22 Ocak 2010 Cuma

her yer direniş!


Bugün başbakan işçileri azarlamış, haddinizi bilin diyerek!
Bende hemen Özal dönemi canlandı, o da, 12 Eylül sonrası ilk büyük grev Netaş grevine karşı bu sözlere yakın sözler etmişti. Otomobil İş Sendikası önderliğinde yapılan grevi kırmak için her türlü yolu denemiş ve başaramamıştı. Özal işverenler sendikası temsilcisi gibi davranmıştı, onlar adına pazarlık yapmıştı. Grev başarı ile sonuçlandı. O sonuç büyük yürüyüşü yarattı, bugün tekel işçilerine birikimin devretti. Her eylem bir öncekinin birikimi üzerine oturur.
12 Eylül işçilerin birliğini yok etmek için her türlü çabayı sarf etmiştir, kendilerince önlemler almıştır ama işçiler tarihlerinden biliyorlar ki, birlik, dayanışma için örgütlülük şarttır ve bu bilinç ile alınan önlemleri teker teker yıkmaya devam ediyorlar. Tek başlarına olmuş olsalardı, bugünkü gibi sesleri çıkamayacaktı, kaderlerine mahkum olacaklardı. Ecevit hükümeti sırasında kasasını atan küçük işletmeci bugün nerededir?
İşçi sınıfının direnişi, dayanışmanın büyümesi ile ilgilidir. Bugün Tekel işçisi yalnız değildir, umarım ki, diğer grevdeki ve direnen işçilerde yalnız olmadıklarını bilsinler.
Yaşasın işçi sınıfının bilinci ile yapılan dayanışma...
Direnen işçilere bir bardak sıcak çayı sunun ve bunu sınıf dayanışması adına yapın… Çünkü bugün sıcak bürolarda oturanlar, yakında kapı önünde olmayacaklarını kimse garanti etmez. İşçinin beyaz yakalısı olmaz, emeği ile geçene her kişi işçidir…
İşçiler hadlerini ve haklarını biliyorlar, haddini bilmeyenler onlara o sözü söyleyenlerdir. Çünkü o sözü geçmişte de söyleyenlerin ne eserleri ne de kendileri gündemde dahi yokturlar. İşçi sınıfı vardır, sınıfsız toplum yaratılana kadar da varlıklarını koruyacaklardır.

21 Ocak 2010 Perşembe

Ankara’ya giden otobüsler çay taşır!

Ankara’ya giden otobüsler çay taşır!

Ankara yolları taş değil, buz bugünlerde. Betona oturmuş emekçiler, ekmek mücadelesi yaparlar. Ekmek ve özgürlük! Özgürlük, ekmeksiz olmaz, ekmek işsiz olmaz!

Ankara emekçilerin sesine bir kere daha şahit oluyor! Zonguldak işçileri seslerini Ankara’ya ulaştıramadılar ama bu sefer Tekel, Karşıyaka işçileri çocukları ile Ankara soğuna karşı ayakta duruyorlar. Ekmek mücadelesinin anlamı, gelecekleri olduğunu biliyorlar.

Ekmek mücadelesinde yalnız olmadıklarını biliyorlar, çünkü yanlarında yer alanlar oy için değil, gerçekten dayanışma için oradalar. Seslerine ses oluyorlar, yumruklarına yumruk!

Çalışan işçiler onları izliyorlar. Çalışan işçilerde yüreklerini, direnenlerin yanına göndermişler. Sadece yüreklerini mi, elbette hayır! Bakkala gidip çay, şeker alıyorlar otobüslere veriyorlar, gönderiyorlar, üzerine adres yazmadan! Otobüs şoförü kime ulaştıracağını biliyor, çünkü taşıdığı onurdur, yürektir, dayanışmadır!

Ankara soğu altında işçiler, işçilerin yanında binlerce yürek!

Binlerce yürek, bir yumruk olmuş, ekmek ve özgürlük diye bağırıyorlar! Özgürlük, ekmeksiz olmaz, ekmek alın teri demektir. Onlar, alın terlerinin karşılığı istiyorlar, köleliğin özgürleşme mücadelesi değil, emeğin özgürlüğünü istiyorlar! Bir eşya gibi kenara atılan olmadıklarını, insan olduklarını haykırıyorlar, hayat arkadaşları ve çocukları ile birlikte. Çocuklarının arkadaşları, ablaları onlara çay yapıyorlar, şeker sunuyorlar. Onlarda oradalar, onlarda çadırın içinde, çadırın dışında direniş ateşinin etrafında hep bir yürek olmuşlar, tek ses olmuşlar, haykırıyorlar.

Ankara karanlığını işçilerin sesi bozuyor. Ankara düzenini işçilerin sesi parçalıyor. Ankara kurulduğu günden beri en büyük direnişine şahitlik ediyor belki de. Yan yana gelmişler, omuz omuza vermişler, direnişe devam demişler. Ya hep beraber, ya hiç birimiz diyerek dayanışmanın en güzel örneğini ortaya koyuyorlar. Onların sesinde, direnişinde 15-16 Haziran direnişinin sesi var.

