24 Nisan 2010 Cumartesi

Sessiz sedasız…

Sessiz sedasız…

Meclis koridorları, yine telaşlı günlerini yaşıyor, bazıları için tarihi günler, bazıları için olağan günler. Fakat, meclis koridorlarında dolaşanların çoğunun haberi olmadan bazı yasal düzenlemeler meclise ulaşmakta ve mecliste dinlemeden / anlamadan el kaldırma ile sonlanan yasal düzenlemeler olmaktadır. Meclis, vekillere emanet edilmiş, vatan millete!

Bugünlerde tartışılan konuların içinde, millet tanımı üzerindedir. Millet kimdir, ne anlatmaktadır, kimler temsil eder vs. vs. … diye uzanan bir çok soru sorulmakta ve ekranlar karşısında bazıları da kavga etmektedirler. Millet diye kabul edilen çoğunluk ise, sessizce bu kavgaları ekranlar aracılığı ile izlemekte ve kendisince yorum yapmakta, bazıları da homurdanmaktadır. Ne vekil duyar bu homurdanmayı, ne de milletin çoğunluğu. Günlük yaşam kavgası içinde, bir balon gibi gökyüzüne çıkar sonra yok olur gider. Köylü toplumda yaşasaydık, saman alevi gibi derdik!

Gıda mühendislerinden yeni düzenlemeler ile ilgili mailler alıyorum. Üretim yapan yerlerin bazılarından gıda mühendisi bulundurma zorunluluğu ortadan kalkıyor! Günümüzde nasıl olsa her kes gıda mühendisi, gıdanın nerede, nasıl ve hangi koşullarda üretileceğine piyasa koşulları ve parası olanın inisiyatifi belirliyor. Bir de diplomalı birilerini işin içine karıştırdın mı, maliyeti yükseliyor! Halkımızın daha ucuz gıda tüketebilmesi için bazı çalışanların ortadan kaldırılması gereklidir! Diye düşünmüş bazı vekiller ve önerge vermişler meclise… Bize düşün ise, yasalar çıktıktan ve yürürlüğe girdikten sonra homurdanmaktır! Homurdanan seçmenini çok sever idare eden vekiller!

Gıda mühendisleri işini kaybedecekmiş, diplomalı işsizler ordusu içine gıda mühendislerinin de sayısal olarak katkı sunacakmış gibi sorular elbette sorulmaz, nasıl olsa diğer diplomalılar ne yapıyorsa gıda mühendisleri de onu yapacaklardır! Başka alanlarda iş arayacaklardır, eğer şanslılarsa ilaç firmaları için pazarlamacılık görevi yapacaklardır! Üniversiteleri meslek yüksek okuluna dönderenler, sınavların gerekliliğini savunuyorlar. İşe girmek için yapılan sınavların neden gerekliliğini millete anlatıyorlar! Millet elbette önüne ne gelirse kabul ediyor, en iyi kazığı kim atarı seçip, onu seçme peşinde koşuyor! Çünkü millet acıların çocuğudur ve acılar içinde yaşamaya alışmışken, refah gibi anlamsız şeyler ile uğraşmasının da anlamı yoktur… Her koyun kendi bacağından asıldığına göre, millet içindeki bireyler kendisini kurtarma peşindedirler. Her birey kendisini kurtardığına ve kurtaracağına inandığı için öyle davranıyorlar. Onlar bildiklerinden değil aslında, o şekilde eğitim verildiği için doğru kabul ediyorlar. Dile kolay 30 yıl olmuş, 30 yıl aynı nakarat söylene söylenen doğru olmuş yanlışlıklar.

Gıda mühendisleri; “uyanın bu iş bizim mesleğimizin kağıt üzerinde kalacağı bir yasal düzenlemedir, bizim kontrolümüz altında dahi insan sağlığına aykırı üretim yapanlar, bir de bizim hepten kontrol dışımıza düştüğünde neler olabileceğini hayal bile edemiyoruz. Bize sahip çıkmanızı istemiyoruz ama sağlığınıza sahip çıkın!” diye haykırmaktalar.

