6 Mart 2010 Cumartesi

Kişiliksiz kimlikler…

Kişiliksiz kimlikler…

Kişiliksiz kimlikler aramızda dolanıyor. Her kimlik taşıyan insan olmadığını yaşayarak öğreniyorum.

Kişiliksiz kimliklerine etiket takarak dolanıyorlar.

Hangi meslekten olursa olsun, hangi konumda olursa olsun, hangi okulu bitirirse bitirsin çevrenizde bir çok kişiliksiz kimlikli vatandaş görürsünüz. Vatandaş kavramı, o ülkenin yetkili makamları tarafından oluşturulmuş kimlik ile vatandaşlık hakkı alınır. Vatandaşlık doğuştan olduğu gibi sonradan da olmaktadır. Vatandaş, bulunduğu ülkenin resmi dilini konuşmak zorunda değildir, fakat bir çok ülkede yasalar ile bu zorunluluk yapılmıştır. Erkekler askere gidince o ülkenin dilini öğrenir, eğer o ülkenin dilini bilmiyor ise. Kadınlar ise, çocukları hapse düştüğünde, görüşe gittiğinde gözleri ve vücut dili yanında kendi ana dili ile de seslenmek ister, fakat başlarında bekleyen askerlerin dipçikleri ve görüş bittiğinde, canı dayak yemesin diye, zorunlu dil öğrenen analar olur. Kimlik taşırlar, fakat o kimlik dışında başka kimlikleri de barındırır bazıları.

Kimlik taşımak adam olmak anlamına gelmez, adam olmak için bir birikim gereklidir. Adam olmak, her insana nasip olmaz, bazıları birilerin arkasına kuyruk olur, bazıları başlarında hep çoban arar. Bazıları ise, sırf etiket elde etmek için diploma alır, bazıları ise, olmayan bir mesleğin ödüllerini alır.

Kişiliksiz kimlikler, iki kişinin arasındaki konuşmayı başkasına değiştirerek anlatır. İşte bu kişiliksizler, kimlik taşıdıkları için insan olarak görülür ama insan değildirler.

Kişiliksiz kimlikler içinde profesörler, doktorlar, uzmanlar olanlar var, devletin en kritik noktalarında görüş bildiren, görev yapanlarda var. Onlar, o kimliği almak için başkalarının emeklerini, tercüme ile birebir alıp, altına imzalarını kullanmaktan çekinmezler. (bazıları asistanların çalışmasını doktora yapar!)

Kişiliksiz kimlikler, sabah kalkar, yüzünü bazen yıkar, bazen saçlarını tarar, ama dış görünüşe bakarsanız; sürekli bakım içindedirler. Parfüm kullanırlar, başkalarını etkilemek için her türlü yolu mubah sayarlar. Onlar farkında olunmak için her türlü özveriyi gösterirler, pohpohlanmaktan hoşlanırlar. Hoşlandıkları insanlara, onların hoşlanacağı cümleler kurmak ve onların beğendiği lafları taşımaktan çekinmezler. Onlar yeter ki bir aferin desinler, aferin alamadıklarını ise, elde ettikleri etiket ile ezmeye çalışırlar. Onlar eğer bir kariyer elde etmişler ise, o kariyeri korumak ve daha üst kariyere sıçramak için, her türlü özveriyi göstermekten geri durmazlar. Onlar hep kendilerinden konuşulmasını önemserler, olumlu ya da olumsuz olması önemli değildir, konuşulmak ve ilgi odağı olmak için iki kişinin arasındaki cümleleri kendi yorumlarını katarak, ekler yaparak başkasına söz taşımayı doğal görürler. Yeter ki gündeme gelsinler, yeter ki adam yerine konulsunlar!

Kişiliksiz kimlikler, her meslek grubunda olur. Kişiliksiz kimlik olunabilmesi için onların bulunduğu ortamda sınıflar ve çelişkilerin olması yeterlidir. Çünkü kişiliksiz kimlikler kendilerinden güçlü olana taparlar, eğer taptıkları güç güçsüzlüleşmiş ise, o zaman en büyük düşmanları olurlar. Kişiliksiz oldukları için, her dönemin adamı olmayı önemserler. Güce göre yön değiştirirler. Bukalemun canlısından bile hızlı renk değiştirirler, ama ne kadar renk değiştirirlerse değiştirsinler, kişiliksiz kimlikleri hep ortada olur.

12 Eylül darbesinden sonra kişiliksiz kimliklerde büyük artış oldu. 12 Eylül ürünü olan eğitimden geçenlerin büyük bir bölümü bu kişiliksiz kimliği taşımaları tesadüfi değildir. Darbe yapanlar, kişiliksiz kimlik yaratmak için her türlü ortamı hazırlamıştır ve bugün yaşananlara bakarak başarıya ulaştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Askerin darbesinden korkanlar, askeri darbe gelsin diye methiyeler düzenler, gruplar arası çatışmayı körükleyenler, bugün darbe yapma hazırlığı içinde olduğuna inandıkları kişilere karşı, iktidarın demediklerini bile demiş gibi yaparak, elinde gücü olanlara gaz verenler konuma dönmüş olması tesadüfi değildir. Kişiliksiz kimlikler bugün ekranlar aracılığı ile evimize, gazete sayfaları aracılığı ile beynimize işlemeye çalışıyorlar, onlar gibi düşünmeyenlere sıfatlar yüklemden de geri duramazlar.

Kişiliksiz kimlikler, bugün en çok konuşan ve iki kişinin arasındaki konuşmayı duymadan, yakıştırarak uydurdukları cümleler taşıyanlardır. Her meslekten olabilirler bunlar. Mesleği olmayanlardan olabilir. Meslek olmayan meslekten olduğunu iddia bile edebilirler ve her daim bu kişiliksiz kimlikler birilerinin kuyruğu olmak için can atarlar fakat yapıştığı kuyruğu beğenmeyip başka kuyruğu da aynı zamanda aramak ile meşguldürler.