Ankara giden her otobüs şeker ve çay taşıyor. Direnenlere ulaşan bu küçük yardım büyük anlamlar içeriyor. Çay ve şeker dayanışmanın öteki adı oldu.

Kavel işçilerin sesi bugün Ankara’dadır. Onların yürekleri bugün Ankara’da kurulmuş direniş çadırlarının içindedir. O yüreklere ses veren ozanlar da onlarladır.

Kavel

İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim.
Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada,
Güneşe karışmadıkça etim
Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.
Ve izin verirlerse Kavel Grevcileri,
İzin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim,
İzin verirlerse Kavel Grevcileri,
Ve ben kendimi tutabilirsem eğer sesimi tutabilirsem
O çoban ateşinin yandığı yerde Kavel`de,
O erkekçe direnilen yerde, Kavel`de
Karın altında nişanlanıp dostlarımın arasında
Öpeceğim nişanlımı Kavel kapısında
Ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim
İzin verirlerse Kavel Grevcileri
İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bu grev sonrası çocukların isimleri ne olacaktır?

Grev ateşinin yanında oturanlar, dünyanın öte tarafından gelen emekçi sözcülerini dinliyor, onarın getirdiklerini imece usulü paylaşıyorlar. Onlar dünyanın bütün dillerinde haykırıyorlar. “Yaşasın işçi sınıfının dayanışması, yaşasın dünya emekçiler birliği!” bütün dünya emekçileri birleştiği gün, yeni bir dünya kurulacaktır. O birlik direniş çadırında, ateşinde kurulacağını söylemek abartı olmasa gerek, çünkü bu direnişte olanlar çalışırken o kadar farkında değillerdi güçlerinin. Şimdi omuz omuza verilince, yan yana durunca ne soğuk kalıyor, ne onları yok sayan iktidar!

Ankara’ya giden her otobüse bir çay ve şeker verin, gideceği yere adressiz ulaşır!

Sırın olduğu yerde demokrasi olmaz!

Sırın olduğu yerde demokrasi olmaz!



Ülkemizin tarihi sırlar ile bezenmiştir. Kuruluşumuzdan başlayan ve bugüne gelen süreç içinde, devlet yapımız sırlarını genelde kendisine saklamıştır. Sırların yoğun olması nedeni ile doğru kararlar / sonuçlar ortaya çıkmamaktadır. Kim, hangi rolü oynadığını tesadüfler sonucu öğrenmekteyiz.



Osmanlı devletinden kalan bir özellik gibidir devlet sırı. Beklide daha öncelerine dayanmaktadır. Sır bir olayı daha çekici yapmakta ve anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Sırın içinde mistik özellilerde gizlidir. Kabala kavramı sır kavramının içinden çıkar. Tek ve çok tanrılı dinlerinde sırları vardır, belki o sırlar sayesinde bugün hayattadırlar ve bu hayatta olmalarının nedeni, sırlara verilen anlamlardır.



Devletin varlığı da bu sırlara dayanmaktadır. Devlet sırları olmaz iseydi, her şey gözler önünde olmuş olsaydı, bu kadar çekici ve korkunç olabilir miydi? Hem çekici hem de korkunç, iki ayrı kavramları aynı pota içine alan şeyin kendisi sırdır.



Gelişmiş ülkelerde, belirli süre sonra sırların bir bölümü açıklanmaktadır. Bazı sırlar ise, sırı saklayanlar ile birlikte sonsuzluğa gitmektedir. Çünkü sırın oluştuğu ortamda yer alanlar, sırın derecesine göre belgeleri ya muhafaza ediyorlar ya da yok ediyorlar. Sır, yok edilmiş ama bir şekilde varlığını korumaktadır. Bir düşüncenin ya da duruşun ruhunu belirleyen işte bu adı konmamış, dillendirilmemiş sırlardır. Devletlerin yazılı olmayan yasaları bu sırlar üzerine yükselir. Bazı sırlara ahlaki öğreti deriz, fakat bu öğretinin kaynağını bir türlü öğrenemeyiz. Tahminlerde bulunuruz, anlamlar yükleriz ama sır ortada durduğu sürece geleceğimizi, duruşumuzu belirlemeye devam eder.



Sırların ortadan kalması, her şeyin konuşuluyor ve tartışılıyor olması, doğru kavramını ortaya çıkarmaz, çünkü her dönemin ve çağın doğruları farklıdır. Toplumun genel kabul gördüğü şeyleri doğru kabul ederiz, fakat bu doğru zaman içinde yanlışa dönüşebilmekte ve geçmişin doğrularına başka anlamlar yükleyerek, yeni sırlar yaratmaktayız, çünkü doğruların içinde de belirsiz ve kör noktalar olabilmektedir. Bu kör noktalar sırları içinde saklar.



Eğer tarih sırlardan arındırılmış olarak yazılmış olmuş olsaydı, bugün adını caddelere verdiğimiz tarihi kişilerin, kaçının adı cadde ismi olarak kalırdı? Kahramanların hepsinin sırları vardır, çünkü sır küçük düşürülmeyi ortadan kaldırır. Sırları çok olanın ise, kahraman statüsüne çıkması o kadar zor değildir. Bir anda bakmışsınız, sırları içinde yaşayan kahraman olmuş olur! Toplumların ulusal katilleri bile zaman içinde kahramana dönüşebilir, hatta sırlarla bezenmiş masal varlıkları bile, bir anda gerçekmiş gibi algılanabilir. Çünkü sır, var olduğu vücuda, yeni bir elbise gibi biçim verir.



