6 Şubat 2010 Cumartesi

Bir anı…


Bir anı…

Yıllar sonra Türkiye’ye dönmüştüm, burada yaşantımı düzenlemek için her fırsatını değerlendiriyordum. O yıllarda Almanya’da çalıştığım bir kanal için yayın yapma teklifi almıştım. O yayın için hemen kolları sıvadım ve canlı yayın için gerekli başvuruları yapmıştım. Son günlere gelen bu başvuru, sonucunu alamadan ertesi gün yayına girmem gerekiyordu.

Canlı yayın aracı çalışanları ile telefon ile görüştüm ve nasıl birbirimizi bulacağımızı konuştuktan sonra yayına hazırlandık. 1 Mayıs günü Taksim Meydanında yayına girecektik. Orada yayın yapan diğer kanallardaki arkadaşlar ile de görüşmüştüm. Geç kaldınız dediler, çünkü yayın için gece saat 23’den itibaren o alana giriş yasaklanmıştı. Bu bilgiyi ertesi gün erken saatlerde almıştım. Artık geçti ama yayın yapmak için söz vermiştim, ya yapılacaktı, ya yapılacaktı! Yola düştük erkenden…

1 Mayıs etkinlikleri, sabah erkenden polisin DİSK binasını basılması ile başlamıştı. Gaz bombası sabahın ilk ışıkları ile patlamış, nasıl bir gün beklendiğinin ilk izleri verilmişti. Ortam gergindi, günlerdir karşılıklı yapılan açıklamalar ile gerginlik hat safhaya çıkarılmıştı. O koşullar altında, Taksim Meydanı etrafında canlı yayın aracı ile tur yaptık ve bütün kapıları zorladık. Alınmıyorduk içeriye. Bütün kapılar kapalıydı ve valilikten alınması gereken özel izin gerekliydi. Özel izin henüz gelmemişti, gelmiş olsa da faks aletinin olduğu yerde kimse yoktu. Almanya merkezinden o kanal için çekim yaptığımıza dair belgelerde sabah gelmiş (daha sonra öğrendim), fakat elimizde değildi. Söz ağızdan bir kere çıkardı ve yayın yapılmalıydı. Yayın yapmak için Osmanbey metrosunun olduğu yere gittik. O metronun olduğu yeri baştan olayların tam ortasında kalacağını bilemezdik. Taksim, tarihinin en sakin günü yaşamıştı ama Taksim’e çıkan bütün yollarda gaz bombasının dumanları tütüyordu.

Canlı yayın aracını, başka canlı aracın arkasına park etmiş ve yayın için Almanya ile bağlantı kurmaya çalışmıştık. Hesaplayamadığımız bir olayda başımıza gelmişti, bazı alanlarda telefon çekmiyordu. Canlı yayın aracı ile merkez stüdyo arasında sağlıklı bir iletişim kurulamamıştı. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, olayların ilerleyen saatlerinde yayına girdik ama biz yayın öncesi gazın tadına gözlerimizden yaş gelerek tatmıştık. Yayın olduğu alan içine insanların girişi imkansız hale getirilmişti, içeridekilerin dışarıya, dışarıdakilerin içeriye girmesi engellenmişti. Dört kişi yan yana geldiğinde gaz o tarafta patlıyordu. Gaz soluduğumuz havayı daha da ağırlaşırmış, sanki doğal bir havada nefes alır gibi olmuştuk.
(O alan içinde sivil polisler gelmiş ve kim adına yaptığımızı sordu ve ironik olarak bizi dünyaya kötü tanıtacaksınız değil mi demişti. Kimliğimi göstermiştim, kim adına yayın yaptığımı belirttim ve o an içinde çalışanlar ile ben fişlenmiştik ama kargaşa içinde bu fişlenmenin artık önemi yoktu, çünkü biz dumanı ve gazın etkisini görüyorduk. O alan izole edilmiş bir alan gibiydi, gelen konukları gönderemiyor, gelmesi gerekenleri de alamıyorduk. Kamerama canlı yayın aracına kablo ile bağlıydı ve kablonun uzunluğu kadar yürüyebiliyorduk. Biz yayın yapıyorduk, olayların tam ortasındaydık ama görüş alanımız kablonun uzunluğu kadardı.)