İnsanların kuyruğu olmaz ama bu kişiliksiz kimlikler her güçlü olarak gördüğünün kuyruğu olduğunu sanır. O yüzden onların dilinden yazdım yukarıdaki cümleleri. Ne yaparsınız, kişiliksiz kimlikler aramızda dolanmaya devam eder, onları tanımak ve onları kendi yalnızlıkları içinde yaşamaya mahkum etmek en doğru karar olur. Laf taşıyanların gözlerinde mor işareti taşımalarını savunurum, eğer bir gün önüme çıkarsa bu kişiliksiz kimliklerden biri, gözlerinin üzerine mor işareti yapıştırmaktan mutluluk duyacağım, çünkü başkaları da bu kişiliksizleri tanısın diyerek!

Kişiliksiz kimlikleri aramızdan uzaklaştıralım, onları yalnızlıklara mahkum edelim, çünkü onlar yalnız kalmaktan korkarlar ve en büyük korkularını yaşamalarına olanak verelim.

5 Mart 2010 Cuma

Otorite adına hareket edenler…

Otorite adına hareket edenler…

“Suudi Arabistan’da din polisi Mekke’deki bir okulda çıkan yangından kurtulmaya çalışan 15 genç kızı, giyimlerinin din kurallarına uygun olmadığı gerekçesiyle dışarı çıkarmadı. Diri diri yanmalarına sebep oldu.” 2002 yılında gerçekleşen olay gazetelerde bu şekilde yer almış.

Otorite ve otoritenin kurlarını yerine getirmek için görev yapanlar otoritenin düşünmediği kadar boyutta felaketlere neden olabilir. Hitler bile vahşetin boyutlarını tam olarak bilmezdi, fakat onun adına emir veren ve emirleri yerine getirenler onun adına vahşetin her boyutunu karanlık sayfalara, yanan kitapların külleri üzerine yazdılar.

Otoritenin neyi amaçladığını tam olarak açıklanamaz, ama yaşananlar otoritenin yönünü belirler. Sözler ile otoritenin hangi istemler içinde olduğu sorgulanamaz, çünkü belirleyici olan sözler değildir, yaptıkları hareketler ve eylemlerdir. Eylemler, sözün önünde olması nedeniyle, suç taşıyıp taşımadıkları ceza yasasında yerini almıştır. Sözler ise eyleme dönüşmediği sürece yasalarda dokunulmazlığını korur. Elbette diktatörlerin oluşturmuş olduğu ceza yaslarında, sözlerde suç kabul edilmiş ve o yasalar, diktatörler ve onların oluşturmuş olduğu yasalarda yerini almıştır ve almaya da devam etmektedir. Demokrasi kavramı içinde bu yasaların olduğu yerlerde, eksik demokrasiden veya güdümlü demokrasiden bahsedebiliriz. Eksik olan demokrasiyi, gerçek demokrasi gibi algılayıp savunulması da geri kalmış toplumlarda olağan karşılanmaktadır, çünkü kuyunun içinden dünyaya bakan biri, bakış alanı kadar dünya yorumlar ve algılar. O geri kalmış ülkenin aydınında bakış açısı buna uygundur.

Dünyanın teknoloji ve ulaşım ile küçülmesiyle birlikte, dil bilenlerin ve diğer kültürlerin yaşamının içine girerek, ötekinin dilinin ve yaşamının öğrenilmesinin artması ile birlikte, kuyulardan dışarıya çıkanlar, olayları ve olguları daha geniş bakarak yorumlarken, daha büyük bir dünyanın üzerinde yaşadığımızın farkına da varıyoruz. O farkına varış ise, bizim tarih algılayışımızı kökten değişmesine, hatta geçmiş ile çatışmamıza sebep olmaktadır. Tarihin yeniden yazıldığı dönemde, değişik tarih yazımlarının karşılıklı etkileşimi üzerine oturmaktadır. Tek doğrunun hakim olduğu dünya yıkılmaktadır. Tek doğruya sahip olan otorite düşüncesi ve yaşamı da kaçınılmaz olarak yıkılacaktır, elbette bu yıkılma süreci içinde zaman içinde geri gidişler ve savunma duvarlarının arkasında bir süre yaşanabilinir.

Devletler, ait oldukları ideoloji ve sistemleri içinde gelişmeleri kontrol etmek ve kontrolünü global olarak yapmak için yapılanmaktadır. Teknolojinin yaratmış olduğu açılıma karşı sistem, bir şekilde duvar örmeye çalışmaktadır. Devletler, kendi verdiği özgürlükler ve hareket alanı içinde sistem çalışmasına izin veriliyor. Sınırların ortadan kalktığı, firmaların yaratmış olduğu yeni sınırların örüldüğü bir dünyada, teknoloji, firmaların izin verdiği ve yaydığı oranda insanlık faydalanma tehlikesi altındadır. İnsanlık teknolojinin hızlı gelişimi içinde zamanını kaybetmiştir. Kar hırsı ile birlikte yağma kültürü her alana sinmiş, insanlığın bütün birikimini yok sayan yeni bir yaşam bütün kültürlerin öznelliğine rağmen yayılmaktadır. Hukuk evrenselleşmektedir, teknoloji evrenselleşmiştir, fakat henüz o teknolojiden faydalanma konusundaki eşitsizlik devam etmektedir. Tıpkı hukukta olduğu gibi…

Suudi Arabistan’da yaşanan bu vahşet otoritenin hangi boyutta uygulanabildiğini göstermesi açısından önemlidir. Otorite adına genç kızlar, kıyafetleri uygun değil diyerek öldürülmüştür. Töreler gereği taşlanarak öldüren rejimlerde vardır. Bizim gibi ülkelerde aile mahkemelerinin aldığı kararlar hala ceza indiriminde yerini korumaktadır. Evrensel hukuk kuraları hakim olmuş olsaydı ülkemizde darbe yapanlar yargılanmış olurdu. Olmayan demokrasimizin savunması yaptığını söyleyenler, demokrasimizi daha ileriye taşıyacağını söyleyenler, hala dokunulmazlık zırhı arkasına sığınıyorsa, o demokrasi eksik demokrasi, savunulan ve arzu edilen demokraside eksik demokrasi olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım.

