönemde iktidar ile içli dışlı, geçimini iktidar gölgesinde, iktidarın verdiği olanaklar ile yapandır. Çoğu sanki iktidar ve güce karşıymış gibi gösterir ama içten içe iktidardan nemalanmayı da ihmal etmeyendir. Korkak entelektüeller yalan söylemekten ve olayları kendilerine göre saptırmaktan geri durmazlar, işlerine geldiğinde istediği kimliği alabilen kişilere korkak entelektüel demekteyim. Çünkü riske giremezler, risksiz bir yaşam içinde başkalarını ihbar etmekten de kendilerini alamazlar.

Oyun, tren istasyonunda sizi uzun bir yolculuğa davet etmektedir. Zaman zaman gülerken halimize, zaman zaman hislenmekteyiz. O kadar değişik konular üst üste gelmiş ki, geçişler arasında; sahnede anlatılan konuyu tam içselleştiremeden, bir anda başka konu ile yüzleşmektesiniz. Konular arasında sanki hızlı bir kovalamaca vardır ve tren saatine ayarlı olarak bizlerde (seyirciler de) bu hızlı tempoya ayak uydurmuş durumdayız. Sahnede yaşananlardan bir an kopmadan izlemek sanıldığı kadar kolay değildir, çünkü konular çoktur ve zaman dardır. Birazdan tren kalkacaktır.

Sahnede aslında iki kişi vardır, fakat yan tarafta çello çalan biri daha vardır, sesi gelir, sesi ile oyuna katılır. Oyuncunun konusuna göre müzik ile müdahil olur, nerede hüzünleneceğimize, nerede derinlere dalacağımıza işaret veriri gibidir. Tek sesliliği çok sesliliğe dönüştürür, başarılı bir şekilde kurgulanmıştır. Müzik tiyatronun bir parçasıdır ve notalar ile konuşur. Notalar diyaloglara anlamlar yükler. Bir de her an karşınıza çıkabilecek bir deli. Bir anda sahneye gelip, söyleyeceklerini söyleyip yok olan bir deli. Mesaj yüklüdür ve mesajını vermek telaşındadır. Deli, doğruyu söyler ama doğrular üzerine iddialaşmaktan kaçınır, deli söyler ve kaçar.

Züleyha ve Yadigar. Tren istasyonunda iki yabancı, kısa zaman içinde bir birlerini anlayan ve seven iki arkadaş olacaktır.

Yadigar; tren istasyonunda yaşayan bir doğu kökenli köylü.(aksanından Kürt olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz) Dokuz çocuk babasıdır. Hissetmektedir ama hissettiklerini köylü kurnazlığı içinde yorumlamaktadır. Alternatifsizdir. Para kazanmak için emeğini satar. Hayalleri vardır, hayallerini gerçekleştiremeyeceği hayaller.

Zülayha; kendisinden kaçan bir kadındır, öykü yazarak yaşamaya çalışır. Arkadaşları ile cafe açmıştır ama hayal kırıklığı yaşamıştır, tek kalmıştır. Bilmediği yerlere doğru yol almak için istasyondadır, fakat oyun sonunda öğreniyoruz ki, idam edilen arkadaşının cenazesine gitmektedir. O hüznü ile yola çıkmıştır, yaşama bakışı, içeriye düşüşü, tesadüflerin ve korkunun biçimlendirdiği aydın bir kadındır. Farkındadır, değiştirecek ne gücü ne de çevresi vardır. Yüzleşmektedir sessizce, sessizliğine tesadüfi tanıdığı Yadigar’ıda katar, seyirciye ulaşır.

Oyun trenin kalkması ile sonlanır. Yadigar gözlerini dinlendirmek için evi olan banklara kendisini bırakır, seyirciyi de alkışları ile… Konuların arka arkaya verildiği bir yüzleşmeden seyirci mesajını alarak ayrılır salondan.