Devlet sırı kavramı, devlet var olduğu sürece varlığını koruyacaktır, eğer sır ortadan kalkarsa, devletin kendisi ortadan kalkar. İnsanlığın nihai hedefi, sınıfsız, devletsiz bir yaşam alanı yaramak ise, devleti olabildiğince sırlarından arındırabilmek için çareler düşünmek zorundadır.



Bizim ülkemiz, sırlar ülkesidir. Her adımın başında bir sır duvarına çarpabilirsiniz. Devletin sırı vardır, inancın sırı vardır, kişinin sırı vardır. Sır yaşamı kuşatmış gibidir. Sırı olan cemaatler, sırı olan aileler, sırı olan aşiretler... Sır, devletin ve toplumun en küçük birimine kadar sızmıştır. Benliğimiz, tarihimiz olmuştur.



Osmanlı dönemimin açılmayan sırları vardır. O açılmayan sırlar, bugünkü koşullar içinde hiçbir zaman açılmayacaktır. Eğer açılması karar verilirse, o zaman doğal afetler sonucu ortadan kalması büyük muhtemeldir, çünkü yakın / uzak tarihimiz içinde arşivlerin bir bölümünü fareler yemiştir, seller almıştır, yangınlar kül yapmıştır. Tarihçiler, kendi önyargılarına uygun olarak tarih bilgisine sansür yapmışlardır. Eski devletin devlet adamlarının günlüğünü günümüzde sansürlendikten sonra okuyabiliyoruz. Çünkü o sırları öğrenirsek, toplum geleceği tehlikeye düşer. Sır korkuyu yaratır ve besler. Tarihçi öncelikle devletini düşünür!



Sırlar hastalıkları da ortaya çıkarır. Sırlarımızı birine anlatamadığımızda başımıza neler geldiğini psikiyatristler iyi bilir. Toplumsal sırları açıklayamadığımızda neler yaşadığımızı tarihçiler bizden daha iyi bilirler. Devlet erkini elinde bulunduranlar, sırların üzerine gidilmemesi gerektiğini, normlar içinde kısa zamanda öğrenirler, örtülü ödenekten ödemeye devam ederler. Örtülü ödenekler sırları besler.



İki kişinin bildiği şey sır değildir lafı laftır, çünkü iki kişinin bildiği bir çok şey hala sır özelliğini koruyor. Örnek mi, yakın zaman içinde bir Başbakan ve Genelkurmay Başkanın baş başa görüşmesi. Sır yaratmaya devam ediyorsak eğer, devlet güçlenmeye devam ediyor demektir. Devletin bekası için sır zorunludur. Toplumun ve insanın bekası ise laftır, sır karşısında.

24 Ocak!

24 Ocak!



İstanbul Fatih’te bir sokak. Bir işhanı ve üçüncü katında bir ayakkabı imalatçısı. Dışarıdan bakan için her şey normal. Serbest ekonomi kuralları içinde her kişi istediği yerde işletme kurabilir ve serbest piyasa koşullarına uygun olarak fiyat belirleyebilmelidir. 24 Ocak kararları bunları öngörmemiş miydi?



Sadece serbest meslek sahipleri mi işini bilecekti, memuru da, askeri de her kes kendi cebine göre işini bilecek ve ona göre davranacaktı. İş bilenin, kılıç kuşananın çağıydı. Liberal ekonomi neler yapmamıştı ki, sosyal devleti ortadan kaldırmış, son kırıntılarını da bu hükümet süpürecekti! 24 Ocak gününden beri değişmeyen bir ekonomi politika devam etmektedir, arada küçük düzenlemeler yapılmış olması, politikanın ana amacını değiştirmemiştir. Hatta bir ara IMF kendi çalışanı göndermiş, sömürge valilerin yetkileri gibi ekonomiye yeni rota verip gidilmiştir.



24 Ocak kararlarını alan ile sonradan gelen devlet bakanı sıfatını taşıyan arasında ortak nokta, her ikisinin maaşını da aynı yerin vermiş olmasıdır, bunların dışında ortak ekonomik politikadır! Biri sağ kökenden gelmiş, öteki sol kökenden gelmiş o kadar önemli değildir. Her ikisinin politikası sonucu sosyal demokrat sol, hepten buharlaşmıştır. Son gelen vali yetkili kişi solu darmadağın etmiş ve gitmiştir! Bir ara solu kurtaracak umut adam rolünü bile başarılı bir şekilde oynamıştır. Bugün asli görevinin başındadır ve hala oradan maaşını almaya devam etmektedir.



24 Ocak ülkeyi büyük bir işhanına döndermiştir, ve işhanın bir katındaki patlama binlerce insan hayatını kaybetmiştir. (Bizim 11 Eylül sendromumuz yıllar önce 24 Ocak günü olmuştur!) o patlamadan kurtulan yaralılar, hala aramızda dolanmaya devam ediyorlar.