O olaylı 1 Mayıs günü, öğlen saatlerine yakın, emekçi örgütlerin temsilcilerinin açıklaması ile eylemler sonlanmıştı, fakat olaylar ara sokaklarda devam etmişti gece geç saatlere kadar. Taksim’e o sene çıkılamadı ama ertesi yıl makul sayıda kişinin çıkmasına izin verilmişti. O olaylı bir Mayıs olayın arkasında neler olabilir sorusu elbette hepimizin kafasında durmuştur. Söylentiler çıktı, o olaylı bir Mayıs günü polis bu kadar sert tepki vermemiş olsaydı, ordu şehre girecek ve olağan üstü şartları oluşturacaktı! Bu koşulların oluşması ise sıkıyönetimin ilan edilmesi ve sonuç olarak hükümetin yönetiminden uzaklaşması olacağı söylentisi ağızdan ağza dolandı. Söylenti, ayyuka çıkmıştı ama her şey ortadaydı. Sol ve emekçi yürüyüşlere acımasız saldıran polis, dini görünümlü, sağ eylemlere ses çıkarmıyordu. Hatta onları batıdaki gösterilerdeki gibi koruyordu. Çelişki vardı. Ordu el koyması için solun eylem yapmasını bekliyordu, sağın eylemini ciddiye almıyordu. Sol eylem yaparsa ya da Kürtler eylem yaparsa ordu el koyabiliyordu, davranışlara bakarak bu sonuca çıkarıyorduk. (çünkü birkaç gün önce dini motifli bir eylem taksim meydanı civarında olmuş ama orada polis o günkü gibi tepki göstermemişti. Cuma eylemleri adı verilen eylemlerde ekranlardan evlere kadar yansıyordu, en kökten dinci örgüt bile açıkça meydan okuyordu ama polis sadece izlemek ile yetinmişti, ne jop, ne gaz, ne de başka bir tepki ortaya koymamıştı. )

Yıllar sonra, EMASYA Protokolü tartışması ortaya çıkınca, yaşadığımız bu gazlı gün aklıma geldi. O gün fısıltı gazetesi ortalığa dökülmüştü, böyle bir tehlikeden korkulduğunu. Protokol ortadan karşılıklı görüş ile ortadan kalktı, fakat emekçiye ve sola karşı bakış açısı, devlet erkini elinde bulundurulanlar açısından değişmediği, yaptıkları açıklamalar ile ortada durmaktadır.

Demokratik açılım içinde, ne Kürt, ne Alevi, ne de demokrasi vardır. Demokrasi açılımın öteki adı sanırım bütün ülkeyi AKP’leştirmek açılımıdır. AKP oradan alacağı hava ile erken seçime gitme telaşı içindedir ve o ortamın oluşması için elinden gelen her türlü açılımı yapıyor ama gündem sürekli değiştiğinden ve beklenen ilgi ortaya çıkmadığı için bugün seçimde demokratik açılım gibi sürece bırakılmış durumdadır. Bu açılımın seçim bölümünde, kaç sol kökenli sanatçı, yazar, türkücü yer alacaktır? AKP beklediği etkiyi bu katılım ile somut olarak göreceğine inanıyorum.

Ülkemiz için demokratik açılım şarttır, bu şart halen devam eden 12 Eylül uygulamaları ve o uygulamalara yol açan yasaların ortadan kalkması ile mümkündür. O yasalar değişmediği sürece, adına ne ad verirseniz verin, değişen bir şey olmayacağını, sadece bir siyasi partinin seçim yatırımının ötesine gitmeyecektir diye düşünüyorum.

4 Şubat 2010 Perşembe

Gündeme bakarken…

Gündeme bakarken…



Gazetelerin başlıklarına göre yola çıkanlar, bugün olaylara değişik tepki vereceklerdir. Çünkü yandaş medya, yaşanan dayanışma eylemi ile ilgili ve hayatın ağırlaşacağı konusunu başlıklarına almamışlardır. O gazeteleri okuyanlar, ülkede tekel direnişi varmış, tekel işçileri ile dayanışma varmıştan haberleri dahi olmayacaktır. Günlük yaşamaya devam edecekler, başbakanın karısının gözyaşlarını kendi gözyaşları olarak algılayacaklardır. Gözyaşı ile başlamıştı ilk sızıntı! Sonra gözyaşı çocuk resmi duvarları süsledi. Şimdi başbakanın gözyaşı gündemi belirler oldu. Kıpkırmızı kesilmiş bir başbakan, eşinin gözyaşına neden olanlardan ne kadar nefret ettiğini dudaklarından dökülüşünü izledik. O nefret duygusu birilerine sempatik gelecektir. O sempatik yandaşlık, bugün başlıkları da belirlemiş durumdadır.