ABD’de yapılan 24 Nisan oylaması!

ABD’de yapılan 24 Nisan oylaması!

ABD’de her sene 24 Nisan öncesi bir oylama sürecine girer. Sanki başka süreç olmuyormuş havası yaratılır bu sayede. Bizi ilgilendiren süreç, her senenin bu aylarına rastlar ki, ben baharın geleceğini bu süreçten çıkarırım. Takvime bakmam, bizim milletvekilleri ABD yolcusu oldu mu, tamam derim bahar gelecek. Her sene tekrarlanan süreç, doğal bir olayın olması gibidir.

Oylama bazen alt komisyondan onaylanarak geçer, sonra ülke içinde homurdanmalar başlar. Homurdayanlar genelde politikadan para kazananlar olması tesadüfi değildir. Halka uzatılan mikrofonlar, bu homurdanmaya eko yapmak içindir. Eko ile süslenen haberler, hayal kırıklığı ile zafer arasında giden haberler ile devam eder. Evet oyu verenler; lobinin satın aldığı kesimdir, hayır diyenler ise, tarihi olayları politikaya alet etmeyen sağ duyulu insanlardır. Sözler havada uçar, ekranlardan evlere girer. Sonra 24 Nisan geçtin mi, bir daha ki seneye kadar unutulur.

ABD başkanı bizim ile çıkarsal ve siyasi ilişkinin farkındadır, o fark ettiği içinde bu olay geçmez senatodan inancı ağır basar. Çıkar ilişkileri, alınacak kararı belirler. Bu tarihin bize öğrettiği doğrudur. Tarihin sübjektif olması da buradan gelir, çünkü her döneme göre olaylar yorumlanır, gereği görülürse kahramanlar çıkarılır, uydurulur, hatta o uydurulan kahramanlar için heykeller bile dikilir. Tarihin geçmişi, zaferler ile örülüdür. Zaferler ise, genelde kan ile sulanmış ve beslenmiştir.

Bu her yıl oynanan oyunun sonlanmasını kimler istemez diye sordum kendi kendime. O oyun birilerinin işine gelmektedir. Mecliste grubu olan partiler, ülkenin birliği ve bütünlüğü için bu aylar içinde ABD yolcusu olurlar ve lobi için kasalar açılır. Açılan kasalar ve harcanan paralar hangi kanuni temele dayanır sorulmaz ama her yıl ABD senatosunda bu oylamaya katılacak senatörlerin kapısı çalınır. Senatörler bizdeki gibi ücretsiz görüşme yapmaz, onların bir ücreti vardır, o ücret ödenir. Onlar ile birlikte yemekler yenir, sohbetler edilinir, hediyeler verilir. Elbette işler bu kadar basit değildir, çünkü randevu almak için geçilecek yol çoktur, danışmanlar, sekreterler, bağlı bulundukları vakıflar ve fikir kulüpleri. Her birine bir harcama yapılır. Sohbetler edilir. Sohbet edilirken temsilcilerimizde o koşullara uygun yaşar.

Her sene, o tarafa giden belirli milletvekilleri olur, genelde meclisler arası dostluk grubuna dahildir. Her ülkenin meclisi ile dostluk grubu kuruludur. Ama bu dostluk gruplarının bazıları çekicidir. Çekici olması o ülkeye yapılan ziyaretlerdir. Amerika, bizim stratejik ortağımızdır, yani içtiğimiz su ayrı gitmeyen bir ilişki içindeyiz. O kadar içli dışlıyız ki, hükümetten bağımsız ülke içinde yapıları vardır, silahları vardır, planları vardır… Meclisler arası diyalog grubu her sene ziyaretlere giderler. Meclisimizde her milletvekili bir dil bilir(!), o dilini gittiği ülkede kullanmak ister, pratik yapmak için iyidir bu ziyaretler, öte yandan tecrübe kazanırlar, ileride eğer lider olacaklarsa, o liderlik için tecrübe ve uluslar arası ilişkiyi bilmek önemlidir.

Osmanlı zamanında olan bir olay için yollara çıkılır, hani bir zamanlar Ermeni tehciri yalandır, soykırım ise koskocaman yalandır diyen parti liderleri ise bugün Silivri konukları arasında, darbe yapmaya teşebbüsten sorgulanıyorlar! Devran sürekli dönüyor ama değişmeyen bir şey var, her sene ABD yolculuğu ve orada yapılan lobi faaliyetleri. Meclisten geçmiş olması bizim açımızdan ne anlam ifade ediyor? Hadi diyelim geçmiş olsun, ne olacak? Meclisten geçmiş onlarca ülke var, onlar ile ilişkiler nasıl devam ediyorsa ABD ile de devam edecek, stratejik ortaklık, bir karar ile bozulacak değildir.

24 Nisan kararının geçmemesi için değişik çıkar grupları sürekli aynı oyunu oynuyor, bu işi bir sermaye hareketi olarak gördüklerini düşünüyorum. Kongre turu yapılır, kongre turuna katılanlar ve kongre içinden bu işten yararlananlar olur. Birilerin can suyu olur, birilerine yol harcırahı olur!

Her sene oynanan oyun, bu sene nasıl biter dersiniz? Geçecek mi? Geçmeyecek mi? Bunun için lotarya var mı? Kaç kişi bu lotaryaya para yatırıyor? Her olaydan lotarya çıkaranlar, her oyunda hile yapanlar bu işte de hile yapıyorlardır diye düşünüyorum… ABD Meclisi onaylasa ne olur, onaylamazsa ne olur? Soykırım yaptığı onaylanan Almanya bu onaylı durumundan ne rahatsızlık duyuyor? Şimdi Yahudiler, tarihte tek soykırım halk olmak için her oylamada söz söylerler, onlar için her şey tek olmak içindir. Eğer iki olursa bu sefer ağırlıkları ve duygu sömürmeleri mi bitecek? Ne olacak şimdi?

