12 Mart 2010 Cuma

Tarih siyasileştirilemez, çünkü tarih siyasidir!

Tarih siyasileştirilemez, çünkü tarih siyasidir!

Değişik ülkelerden büyükelçiler gün geçmiyor ki, istişare için ülke merkezine davet edilmesin. Ermeni soykırım tasarısı, değişik ülkelerde tasarı olmaktan çıkmaktadır. Tasarı olmaktan çıkan ülkelere karşı verilen tepkilere bir bakın, aynı sözleri duyarsınız. Kalıp cümleler ve kalıp davranışlar içinde olay artık kabul edildiğini gösterir, ki kabul edilmeyip ne yapılabilir, çünkü tasarı olmaktan çıkmıştır.

Savunma sözünde; ‘tarih, tarihçiler tarafından yorumlanmalıdır’ denmektedir. Aslında hiçbir anlamı olmayan cümledir, çünkü tarihçilerde olaylara objektif bakamazlar, bulundukları ülkenin siyasi görüşüne uygun bakarlar. Tarihçide, bir anlamda siyasi bakar olaylara, çünkü tarihin kendisi siyasidir.

Tarihin siyasi olması yüzünden, tarihi de siyasilerin yorumlaması ve yeniden yapılandırması kadar doğal bir şey yoktur. Meclislerden geçen kararlar, tarihi kararlardır. Tarihi kararların bir çoğu da meclislerden geçer, meclislerden geçen kararların uygulamaları ise tarihidir ve tarih bunları not olarak yazar. Yaşayanlar ise, tarihi yaşadıklarının farkında bile değildirler. Yaşandıktan ve sonuçlandıktan sonra, ‘biz tarihin bu noktasında rol oynamışız’ diye övünürler ya da unutmaya çalışırlar.

Global krizi yaşarken, global olarak Domuz Gribi yalanını da yaşadık. Bu yalan sonucunda, kriz bazıları için teğet geçtiğini gösteriyor. Teğet geçen sektörlerin kar oranı ise, dünya zenginler listesinde göremiyoruz. Bizim öznelimizde olan, başka bir olay gerçekleşti; dünyada bankalar zarar ederken, bizdeki bankalar karlarına kar kattılar. Tarihlerindeki en büyük kar oranına ulaştılar. Şimdi bu tarihi gerçeği nasıl yorumlamamız gereklidir. Tarihi, tarihçiler yorumluyor diyemeyiz, ülkenin başbakanı; ‘kriz bize teğet geçti’ derken, nereye bakarak söylediğini göstermiyor mu, bu kar eden firmaların durumu? Şimdi ülkenin başbakanına diyemeyiz ki, bu yorumu bırak tarihçiler yapsın!

Geçmişte yaşanan olayları da siyasiler yorumlamak ile yükümlüdürler. Maraş katliamını tarihçiler değil, siyasiler sorgulamak ve o katliama katılan veya fikirsel destek verenlerinde yüzlerinin gün yüzüne çıkarılması, sadece mahkemelerin görevi değildir, siyasilerinde görevidir. Mahkemeler, tarih içinde bir çok gerçeğin üstünü örtmede ne kadar başarılı olduğunu yazar, tarihi güncel tutan ve yorumlayanlar ise, o başarıları gün yüzüne çıkarır. Güncel tutanlarda siyasilerdir. Tarih, siyasi sonucu olduğundan dolayı, siyasi yorumun kendisidir.

Elinde arşivi olan bir gazeteci, ülke geleceği için, sakınca gördüğünden dolayı arşivini açıklamıyor, neden, çünkü devlette aynısını yapıyor. İşine gelmeyeni sansürle… Tarih, sansürlenecek kadar siyasidir ve günceldir.

Bazı yazarlar ‘sevgili dostlarım’ diye yazar, ben de onlardan etkilenmiş olayım, dostlarım son söz olarak; tarih siyasi bir duruşun sonucunda oluşur ve yorumlanır. Eğer bir ulus yaratmak istiyorsanız, tarihin dehlizlerinde mutlaka bir kök bulursunuz! O yüzden tarih; Güneş Teorisi gibi bir şeydir.