Yandaş medya yandaşlığını gösterirken, yandaş sendikalar da son dakikada eylemlere katılmayacağını açıkladılar. Yandaş medya ve yandaş sendikalar hep var olmuştur. Bu iktidara özgü bir durum değildir. Her kurum ve kişi durduğu noktaya göre dünyayı yorumlar ve ona göre algılar. Bu doğal bir durumdur. Doğal olmayan ise, bu bakış açısını topluma zor ile dayatmalarıdır.



Emek mücadelesi yapan işçiler zaman zaman greve gitmekte ve işi yavaşlatmaktadırlar. Emek – sermaye çelişkisi içinde bu olağandır. Olağan bir durumun geniş kitlelere yansıması farklıdır. İzlenmesi gereken, bu işten zarar gördüğüne inanan sıradan vatandaşın tepkisidir. O sıradan vatandaşın kim ve kimler tarafından yönlendirdiğini, bugün gazete başlıklarına bakarak anlayabiliriz. Geçen günler içinde demiryolu emekçiler ile yolcular arasında yaşanan tartışmalar henüz ekranlardan görüntüleri yeni yeni silinirken, şimdi büyük olasılıkla yeni tartışmalar ekranlara yansıyacaktır. O tartışmada mağdur olduğunu söyleyen yolcular, zor ile ve devlet güçlerinin baskısı ile emekçiyi, lokomotifin başına oturttu. Bir anlamda grev kırıcılığı yaptırdılar. Bu işverenin lehine bir durumdur. Çünkü grevi ne kadar çok kıran olursa o kadar başarılı olduğunu kabul edilir. Bir anlamda hükümet, yandaş medya aracılığı ile gündem belirlemekte ve kendi kamuoyunu / tepkiyi belirlemektedir. Bazı gazetelerin bayi satışı on binler ile ifade edilirken, abone sayısı yüz binler ile ifade edilmesi, iktidarı elinde bulunduranların tercihi içinde yer alması doğaldır. İktidar yetimin hakkını gereği gördüğü yere aktarmakta sakınca görmez! Gerekirse, başbakanın damadı medya devi yapabilir!



Başbakan derken burada bir parantez açayım, neden acaba hükümet üyelerine bakan denir? Olaylara bakan değil müdahil olmaları beklenirken, bakan denmesi altında acaba ironik bir şeyler mi yatmaktadır. Birileri tarafından alınan politikaları uygulamaya mı bakıyorlar da, bakan sıfatı ile anılıyorlar? Bu konuda, kafa karışıklığım var olduğunu itiraf ediyorum. Hükümet üyelerini bakan değil, politikaları yaratan olarak düşünmek isterim! Dışarıdan belirlenen politikaları uygulamasına bakan memur olmalarını kabul edemem açıkça! O zaman seçimlerin anlamı ortadan kalkıyor. Eğer bakanları seçeceksek, neden bu kadar kavga, kim gelirse gelsin bakacak sonuçta! Gerçi bizler direkt bakanları seçemiyoruz, bakanları hükümet kurmak ile görevlendirilen seçim galibi partinin başkanı belirliyor ülkemizde. Fazla uzatmadan parantezi burada kapatayım.



Yandaş medyaya bakarak, bugün yaşanacak sanki grev yokmuş gibi algılayabilirisiniz. Yandaş medya, Irak savaşı sırasında tankların içinden savaşı Amerikan kamuoyuna anlatan medya ile aynı düzlemde durmaktadır. Haber özgürlüğünü ortadan kaldırmıştır. Haberin ortadan kalktığı ortamda, yıllar önce yaşanmış ya da yaşandığı kabul edilen olaylar, gündem değiştirmek amacı ile başlıklara çıkarılmaktadır, kürsüden ifade edilmektedir. Buradaki amaç bellidir.



NATO yeni rollerin dağıtılacağı toplantısının birini İstanbul’da yapılmaktadır. İstanbul toplantısı sonuçları ileride açıklanacaktır ama etkisi en kısa zamanda hissedileceğini meclis önüne gelecek, yurt dışına gönderilecek askerler konusunda tezkere ile ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.