Sağlığımıza sahip çıkmak mı, ne kadar uzak bir kelime değil mi? GDO’lu ürünleri, seralarda yetişen zamansız sebze ve meyveleri, çekirdeği olmayan meyveleri yemeğe alıştık! Organik diye kandırmaca pazarlar kuruldu, organik ve doğal olduğu söylenen gıda ürünlerini pahalı alır olduk! Her şeye alıştık! Dünyanın global olduğunu unuttuk, Çernobillin etkisinin bu gök kubbe altında her alan için etkileyeceğini düşünmedik! Buzların erimesini buzul ülkesinin insanın sorunu olarak gördük! Biz kendi bacağımızı kurtarma telaşına düştük, çocuğumuzun geleceği için dershanelere inanılmaz paralar ödedik, sınavlara giriş için harçlar ödedik, inanılmazı başarmak için dünyadan elimiz eteğimizi çektik, hedefimize kilitlendik. Öğrenmedik, var olan yolu gözümüz kapalı geçmek için bir birimizle kıyasıya yarışır hale geldik! Üzerime kimin kırbacının geldiğini düşünmedik, bir gelelim dedik hedefe, hedefe odaklandık, hedef yolu üzerinde bir çok dostumuzu kanser hastalığına, başka hastalıkların pençesine attığımızı düşünmedik… Hedefimize ulaşmak için dostlukları yok saydık, önümüze ne engel çıktıysa onu yıkıp yok etmek için her şey yaptık! Alternatiflerin var olduğunu düşünmedik, önümüze çıkan kapalı kapıyı omuzladık, kırmak için uğraştık, bazılarını kırdık, bazılarının önünde hala umutsuzca omuz vuruyor duruyoruz… Biz doğuluyuz, düşünmeyiz başka kapıların olacağını, önüne gelip durduğumuz kapıyı ya açıp geçeriz, ya da ömür boyu orada bekleriz!

Gıda mühendislerin elinden çalışma alanları alınıyor, onların çalışma alanı kısıtlanıyorsa, bizim sağlık için güvencelerimizin de daha da azaldığı anlamına geliyor. Kontrol dışına düşecek olan üretim alanlardan, daha çok kar elde etmek için sağlığımızın hangi alanı ile oynayacaklarını kim bilebilir, kim söyleyebilir?

Gıda mühendislerinin yaptığı açıklamaya kulaklarımızı kabartalım, kulaklarımızı kabartmıyorsak eğer, yarın başımıza gelecek her hangi bir hastalıktan, zehirlenmekten, sorumlu aramayalım, çünkü var olan piyasa; daha çok para kazanmak için her yolu mubah görüyor ve denetim dışına çıkmaya çalışıyor. Gıda üretim alanlarının denetim altından çıkıp ve kontrol dışı üretimin yapılacağı alanlar olmasını istiyorsak sessiz kalalım derim! Millet olarak sessiz kalmaya alışmadık mı? Kitlesel olarak kanser olmaya alışmıyor muyuz? Kitlesel salgınlıklarda düşünmeden para harcamıyor muyuz? Verimlilik piyasa için şart! Verimliğin anlamı daha çok para kazanmaktır! Diğer alanlarda verimlilik istemek demek, sosyal devleti istemek demektir ki, günümüz normları için çağ dışıdır! Çağa uyum sağlıyoruz! Çağın tanımlamaları içinde yaşamaya alışıyoruz! Sessiz kaldığımız sürece, yok olacağız!

22 Nisan 2010 Perşembe

İdamlar, 6 Mayıs’ta oldu!

İdamlar, 6 Mayıs’ta oldu!

Ülkem için bir şeyler düşündüm. Güzel bir gelecek içinde, halklar ile ortak yaşamayı hayal ettim. Bütün renklerimiz ile, bütün dillerin özgürce konuşulduğu bir gelecek! O gelecek; bir düş müydü, bir ütopya mıydı, bir neydi, fakat ne olduğu önemli değildi… Güzel bir gelecekte, bütün halkların omuz omuza halaya durduğu bir şöleni tasarlamıştık… Davulları çaldık, halaya gelin dedik, meydanlar özgürlüğün alanı olsun dedik, gençliğimizin en güzel düşlerini, zamanını halklarımız için verdik ve vermeye devam ediyoruz.

6 Mayıs bizim karanlık günümüz olarak tarihteki yerini aldı. 6 Mayıs olmasın diye Kızıldere’de dayanışmanın en güzel örneği verildi… Halklar ağıt yaktı, yoldaşları yollara düştü. Fakat, ne yazık ki 6 Mayıs sabahı güneş doğmadı!