11 Mart 2010 Perşembe

Gazeteci yuva yapmaz, haber yapar!

Gazeteci yuva yapmaz, haber yapar!

Gazetecilik mesleği, patronların gazete sektörün dışından olduktan sonra, büyük değişime uğradı. Gazeteler yuva vermeye başladı, tava verdi, çocuklara oyuncaklar ile hayal dünyalarını küçülttü. Gazeteler, haberler dışında her şeyi verdi. Haber olarak da, haberlerin toplandığı bilgi bankası olan havuzlarına düşen haberlerin işine gelenini verdi, gelmeyenin yerini bağlı oldukları şirketler grubunun reklamını koydu.

Gazetecilik mesleğindeki erozyon, gazeteyi alıp götürdü, dünya ölçeğinde karşılaşıldı bu durum. Dünya ölçeğinde haberi kontrol eden ajanslar, işlerine gelen, global ekonomiyi yönlendirecek haberler yapmaya özen gösterdiler. Gerek gördüklerinde hakları panik havasına sokup, olmayan salgın hastalığın, olmayan ilacını pazarladılar. Medya, gazete boyutundan çıktı ama haber hep aynı kaldı. Yerel haber yapan bağımsız ajanslarında sesi bu geniş dalga, ekonomin çarkları arasında, birine ya da birilerine bağlı yaşmak zorunda kaldı, çünkü ekonominin çarkları haberi ucuzlatırken, gerçek haberin hala pahalı olduğu gerçeğini yok etmedi. Ekonomisi zayıf ajansların, bu haberleri derlemesi ve emeğe değer vermesi olanağı ortadan yok oldu. Amatör girişimler ise, amatör ve genel dalganın altında seslerinin yok olması anlamına geldi.

Son on yıl içinde bütün medyalarda çıkan isimleri yan yana getirin, 1000 insanı geçmez. Bin insanın ismi üzerine gündem değişmekte, yorumlanmakta, magazinleştirilmektedir. Dünyayı yöneten en zenginlerin açıklandığı listeye bakın, o bin insanın beslediği insanların olduğunu göreceksiniz! Zenginler medya önünde değildir, kimse bilmez bizim çok zenginlerimizi, fakat onların beslemesi olanlar, hep gündemde isimlerinin etrafında magazin haberlerini izler dururuz!

Gazeteciler embedded (iliştirilmiş) gazeteci konumuna düşürüldüler. Bu gazeteciler haberleri, haber kaynağının gözü ile bakıyorlar ve yorumluyorlar. Bu gazeteciler, aynı zamanda tetikçi gazeteci konumuna da düşmüşlerdir. Suçlu gördüklerine ‘ev’ yapar konuma geldiler. Evlerin duvarları kapalı, pencerelerinin demirli olması şaşırtıcı değildir. Bugün gazeteci, gazetecinin ‘evini’ yapıyor! Dayanışma ruhu tamamı ile ortadan kalkmıştır, haberi daha önce kapmak ve yorumlamak uğruna arkadaşının emeğini çalıp, o haberin altına kendi imzasını atmaktan ve attığı bu imza yetmezmiş gibi kitap haline getirmesi normal karşılanır oldu.

Gazetecilik mesleği, patronların işine göre biçim değiştiren konuma geldi, gazeteciler satılan gazete ile birlikte satılan, futbolcular gibi pirim ödenen konuma dönüştürüldüler. Bir futbolcu transfer olduğu takımda görevi ne ise, bir gazetecide transfer olduğu gazetede yapması gerekenlerde o olmuştur. Öznel düşüncesi ve duygusu yoktur, kurallar vardır, o kuralarla uygun davranmak yeterlidir. Halkın arasından kopmuş, plazalara sığınmış gazeteler, gazetecileri de o plazalar içinde masa başında, ekran başına haber yapmaları ve gerek görüldüğünde, ihale izlemek için ve ihale sonucunu etkilemek,görüşmeler yapmak için ‘haber’ yapmaya gönderilir. Gazeteci yuva yapar, patronuna ihale kazandırır!