Hiçbir şey eskisi gibi olunmayacak denen kırılma var ya, o aslında 24 Ocak günü uygulamaya konmuştur. Kararların topluma uygulatabilmesi için o günün koşullarında askeri darbe gerekliydi, bugün darbeyi gerektirecek koşular ortadan kalkmıştır, çünkü politikanın değişimini isteyen, ne politik bir istem, ne de bunu yaratacak bir doktrin mevcuttur.



Madenlerde grizu patlar, ölümler patlamadan değil, havalanmanın eksik olduğundan olduğu ortaya çıkar, eğer orada yeterli standart bir havalandırma olmuş olsaydı bugün o toprağa karışanlar, aramızda karışmış yaşıyor olabilirlerdi. Davutpaşa’da (31 Oca 2008) patlayan havai fişek ve sonrası yaşananlar belki olmayacaktı, bugün Almalılar İşhanı’nında ölümler Davutpaşa’da olayın bir devamdır. O koşulları yaratan ise, 24 Ocak kararları ve uygulamalarıdır.



Ölümler sonrası olay yerine gelen ölenlerin amcası İsmail Olgun; işyerinin ruhsatsız olduğunu belirtti. Sonra konuşmasını “Beş katlı bina yanıyor, yangın merdiveni bile yok. Çalışmak zorundayız, bizim bu mecburiyetimizi kullanarak iş yeri sahipleri bizi eziyor, bu çocuklara yazık” diyerek devam etti. Bu sözler, 24 Ocak kararlarının özeti gibidir. Çünkü toplum, açlık ile tehdit edilmektedir ve eğitilmektedir.



İsyanın sesi ancak bir can kayıbı sonrası ortaya çıkıyor ve hemen o ses kalabalığın gürültüsü altında yok oluyor, çünkü günümüzde gündem o kadar hızlı değişiyor ki, gündeme daha gelemeden, gazete sayfaları arasında gözle görünmeyen noktada, sesler, kelimeler yok olup gidiyor! Çünkü bugünkü gündemimiz milli katilimizin açıklamasına yoğunlaşmıştır, başarılamayan darbe günlüklerin büyük puntolarla birinci sayfaları doldurmasına yer ayrılmıştır. Bu sayede yaşamın bu yönü ortadan kaldırılmakta ve dizilerde birer izleyici çekme aracına dönderilmektedir, aşk acılarının arasında.



24 Ocak’ta gerçekten neler açıklanmıştı ve hedeflenmişti? Bugün o açıklamayı yapanlar kahraman olarak anılıyor, kim için çalıştığı ve o kimin sevgili elamanı olduğu gözden uzak düşürülerek! O kişi yıllar sonra kimi daha çok sevdiğini açıklamamış mıydı? İşhanında ölen işçiyi düşünecek ne zamanı, ne de gündemi vardı, 24 Ocak kararlarını açıklayan devlet büyüğünün!



24 Ocak, 12 Eylül darbesinin hazırlıklarının Amerika tarafından resmen onaylanması ve Amerika’nın Ortadoğu politikasına uygun olarak ülkenin gündemi ile birlikte, yönünde değiştiği kırılma noktasıdır. Bu iddiamızı 12 Eylül sabahı Amerika’da şerefe kaldıran bardaklar o heyecanın getirmiş olduğu sözlerde saklıdır! “Bizim çocuklar başardı!” O gün, iktidarı hayallerinde göremeyenler bugün iktidar olmasının açıklanmasını, bu kırılma noktasına bakarak görebilirsiniz!

Savaş uçağı ortaya çıktı, kalelerin sonu geldi!

Savaş uçağı ortaya çıktı, kalelerin sonu geldi!



Uçak savaş için ilk defa İtalyanlar tarafından Türklere karşı Libya topraklarında kullanıldı. O güne kadar kaleler savunma aracı olarak kullanılırdı, fakat uçakların fendi, kaleleri yendi, o günden sonra kaleler önemini kaybetti ve bugün turistlerin gezdiği alanlara döndü.



Uçaklar, kalelerin inşaatını durdurmakla kalmadı, savaşın gökyüzüne hakimliğini ortaya çıkardı. Uçaklar ile birlikte savaşın en önemli aracı gökyüzü olmuştur. Star savaşlarını ortaçağda kimse düşünemezdi ama orta çağda falcılar, gökbilimcileri gökyüzüne bakarak geleceği bilmeye çalışıyorlardı. Gökyüzünden gelecek olan şey ne olacağı bilinmiyordu, bugün ise ölüm geleceğini söylemek abartı olmasa gerek! Çünkü, insan öncesi dünya hakimini ortadan kaldıran şeyin, gökyüzünden geldiği kabul edilmektedir! Gökten gelen bir göktaşı ile birlikte evren yeni bir biçim almıştır!



Kalelerin ortada kalkması ile birlikte yeni savunma kalkanları oluşturuldu. Sınırların o kadar önemli olmadığını, uçaklar, insanlığa anlattı.