Üç darağacı, üç yoldaş, üç fidan, üçü de birbirinden yiğit, üçü de Anadolu’nun, Mezopotamya’nın destanlarındaki kahraman yiğitleri gibiydiler. Kötülüğe, zulme başkaldıran, Newroz ateşini yakan bir demirci ustası Kawa’ydılar. Ateş yanmaya görsün, özgürlük türküsü söylenmeye dursun, önüne ne engel olabilir ki? Engeller kısa bir sürede olsa amaca giden yolu uzatabilir ama su ulaşacağı denize ulaşır!

Deniz’in türküsü dilden dile, kulaktan kulağa, yürekten yüreğe dokunarak bugüne geldi. Denizlerin ölüm günü olan 6 Mayıs, idamların günü olarak adlandırılsın, çünkü her günümüz bir darağacıdır tarih içinde. Darağacında ölenler arasında; Pir Sultan, Şeyh Bedreddin ve 12 Eylül zulmünün kurduğu darağaçlarında son nefesini veren yoldaşlarımızdırlar! Her birinin ismini alt alta yazmaya kalksak, ne kağıt dayanır, ne duvar, ne de günler…

6 Mayıs, idamların güncenin tutulduğu gündür. Sabahın çiği henüz yağlı urganın üzerine düştüğü anlar, ipin asılı olduğu alan canlanır. Telaşlıdır her şey, bir cinayete şahit olacaktır duvar ve gri gökyüzü. Güneş, kendisini o gün göstermez, çünkü cinayetin parmak izleri hep karanlıkta kalacaktır. Şahitler dizilir duvarın kenarına, gözler bir babayı, bir anayı arar ama yoktur, çünkü orada olanlar ne anadır, ne de baba, sadece ipi gören göz, nefesi duyan kulaktılar. Bir çığlıktır zaman, kendisini durdurmak ister ama doğa yasasıdır, durmaz, gelir. Zamanın sesi, gökyüzünün ışıltısı, yeryüzünün çiği içinde bir darağacıdır. Ağacın üzerinde bir yağlı urgan, altında bir sandalyedir. Her şey hazırdır, sahne ışıklar ve seyirci. Oyuncusu yoktur bu gösterinin.

İdam sahnesinin bir de celladı vardır. Mesleğidir. İdam ederek para kazanır, idam ederek çocuğuna ekmek götürür, idam ederek emekliliğinin hak kazanmayı düşünür. Cellatlık bir meslektir bizim memleketimizde. Celladın sesi yoktur, görevini yapar. Eli alışıktır, yüreği dayanıklıdır, gözü sadece işini görür, ipi boğaza geçirirken düşünmez. Bir imza atar gibi kullanır elini, canı acımasın diye idam edilecek delikanlının, boğazına ipi iyi yerleştirir. Duygusaldır işini yaparken, tıpkı idamı izlemekle yükümlü memurlar gibidir. Her şey devleti içindir, devleti ne kara verdiyse doğru vermiştir! Görevini yapar, gözleri, yüreği kapalı!

İdam günceleri vardır devletin verdiği kararlar arasında. Kararları imzalayanlar bellidir, karar veren bellidir ama onların isimleri pek bilinmez, idam edilenin destanı kulaktan kulağa, gönülden gönüle gider…

İdam edilenler ölümsüzüdürler, onların günlükleri 6 Mayıs’ta tutulmaya başlar! O yüzden bütün idam edilenleri anma günü olarak 6 Mayıs’ı kabul edelim. Her gün bir idam edilen yoldaşımızı anacağımıza, o gün tüm yoldaşlarımızı analım. Çünkü 6 Mayıs, kara bir gündür, tıpkı diğer idam edilen günlerde olduğu gibi. O gün idam kararı verenleri, idamı onaylayanları, mecliste el kaldıranları nalet ile analım, tarihin izini bugün de gün ışığına çıkaralım.