Gazetede karar veren konumunda olanlar ise, stajyer gazetecileri gereği gördüklerinde otellerde ağırlarlar. Eskiden gazetenin altında olan garajda sıkıştırma modu vardı, oraların kamera ile izlendiği ortaya çıkınca, daha güvenli ortamlar aranmış, sonuçta oteller keşfedilmiştir. Magazin habercilerinin gözleri o otel etrafından uzaklaştırılmıştır, çünkü karar verenler, o otel etrafında kameranın gözünün olmasını istemiyorlar!

Gazeteci haber yapardı eskiden, şimdi yuva yapar konumda. Embedded gazetecilik artık olağan olmuştur, şimdi sorun hangi pencereden baktığı sorunudur! Gazetelerin olduğu plazalara bakın, sokağı gören pencere görebilir misiniz? Haberci o binanın neresinde bulunur?

9 Mart 2010 Salı

Yorgunluk!

Yorgunluk!

Yorgunluk nedir? Soru açık ve nettir ama kimse yorgunluk kelimesinin sonuçları üzerine düşünmez, sadece enerjisinin tükendiğini ve bitap düştüğünü söyler ama sözde, yorgunluk kelimesi kullanılır ama yorgunluk üzerine ve sonucu üzerine düşünülemez.

Yorgunluk kelimesi ile sevdiğiniz birini geri çevirebilirsiniz. Geç kalmanın nedendi olabilir. Yorgunluk zaman içinde tembelliğin öte yüzü olabilir. Bir bahane yaratmak için bir kelimeye dönüşebilir. Fakat yorgunluk, sadece biz insanlara ait olan bir kavram değildir, metal yorgunluğu, beton yorgunluğu gibi kavramlarda zaman içinde duyarsınız.

Metal yorgunluğunu tren, uçak kazalarında duyarsınız. Kaza sonucu ölen insanların neden öldüğü araştırılırken, teknik inceleme sonucunda ortaya çıkar. Metal yorgunluğunun oluştuğu yerde kazanın kaçınılmaz olduğu söylenir. Sadece uçaklar ve trenler ile sınırlı değildir, metalın kullanıldığı her alan için geçerlidir. Fabrikada, imalathanede kazaların bir bölümü bu yorgunluk sonucu oluşabilir, önceden kontrol edilememiş ise…

Beton yorgunluğu ise, heykellerin dökülmesinde ortaya çıkar ama oturduğumuz binaların betonlarının dökülmesine pek bakmayız. Beton yorgunluğunu deprem ile gün yüzüne çıkar ama kimse bu yorgunluğun hesabını sormaz. Hatta farkında bile olmayız. Elimizdeki belgeye bakarak, binamız sağlamdı, neden bu bina yıkıldı diye belki kendi kendimize sorabiliriz! Beton yorgunluğu nasıl oluşur, nasıl ortadan kaldırılır diye sormayız. Deprem sözleri arasında sağlam zeminden bahsedilir, sağlam zemin üzerine beton binaların yapılması vurgulanır ama betonlarında bir süre sonra yorulacağı ve evlerin, binaların belirli süreler içinde bakıma alınması gerektiği söylenmez. Gökdelenler ile şehirlere yeni yüzler kazandırılırken, o gökdelenlerinde zaman içinde çürüyeceği ve deprem karşısında çaresiz kalacağını pek düşünmeyiz. Arabalara alınan TÜV, neden binalar için alınmaz?

Binaların oluşumunda yer alan bütün malzemeler, zaman içinde yorulabilir ve kırılma göstermesi kaçınılmazdır, önemli olan bu kırılmalara zamanında müdahale edilmesi gereklidir. Aksi halde güvendiğimiz bir binanın altında kalmamız kaçınılmazdır. Bugün deprem için hazırlık çalışmaları içinde, neden bu yorgunluklar risk grubu içinde değerlendirilmez? Bina yapılırken alınan depreme dayanıklı belgesi, ne kadar süre için geçerlidir?