Amerikan’ın ‘savaş karşıtı’ başkanı, tarihin en büyük silahlanma bütçesini meclise sundu. Barış için ülke işgaline hazırlanan başkan, barış ödülünü gurur ile camekanında sergilemeye devam ediyor. Barış için savaş, barış için öldür, barış için medyayı yönledir. Her şey barış için yapılıyor, kazananlar bellidir, kaybedenler hep bizler oluyoruz! Bu durum hep böyle mi sürecek?



İçimizde grev kırıcıları ve grevi kırmak için emekçiyi zorlayanlar olduğu sürece, ne yazık ki devam edecektir. Her çalışma birimi, bizim alanımız hayatidir, o yüzden bizim alanımızda grev olmaz anlayışı ne yazık k, her kesim içinde yaygındır. O yüzden hayati alanlarda çalışanlara hep grev kırıcılığı zorlaması ile karşılaşmıştır. Emekçi bu bakış açısı içinde yok edilmiş ve görmezden gelinmiştir.

2 Şubat 2010 Salı

Beklenen sona doğru gidiş…

Beklenen sona doğru gidiş…

2010 değişim yılı olacağını söyledi, hükümet sözcüsü. Değişimin boyutu henüz ortaya çıkmamıştır. Fakat başbakan kaybetmenin telaşı içindedir. O yükselme dönemi sona ermiş, sözleri seçmenine batar konumuna gelmiştir. Romantik, mağdur olan artık ortada yoktur, romantizmi direniş çadırlarındakiler ele aldı. Mağdurluk edebiyatını kaybetti, ezen konumuna döndü. Emekçilerin bütçelerine bakarak, ülke bütçesinin yamanması sağlanılıyor. Politikasız olanlar, yeni gelir kaynaklarını emekçilerin üzerine yıkmış konumdadır. Vergiler ile küçük esnafın boğazına binilmiştir. Global dünyanın nimetlerini, global firmalar her türlü hoşgörü ve vergi muafiyeti ile yaşamaya devam ediyorlar.

Ülke değişim dönemini yaşamaktadır. 12 Eylül rejiminin ürünü olan hükümet, o rejimin sonuna doğru gidişi de hızlandırmıştır. 12 Eylül beklentilerinin yaşama geçtiği ve bu hükümetin oluşmasını sağlayan andıçlar, darbe girişimleri gibi komuta düzeyinde olan askerin yapmış olduğu girişimler, bugünkü kafa karışıklığını yaratmıştır. Açılan davalarda, o davalara neden olduğu söylenen kişiler yargılanmamaktadır. Darbeler yargılıyoruz diyorlar, darbe yapanlara açılmış tek bir dava dahi yoktur. Darbe yaptığı söylenenler için açılan davalar, hükümetin kötüye gidişine karşı fren görevi olmuş ama alınan ekonomik kararlar bu freninde boşalmasını ortaya çıkarmıştır. Beklenen sonuç ortaya çıkmıştır, hükümet ve 12 Eylül rejimi ile yüzleşme koşulları kendisini daha da ortaya çıkarmıştır.

Tekel işçileri beklendiği gibi direnişe devam edeceklerdir, ya emekçi olarak onurları ile yaşayacaklar ya da her an işten atılma korkusu altında hükümetin iki dudağı arasında yaşayacaklardır. Bir yol ayrımını onlar, tercihleri ile ortaya koydular. Tekel işçilerin direnişi, 12 Eylül korku cenderesinin de yıkılışını sembolize edebilir. Hükümet sözcüleri ve onların yandaşları bilgi kirliği yaratacaklardır. Onların direnişini sayfalarında, ekranlarında göstermeyeceklerdir belki. Paranın ve bütçenin açığı açısından irdeleyeceklerdir. Onların her türlü natürleştirme durumuna karşı, bir duruşu sergileyeceklerdir. Tekel işçileri ve onları destekleyenler ‘kral çıplak’ demişlerdir. Sırça köşkte yaşayanların köşküne bir kafatası atmışlardır.