Sınırların korunmasını ortadan kaldıran ise, ekonomik gelişme ile olmuştur. Gerekli sermaye birikimine ulaşan ulusal sermaye sahipleri, sınırların ötesindeki sınırlara göz dikmiş ve sermayenin gücü ile yeni bir kavram ortaya çıkmıştır. Global sermaye kendini oluştururken, ulusal olanın ortadan kalkmasını da yanında taşımıştır, çünkü sermayenin ulusu, rengi, sınırı yoktur. İkinci dünya savaşı sonrası Amerikan hükümeti tarafından verilen Marshall yardımları bu yeni durumun doktrini olacaktır. Marshall yardımları yeni dünya düzenin kurucusu ve yönlendiricisi olacaktır. O döneme özgü düşmana göre savunma araçları geliştirirken, kapitalizmin yeni rengi ve biçimi olacaktır. Kısa zamanda Marshall yardımları sonucu oluşturulan birliktelikler kendileri için düşman olana göre örgütlenmiştir. Bu dönemin en önemli aracı NATO’dur. NATO her ülkede ulus devletinin bilgisi dışında savunma aracını yaratmış ve kendi doktrini dışında hareket edenin yaşam alanını ortadan kaldırmıştır. NATO’nun varlık sebebi askeri düşman değildir, kontrol dışı hareket eden sermayenin kontrolüdür. O amaç ile ortada varlığını korumaktadır. Çünkü SSCB ortadan kalktıktan sonra normalde kendisini feshetmesi gerekirken, varlığını daha da güçlendirmiştir. Sermaye sahiplerinin hedefi yönünde hizmet vermeye devam etmektedir.



Bugün, sermaye sahipleri, sermayeleri sayesinde sınırları ortadan kaldırmış, gittikleri ülkelerin insanları tarafından kurtarıcı gibi karşılanmışlardır. İşsizliğin ortaya çıkarılması ve geliştirilmesi, sermayenin daha rahata hareket etmesini ortaya çıkarmıştır. İşsizlik, sermaye dolaşımının yasal ya da illegal olarak yayılması için gerekli zemini oluşturmaktadır. İşsizlik, ülkenin ulus devleti olmasını ortadan kaldırmaktadır, çünkü işsizlik istihdam sorunu demektir, istihdamı yaratacağız diyerek ülkenin oluşturmuş olduğu tüm birikimleri özelleştirme adı altında yağmalanması sonucu, global firmaların yaygınlaşması, uçakların ilk defa savaş için kullanılması gibidir. Çünkü o güne kadar karadan gelecek olan saldırılara karşı hazırlıklı olan ordu, gökyüzünden gelene karşı savunmasız kalmış ve kaleyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Gökyüzünden gelen bombalara hazırlıksız yakalananlar, korkmuş gözler ile üstlerine atılan bombalara bakmış ve yenilginin en acısını yaşamışlardır. İşsizliğin ve özeleştirmenin sonucu en büyük yenilgiyi yaşayan ulusal sermaye birikimi yapan anlayış, gelen global baskı karşısında korkmuş gözler ile yukarıya bakan kale içindeki askerler gibidirler. Kaleler, uçakların savaş aracı olarak kullanılmasından sonra, ortadan kalkmıştır. Bugünkü ekonomik saldırı acaba neyi ortadan kaldıracaktır?



Savaş uçakları ortaya çıktı, kaleler turistlik mekanlar oldu! Global sermaye çıktı, nereler turistlik mekanlar olacak?

Kekliği düz ovada avlarlar, çocukları okulda!

Kekliği düz ovada avlarlar, çocukları okulda!



Her çocuğun bir öyküsü olur, her insanın hikayesi olması gibi.



Çocukluğumuzda masallarımız vardı, devler, cüceler, kötü adamlar, haramiler, kahramanlar… gözlerimizin önünden geçer, kafamızın içinde yeni roller verilirdi, sonra onları canlandırırdık. Bizim çocukluğumuzda, yokluk içinde zenginliği yaşıyorduk. Masallarımızı büyüklerimizden duyduk, öykülerimiz arkadaşlarımız ile canlandırdık. Bizlerin çocukluğu gaz lambasının isi altında geçti, lüks yandığında bütün köyün en ışıklı evi olurdu. Eve suyu ortak çeşmeden getirirdik, içme suyunu daha uzaktan!



Bizim çocukluğumuz yokluk içinde geçti, şimdiki çocuklar ise, varlık içinde yokluk yaşıyorlar, çünkü onların masalları yok. Amerikan dizilerinin ve çocuklar için üretilen çizgi filmlerin oyuncaklarını elde etmek için hamburger dükkanına koşulur, orada verilen oyuncak için çocuk menüsü ısmarlanır ve elde edilen oyuncak hemen yan yana getirilir ve öğlene kalmadan artık o oyuncak diğer oyuncakların yanında yerini alırdı. Ta ki, oda toplanana kadar, unutulur giderdi, çünkü her gün “piyasaya” yeni bir oyuncak çıkar, çocuk onun ile özdeşleşemeden başka oyuncağı olur. Şimdiki çocukların, kendi emeğinin ürünü olan oyuncağı yoktur, dizilerin etkisi ile birlikte sarılarak uyuduğu bir tadie ayıcığı olur!