Yerin sallanması, bina dışında yaşayan canlılara zarar vermediğini, daha çok yangınların zarar verdiğini biliyoruz. Yangınları oluşturan ise, şehrin alt yapısı içinde gizlidir. Çünkü borular ile bir biri üstünden geçen teller, havagazı, su, kanalizasyon… her hangi bir sallantıda iç içe geçebilmekte ve oluşan gazın bir kıvılcım ile patlaması sonucu can kayıbı dehşet boyutlara ulaşabilir. Şehirlerimizin alt yapısının haritası yoktur, bir birinden bağımsız olarak döşenmiş borular, bir sarsıntı ile Arap saçı gibi iç içe geçip, felakete davetiye çıkarabilir. Bu felaket sonrasında zeminin güçlü, binada kullanılan demirin, betonun yorgun olup olmaması önemli değildir. Bu kargaşada yer altında yarattığımız ağ sitemin yorgunluğunu işaret eder, çünkü yer altında geçen kablolar, borularda bir süre sonra doğanın saldırısı karşısında yorgun düşecek ve her hangi bir sarsıntıda yeryüzüne doğru alev topunun çıkmasına sebep olabilir.

Yorgunluğun ilacı var mıdır? Elbette yorgunluğa karşı çareler vardır, o çarelerde insanlık zaman içinde bulmuştur. Çalışan insanlara neden tatil verilir, neden yıllık izin ve hafta sonu izinleri kullandırılır birli misiniz? Peki, biz diğer yorgunlara bu hakkı neden vermeyiz?

Bugün bir yerde deprem olmuştur, depremde can kayıbını bu seferlik toprak yığma evlerde görebiliriz, peki yarın oluşacak ve büyük şehirleri vurduğunda can kayıbının suçunu nerede arayacağız?

8 Mart 2010 Pazartesi

12 Mart!

12 Mart!

12 Mart, bir çok olayın kesiştiği tarihtir. Acaba demekteyim, o olaylar olması için özellikle mi seçiliyor bu gün?

Benim kafamda, 12 Mart deyince ilk çırpıda bir çok olay canlanıyor ama hangisini öne alacağımı bilemiyorum. Tarih defterini kurcaladım ve en iyisi en başlangıcından kronolojik olarak bakayım dedim. 12 Mart durduk yere seçilmiş bir tarih değildir, çünkü acılar bir şekilde bir biri ile bağlantılı ve zincirin parçası olduğunu düşünüyorum.

Askeri muhtıra tarihimizin önemli kavşaklarından biridir. 12 Eylül askeri darbesinin ön provasıdır ve o prova sonrası geliştirilen iç savaş senaryosu ve savaş senaryosu üzerinden yapılan darbe!

Darbeyi bana bir sembol ile anlat demiş olsalardı, acaba hangi sembolü kendime örnek alırdım diye düşündüm. İdam sehpası mı? Her darbe, idam sehpasını kurdurmuş ve bir çok insanı suçlu olup olmadığına bakılmadan, gücü topluma göstermek için uygulanmıştır. Fransız devriminde giyotin yaşamımıza girmiş ama üç ayak olarak söylenen idam sehpası, şehirlerin büyük meydanlarında her olay sonrası kurulmuştur. İstanbul’da en son ne zaman idam sehpası kurulmuştu? İdam edilenlerin listesi yayınlanmış olsaydı acaba, idam edenlerin tarihi ortaya çıkar mı?

İşkenceler, darbelerin sembolüdür. Her darbe yeni işkence yöntemin uygulanması için fırsattır. 12 Mart işkencesi olarak, falaka ve kaba dayak yanında elektrik öne çıkar ama 12 Eylül darbesi bu konuda akıllara durgunluk verecek yöntemlerin uygulanmasına sahne olmuştur. Benimde aklıma gelen, bu akıl almaz yönetmelerden birini sembol olarak seçmek geldi, çünkü, 1894 yılının 12 Mart’ında CocaCola ilk defa şişede satışa sunulmuştur. İlk şişe büyük olasılıkla kadın vücutlu olarak düşünülmemiştir, daha sonra kadın vücuduna dönülmüştür. Fakat şişeyi yaratanlar, 12 Eylül’de kullanıldığı gibi kullanılacağını düşünmemişlerdir.