‘Biri yalan söyledi, binlercesi öldü’ diye bir slogan üretti İngiltere’deki bir soruşturma. Bizde eğer açılmış olsaydı, o birinin ürettiği yalan üzerine kimlerin hayatı değiştiği, kimlerin toprak altına düştüğü, kimler rüyalarında göremeyeceği servete ulaştığı ortaya çıkacaktır. 12 Eylül binlerce ölümü sembolize eder. O dönemde ve daha sonra söylenen yalanlar, bir döneme ait değildir, kuruluşundan bu yana yalanlar destanlara dönüştürülmüş, destanlar masallara, masallardan hayali kahramanlar üretilmiştir. Bu toprağın insanın masal dünyası geniştir, çünkü binlerce, yüz binlerce masal duymuş, duyduğunu zenginleştirerek başkasına aktarmıştır. Yeni bir destanın yaratıldığı süreç içindeyiz, bu destanda kötü karakterler ve kahramanların rolleri bugünden veriliyor. Bugün başlayan bu söylence, yıllar sonra nasıl anımsanacak ve yorumlanacaktır?

Ülkenin gidişatı yurtdışında yaşanan hareketten bağımsız düşünülemez, fakat iç dinamiklerinde yok sayılması yaşam akışı içinde imkansız kılıyor. Bugün demokrasiye gidiyoruz beklentisi içinde olanların henüz çok erkenden sevindikleri ortadadır. Demokrasi adı altında başka baskı araçlarının kullanıldığını günlük yaşamımız içinde görüyoruz. Gelecek günlerde şunlar olacak diyen bir falcı mutlaka vardır ama bugünden ileride olacakları tahmin edenlerin, tahminlerinde büyük yanılgılar yaşadığını, bugüne bakarak söyleyebiliriz…

1 Şubat 2010 Pazartesi

12 Eylül öncesi ülke kan gölüne dönmüştü!

12 Eylül öncesi ülke kan gölüne dönmüştü!

12 Eylül öncesi ülke toprakları kan ile sulanıyordu. Olaylar ülke saffında, cepheleşmenin boyutları, birlerini rahatlatırken, birilerini de rahatsız ediyordu. 12 Eylül öncesi yaratılan korku söylemi, 12 Eylül sonrası daha da genişleyerek ülke boyutlarını aşmıştır. 12 Eylül mahkemesi, Almanya’nın Düsseldorf kentinde de kurulmuştu.

12 Eylül koşularını yaratan kan gölünde, kaç canlı vücut toprak ile buluşmuştu? Verilen istatistiki bilgilere göre, 5 bin kişi olduğu ortaya çıkıyor. Peki, 12 Eylül’ün ertesi günü başlayan süreçte kaç kişinin vücudu toprağa karıştı? Bugüne kadar olan süreçte; beş binin yanına sıfırlar ekleyerek konuşabiliyoruz. Kan gölüne rakamın sağ tarafına sıfır eklendiğine göre, acaba hangi dönemde ülke kan gölüne döndü? Tamam, 12 Eylül öncesi kan gölüne döndü ama 12 Eylül sonrası kan denizine hatta okyanusuna dönmüş durumdadır ve bu kan hala akmaya devam ediyor.

12 Eylül öncesi bir cente ihtiyacımız vardı, bugün ihtiyaçlarımızı borçlar ile karşılar konumuna düştük. Cebimizdeki cent bile borç, doğmamış çocuğumuz bile borç içindedir…

12 Eylül öncesi oluşturulan cephe, soğuk savaşın eseri ve Amerika’nın o günkü ihtiyaçlarına cevap verir konumdaydı. 12 Eylül gününe kadar, ulusal sınırlar içinde sermaye birikimi yapan ulusal ekonomi politika darbe ile birlikte yıkıldı, Amerikan ve diğer global firmaların yağmaladığı alana dönüştürüldü. Bakkal süpermarket karşısında yenilgiye uğradı, süpermarketlerde, alışveriş markezlerinin içinde yer kapabildiği kadar yaşayabilir konumuna geldi. Ülkede her türlü malı bulabilirsiniz, banka kartının borç kartına bağlı olarak alışveriş yapar konumdayız.