Bu oyun için tasarlanan sahnesinden, kıyafetine kadar, ışık /ses efektlerine kadar başarılı bir çalışma olduğunu söylemden geçemeyeceğim, sahneye gelene kadar süreçte emeği geçen ve bize bu olanağı veren İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’na teşekkürlerimizi iletmek artık bu yazının son noktası olsun. Her oyuncu, her teknik çalışan gerektiğini yaparak başarılı bir sahne düzeni içinde bize bu eseri ulaştırmıştır. Bir dönem ile yüzleşirken bakmışsınız kendiniz ile yüzleşmişsiniz. İyi seyirler…

Yüzleşme
Yazan: Arslan Kacar
Yöneten: Ali Karagöz
Oyuncular: Perihan Savaş
Arslan Kacar
Samet Halızoğlu
Oncan Dönmezer
Sahne tasarım: Zuhal Soy
Kostüm tasarım: Sebahat Çolakoğlu
Işık tasarım: Murat İşçi
Efekt tasarım: Mustafa Duman
Müzik: Altuğ Akınsel

19 Kasım 2010 Cuma

Putlara karşı olanlar, yeni putlar yaratırlar!

Putlara karşı olanlar, yeni putlar yaratırlar!

En son olduğunu söyleyenler, genelde son olmazlar, ondan sonrada başkaları da çıkar, üstelik yeni putlar yaratarak.

En son olmak demek, zamanın durması anlamına gelir. Çünkü en son olan için artık zaman yoktur, tarihin dehlizlerinde yerini almıştır.

Zamanın durması ise, yaşamın bitmesi anlamındadır.

Putlara karşı her dönemde mücadele edilmiştir, çünkü putlar o dönemin gücünü sembolize eder. Putlar; dönemin önyargılarını, korkularının soyut olarak gösterilmesidir. Put, korkudan korkanın yaratmış olduğu bir savunma mekanizmasıdır.

Korkuları ile ve korkuları kendi iktidarının devamı olarak kullananlar, putlar için çok büyük mağbetler yaratmıştır. Yaratılan mekanlara kutsallıklar bağışlamışlardır. Kutsal mekanlar bir süre sonra kutsal olmadığı anlaşılıp yok olmuştur, şimdi bir çok mağbet kalıntılar içindedir, sadece temellerini görür haldeyiz. Korkunun yaşadığı zaman dilimi içinde, o mağbet içine girenler, kendilerini sonsuz huzur içinde duymuşlardır. O büyük mağbet içinde bir nokta olduğunu hissetmişlerdir.

Putları yıkalım! Putlara karşı mücadele çığlıkları atanlarda; sonuç olarak yeni putlar yaratmışlardır, çünkü korku hep vardır ve korkunun olduğu yerde putlarda soyut, somut, şekilsiz olarak varlığını korumaktadır. Her zaman diliminin ve coğrafyanın kendisine özgü putları vardır, bazıları için put olan, bazıları için sıradan olabilmektedir. Evren eşit şekilde gelişim göstermez, eşit ve bir biçimi olmadığı içinde, her kültür kendisine özgü putları yaşatır ve besler…

Putlara kutsallık verenler; eski kutsal görülen putları yıkarken, yeni putları yıkılanın yerine koymayı ihmal etmemiştir. Yeni konulanlara da kutsallık ve kutsallığın dili içinde emirleri ve zorunlu olanları da belirlemişlerdir. Yeni seremonilerinde tartışılmasını ortadan kaldırmak için, verilen emirlere kutsallık verilmiş ve kutsal olanı eleştirmek, yorumlamak kutsala karşı gelmek olarak algılanmıştır ve zorunlu yapılanlar tartışılmadan uygulanması sağlanmıştır.

Putları yıkanlar, yerine gelen yeni yaşam biçiminin sınırları ve hareket alanlarını da belirlerken, eskisinden koparırken, kendisine özgü bir tarih kökte yaratırlar. Faydalandıkları tarih kökten istedikleri gibi yorum üretirler ve yeniden tarih yazarlar. Her yazılan yeni tarih, resmi kutsal tarih olur ve doğruluğu ve gerçekliliği tartışılmaz. Eğer tartışılırsa, biliniliyor ki, putları daha önce yıktıkları için, yarattıkları da yıkılacaktır.