Çocukların masalları yok, o yüzden masalı olmayan çocuk, büyüdüğünde elinde silah ile çocukluğunda oynadığı oyunun kahramanı olduğunu düşünür! Tek başına dünyayı değiştirmek için fırsat kollar ama o fırsat hiçbir zaman eline geçmeyecektir. Çünkü çocuk büyüdüğünde, var olan masalıda, öyküsü de elinden alınmış olur!



Günümüzde çocukları okulla gönderdiğimizde, peşinen kabul ediyoruz, çocuklarımızın hayalleri o okulda yok ediliyor! Okul sadece çocukları oyalama, dershaneler sınava hazırlık merkezi oldu! Çocuk, yuvasına başladığında, yarışa hazır hale getirilmek için her türlü hizmet veriliyor! Henüz ana dilini tam öğrenemeden, evrensel bir dili öğrenmesi için, evrensel dil öğreten yuvalara veriliyor! Her şey çocuğun gelişimi ve geleceği için! Gelecek için çocuğun hayali çalınıyormuş, katlediliyormuş önemli değil, önemli olan gelecek!



Gelecek adı verilen hedef, çocukların çocuk gibi yaşamasını ortadan kaldırdı. Şimdi betonların arasına sıkışmış, çocuk yuvalarının bahçesindeki yapay çimlerin üzerinde kay kaya binerek vakit geçiren çocuk, çocukluğunu yaşadığını düşünemeden büyüklerin verdiği cevaplara kavuşuyor! Çocuk, çocuk gibi mantık yürütmeli normal zaman içinde, şimdi çocuk büyük gibi ve daha karmaşık mantık yürütüyor! Çocukların dil gelişimi masallardan değil, verilen eğitimin sonucunda oluşuyor! Pavlov’un köpeklerin yerini çocuklar aldı! Her sorunun yanıtı hazır!



Çocukluğumda mahalle çeteleri olurdu, kuş avlamak için sapan yapılır, ağaçlara tünemiş kuşları vurmak için atılırdı. Şimdiki çocuklar biraz daha mal için, bir akşam gidilecek diskoteğe giriş parası için etini pazarlıyor, çocukluğunu pazarlıyor!



Çocuklarını pazarlayanlar, şimdi çocuklarını pazarladıkları alana lüks araçlar ile götürüyorlarmış, her çocuğun bir pazar alanı oluşmuş durumda. Pazar alanların bazıları paralıymış, o alana götürüp çocuğun daha iyi gelecek için, iyi okula gitmesi için sınava sokuyorlarmış! Sınava giren ve başaran çocuk artık o okulun ya da dershanenin malı oluyor. Eğer verimliliği iyi ise, o çocuk bir reklam aracına dönüştürülüyor, büyük büyük fotoğrafları duvarları, reklam panolarını dolduruyor. O pazarlanan çocuk, pazarlanacak çocukları davet ediyor, tıpkı keklik kuşu gibi! Tuzağa düşen, tuzak sahibi için hemcinsini çağırır! O çağrıya kulak veren, pazarda satılacak bir keklik olabiliyor!



Kekliği düz ovada avlarlar, çocukları okulda!

24 Ocak’ta neler oldu?

24 Ocak’ta neler oldu?



Çerkez Ethem güçleri dağıtıldı. (1921)



Zonguldak Ereğli’de bir madende 55 işçi öldü. (1955)



Menderes’in idamı istendi. (1961)



Mahir Çayan'a dedesinden kalan mirasa sıkıyönetim mahkemesi tarafından el konuldu. (1972)



Süleyman Demirel, 24 Ocak kararlarını açıkladı. Turgut Özal kararların yöneticisi olarak duyuruldu. ABD’den gelen bir vali edasında geniş yetkiler ile göreve başladı. Aynı görünümlü bir başkası, yine aynı kurum tarafından yıllar sonra gönderildi. (1980)



Uğur Mumcu öldürüldü. (1993)



12 Eylül ile direkt bir ilişki, 24 Ocak kararları satırlar arasında yer alıyor, çünkü 12 Eylül’ün resmen ayak sesleri Amerika’dan gelen özel yetkili biri tarafından açıklanmıştır. Ekonomik kararlar, Türkiye’nin yeni yol haritasını açıklıyordu. Bu kararların yürürlüğe girmesi içinde askeri bir darbenin olması gerekliydi. Koşulların olgunlaşması ve geniş tabanlı bir destek için, Ocak ayından Eylül ayına kadar ülke kan gölüne dönüştürülecek, yokluklar, kuyruklar, yolsuzluklar ve yaşama hakkı ortadan kaldırılacaktır.



12 Eylül sabahı, her şey bir anda kesilmesi ve bir anda marşlar ile uyanmamız bir tesadüfi sonuç değildi. Aynı saatlerde uzaklarda birileri “bizim çocuklar başardı” nidalarının yükselmesi, kimin eli ile yapıldığını açıkça ilan ediliyordu. Bir anda, her şey Giyotinin bıçağının inmesi gibi kesildi. Ne sokakta eylem oldu, ne de başka yerde, gelmekte olanı bilenler bile, o sabah ne yapacağını bilemez konumdaydı, çünkü bir anda yaşama hakkı sağlanmış gibiydi. Bu göreceli rahatlamanın, işkence hanelerine uğramadığı kısa zamanda anlaşılacaktı. Ülke büyük bir hapishaneye dönüştürülecekti, korku her yere işlenecekti.