12 Eylül öncesi, evde yemek yapmak için yağ bulmazdık, şeker yoktu. Savaş koşullarında yaşıyor gibi bir ortam yaratılmıştı. Depolarda olanlar, yağmalama sonucu ortaya çıkıyor ama piyasada yoktu. Sigara yoktu, tombalacılar ortalıkta sahte markalar ile kumar karşılığı sigara satar olmuşlardı. Bugün saydıklarımızın hepsi var, fakat bize ait olan yok olmuş konumdadır. Başkalarının verdiği izin ile üretim yapar, başkalarının verdiği markaları kullanır konumuna düştük. Tütün ülkesiydik, tütün alan ülke konumuna düştük. Tütün çiftçisi bugün başka alanlara kaymış durumdadır. Fındık üreten en büyük ülkeydik, başkalarının izni ile o fındık üretici konumundan çıkıyoruz. Çay üreticiydik, İngiliz çay markasının istilası altındayız. Bütün bu alanları belirleyen Dünya Ticaret Örgütü, bizi yoksulaştırmaktadır. Borçlandırmakta ve elimizde var olan teknolojimizi, tarımımızı büyük firmaların bir şubesi konumuna getirildi. 12 Eylül öncesi beğenelim beğenmeyelim, sosyal devlet özelliklerini çarpıkta olsa yaşıyorduk. Bugün sosyal devlet değil, global firmaların çıkarlarına uygun liberal ekonomi gereği, ilkel kapitalizmi yaşıyoruz. Parası olan, parası kadar yaşıyor!

Emeği ile geçinme yerine, el açarak geçinmeyi onurlu hale getirdiler. Ekonomimiz için dışarıdan atama memurlar geldi, görevlerini yapıp, onlar için uygun rayların üzerine oturtup gittiler, sonra uzaktan izlediler. Kontrol ettiler. Lokomotifin başına kimi verirseniz verin, o demir yolunu izlemek zorunda konuma geldi. Kendi yolumuzu ve yönümüz bile özgürce seçme hakkımız elimizden alındı.

Okulda okuyan öğrencileri, sınav maratonu içine koştuk, okulları çocukları oyalama merkezi, dershaneleri sınava hazırlama merkezleri haline getirdik. Sınava girip başarılı olması için çocuğun dershaneye gitmesi zorunlu kıldık! Özelleştirdik, parası olanın sesi çıktığı, parası olmayanın adam yerine konulmadığı bir devlete dönüştürdük. Yeni firma kuracakların önüne hükümet, vergiler ile yerli olanların önü engeller çıkardı. Dışarıdan gelen sermaye için her türlü kolaylıklar sunulurken, yerli olanın üzerine balyoz gibi inildi. Liberal ekonomi, dışarıya açık, içeriye kapalı olarak uygulandı. Sermaye renk değiştirdi. 12 Eylül sonrası giren ılımlı İslam sermeyesi, yeni gücün sembolü olarak birlik kurdu. 12 Eylül’ün en önemli eseri sermeyenin yeşile doğru dönmesidir, yaşam kalitesinin düşürülmesi, yeni tutucu bir yaşam biçiminin topluma zorla kabul etmesi olarak yansıdı.

12 Eylül öncesi yaşananlar kan gölüne döndü olarak anlatılır, bugünkü sorunların temelinde o günler olduğu belirtilir. Doğrudur, fakat eksiktir. Çünkü o günlerde yaratılan korku, daha büyük şekilde bugünde yaşamaktadır. Sokaklar ülke saffında olmazsa da, kan denize dönderildiğini istatistikler söylüyor. Emekçiler kaybettikleri haklar için bugün kar altında eylemlerine devam ediyorlar. 12 Eylül emekçiyi, emeği ile geçinenleri ezdi, yok etti. Bugün borsadan elde ettiği hayali para ile geçinenler, kara para ile yaşayanların hakim olduğu bir ülkede yaşıyoruz! Ezilenlerin olabildiğince parçalandığı, ezenlerin birlik içinde yaşadığı bir dönemi yaşamaktayız…

31 Ocak 2010 Pazar

Etrafta uçuşan sözde senetler gördüm!

Etrafta uçuşan sözde senetler gördüm!



Bir yerde yaşam radyo reklamı gördüm! Görünce aklıma hemen ödenmeyen eski alacaklar geldi!



O radyo geçmiş çalışanlarının hala maaşını ödeyemiyor... Eski patron ile yeni patron arasında borçlar paylaşılmış ama borç radyonun, beni ne ilgilendirir eski ile yeni patronun arasındaki kişisel sorun! Radyodan alacaklı olduğuma göre, ikisi yan yana gelecek ve bir şekilde borcu ödeyecekler, aksi halde bu kara leke her reklam gördüğümde aklıma gelecek...