Aklın kutsallığı yarattığını iddia edenler, aklın kullanımını sınırlamaktan da kendilerini alamazlar. Ve her son yaratılan; kendisinin en son olduğunu ve kendisinden sonra gelenleri şarlatan olarak görür ve anlatır. Tarih bize öğretir ki, son yoktur ve son demek zamanın durması anlamına gelir. Zaman hareket ettiği sürece de son yoktur, son olduğunu iddia edenler en son yaratılan putlardan sadece biri olduğunun bilincindedir ama bu bilince kendisine inanların ulaşmasını engellerler.

Yaratılan putun her zaman inanan bir cemaatı ve cemaatın da yaratılan puta özgü sermonileri, yaşam biçimi de vardır. O yaşam içinde olanlar kendilerini mutlu ve korkuları ile yüzleştiklerine inanırlar. Dışarıdan gelecek her türlü eleştirel bakış açısına karşı duvarlar örerler ve o duvarların yıkılmaması için savunma mekanizmaları geliştirir. Kendi yarattıkları putlara karşı bir eleştirel bakış olduğunu hissettiklerinde saldırgan olurlar ve kutsal yaratanın sözünü nasıl tartışırsın diyerek tartışmayı ortadan kaldırırlar. Çünkü putlar kutsallık verilmiştir ve kutsallıklarını korudukları sürece yaşarlar.

Putlara karşı olanlar yeni putlar yaratmak için ortam hazırlarlar ve eğer putları yıkmış iseler yeni putlar yaratırlar.

18 Kasım 2010 Perşembe

Muhbir, renksiz kişidir.

Muhbir, renksiz kişidir.

Yaşayan bir ülkede gazeteler çıkarmış, o ülkede gazetelerde çalışanlara da gazeteci denirmiş. Fakat gazete ve gazetecinin içinde küçük bir kelime oyunu varmış, ufak bir kelime eksik yazıldığında journal oluyor jurnal. Tabi bu farkı anlayamayanlar ise, gazeteciliği muhbirlik olarak tanırmış. Gazete her yazı yazan ise kendisini gazeteci sanırmış. İşte öyle bir ülkede bir gün, hatta çok gün bir çok Jurnalci kendisini gazeteci sanırmış… Hatta bazıları daha ileri gidip şair / yazar / ressam / … olduğunu söylüyormuş…

Bugün konumuza giren jurnalci; bir zamanlar şiir yazarmış, hatta bazıları hoş, şiir tadında, fakat şu anda elime alsam eskiden yazdıklarını, o tadın yerine muhbirlik yapanın kelimeleri gelir. Muhbirden şair olur mu? Bana göre olmaz, çünkü kelimeleri kirletmiş adamın kelimelerinde duygu değil, öç alma, birine yaranma, kendini ispat etme telaşı kelimeler olur ki, hiç biri şiirin dizesi içinde yer almaz.

Jurnalci biri şimdilerde kendisini gazeteci sanıyor, çünkü gazetede yazılar yazıyor, fakat her gazetede yazan gazeteci olmadığının farkında değil. Köşe vermişler, o köşede kendini ifade et demişler, o da o köşede kendisini ifade ederken, geçmişte yabancı olduğu duygulara ve betimlemeler içinde bir bakmış, yabancı olduğu dünyanın bir parçası oluvermiş. Uyum sağlamaktan öte, tıpkı onların ikiz kardeşi gibi olmuş. Muhbirliğin ne kadar kötü olduğunu söylerken, muhbir olmuş.

Erlerin meydanında muhbirler olmaz, muhbirler ancak arkadan bıçak saplanan ve kalleşlerin oynandığı oyunda olur. Kalleşlik yıllar içinde içine işleyenler; durmadan muhbirlik yapar, en yakını ihbar eder, çünkü yakının açığını sadece kendisi bilir, efendisine sadık biri ancak muhbirlik yaparak kendisini ispat eder. Muhbir bir anlamda kapı kuludur. Efendisinin istediği gibi havlayan, onun istediği yere çömelen köpekten bir farkı yoktur. Kapı kulu ile köpekler arasında bir benzerlik olduğunu söylemek abartı olmasa gerek…