Kara günün sorumluları aynı zaman da Kızıdere’de, Gazi Mahallesinde ölenlerin de sorumlularıdır… Dink’i, Mumcu’yu öldürenlerde o gün mecliste el kaldıranlardır… Maraş’ın, Çorum’un, Sivas’ın; Bahçelievler’in katillerini alkışladı o gün mecliste el kaldıranlar... “Bana sağcılar cinayet işledi dedirtmezler” dediler… Sorumluları unutmayalım, yoldaşlarımızı anarken…

6 Mayıs günü sadece üç yiğidin boynuna asılmadı yağlı urgan… 6 Mayıs günü, idam edilen güzel insanları anma günüdür…

20 Nisan 2010 Salı

Tek tip olmaya hayır!

Tek tip olmaya hayır!

Tek tip kavramı, savaş alanlarında ortaya çıkmıştır. Savaşta; karşılıklı savaşanların karışmaması için, ihtiyaç sonrası kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Elbette başlangıçta bugünkü gibi tek ve biçimli kıyafetler yoktu ortada… İlkel savaşlar, profesyonellerin savaşı değildi, tarlasında çalışan, hayvanların başında olanların ortak çıkarlarına uygun savaşlar olurdu. Güvenlik karşılığında üretim! Doğal olarak, ilk savaşanlar savaşçı değildi. Onlar doğaya karşı savaşçıydılar ama zaman içinde sınıfların ortaya çıkması ile birlikte, toplumsal sözleşmenin yazıdan önce sözsel ve güç üzerine kurulması ile birlikte, savaşçı kavramı ve savaş için beslenen ayrı bir katmanında oluşması, tarih içinde kaçınılmazdı ve bu kaçınılmaz durumun karmaşıklığını bugün dahi yaşamaktayız.

Savaşın daha da karmaşıklaşması ve savaş için, savaş aletlerinin teknoloji ürün olarak üretimi ile birlikte, savaşta da bir düzen ve tek tipleşme ortaya çıkmıştır. Bu tek tip duruş ve hareket etmek; ölümü daha çabuk kolay benimsemeye ve ölüme gözü kapalı atlamayı da berberinde getirmiştir. Savaş alanına giden erlere, savaşın farklılığını ve ayrı bir yaşam olduğu hissi tek tip kıyafetler ile sözsüz olarak anlatılmıştır. Savaş cephesinde isim yoktur, rakamlar önem kazanmıştır. Tek tip kıyafet içinde kişinin kimliğinin artık önemi yoktur, savaş alanında öleceklerden sadece biridir ve o yüzden genel bir isimlendirme yapılmıştır. Tek tip kıyafet, kimliği ve kişiliği ortadan kaldıran birer ölüm makinesi haline sokan bir anlayışın ürünüdür.

Orduların teknoloji sayesinde var oldukları, toplumundan hep bir adım önce olması şaşırtıcı değildir. Ordu mensubu, işgal ettiği topraklardaki en değerli varlıkları yağmalarken, o topraklarda ki kültürü de bilinç dışı içselleştirerek, yaşadıkları toplumun bilgi düzeyinden hep bir adım önde olmuştur. Düşünme kabiliyeti daha da geliştirmiştir, çünkü yeni toplum görmek ve yeni diller ile tanışmak demek, o kurumun veya kişinin; yaşadığı toplumun önünde olmasını doğal olarak öne çıkarmıştır. Bilgi birikimi, daha geniş pencereden dünyaya bakmayı beraberinde getirir. Emperyalist toplumlar, sömürülen toplumlara göre daha güçlü olmaları, daha geniş bir perspektiften dünyaya bakmaları ile orantılı olduğunu görürsünüz.

Ortaçağın karanlığında, en geri yaşam kalitesini içinde barındıran Avrupa’nın emperyal güç olması aşamasındaki sıçramasını bir tarih dizimi içinde baktığınızda, göreceğiniz en önemli sıçrama, yeni topraklara doğru yapılmış yağma maceralarıdır. Gittikleri toplumu dönüştürmek için uğraş verirken, oradan elde ettikleri bilgi birikimlerini kıta Avrupa’sına taşımışlardır. Elde ettikleri bilgiler ile, tek tip anlayışı toplumlara nasıl daha katı uygulayacaklarını, sömürdükleri toplum üzerinde denemişlerdir. Bir çoğunda da başarıya ulaşmışlardır. Fakat bu başarı sürekli değildir, çünkü bastırılan ve yok edildiği düşünülenler zaman içinde bir yanardağın patlaması gibi yeniden patlamalar yapmış ve o tek tip anlayışı yıkmıştır.