12 Eylül’de cola şişesi işkence aletine dönüştürüldü. Şişe, bir çok insanın ölümüne sebep olmuştur, eğer o döneme ait tanıkların ve belgelerin ışığı altında işkence aletleri üzerine bir araştırma ortaya çıkmış olsa, kimsesizler mezarında yatan kaç kişinin faili ortaya çıkmış olur?

12 Mart tarihi içinde Gazi Olayları oldu. 1995 yılını gösteriyordu bu saldırının olduğu gün. O gün, saldırıyı düzenleyenler ve saldırı sonucundan bir şeyler kazananlar henüz tam olarak ortaya çıkmamıştır. Kontrgerillanın uygulamaları ve hedefleri konusunda gerçek anlamda bir sorgulanma olmamıştır, eğer adı çok duyulan ama yaptıklarının büyük kesimi devlet sırı kavramı içinde, olayların üstleri biraz açılmış olsa, bugün kritik noktada görev yapanların maskeleri aşağıya düşebilir mi? O zaman belki, gerçekten demokrasi kavramı ülkemiz topraklarında yeşermesi için fırsat olabilir mi?

12 Mart takvimi içinde, 1999 yılı içinde eski Varşova paktı üyelerinin bir bölümü NATO içinde yerlerini aldı.

Heinrich Mann 1950 yılında öldü.

12 Mart karanlık sayfaları içinde, acaba hangi yaşamları içinde saklıyor? Her takvim yaprağında olduğu gibi; karanlık, aydınlık, güzel, çirkin aynı anda aynı zaman dilimi içinde olmuştur. 12 Mart’a nereden baktığınız ile ilgilidir. Bizim yakın tarihimizin karanlık yüzleri aydınlanmış olsaydı, bugün bunları ne yazar, ne de konuşur olurduk! Karanlığa ışık tutan Diyojen (Diogenes), gündüzde fener taşıyordu, çünkü onun feneri, aydınlık içindeki karanlık noktalara yönelmişti!

12 Mart karanlığına acaba bir ışık tutulmuş ve failleri yargılanmış olsaydı, acaba yaşam kalitemizde neler değişirdi?

Büyük Direniş (Defiance)

Büyük Direniş (Defiance)

TV8 kanalının film kuşağında yayınlanan filmlerin seçimini kim ya da kimler yapıyorsa onları kutlamak istiyorum. Gerçi daha önce telefon ederek kutladım ama yazı ile de kutlamak istiyorum. Seçimlerindeki başarılar sayesinde birkaç defa izlenebilecek “kult” filmlerin yayınlanmasına ve yeniden gündeme gelmesine sebep oluyorlar. Popüler değil, gerçek bir film seyri sunuyorlar.

Balon köpücüğünün üzerine yazılan filmlerin bir çoğu gişe rekoru kırarlar ama gösteriminden sonra sinema salonlarında yerlerini alamazlar. Kult filmler ise hangi dönemde gösterilirse gösterilsin, izleyici ile buluşur.

TV8’de yayınlanan Büyük Direniş (Defiance) filimden biraz bahsetmek istiyorum; 2. dünya savaşı sırasında Almanya’nın Polonya işgali ve sonrasında Yahudilerin hayatta kalma mücadelesinden bir ayrıntıyı anlatır. Bugüne kadar kafalara işlenen şey, ‘Yahudiler direnmemiştir’ söylemine bir itiraz vardır bu filmde. Yahudilerde Alman işgaline karşı direnmiş ve hayatta kalmak için orman içinde kamp kurmaları ve kampta karşılaşılan sorunlar ve bir biri ile önceden karşılaşmamış insanların ortak yaşam alan kurmasını anlatır.