Gazetelerde köşe yazanlar genelde; zaman içinde işverenin gözlüğünden, onun çıkarına uygun olarak o pencereden bakar ve gördüklerini, onun çıkarına uygun yorumlar. (buradaki tez; elbette beklenti ile orantılıdır, eğer köşe yazarı yaşamını o köşeden sağlamaya ve başka olanağı olmadığını düşünüyorsa, sahibine daha bağımlı hale gelir.) O köşede uzun süre kalabilmek için her türlü özveriyi gösterir, öz veri ise, onun o bulunduğu yerin rengini alması anlamına gelir. (istisna durumlar mevcuttur, maddi olarak daha bağımsız ise yazar, örneğin bir öğretim üyesi daha özgür davranır, maaşını üniversiteden alıyordur, gazeteden aldığı sadece kendisi için göstermelik rakam anlamındadır. Fakat bugün gazetede köşe yazarlığı yapan bir çok öğretim üyesi, bağımlı ilişki içinde olan birisinden daha fazla bağımlıymış gibi, patronun gözünden yazı yazabilmektedir. Bu tip kişilere ne ad verilir, gerçekten ben bilmiyorum)

Renkler gün ışığı altında gerçek renklerini ortaya çıkarır, zaman içinde bazı renkler gün ışığının etkisi ile solar, uçar ve sonunda hiç iz bırakmadan yok olur gider. Bazı kişilerde geçmişte bir rengi ifade ederken, zaman içinde, güneşin etkisi ve günümüzün en büyük değiştireni para ve onun yönlendirmesi ile, başlangıçta ortaya çıkan rengin yerini soldurur, fakat bazı renkler solmaz, renk değiştirir, değişen renk öyle bir hal alır ki… İşte bu değişimi yaşayanlar; genelde muhbir, yani sokaktaki ismi ile jurnalci olur.

Jurnalciler kendilerine isim ve etiket takmada üstlerine yok! Jurnallikleri sayesinde bir çok cinayet işlenmiş, işlenmemiş olsun, fark etmez, jurnalci görevini yapmış, vicdanı rahat insandır. Yaptığının doğru olduğuna inanır ve kendisince yaptığı için kutsal tarafını uydurur ve onu öne çıkarır. Bu sayede toplum içinde kendisince konum elde etmeye çalışır. Fakat toplum jurnalciye hiç iyi göz ile bakmaz, çünkü o jurnalci şimdi içinde bulunduğu toplum içinden uzaklaşması zaman meselesidir. Hiçbir jurnalci uzun süre bir toplum içinde barınamaz, çünkü ipliği pazara çıkmış biri, yeni jurnalcilik yapamaz… Jurnalcilik mesleğini kendisine görev kabul edenler ise, yeni jurnaller yapamadığından; içinde bulundukları toplumdan çıkıp, o çıktıkları toplumu başkasına jurnallemeye çalışırlar. Bu sayede kendilerince vicdan muhasebesi yapmış olurlar. Her vicdan muhasebesi de onlar için muhbirliktir. Çünkü muhbirlikten başka şey bilemezler. Jurnalcinin ne mekanı, ne toplumu olur, onlar boşlukta sallanan bir nesne işlevi görürler, bir kere patlarlar ve yok olurlar. Muhbirlere kapı açanlar, ocak açanlar bilir ki, muhbir bir gün kendisini de jurnalleyecektir.