Tek tipleştirme, savaş meydanlarından çıkıp toplum üzerine yönelmesi, ulus devleti kavramının ortaya çıktığı Fransız sanayi devrimi ile yaşamın içine girmiştir. O güne kadar tek tanrılı dinlerin yapamadığını, ulus devlet anlayışı içinde acımasızca uygulanmış ve toplumlar içinde acımasız kavgaların ve çatışmaları da körüklemiştir. Dünya savaşları adını verdiğimiz büyük yıkımlar, bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Tek tip anlayışı sonucu, ulus devletler; kendi içlerindeki diğer renkleri yok saymış ve asimile etmek için daha zekice yöntemler geliştirmiştir. Okulların zorunlu hale getirilmesi ve eğitimin silah olarak kullanılması, eğitimin bir sistem içinde tüm katmanları kucaklayacak boyutta genişletilmesi bu asimilasyon ve uyum politikası olarak söylenen politikaların sonucunda geliştirilmiştir.

Eğitimin içinde yer alan çocuklara, emperyal güçlerin kullandığı kıyafetler başlangıçta zorunlu hale getirilmiş ve bu kıyafetler ile toplum içinde katmanlar arasında ki uçurumun gözler önüne serilmesi için bir örtü olarak kullanılmıştır. Bu kıyafetler ile fırsat eşitliği denilmek istenmiştir. Zengin ile fakir arasında eğitimde fırsat eşitliği gibi kandırmaca sözler ile okullar çekici hale getirilmiş ve diploma ile işe girme süreci bu dönemin ürünüdür. Ulus devlet öncesi yapılan eğitimlerin mektupları tek tip değilken, ulus devletin hayat bulması ile birlikte tek tipleştirilmiş ve diploma olarak çekici hale getirilmiştir. Eğitimin çekici hale getirmesi ile istenen tek tip ulus kavramına hayat verilmesi amaçlanmış ve o amaca yönelik müfredat uygulanmıştır. Tarih birliği için; her ulus devlet için ayrı tarih uydurulmuş, kahramanlıklar / zaferler eşliğinde dünyaya bedel olacak kuşaklar yetiştirilmiştir.

Tek tip kıyafet ve eğitim; gönüllü / zorunlu ilişkiler içinde topluma dayatılmış ve dayatma sonucunda da kabul görmüştür. Bugün dahi geri kalmış ülkelerde, tek tip kıyafet ile eğitim yaptırılmaktadır. Karşılaştırmalı tarih yerine, hala eskiden olduğu gibi kahramanlıklar üzerine örülü destanlar; tarih dersi olarak okutulmaktadır. Ve bunların görüldüğü geri bıraktırılmış ülkelerin ortak yönü, çok kültürlü ve çok renkli olmalarıdır. Bu sayede o renkler tek renge indirilmeye çalışılmakta ve kültür zenginliği bilinç ile yok edilmektedir.

Tek tip ordu, tek tip eğitim, tek tip sağlık, tek tip diye uzatacağımız sözlerin hepsine hayır demek emperyal güçlerin istedikleri fakirleştirme ve çölleştirme politikasına karşı gelmektir. Ondan dolayı halkların çeşitliliğini geliştiren, toplumların bilgi düzeyini tek tip olmaktan çıkarıp, her görüşün kendisini ifade edebileceği ortamların yaratılması için, seyahat özgürlüğü yanında çalışma özgürlüğünün güvence altında alındığı insan haklarının temel maddelerinin hayat bulacağı bir toplum yaratmak için, tek tip kıyafete hayır demek gereklidir. Savaşlara hayır demek için, tek tipe hayır demek gereklidir. Artık, ayrılıklardan dolayı ötekileştirme politikasının son bulması için, tek tip düşünmeye, giyinmeye hayır demek; çağdaş dünyayı yaratma sürecine bir katkı sunmak demektir.

18 Nisan 2010 Pazar

Amerika’da yayınlanan reklamlarda, acaba Türk sanatçılar oynuyor mu? Türk gelenekleri Amerika’da yayınlana bir reklamda kullanılır mı?

Amerika’da yayınlanan reklamlarda, acaba Türk sanatçılar oynuyor mu? Türk gelenekleri Amerika’da yayınlana bir reklamda kullanılır mı?