Ülkenin en önemli tarihi bir kırılmanın yaşandığı, kısa zaman da anlaşmayacaktı, fakat zaman içinde sonuçları hemen ortaya çıkacaktı. Hiçbir zaman iktidara gelemeyecekler, iktidar koltuklarına alıştı, yeni bir sermeye grubu doğdu. Eğitimden sağlığa her şey çökertildi ve yükselmekte olan bu sermaye grubu denetiminin altına girdi.


12 Eylül’ü takip eden günler içinde halkımız bankaların iflası, bankerlerin yükselmesi ve bir anda yok olmaları ile tanıştı. Sokakta iki sevgilinin el ele dolaşmasını yasaklayan ahlak yasaları yürürlüğe girdi, parklarda bahçelerde el ele dolaşan sevgilileri polisler uyardı. İstiklal Caddesinde Nazi askerleri kıyafetli tiyatro oyuncuları, sokaktan geçenlere kimlik sordu, kimse sen kimsin diye sormayı aklına getirmeden kimliklerini gösterdi! Yastık altında kalan paraları ortaya çıkaracağız diyerek, her türlü yalanı dolanı normalleştiren bir anlayış geliştirildi, bugün dahi bu anlayış devam ediyor!



12 Eylül, asıl hedefi sol olarak gördü, görüntüsel olarak da olsa sağ kesimi de hedefine koydu başlangıçta ama “kendileri içeride düşünceleri iktidarda” görünüme kavuştular. O gün iktidarda olan bakanlar / devlet görevlileri bugünkü hükümet içinde yer almaları tesadüfi değildir. Sol üzerinden panzer geçti, solun yaşaması için bütün ortamlar ve olanaklar yok edildi. Sol, korku ile işkence ile özdeşleştirildi. Ötekileştirildi, ötekileştirilen sadece sol değildi, ulus devlet kavramı içinde olmayanların hepsi ötekileştirildi. Kürt dili yasaklandı, Kürtleri asimile edilmesi gereken hedef olarak ortaya kondu. Alevi inancı yok sayıldı, İslam ve Hanefi mezhebi her kesime yaygınlaştırılması için, din dersi zorunlu hale getirildi, okullar birer asimilasyon merkezi olarak kullanıldı. Toplum tek tipleştirme yeri olarak, okullar seçildi ve ona göre program uygulandı.

Sağlık sektörü iyi para getiren bir alan olarak seçildi ve ilaç firmalarının istekleri yönünde değişim yaşandı. Bu sayede sosyal devlet kavramı ortadan kaldırıldı.



Bazı türküler yasaklandı. Cinsiyet değiştiren sanatçı sahnelere çıkması yasaklandı. Toplumun ahlak anlayışını belirleyenler, bugün yaşanan toplumsal ahlak çöküntüsünü de hazırlamışlardır.



Muhalif olarak görülenler sürgün edildi. Yaşama hakkı elinden alınanlar için gönüllü sürgünden başka çare kalmadı. 30 bine yakın insan değişik ülkelerde yaşamaya başladı. Yol filmi yasaklandı. Yorgun savaşçı filmi yakıldı. Bunların dışında 937 film sakıncalı olduğu gerekçesi ile yasaklandı.



Ruhi Su gibi sanatçılara pasaport verilmedi, tedavisi engellendi. O sayede bir çok muhalif solcu aydın ve sanatçı hayatını kaybetti.



18 devrimci idam edildi. 144 kişi kuşkulu şekilde öldü. 43 kişinin intihar ettiği bildirildi. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. Toplam olarak kaç kişi işkenceden öldü ve sakat kaldı?



Kaç gazeteci tutuklandı, kaç gazete yasaklandı? Kaç kitap toplatıldı, kaçı yakıldı?



12 Eylül süreci devam ediyor, bu rakamlara son 25 yıllık “düşük yoğunluklu savaş” verileri dahil değildir. O verileri de dahil ettiğinizde 12 Eylül toplum üzerinde nasıl bir etki yaptığını rahatlıkla görürsünüz.



Bugün yaşadığımız sorunların temelinde 24 Ocak kararlarının açıklandığı günkü, Amerikan hedeflerinin olduğunu söylemek abartı olmasa gerek! 12 Eylül resmi olarak 24 Ocak kararları ile başlamıştır, fakat ondan öncede başlayan ve devam eden bir süreçtir. Bu sürecin başlangıcını NATO’ya girdiğimiz gün olarak kabul dahi edebiliriz.



30. yılında 12 Eylül protesto etkinlikleri 24 Ocak’ta başlatılması bir anlam ifade eder. O gün bütün ülke çapında yapılacak olan basın duyurularına duyarlı olan bütün kesimlerin katılması önemlidir. Devrimci 78’liler Federasyonu önderliğinde yapılacak olan bu etkinliklere bütün 12 Eylül mağdurlarını çağırıyoruz! Kim nerede olursa olsun, ister yurt içinde, ister yurt dışında 12 Eylül geniş bir kesime anlatılmalı ve 12 Eylül’ü daha iyi algılayabileceğimiz, var olan ve gelen kuşaklara daha iyi anlatacağımız 12 Eylül Müzesi kurmak için yan yana gelelim.