Üç kardeş savaşın ilk günlerinden sonra, Yahudilere karşı ayrımcı katliam ve daha sonra soykırım boyutuna sıçrayacak olan saldırılar karşısında, direniş için orman alanı içine çekilmeleri ve işbirlikçi Yahudiler ile ilk çatışmaları ile başlar film. Varlıklı olanlar, mal karşılığında hayatta kalabileceğine inanırlar. O yüzden direnişi hoş karşılamazlar, çünkü direnenlerin varlığı kendilerine yapılacak olan baskının artması anlamındadır. Şehirlerde yaşayanlar ise Getto adı verilen yerlerde yaşamaktadırlar. Gettolar etrafı duvar ile çevrili ve şehir yaşamından belli saatte kopan yaşam alanlarıdır ve bu alanların alt yapısı yoktur. Gün geçtikçe direniş saldırılar karşısında kendiliğinden gelişmektedir. İlk direniş belki oldukları bölgeden kaçmaktır ama gettolar içinde yaşayanların kaçacağı alanlar destanların olduğu yöreler olmak zorundadır, çünkü dünyaları o alanlar içindedir. Kulaktan kulağa duydukları direniş alanlarına içerinden bir iki kişiyi gönderirler, eğer doğru ise diğerleri de gitmek için gelecek haberi beklerler. Direnişin haberi, ölümü bekleyenlerin arasında çabuk yayılır. Umut kulağa fısıldanan biz söz olur. sözün hayat bulması ise mucizedir. O mucize film içinde gerçekleşir.

Köylerde yaşayan varlıklı Yahudiler ise, direnişi haklı görmezler ve mallarını onlar ile paylaşmak istemezler. Yahudilere destek veren, onları saklayanlarda saldırıda hedeftir. O yüzden sessizce boyun eğme vardır ama bu sessizlik insanlıktan çıkmayı ortaya getirmez. Polonya köylüsü, Yahudileri saman altındaki sığınakta saklamaktan canı bahasına vazgeçmez, eşi sessizce onları alacakları bekler. Ev sahibi idam edilmiştir, yasa ve yürürlükte olan hukuk kuralları duyurusu ile birlikte.

Varlıklı Yahudiler orman içinde saklanan Yahudilere saldırırlar. İlk çatışma büyük kayıp ile sonuçlanmaz ama o sıralarda başka bir güç vardır orada, Kızıl Ordu partizanları. Partizanlar bunların orada olmasından rahatsızdırlar ve ayak bağı olduklarını düşünürler. Kendilerinin emri altında davranmalarını isterler. Onların da başka seçenekleri yoktur. Partizanların denetimi altında ama içinde bağımsız birliklerini korurlar.

Zaman sorunları ortaya çıkarır. Direnişin nasıl olacağı biçimde ayrılık kardeşlerin yollarını ayırır. Partizanların içinde çarpışan kardeşe karşı bir önyargı vardır, çünkü Yahudi çalışamaz ve dinin vermiş olduğu önyargı ile yüklüdürler. Kızıl ordu içinde de önyargı vardır ama bu büyük çatışmalara sebep olmaz. Çatışmalar gün geçtikçe boyut değiştirmektedir. Zaman sorunları katlayarak getirir, hayatta kalma mücadelesidir. Bir sınırda, siperde yaşam mücadelesi verir konuma gelmişlerdir. Çünkü, işgal edildiğinde henüz sınır olmayan alanlar, bir anda savaşın yıkıcı etkisi ile sınıra dönüşmekte ve bir çatışma altında kalabiliyorlar. Savaşın bombaları bir süre sonra üzerlerinde olduğunu patlama ile yaşarlar. Yaratmış oldukları alan artık güvenli değildir. (bu arada esir alınmış bir öncü birlikteki Alman askerinin linç sahnesi vardır. Linç edilmesi birikmiş bir öfkenin dışa vurumudur. Kayıplar, ölümler, o sahnede dile gelir.

Daha korunaklı yere gitmek zorundalar. Her türlü güçlüğü göze alacaklar ve pratik olarak gelişen yolların bulunması ile cemaat olmuş olan bu grubun başka alana geçişi ve o korunaklı alan içine gelmeden çatışma ile karşılaşırız. Bu yolun kesiştiği noktada kardeşler buluşur. Kızıl Ordu çekilmiştir, kendi savunma alanını artık kendi güçleri ile korumak zorundalar. Orman içinde yaşam alanı kurarlar ve yaklaşık olarak 1200 insanın kurtulması ile savaş sonlanır.