Eğer meclis onaylarsa bizim parlamenterlerin planlı gezileri sonlanması acaba birilerini üzer mi? Başka konu bulup gitmek için neden mi yaratamıyorlar? Oraya giden, bu işin uzmanı olan eski büyükelçiler bu durumdan çok üzülecekler ama ne yapalım ki, çıkarlar karar verecek, onların lobi için yaptıkları değil!

2 Mart 2010 Salı

Murathan Mungan’dan uyarlanan bir eser sahnede!

Murathan Mungan’dan uyarlanan bir eser sahnede!

Binali ile Temur*, bir oyun, sahnede. Sahnede olması oyun olduğu anlamını ortaya çıkarır. Sahne, yaşamın bir küçük yansımasıdır. İki isim yan yana geldiğinde, hep aşk öyküsü düşünülür. Aşk, karşılıksız olabilir. Aşk için dağlar delinir, çöller aşılır… Hangi toplumda olursa olsun, iki isim yan yana geldiğinde aşk vardır konun içinde.

Aşk, tenseldir, bazen öfkedir. Belki bir dağın başında iki insanın karşılaşmasındadır, belki bir davette gözlerin çekinerek bir birine fısıldamasıdır. İki yabancı insanın bir biri ile yollarının kesiştiği andır. Aşk yabancılar arasında başlar, sonra yabancılık ortadan kalktıkça, aşk ortadan kalkar. Aşk, insanın kendisi ile, başka bir göz ile hesaplaşmasıdır.

Bir dağın doruklarında, yamaçların çevirdiği, dağ keçilerinin bile zorla gezdiği noktalarda bulunan mağaralarda saklanır insan, eğer peşinden birileri geliyorsa. Dağ, eşkıyayı saklar, eşkıyayı yüceltir. Ona isim, destan verir. Dağların yüceliğinde, nice eşkıyanın haykırışları vardır. O haykırışlar belki bir Şahin’in çığlığına yansır, belki bir bakışına. Dağlar kendi yasasını içinde barındırır, iki destan aynı dağa sığmaz.

Murtahan Mungan kendi kültürü içinden bir destan yaratmış (bizim destanımız), Yıldırım Fikret Urağ sahneye uyarlamış, sonra oynamış. Üç oyuncu vardır oyunda, anlatıcı, çoban Temur ve dağların korkusuz eşkıyası, fakirin dostu, zenginin korkulu yüzü Binali!

Oyun, tiyatronun her alanını kullanır, sahnede değildir, izleyici arasındadır. İzleyicin arasından gelen bir ses ve ışığın süzmesi ile başlar. Her başlangıç sondur. Her son başlangıçtır. Bir hesaplaşma vardır, hesaplaşmanın tarihi sahneye yansır, izleyicinin beynine doğru bir ok fırlatılır. Destanın, sözün, şiirin bir harmanlanması vardır, ışık, dekor, müzik eşliğinde. Sizi salonun dışından koparan, oyunun içine davet eden bir fırtına öncesi sessizliktir başlangıç. Bitişi de, sesin sessizliğe dönüştüğü andır.

Temur ve Binali’nin kafalarında yarattığı doğrular ile karşılaşırız, onların doğrularını farklı açılardan izleriz. Aynı sahneyi ikinci defa izlenir ama kimse ikinci defa izlediğini düşünmez, çünkü oyunun akıcılığı içinde olağandır. Zaman ile oynanır. Dağların zamanı fırtınalara göre değişir. Sonsuz yalnızlık vardır, yalnızlık başkası tarafından bozulduğunda fırtına kaçınılmazdır. Her fırtına zamanı, kişinin kendisi ile yüzleşmesidir. Yaşanmamış çocukluğa özlem olur belki o fırtına anı, belki sıcaklığı hissedilmemiş bir ananın, bir sevgilinin sıcaklığı saklıdır. Bir ocak vardır inin içinde, o ateşin ısısı insan sıcaklığının yerini tutmaz. İn içini aydınlatan ateş, zaman içinde söner ama insanın hakim olma hırsı sönmez. Hükmetmek aynı zamanda yok olmak demektir. Hükmeden kendisini yok eder!

Şiirinin dizleri arasında bulur kendisini felsefe, doğunun felsefesi, bilgeliği saklıdır her cümlede. Her kelime ormanın ağaçlarının içinde kendisine yol açarken, destanlaşır. Her destanlaşan kişinin çocuk bir yönü vardır.

Hükmetmenin onursuzluğu aynı zamanda hükmedileninde onursuzluğudur. Onur silahta saklı değildir. Onuru yok eden bir işemedir belki. Silahı onur görenin silahına işerseniz, onun onurunu itin onuru seviyesine çekmiş olursunuz. İt, kapının önünde kapı kuludur, kapı kulunun ise onuru olmaz, özgürlük için mücadelesi olmaz. Güce tapar, gücü elde ettiğinde ise her türlü zulmü yapmayı kendisinde hukuk görür. Düşünmez, korkan bir ceylan gözü gördüğünde tetiği hemen çeker, onun sıçramasını ve kaçmasını bile beklemez. Öldürür ama neden öldürdüğünü bilmez, çünkü hesaplaşmasını gerektirecek her hangi bir şey yoktur. Eşkıya dağda yaşarken kendisi ile hesaplaşmaz, hesaplaştığında ise artık eşkıya değildir.