12 Eylül belki bugünkü koşullar içinde mahkeme önünde yargılamacağız, fakat tarih önünde yargılayacağımız yerler arşivlerdir, arşivin sergilendiği alan müzelerdir.



12 Eylül bir gün mutlaka yargılanacaktır!

30. yıl

12 Eylül’den bugüne yıl olarak 30. yıla resmen girmiş bulunmaktayız... 30. yılın içinde yapacağımız adımları soyutlamak zorundayız.



12 Eylül resmen 24 Ocak ile başladı. Ekonomik kararlar adı verilen açıklama ile süreç hızlanmış ve gerekli koşullar tam yaratıldıktan sonra askerlerin önderliğinde Amerikan pentagon görevlilerinin stratejileri yönünde yeni bir döneme adım attık!



Bu adım tarihimiz içinde büyük bir kırılmayı sembolize etmektedir. 12 Eylül solun üzerinden ayrım yapmadan panzerlerini geçirdi! 12 Eylül’ün asıl hedefi bugüne bakarak daha net olarak söyleyebiliriz!



12 Eylül ile hesaplaşamadan solun yeniden kitlesel olması ne yazık ki başarılabilmiş değildir. Yeniden ve daha dik durabilmek için, geçmişin bütün değerleri ile birlikte, devrim yolunda toprağa düşen tüm yoldaşlarımız ile birlikte 12 Eylül ile hesaplaşmamızı, belki mahkeme önlerinde değil ama tarih önünde yapacağız!



Mahkemeleri hepten yok saydığımı sanmayın, elbette onları yargılayacak yasaları oluşturduğumuzda, gerekli cezaları almaları için mücadele edilecek, yasaları oluşturmadan da bugünkü onların yasları ile de davalar açılacak. Fakat bu davalar bizim tarih önünde gerçek yüzleşmemiz anlatmıyor. Sadece bir bölümü ile yüzleşmek anlamına gelir. Bir bütün olarak yüzleşebilmemiz için kendi arşivimizi oluşturup, onu bütün insanlık ile paylaşmamız ile mümkündür. Ondan dolayı 12 Eylül müzesi fikrini geliştirdik. O fikir etrafında bir araya geldik. Soyut olan fikrimizi somuta dökmek için adım atmamız şart. 12 Eylül Müzesi fikrini somut olarak duyurmak için 24 Ocak tarihinde bir basın toplantısı düzenleyelim ve çalışmamıza bütün devrimcileri, üzerinden panzer geçmişleri, panzer geçenlerin yakınlarını, kısaca 12 Eylül’den zarar görenleri çağıralım...



Müze için başta sembol yerleri isteyelim...



Ankara merkez kapalı cezaevi, idamların çoğu orada yapıldı. Mamak, Diyarbakır, Metris, Buca... diye devam eden, işkencenin yaşandığı tüm cezaevlerini müzeye dönüştürelim!



Orada yatan, görev alanların isimlerin yazıldığı bir çalışma yapalım!



İşkenceden ölenler, idam edilenler, sakat kalanlar, mezarları dahi belli olmayan tüm dostlarımızı yeniden anımsayalım ve onları genç kuşağa tanıtalım...



12 Eylül süreci 12 Eylül’den önce başlamıştır, bugünde devam etmektedir. Bu süreç içinde yaşanan tüm gelişmeleri sorgulayacağımız oturumlar yapalım, tarihin bütün parçalarını ayrı ayrı inceleyelim ve sonra bir araya getirelim...



12 Eylül edebiyatı antoloji çalışması yapalım...



Unutulmasınlar diye ölen bütün yoldaşlarımızı bir albüme toplayalım...



Ekonomide değişimi anlatan ve bugünü anlamamıza sağlayacak toplantılar organize edelim..



Gençliğin değişimin anlamaya çalışalım...



Emekçilerin haklarının en kadarının yok olduğunu ve emekçi örgütlerinin 12 Eylül’den ne gibi zarar gördüğünü sorgulayalım...



Yaşamın bütün alanını sorgulayalım…



Sorgulamakla kalmayım, bunları belgeleştirelim...



Ve müze fikrini hayata geçirelim...



Yukarıda saydıklarımı ve unuttuklarımı yapabilmek için, kimler ne yapabileceğini soyutlayarak 24 Ocak tarihinde her çalışan bulunduğu notadan basın toplantısına katılacak gibi çalışmalı, düşüncesini somutlamalı ve artık bekleyecek zamanımız olmadığını tüm insanlığa duyurmamız gereklidir.



Bugüne kadar bizim ile birlikte çalışan arkadaşlarımız ve bize katılacak arkadaşlarımız ile birlikte, 30. yıl protesto etkinliğini büyütelim, geliştirelim!



24 Ocak’ta protesto etkinliklerimizi başlatalım ve bir yıla yayalım! Bir bütün olarak bir yıl boyunca 12 eylül ve sonuçlarını yaşayan süreci anlayalım, anlatalım!