Şimdi benim kara listem içinde bir TV kanalı bulunur, bir de radyo. Her ikisi de sözlerinde durmadıkları için kara listemde yerlerini hep koruyacaklardır. Şimdi parayı vermiş olsalar da bu listeden çıkacaklarını sanmasınlar, çünkü bu kara leke üzerine yapıştın mı, hayatta üstlerinden çıkmaz! O yüzden kara leke taşıyanları, şahsi olarak hiç bir zaman olumlu şekilde reklamını yapmam... Bir kere yaptım ama hatanın en kısa yolundan döndüm. Şimdi diyeceksiniz dinlenmeyen yayının reklamını neden yaptın? Yahu, adamlar reklam vermiş, o reklamı görünce aklıma geldi... Yoksa aklımdan çıkmış gitmişti bile... Demek ki, bir çağrışım olması gerek, kötü reklam yapmak için! Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler, bende kötü reklam yapmış oldum! Belki bir yararı olur, o radyo için!



Şimdi bir yandan yararlı iş yaptığını söylüyorlar, öte yandan emek hırsızlığına devam ediyorlar... Sahipleri değişiyor ama borçlar daim kalıyor... Bakalım bu gibi etnik radyolar, yayınlar bu kara lekeyi ne zaman üstlerinden atacaklar?



Şimdi aklıma geldiği için tek radyoyu gündeme taşıdım ama bu özellik, etnik pazara seslenen bir çok yayın için de geçerli konumda. Maaşını alamayan o kadar çok çalışan var ki, istiklal caddesine çıkın, her hangi birini dönderin, size ne hikayeler anlatacaklar, nasıl emeklerinin çalındığını, nasıl duyguların sömürüldüğü, hangi söylemler ile gözlerine kara perde, ağızlarına bir parmak bal sürüldüğünü dinleyeceksiniz. Hepsinin ortak sözü şu şekilde biter, 'patronlar bize dedi ki, hele elimiz bir genişlesin, öderiz. Bizde kimsenin alacağı kalmamıştır. Bizim sözümüz namus sözüdür!'



Sözleri senettir, o yüzden etrafta sözde senetten geçilmez… Bu senetlerin bol olduğunu gören diğer patronlarda, sözde senet vermeye devam ediyorlar. Kendileri sıcak evlerinde, başka işlerinin başında, rahat yaşarken, emeği ile çalışanlara istiklal caddesi üzerinde küçük kahvelerde bir çaya muhtaç ederler…



Dikkat edin, sürekli etnik pazara seslenen yeni yayınlar kurulur, bazıları kapanır ama yeni patron ile açılır. Alacağı olanlar, yeni patron ile işe başlarken sıfırdan başlamasını beklenir. Ee, yeni yayın, yeni masraf demek! O halde masraftan baştan tasarruf yapılması beklenir... Hep özveriyi çalışan yapar, biraz bütçesine dokunan patron kaçar! Kaçmakla kalır, bir de gerilerinde sözde senetleri kalır. Sözleri beş para etmez. Borsanın çökmesi gibi, etrafta boş senet sözleri uçuşur…



Boş sözde senetlerin uçtuğu bu kara lekeli dönemi yaşıyoruz. Kara lekeleri iyi bilelim ki, başka kara lekeler yaratmasınlar…



Bir reklam gördüm, aklıma bir anda eski alacağım geldi! Bir de, etrafta uçuşan sözde senetler…

Başbakanın baktığı noktadan bakmıyoruz!

Başbakanın baktığı noktadan bakmıyoruz!

Başbakan son açıklamalarında, krizin gerçekten ülkemizi teğet geçtiğini söylemiş. Durduğu noktadan bakınca doğrudur, çünkü bankalar tarihin en karlı dönemini yaşadı, işçilerini krizi bahane ederek çıkardı. Kendisi apartman dairesinden çıkıp bir villa içine konumlandı. Damadı devlet kredisi ile aldığı gazete ve televizyon kanalı ile gündemi belirlemeye çalıştı. Bankalar başbakanı iyi ağırladı, başbakanda onları iyi ağırladığı için kriz onların açısından teğet geçti. Davos zirvesine katılan bankaların yetkileri başarıları ile övündüler, bakın bize dediler.