Temur yaralı bulduğu eşkıyayı iyileştirir. Ona bakar ama bakarken de dağların Köroğlu olduğunu söyler. Çünkü o sağlıklıdır ve güçlüdür. Korkunun gücünün insanı nasıl yok ettiğini yansıtır. Dağlar iki yiğidi içinde barındırmaz, barındırır ise orada yiğit olmaz! Çobandan yiğit olur mu? Çoban emeği ile geçinir, çalmaz, yol kesmez. O emekçidir, o alın terinin sıcaklığını, rüzgarın okşamasını, dağın başka bir dilini bilir. Şahinin sesini, gözünü, ayın ışığını, güneşin aydınlığını bilir. Anlamlar verir, o anlamlar içinde destanlar duyar, destanlara ses verir, sesin dağılmasına yankılanmasına sebep olur. Temur, bir çobandır ve eşkıyadan güçlüdür, çünkü dağların korkunun sesi eşkıya Binali, yaralıdır ve güçsüzdür. Bir destanın sonunu hazırlar bu buluşma.

Temur bakar, onuru inin dışına atar. Binali bileylenmiş düşmanlık duygusu ile iyileşir. İyileştiğini Temur’a göstermez. Gösterdiğinde ise silahı elindedir ve o silah ile gücünü göstermek ister. O, o gücü göstermek isterken aslında yok olduğunun farkında değildir. Farkında vardığında ise bütün kötülükleri yapmıştır. Kaçmaya hazırlanan ceylanın gözlerindeki değişimi görmüştür ama artık düşünemeden kurşun atmaz, öldüremez. Yaraladığı Temur’u sıcaklığı ile iyileştirir.

Dağlar, iki Köroğlu’nu içinde barındırmaz. Hesaplaşma ve son nokta kaçınılmazdır. Kurşunun sesi, dağın sesine karışır. Yamaçlar bu kavgaya şahittir. Yamaçların öte yüzünden bakan seyircinin gözü önünde olmuştur her şey. Alkışlar ayakta sunulur, sunulan bu şölene.

Alkışlar sunulur, sahnenin ışığına, sesine, müziğine, sunumuna, düzenlenmesine, kostümüne... Kısaca emeği geçen her bir çalışana alkışlar gönderilir.

*İ.B.B. Şehir Tiyatroları’nın Oyunu: “Binali İle Temir”

1 Mart 2010 Pazartesi

Meslek odası ya da derneği!

Meslek odası ya da derneği!

Bugün mesleklerimden biri için bir toplantıya katıldım ve toplantıda demokratik kitle örgütlerine gereğinden fazla anlamlar yüklendiğini gördüm.

Demokratik kitle örgütünün yapabileceği şeyler bellidir ve amacı doğrultusunda iş yapabilir. Amacı içinde hedef aldığı sorun ve grubun işleri ile ilgilenir. Toplumu dönüştürme ve değiştirme şansı yoktur, sadece toplumu dönüştürme projesi olan siyasi hareketlerin kararlarına etki yapmak için toplumsal baskı aracı olarak duruş sergileyebilir ama topluma yön veremezler. Etki alanı kısıtlıdır ve o kısıtlı imkanlar içinde çalışır. Genel politikanın yönünü değiştirme yetkisi içinde olamazlar.

Demokratik kitle örgütü çalışma alanı bellidir ve o çalışma alan içinde bulunabilir. Her konu hakkında görüş geliştiremedikleri için, genel politikanın oluşması için görüş sergileyemezler, sadece kendi pencerelerinden gördükleri kadar algılar ve yorumlayabilirler. Bu mesleki örgütün ya da odanın bakış açısı da o çerçeve içinde yer alır. Siyasi partinin görevini yerine getiremezler. Siyasi partiler ise ülkenin geleceği üzerine proje üretir ve fırsatını bulduğunda o projeye hayat vermek için emek harcar. Bizim gibi geri bıraktırılmış, yeni sömürge ülkelerde ise parti politikası önemli değildir, dış güçlerin çıkarları belirleyici olur. O çıkarlar içinde siyasi partinin projesi çeliştiği bölümleri hayat bulur, o da seçmeni için bir zafer anlamını işaret eder. Bu bağlılık olduğu sürece, bağımsız bir siyasi proje bu ülke toprakları içinde hayat bulması hayalidir. Bağımsız politika ancak ve ancak bu zincirlerin kırılması ile mümkündür ve bunu gerçekleştirecek ne yazık ki ülkemizde bir siyasi proje yoktur.

Katıldığım toplantı karikatürcüler ile ilgiliydi. Karikatürcülere verilmiş bir rol yoktur, karikatürcülerin bir bölümü kendisi üzerine bir rol aldığını gördüm.

Karikatürcülerin kitapları az satar, o yüzden yayınevlerinin karikatür albümü basması olasılığı düşüktür, kişisel ilişki sonucu albümler çıkabilir, onun dışında albümü olmayan yüzlerce karikatürcü hala bu topraklarda yaşamaya devam eder.

Derneğin; sergi salonların organize edilmesi ve sergilerin organizasyonunda destek ve programlama yapması beklenir ama o yetenek içinde ne yapısı vardır ne de ilişkisi. O sergilerin organizasyonları bile kişisel ilişkilere bağlı olarak yürütülmektedir, kurumlaşamamıştır. Kurum olamayan karikatürcüler, henüz meslek olarak kabul edilmemişken, örgütlü olmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Darbe süreci dışında dernek hep var olmuştur ama ne meslek odası olmuş, ne de o yönde çalışma içinde ve organize olamamıştır.