Bir ülkeye dışarıdan bir konuk geliyor. O konuğu; ateist, Müslümanları küçük görür, onu davet edenlerde… diye başlayan yazı yazan biri eskiden şairmiş, şimdi bir gazetede köşe yazarı. Eskiden kendisine solcu bile dermiş, şimdi ılımlı İslam ideolojisine uygun yaşam içindeymiş. (eski arkadaşları ile buluşup, geçmişteki gibi muhabbet edermiş, muhabbetinde ise bak ben aslında onların yanındayım ama onlardan değilim dermiş. Görüşümü açıklıyorum, bana karışmıyorlar diye de övünürmüş, değişmedim, onlar değişiyor, onlar demokrat oldular, bakın farklı görüşteki insanlar yan yana diye de övünürmüş… o kesimin okuyucucuna da ulaşmak gerek, onları değiştirmek gerek dermiş sık sık…) Şimdilerde pek gözde bir tarikatın yükselen dalgasına kendisini bırakmış, onların ekranlarında, onların mekanlarında bol bol sohbetlere katılırmış. Onlar o kadar kendilerine benzetmişler ki, ondan; onlara aykırı hiç ses duymazlarmış. Şimdi, alan memnun, satan memnun diyebilirsiniz, doğru memnunda, bu eskiden şiir yazan, şimdinin köşe yazarı jurnalcilik yapıyor ve jurnalcilik sonuç olarak birine zarar vermeyi, hedef yapmayı ortaya çıkarıyor. ( o jurnalcinin nerede ne yazdığı açıkca beni ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren şu anda yaptığı jurnalciliğidir. Jurnalcilik birine zarar verir ve yukarıda nedenlerini anlattım, toplumun sevmediği ve etik olmayan bir davranışı onaylamadığımı belirtmek için yazdım, yoksa o jurnalciye; yaptığın yanlış deme lüksüm yok, çünkü artık jurnalcidir ve benim gözümde bitmiştir.)

Davet edenler ve davet edilenin başına bir şey gelirse, adını bile anmaya uygun görmediğim birini suçlu olarak ve bombanın pimini çekenden daha çok suçlu görmem kadar doğal ne olabilir?

Bazı insanlar renk kaybediyor, bazıları renk kaybından çok ortadan yok oluyor. Biri muhbirliğe başlamış ise, geçmişini ve geleceğini yok ediyor demektir.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Mali yapılan düzenleme bir af mı?

Mali yapılan düzenleme bir af mı?

Mali yapıda yeni düzenleme yapıldı ve bu düzenleme bir devrim denildi.

Devrim, Aydın Doğan borçlarının yeniden düzenlenmesi midir?

Neyin karşılığında bu devrim yapıldı?

Petrol Ofisi’nin elden çıkması?

Bekir Coşkun’nun uzaklaşması, daha sonra Onbirinci Köy Haber Türk Gazetesinden sözleşmemesinin uzatılmaması…

Oktay Ekşi’nin muhalif sesinin bir bahane ile yok edilmesi ve gazetenin yeniden yapılanması…

Milliyet Gazetesi satış sözünün sürekli devam etmesi, gazetenin bulvar gazetesi görünümüne bürünmesi…

Radikal Gazetesi yeni yapılanmaya giderek, Fettullah’sı olduğu saklanmayan, Zaman Gazetesi yetiştirmesi birinin yönetimine verilmesi…

Zaman gazetesi misyonuna benzer, fakat daha az tepki çekecek bir gazetenin yaratılması…

Yandaş medya alanın değişmesi, referandum ile yanına daha çok yapıştırdığı eski solculara, yeni alanlar yaratılması…

Görüşmeden, müzakere masasına geçmek…

Sıcak paranın kontrol edilmesi adına, sıcak para hareketi ile yaşam kalitesini yükseltilenlerin meşruluğunun sağlanması…

Mali anlamda bir düzenleme yapıldı, paradan sorumlu devlet bakanın açıklamasında devrim kelimesi kullanıldı. Yapılan devrim kime hizmet ediyor?

Kimler faydalandı?

Kimlerin ağzına bal sürüldü, kimler susturuldu?

Kimlerin sorununa neşter vuruldu?

Kimler karlı çıktı, kimler aptal yerine kondu?

14 Kasım 2010 Pazar

Krizden çıkış yolları…

Krizden çıkış yolları…

Dünya, büyük bir kriz içinde uzun süredir yaşıyor, ülkeler kendilerince ekonomik krizden çıkış yolları aramış olmalarına rağmen, bu kriz gün geçtikçe daha da genişleyen girdap olarak sürmektedir. Kriz, global bir sorun olarak önümüzde durmaktan çoktan çıktı, içine hepimiz almış durumdadır.