Başbakan bir zamanlar grev gömleği giydiğini unuttu. Açlık ne demek olduğunu artık anımsamıyor bile, açılışlara katılıyor, toplantılara katılıyor, romantik şiirler eşliğinde ülke gündemini tanımlamaya çalışıyor. Gaza gelmem diyor, gaz vermeye devam ediyor.

Grevdeki işçilere gözdağı veriyor, benim belirlediğim şartlar sizin için iyidir diyor. Üstelik, kendisini seçen seçmeni orada olmasına rağmen. Bir iki küçük seçmenini kaybetmiş önemli mi? Kişisel kazancı yerinde olduktan sonra…

Korkuyu besliyor, korkular yaratıyor. Korkular ile muhalif gördüklerini eziyor. Korku cumhuriyetinden kurtulacağız diyor, korkuyu büyütüyor. Her korku ona seçmen demek, yeni kazanç kapısı demektir. Korkular cepheler yaratıyor, o cephelerden beslenirken, geçmişte giymiş olduğu grev kıyafetini çoktan unutmuş oluyor. Geçmiş dediğin nedir ki, üzerine sünger çek gitsin. Belki bir gün birileri de üzerine sünger çekeceğine bildiğinden olsa gerek, çevresini zenginleştirmeye ve varlıklı yapmaya çalışıyor. O zor günlerinde, yarattığı zenginleri nasıl olsa ona bakacaktır, iş verecektir, diye ümit ediyordur belki. Çocuklarına burs verenler, belki bir gün kendisine emekli ikramiyesi de verecektir!

Başbakanın baktığı pencere, çoktan değişti. Partisinin genel merkezi yeni oluşturulmuş alışveriş merkezinin ışıklı dünyasına bakıyor. Oradan bakınca küçük esnafın artık yok olduğunu rahatlıkla söylüyor. Küçük esnaf onun artık potansiyel seçmeni ve destekleyeni değildir, büyüklerin yazacağı çekler her türlü propaganda malzemesini karşılamaya yeterlidir. Medyanın büyük kesimi artık taraf olduktan sonra, kendi penceresinden baktığını rahatlıkla dillendirmeye devam ediyor…

Bir zamanların ezileni, mağduru olduğunu söylerken, kendisi ezen ve mağdurlar yaratmaya devam ediyor. Mağdurları kar alında, yağmur altında yapma havuzlara süpürülüyor, gaz bombası ve polis kalkanları eşliğinde. Toplum polisi, topluma karşı çevik birlikleri olmuş!

Başbakan baktığı pencere çoktan değişmiştir, kullanılıp içine süpürülecek bir deliğin olduğu noktada duruyor. Artık o noktada onun için önemli değil, her an o delikten aşağıya doğru kayabilir ama ülke gerçekliği içinde izi kalacaktır. Sevgili danışmanı, patronlarının yanında buna yakın cümleler kurmamış mıydı? O konuşmada gerçek patronun kim olduğu saklı değil miydi?

Her dönemin yağdanlıkları olur. Her döneme göre yön değiştirenler olması kadar doğa bir şey yoktur. Nasıl olsa tarih yaşanmış, bitmiş ve anımsanmayan bir alandır. Gerekirse tarih yeniden yazılar ve yeniden kökler bulunur. Bunu bulacak o kadar çok isminin önünde prof. unvanı olan hazır olarak bekliyor ki! Sadece proflar mı, gazeteciler, yazarlar, satın alınabilecek her birey, bu oluşturulacak tarih tezi içinde kendilerine yer açacaklardır. Bir zamanın devlet sanatçıları darbecilerin elini öpüp, hediyeler karşısında methiyeler dizmedi mi? Oluşturacak / oluşturulan tarih, hep zorbaları masum gösterir. Bu hep böyle mi gidecek?

Demokratikleşiyoruz, demokrasi adına açılan davların sayısı ne kadar oldu? Kaç kişi bu demokrasi adına sorgulanıyor, kaç karikatürist bu demokratikleşme sürecinde hakkında dava açıldı, kaç yazar, gazeteci? Demokratikleşiyoruz derken, korkunun hakim olduğu döneme doğru hızlı bir geçiş mi yaşıyoruz? Kaygıların bu kadar yüksek olduğu dönemde, kim hangi deliğin yanında duruyor dersiniz?