Meslek ahlakı diye birde soyut kavram üretilir, ne olduğunu kendileri bile bilmezler. Bazı karikatürcüler, para için ırkçı bir gazetede karikatür çizer, toplantılarda demokrat olur, gereği görürse devrimci olur. Karikatürün/karikatürcünün siyasi bir çizgisi olmaz! Bir bakarsınız meslek dayanışması içinde, ırkçı bir partiden seçilmiş bir adaya karikatürcü olduğu için kutlama mesajı gönderilir. Karikatürcünün meslek dayanışması her şeyi hoş görür, karikatürde hoşgörü üzerine değil midir?(!) O kadar hoşgörü içindedirler ki, toplum altı üst olurken, belden aşağı espriler apolitik yayınlar ile karikatürün siyasi yönü unutturulmaya çalışılır. Irkçı gazetede çizen, demokratik kitle örgütü içinde yer bulur, destek bulur. Mesleki dayanışma! Patronun kim olduğu önemli değildir, önemli olan emeğin satımı ve o satımdan elde edilen para diye düşünülebilinir, ama karikatürde emek yanında fikir ve yaşama bakış açında yayınlanan yere uygun olur. Uygun olmayanı patron neden yayınlasın? Para için her rengi alan karikatürcülerin ahlak anlayışı tartışma konusu bile olmaz! Meslek, patrona bakmaz diyebiliriz. Şimdi benim patronum, Sabancı olmuş, Sütaş olmuş, Türkiye Gazetesi olmuş önemli değildir. Önemli olan nedir peki?

Karikatürcüler derneği ve yönetimi üzerine hep karikatürcüler içinde tartışma olmuş ama bir sonuca ulaşılamamıştır. Kendilerini meslek odasının parçası olarak gören bazı karikatürcüler, meslek gibi algılayıp, mesleğin sorunlarının çözümü için örgütlü olmayı savunurlar. Örgütlülük sadece yarışmalarda jüri üyeliği ve yarışma süresince sponsor bulunması ve sponsorlar sayesinde bir süre yaşamak anlaşılmıştır.

Dernek, kiracı olarak bulunduğu binanın ya da dairenin sahibini kızdırmamak için eleştiri oklarını içine döndermiş, o yüzden aktif bir gündem belirleyici özelliğini kaybetmiştir.

Karikatür ile yaşamını ikame edenler var olduğu için, meslektir. Fakat bu meslek olarak dahi kabul edilmemektedir. Meslek olmayı beceremeyenler, meslek sorunlarına çözüm aramaya çalışmaları bana gülünç geliyor. Karikatür ile ilgili dernekler, vakıflar öncelik meslek olmak için mücadele versinler. Kimliği olmayan meslek!

Karikatürcü, meslek odasının olmasını özlem duyması güzeldir. Olmayan meslek dayanışması hissetmek güzel bir duygudur, fakat hayalidir. Bireyselleşmiş ve her yerde karikatür çizmeyi kedilerine ilke edinmişler, bu mesleğin gelişmesi için bir şey yapma şansları yoktur. Bugünkü siyasi ve hukuk düzeni altında derneğin bunu yapacak ne gücü ne de hedefi vardır.

Bugün AKP iktidarını eleştiremeyen dernek, dolaylı olarak AKP destekçiliği yapmaktadır. İçlerinden her ne kadar AKP karşıtı görüş taşıyan bireylerin olması, hatta yönetimin AKP karşı duruş içinde olduğu söylenmesi, bu desteği ortadan kaldırmıyor. Dernek, yerinden olmamak için, müzenin açık kalması için her türlü özveriyi göstermeye devam edecektir.

Toplumsal olaylar içinde derneğin afişini taşıyan karikatürcülerin olmaması tesadüfi değildir. Karikatürcü meyhanelerde, dernek binalarında sigara (şimdi yasak) ve içki gölgesi altında ilham aramaya çıkmaz, olayların içinde yer alır, masanın başına geçip ekrandan geçen görüntülere bakıp konu bulmaz. Yaşamın içinde olur, yaşamın yansımasını kendi bağımsız algısına göre yorumlar, ne yazık ki bu duruş 12 Eylül ile birlikte yok olmuştur. Sipariş karikatürler ve espiriler, reklam veren firmanın lehine bulunan gülmeceler ile karikatür hadımlaştırılmıştır. Bugün yaşanan süreçte, karikatürün etkisinin toplum içinde düşmesinin sebebi bu hadımlaşmada aramak gereklidir. Çok satan dergiler artık yoktur. Dergi içinde dergi doğarak karikatür gelişmemektedir, gün geçtikçe balon karikatürü içinde balonlaşmaktadır. Bakılıp, anında gülünen ama akılda kalmayan karikatürler, ticarileşmiştir. Satmak için karikatür, okuyucu için çizilmeye devam ediliyor. Bunların dışında bir da yarışma için çizilen karikatürler vardır ki, aldıkları ödüller ile övünen yüzlerce insan görebilirsiniz! Ne zaman ödüller övünme kaynağı oldu, ödüllerde hangi kriterler oynadığı ödül alan karikatüre bakarak söyleyebiliriz. Kandırmaca piyasa için işlerken, karikatürcüde kendisini kandırmaya mı başladı?

Karikatürcüler derneğinden gereğinden fazla anlamlar yüklendiğini düşünüyorum. O anlamlar yüzünden kişisel karşı duruşların olduğunu görüyorum, fakat ülke durumunun küçük yansıması olan bu cemaat ilişkisi içinde, her türlü ayak oyunu ile yönetimi tutmak ya da elde etmek için neden bu kadar emek harcandığını anlayamıyorum. Derneğin yapabileceği işleri belli, o belli olan şeylere anlamlar yüklemeyi bile anlamsız görmeye devam ediyorum.

Eğer karikatürü meslek yapmak için bir şeyler yapılacaksa, tarih önünde belki bir anlam bulunabilinir, ama sende bir iki yarışma düzenlemek, sergi yapmak ne sanata, ne de mesleğe bir katkı yapmaz. Neden karikatürcüler kendi eserlerini değerlendirebileceği alanlar yaratamazlar, yaratmak için mücadele etmezde, bir biri hakkında konuşur? Anlam veremedim…

Bugün yapılan toplantıda karikatür üretmek için alanlar yaratılması için çaba sarf edilmesi gündeme geldi, umarım başarılı olur ve bu üretim sayesinde yeni örgütlenmelerin yolu açılır ve bu sayede kısır tartışmalardan kurtulunur. Toplantıyı organize edenlere yolu açık olsun derken, elimden gelen katkıyı sunabileceğimi peşinen söyledim… Hadımlaştırılan yapı içinden doğru bir şey çıkmaz, o yüzden yeni yapılanmalara ve karikatürcülere ihtiyaç vardır. Bu girişim belki taze kan getirir ve canlanır… büyük anlamlar yüklenmesi yerine, gerçeği olduğu gibi kabul edip, bir amaç etrafında yan yana gelinebilinir… o zaman belki meslek olarak kabul edilme yönünde önemli adımlar atılabilinir… belki o zaman karikatürcü için belki ayrı bir sosyal güvenlik yaratılabilinir…

28 Şubat 2010 Pazar

Doğramacı toprağa karışırken…

Doğramacı toprağa karışırken…

Doğramacı ismi, ülke gündeminde yaptığı çalışmalar ile yer almıştır. Son yolculuğuna ise kimler yan yana durduğuna bakın, çünkü o portre içinde 12 Eylül sürecinin küçük bir tarihçesini göreceksiniz.