Savaş filmi olarak algılanır ilk etapta ama savaştan çok bir direnişin ve yeniden cemaat olma yönünde oluşan bir sahne ile karşılaşırsınız. Kafalarda oluşan o kurbanlık Yahudiler yoktur, onların yerine direnebilen ve direnen Yahudilerin sorunlar ile nasıl baş ettikleri ve geçmişin tecrübesinin yeni koşullara uyum sağladığını gösteren bir çalışmadır. İlk defa başka bir cepheden savaşa bakarız. Bu savaşın cephesi bir savunma çizgisidir.

Oyuncuların müthiş performansı ve o coğrafyanın yaratmış olduğu görsellik içinde savunma hattındaki yaşama göz atmamızı sağlıyor.

Her film belirli mesajını içinde taşır. Bazı filmler siyasi mesajını açık olarak iletir, bazıları ise görüntüler altında, alttan alta seyirciye fısıldar. Bu filmde acının fısıltısını duyarsınız. Balon köpücüğüne yazılmış bir senaryo olmadığı film bittiğinde daha çok hissediyorsunuz.


Büyük Direniş (Defiance)
Yönetmen: Edward Zwick
Senaryo: Edward Zwick, Clay Frohman, Nechama Tec (Kitap)
Oyuncular: Daniel Craig, Liev Schreiber, Mark Margolis, Tomas Arana, Alexa Davalos, Jamie Bell, Sam Spruell, Mark Feuerstein, George Mackay, Allan Corduner, Jodhi May, Iddo Goldberg, Jacek Koman, Mia Wasikowska
Müzik: James Newton Howard
Görüntü Yönetmeni: Eduardo Serra

7 Mart 2010 Pazar

Darbeler…


Darbeler…

Darbeler mevsimi uzun zamandır ülkemizin gündeminde. Darbe yapmak için teşkilat kuranlar, onları izlemek için ayrı örgütlenenler. Darbe yapılıp yapılmadığını bilmeyen Genelkurmay başkanları bu ülkenin gerçekleri içindedir. Tarihimizin darbeli günlerinden birini unuttuk uzun zamandır, yeniden anımsayalım. Hani şapkasını alıp giden bir başbakan vardı bir zamanlar, sonra geldiğinde iktidara, dün dündür dedi. Çünkü dün sorgulanmış olsaydı, denizlerin idamı için ne kadar hevesli el kaldırdığı ortaya çıkacak ve sorgulanacaktı!
12 Mart, sol üzerine balyoz gibi inerken, idam iplerini de hazırlamıştı. Bugün o idam edilen yer boş. Oranın 12 Eylül müzesi olması için girişimler yapılıyor. Bugün iktidarda olanlar geçmiş darbenin hesabını soramaz konumda, geçmişi hiç anımsamıyor, onların anımsamaları canlarının acıdığı noktadır. bizim canımız her darbede acıdı, o yüzden bizler hiç bir darbeyi unutamayız…

12 Mart, Denizlerin idama giden yolun başlangıcıdır, Kızıldere direnişinin olduğu noktadır. Ziverbey köşkünün duvarları o günlerde işkencenin izlerini taşır.

Kontrgerillanın ülkeyi nasıl yönlendirdiğinin ve değişik operasyonlarda yer alması açısından da önemli tarihtir. 12 Mart kanlı 1 Mayıs'ın kitle önündeki ilk tecrübesidir. Onu izleyen günler ve yıllar içinde, Maraş, çorum, Sivas katliamları, Fatsa nokta operasyonun ilk ayak sesleridir. 12 Mart, 68 ruhunun özgürlük ateşini söndürmek ve korkunun toplum üzerine yayılması için yapılmış büyük adımlardan bir tanesidir.

12 Mart unutulacak mı? Sorgulanacak mı?

Darbeler bize ne kazandırdı, neler alıp götürdüğünü görmek istiyorsanız, mezarlıkları bir gezin, hesaplayın derim. Çünkü nice aydınlık insan orada suçsuz olarak öldürüldüklerini, işkence ile sakat bırakıldıklarına şahitlik yapar.

Bir daha asla demek için, geçmiş ile yüzleşmek için darbeleri de içine alacak bir 12 Eylül Müzesi kurulmalıdır. O müze öksüz bırakılan çocukların da tarihidir.