Global çapta krizden çıkış yollarını aramak için çeşitli zirveler kuruldu ve zirvelerde evrensel çapta çözüm yolları aranmıştır, fakat işin başındaki gelişmiş devletler, (teknolojiyi elinde bulunduran) öncelikle kendilerini gördükleri içinde; gerçek anlamda çözüm bulunamamıştır. Ürettikleri çözüm yolları, girdabın daha da büyümesi anlamına gelmektedir.

G8 ve G20 adlarını alan zirvelerden, bugüne kadar gerçek anlamda politikaların üretilememesi; ülkelerin kendilerince çözüm yollarına gitmesine sebep olmuştur. Her zirve sonucunda; ülkelerde işsizliğin daha da tırmanması anlamına gelmektedir. İşsizlik, doğal olarak yerleşik düzeninde bozulması anlamına gelmektedir. Orta sınıf gün geçtikçe erirken, tarihsel olarak bir biri ile mücadele eden sınıflar arasında uçurumda artmaktadır. Sınıflar arasında güç dengeleri; parayı elinde bulunduranların lehinde gözükmesine rağmen, bu sadece sanal bir yanılgıdan öte anlam ifade etmemektedir. Çünkü iki grup arasında duran orta sınıfın ortadan kalması, sırça köşklerin savunmasız kalması ve yıkılması anlamına gelir, her ne kadar ellerinde çok güçlü silahlarda olmuş olsa. Doğal yıkıma karşı hiçbir güç duramaz!

Kriz, yeni bir sistemi ortaya çıkarabilecek potansiyeli içinde taşımaktadır. Öngörülerimiz içinde yer almayan yeni ilişkiler bu krizin çıkış noktası da olabilir.

Ulusal sınırlar içinde, kendi çözüm yolunu üretenler; teknolojinin transferi ve silahlanma sanayisi için güç biriktirmeye yönelik adımlar atmaktadır. Ülkemiz bu teknolojik transferler için adım atmak için yıllardır uğraşmaktadır. Nükleer santrallerin kuruluş temelinde de bu teknolojinin transferi fikri yatmaktadır. Bu sayede, nükleeri kontrol edebilmek; oluşacak olan savaşta, bir denge olarak kullanmayı sözlerin arkasında saklamaktadır. Bu amaçla yapılan pazarlıklarda; ülkeler, ittifak içinde olacaklara göre rotalarını belirlemektedir. Dengeler, kriz döneminde önemli roller oynar.

Kriz dönemlerinden çıkış yolu olarak; genellikle savaş görülmüştür. Savaş, global çapta olduğunda, global krizin yeni çıkış kapısı olarak görülmüş ve bugüne kadarda uygulanmıştır. Küçük çaplı çatışmaların, savaş sanayisini desteklemekle birlikte, genel krizden kurtuluş için çare olmadığı Irak ve Afganistan işgalleri ile kanıtlanmıştır. Bu iki işgal sırasında; beş milyon insanın ölmüş olması, silah sanayisi için cazip gelmemiştir. Ülkelerin yeniden inşası gerçekleşememiştir, ABD ve diğer gelişmiş 8 devletin firmaları bu işgallerden gerektiği kadar (bekledikleri kadar) yararlanamamışlardır. Sadece elde ettikleri gelirler, göreceli olarak refah sağlamış olsa da, borsalardaki düşüş, yeterli olamadıklarını çıplak olarak ortaya sermiştir. Firmalardan işçi çıkarmalar devam ederken, firmalar en düşük maliyet ve emek için Çin ve Hindistan gibi ülkeleri kendilerine üs seçmiş olmalarına rağmen, oradan elde ettikleri gelirler, kendi ülkeleri içinde Çin mallarına ve Çinlilere karşı bir düşmanlık geliştirmekten başka anlam ifade etmemiştir. Ulusal piyasalarında canlanma meydana getirmemiş, hizmet sektörü yeteri kadar istihdam sağlayamamıştır.