Doğramacı 12 Eylül’ün eğitim bölümünü düzenleme görevini başarı ile sonlandırmıştır. YÖK gibi kurum ile üniversitelere askeri düzen getirmiş, o düzen içinde ‘birilerin istediği’ eğitim sistemini ülke gündemine taşımıştır. Eğitim sistemi sosyal devlet içinde ücretiz iken, ücretli hale adım adım getirtilmiş ve eğitim bir sektör konuma dönüştürülmüştür. Liberal ekonomi 24 Ocak 1980 yılındaki hedefine eğitim alanında doğramacı ile ulaşmıştır.

Özel üniversite ile birlikte, yüksek eğitiminde bilimsel çalışmadan çok, para getiren yüzü öne çıkarılmıştır. Üniversiteler, ulaşılması gereken hedef haline getirilince, üniversiteye giden yolda ücretli hale dönüştürülmüştür. İşinden el çektirilen eğitmenlere yeni bir iş alanı çıkmış olması, bir anlamda olumlu karşılanabilinir ama ileriki süreç içinde; liseler ve orta eğitim çocukları oyalama merkezine dönüştürülürken, okullar arası eğitim kalitesi ile de uçurumların oluşmasına sebep olmuştur.

12 Eylül, soru soran gençlik yerine, şıklar arası geleceğini arayan gençlere dönüştürmüştür. Basketbol oyunu oynamaları için sahalar kuran rejim, parklarda bahçelerde el ele dolaşma ve toplu dolaşmayı bir dönem yasaklamıştır. Askeri kışlalara öğrenciyi götürülüp, askeri sevdirme dersleri ile, tek tip insan yetiştirme aracı olarak okular, silah olarak kullanılmıştır. Doğramacı bu sürecin baş aktörü olmuştur ve gönüllü olarak sistemin yerleşmesi için emek harcamıştır. Kendi kurduğu özel üniversite ile bu sistem için ne kadar gönüllü olduğunu ispatlamıştır.

Doğramacı kariyerinin taşlarının ne kadarı kendi emeği, ne kadarı kopyalama yoluyla olduğu tartışma götürmüştür ama bu işi soruşturacak kurumun başında olduğu için sadece tartışma boyutunda kalmıştır. Kariyerini ömrü boyunca korumuştur. Ülke için doğru işler yaptığını söylemek abartı olur ama hiç mi iyi şey yapmamıştır dersek, evet iyi işlere de imza atmıştır. Hacettepe Üniversitesi o işler içinde görülebilinir ama ömrünün son dönemi içinde ve 12 Eylül süreci içinde YÖK ve eğitim sistemin yeniden yapılanması sürecinde oynadığı rol küçümsenemez ve bugün yaşanan bütün sorunların temelinde onun yaratmış olduğu sistem yer almaktadır. Elbette tek başına bu işleri yapmadı, kendisine verilen görevi arkadaşları ile birlikte yapmıştır ama tek sorumlu olduğu sürecin sorumluluğunu, başkasının üzerine atamaz. O dönemin darbeci generali, onun çalışma disiplininden ve kişiliğinden çok memnun olduğunu ölümü üzerine açıklamıştır. Darbecinin güveneni kazanan elbette iyi işler yapmadığının tek kanıtı olmaz ama yarattığı sistem bugün ortadadır ve o sorunların sonuçları ile uğraşılınıyorsa, iyi yaptıkları ortadan yok olmuş anlamına gelir.

Doğramacı bugünlerde vücudu toprağa karışıyor, umarım yaptıkları da tarih sayfaları içine karışır ve kendi tarihimiz içinde kara sayfa olarak durur. Doğramacıyı nasıl bilirdiniz sorusu bana sorulmuş olsaydı, darbecilerin verdiği görevi en iyi yapan memur olarak bilirdim derdim!

12 Eylül süreci bitiyor mu?

12 Eylül süreci bitiyor mu?

12 Eylül sürecinin bitip bitmediği konusunda günlük tartışmalara bakarak bir sonuç çıkarılamaz. Günlük konuşmalar ve ekran önünde yapılan tartışmalarda (ki adı tartışma olan sunum programlarında) 12 Eylül tarihi sık sık gündeme gelmeye başladı. “12 Eylül sürecinde yaşanmayan süreçler bugün yaşanıyor. Roller değişmiş gibi gözükmektedir”, gibi cümleleri duyuyorsunuz. Yanılgıdır bu, çünkü 12 Eylül sol düşüncedeki insanlara karşı girişilmiş ‘panzer altına alma’ harekatıydı. Dışarıda, içeride her yerde panzerlerin altında insanlar ezdirildi. Tek tip insan yaratmak için marşlar söylettirildi, Atatürkçülük adı altında Atatürk’ün en uzun söylevleri ezberletildi. Ezberleyemeyenlerin kemikleri kırıldı. Bugün, o günden kalan kırıklarını tamir ettirmek için mücadele eden insanlar vardır, sadece düşünce ezikliği yok, vücutsal ezikliği de birlikte yaşadı o günkü sol görüşlü insanlar.

Suçlu suçsuz ayrım yapmadan, sol gibi gözüken ve sola destek veren kim varsa panzerin altına itildi. Panzerin ezmediğini işkence hanelerde yapılan insanlık dışı uygulamalar ile, vücudu toprağa düşenler, sakat kalanları da unutmamak gereklidir. 12 Eylül hedef aldığı kesim; sol ve onun türevleridir. Sağ ezilmiş gibi yapıldı ama kendilerini hapishanelere alırken, düşüncelerini iktidar yaptılar. O gün, iktidarda olan partinin içinde o düşüncenin temsilcileri, bugün AKP kadrosu içinde yer almaktadır, yer almayanlarda gazetelerde köşelerinde onlara destek sunmaya devam ediyorlar.

Bugün sol düşünce ve onun türevlerine yapılan saldırı biçim değiştirmiş olmasına rağmen, halen olağan ve doğal gibi görünür şekilde devam etmektedir. Onlar gibi düşünmeyen solcuları/devrimcileri, Ergenekon davası taraftarı ilan etmekten çekinmeyenler, 12 Eylül süreci içinde, sola ve onun düşüncesine küfredenler olması tesadüfi değildir. Onlar, o günkü rollerini birileri için oynuyorlardı, bugünde birileri için oynamaya devam ediyorlar. Sanki patronları farklıymış gibi göz aldanması yaşanabilir ama patronları o günde aynıydı, bugünde.

Bugün yaşanan süreç, kendi içlerinde birbirlerini yeme ve iktidar mücadelesidir. Hangisi kazanırsa kazansın sonuç bizler açısından farklı olmayacaktır. Çünkü her iki tarafında patronu aynıdır ve o patronun izin verdiği sınırlar içinde birbirleri ile bilek güreşi yapmaktadırlar. Asıl hedeflerine doğru saldırı yoktur, asıl hedefte olması gerekenler gözden uzak tutturulmakta ve gündeme gelmesine bile izin verilmiyor. Bugün iktidar, darbe yapanlar ile kucak kucağa oturup, açılışlara katılabilmekte ve birlikte poz verebilmektedirler. Ama darbe girişimi yaptığına inanılanlar ile her yönden mücadele etmeyi, ‘demokrasinin mücadelesi’ olarak sunmaktan da geri durmuyorlar. Onlar neden 12 Eylül darbecileri ile hesaplaşmıyorlar? Çünkü, onlar 12 Eylül ile nasıl palazlandıkları ve bugünkü gücü nasıl eriştiklerini unutmuyorlar. 12 Eylül, onlara karşı bir şey yaptı, onları büyüttü, geliştirdi. Ekonomik alt yapısını yarattı.

İktidar, kendilerini hedef görenleri hedef görmekten ve elerindeki her aracı silah olarak kullanmaktan da çekinmiyorlar. Silah olarak kullanılması dahi düşünülemeyen araçlar, bu yönetim ile silaha nasıl dönüştürüldüğünü yaşayarak görmekteyiz. İki tarafın yapmış olduğu kavgada, taraf olmamız için her türlü araç kullanılmakta ve zorlanmaktayız. Bazı kurumlara anlamsız anmalar yüklenerek, o kurumlardan çok şey bekler hale getirilmeye çalışılmaktayız. Beklenti içine girenlerin, hayal kırıklıkları da o beklenti boyutu ile orantılıdır. Hayal kırıklığı, insanları apolitize etmekte ve yaşana sürece seyirci konuma getirmektedir. Politik olmadığını söylediği kurumlara girip, orada laylaylom ile gününü geçiştirmektedir. Politik olmayan küçük hedefleri olan demokratik kitle örgütleri, yeni söylemi ile sivil toplum kuruluşları hükümetin ve devlet politikasının isteğini yerine getirmektedir. Dikkat edin, bugün yaşanan ve son yedi yıldır yaşanan olaylara bakın, olaylarda ismi geçen insanları sayın, bin rakamını geçmez. Bugün yaşanan kriz, bu bin insanın birbiri ile mücadelesidir. Halktan kopuk ama halkı daha fakir kılan bir süreç yaşamaktayız.

Bu kısır döngü kırılır mı? Elbette, politik olmadığını düşündükleri kurumlara, içinde oldukları yapıya baksınlar, nasıl bir taraf olduklarının farkına varırılar. Bugün yaşanan ve güç dengesini oluşturan kesim sessiz çoğunluktur. Bu sessiz çoğunluğun aptal edilmesi süreci ise bir devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Eğitimde, sağlıkta ve sosyal devletin olması gereken her kurum tasfiye edilirken, uygulanana bakın; sağılacak, verilen hizmeti sorgusuz kabul eden konuma dönüştük. Bu adını andığımız kurumlarda, uzun zamandır hizmet veremez konuma geldi, sadece oyalama merkezine dönüştürüldü. Oyalanan vatandaş, cebinde biraz para varsa, özel kurumlara yönelmesi bir devlet politikasının sonucudur. Eğitimin, sağlığın, ulaşımın, alt yapının en pahalısını kullanan bizler, bu sürecin ürünüyüz. Sorgulamadan uyum sağlayan, itiraz etmeden kabul eden insana ne kadar akıllı denir?

İnsanımız zekidir ama akıllı değildir, zekidir, gününü iyi kurtarıyor, her türlü krizde ayakta kalmasını biliyor. Krizi en az zarar ile atlattığında seviniyor, aile birliği diyerek ailelerin daha da dağıldığını, çok eşliliğin yasak olduğu yerde, metresleri ile övünen, içinde insan ile satılan binaların/firmaların olduğu bir süreci yaşıyoruz. Bugün bir düşünün, 12 Eylül süreci bitti mi? Bugün yaşanan kavgalar, güç gösterileri, hangi dönemin kurumu üzerinden yapılmaktadır? Yerine yeni kurumlar öneriliyor mu? Dokunulmazlıklar, 12 Eylül geçici yasaları vb gibi konularda konuşan var mı?