Kriz, girdabını geliştirirken; savaş çanları daha güçlü çalmaya başlamıştır. Savaş için koşulları oluşturan ulusal sınırlar içindeki yabancı düşmanlığı ve sonradan yaratılan İslam düşmanlığı gelişmekte ve sağ partilerin yükselmesi her ülkede görülmektedir. Muhafazakar partiler içinde gelişen ırkçı söylem, yeni partilerin doğmasına ve bu partilerin daha da sağ çizgi içinde cepheler oluşturmasına şahitlik yapmaktayız. Bunu da; cephede savaşacakların hazırlık aşaması olarak okuyabilirsiniz. Düşman yaratılırsa, onu yok etmek içinde koşullar oluşmuş demektir. Bu koşullar; girdap içinde döndüğümüz krizden çıkış kapısı olarak önümüzde durmaktadır.

Savaş, yukarıya doğru artış gösteren dünya nüfusunun azalmasını değil, artmasına sebep olacaktır. Hiçbir savaş nüfus planlaması için çıkmaz, bugün nüfusun fazlalığı dünya insanın önemli bir kesiminin açlık içinde kalmasına sebep olarak gösterilmiş olması, sadece görüntüseldir ve hiçbir bilimsel temeli yoktur. Kriz ile nüfus ile direkt bağlantı kurulamamış olmasına rağmen, en çok etkilenen bu istatistiki insanlardır. Yaşam kalitesi büyük kesim için düşerken, küçük bir azınlığın yaşam kalitesi gün be gün artmaya devam etmektedir. Bu durumun en çıplak olarak göreceğimiz yer ne yazık ki, bizim memleketimizdir. Dünya zenginler listesine onlarca zenginimizin yer alması tesadüfi değildir. 20 lira için bir birini çiğneyenlerin ülkesinde, en lüks arabalar için garaj yapılan ülkedeyiz. Bir adamın garajında onlarca araç yan yana dururken, 20 lira için devlet dairesi kapısını yüzlerce kez çalanlar bu ülkede yaşamaktadır.

Savaş kaçınılmaz olarak gelmektedir, ayak seslerini gün be gün yükseltmektedir. Bu savaşa hazırlık içinde olanlar, gün be gün silah ve vurucu gücünü güçlendirmek için sanal ya da küçük çaplı çatışmalar yaratarak, ordularını eğritmekte ve dinamik olmalarını sağlamaktalar. O yüzden bir çok ülkede iç çatışma ve o çatışmalar içinde, dış güçlerin askerlerinin bulunması tesadüfi değildir, uygulanan bir savaş oyunun provası niteliğindedir.

Kürsel çaplı salgın hastalık yaratan virüslerin ikide bir ortaya çıkıp, sonra yok olması, ilaç sanayisini canlandırmak için üretilen dedikoduların global çapta nasıl panik havası yarattığına şahitlik ettik, o yaşadıklarımız sadece genel provanın bir parçası olduğunu bugün daha çıplak olarak görmekteyiz. Her birimizi savaş oyunun bir parçası olduk geçmişte.

Savaşın parçası olmak istemeyenler, bu krizden çıkışın sadece savaş olmadığını, o küçük azınlığın servetinin dengeli dağıtılması gerektiğini vurgulamamız ve yeni dengeler oluşturmamız gereklidir. Sırça köşkte yaşayanların köşklerine bir kuru kafa atmamız yeterlidir, o kuru kafa o köşkleri alaşağı edecektir. (Sabahattin Ali, Sırça Köşk masalında anlattığını daha da bilince çıkarmamız gereklidir diye düşünüyorum.)

Not: bugüne kadar yazdığım köşe yazılarını kitaplar halinde PDF dosyası içinde toparladım. Kitaplarıma ulaşmak için www.galatagazete.com adresine girmeniz yeterlidir. Orada Galata Gazete butonu altında Kitap PDF linkinin altında durmaktadır. Kitaplarda; geçmişe benim kişisel tarih penceremden nasıl baktığıma şahit olacaksınız. Her yazının altında ne zaman yazıldığına dair tarih bilgisi mevcuttur. O gün onları düşünmüşüm ve paylaşmışım. Kişisel tarihimin içinde düne bakmak isterseniz, size sunduğum kitaplardan istediğiniz gibi indirip okuyabilirsiniz, dostlarınız ile paylaşabilirsiniz.
Keyifli okumalar…
İsmail Cem Özkan