Son yıllarda, Amerikan kökenli firmaların reklamlarında artık Türk oyuncuya ihtiyaç duymadan, kendi orijinal görüntüleri üzerine Türkçe dublaj ile ülkemizde de yayınlanıyor. Globalizm öyle bir şeydir ki, evrensel olarak üretim yapan ve pazarlayan firmalar; Amerikan halkını temel alarak, oranın kültürünün mizahi unsuları içinde çekilmiş olan reklam filmlerini, bir anda bütün dünya kanallarında yayınlıyorlar. Eskiden, ürünün pazarlanan ülkenin kültürüne ve ten rengine dikkat edilirdi, şimdiler de ise bu dikkat tamamı ile çöpe atılmış ve bu firmalar; bütün dünyayı Birleşik Devletler olarak görüyorlar ya da reklam giderlerini minimuma indirmek için tek reklamı bütün dünyaya yazı ve dil çevirileri ile birlikte gönderiyorlar. Bu sayede her ülke için ayrı reklam stratejisi ve planlaması ortadan kalkmış oluyor ve bu da müthiş bir tasarruf anlamına geliyor!

Amerika’da nerede çekildiği belli olmayan, aptalca müzik ve görüntüler eşliğindeki reklamları uzun süredir ülkemizde de yayınlanıyor. Biliyorum ki, aynı reklamlar Avrupa ya da başka kıtalarda yayın yapan tv’lerde de yayınlanıyor. Çünkü bu reklamları pazarlayanlar bütün dünyayı Birleşik Devletler olarak görüyorlar!

Eskiden, eskiden dediğimde TV kanallarının devlet tekelinde olduğu ve tek kanlın ülke saffına ulaşabildiği noktaya kadar ulaştığı, çatılarda anten denen tellerin takıldığı dönemden bahsediyorum. Önceleri siyah beyazdı, renkli TV var dediklerinde; “hadi canım, nasıl oluyormuş?” diye birbirimize sorduğumuz yıllardan bahsediyorum. O dönemlerde; dünya TV’lerinden seçilmiş mizahi kısa görüntüler yayınlanır ve bütün ulusça o yayınlanan görüntülere gülerdik. Bizim için komik görüntülerdi. Örneğin; MR MUSCAL gibi bir deterjanın reklamına ben çok gülerdim. Kaslı bir çizgi film kahramanı geliyor ve her şeyi bir anda temizliyor ve temizledikten sonra kaçışı müthiştir. Elbette bu mr. adı ‘bay kas’ olarak tercüme edilirdi. O dönemlerde Türkçe isim bulma hevesimiz vardı, her yeni çıkan ürüne Türkçe yakıştırmalar aranır ve sonra onların Türkçe dil kurallarına uyup uymadığını milletçe tartışırdık! Hatta o tartışmalar bile ayrılık ve cepheleşeme ile sonlanırdı! Örneğin; National kelimesinin karşılığının, millet mi, ulus mu kavgasına tutuşurduk! Zaman içinde ayrılık nedenlerimizin içinde millet ile ulus kelimeleri girdi, millet diyenler sağcı, ulus diyenler solcu oldu! Çünkü ulus bir sol olduğunu iddia eden partinin yayın organıydı! Onun gibi yüzlerce kelime sıralanabilir, bugün dahi izlerini görmek mümkündür, elbette 78 ve 68 kuşağının ‘dinozorlarını’ bulursanız!

Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda, elbette bugünkü kullanılan kelimelerin yarattığı alandan baktığımızda, ne aptalca ayrılıklar yaşamışız, her iki kutubu simgeleyen kelimeler hepten ortadan kalktı! Globalizm öyle bir şey ki, eskiden kimliklerin rengini belirleyen kelimeleri kökten yok etti, yerine İngilizcenin Türkçe okunuş halini bıraktı!

Globalizm, şimdilerde kendisine ait kutuplar yaratmakta ve o kutupları beslemektedir. Bugün o kutupları ciddiye alanlar, ileri bir tarihte kutupları anımsamayacaklardır bile, çünkü o yaşam alanı içinde başka kutuplar içinde, başka kimlikler ile kendilerini ifade etmeye çalışacaklardır diye düşünüyorum. Çünkü Birleşik Devletler için üretilen reklamlar, eskiden bize aptal gelen konuları (temaları, belki bazıları konu kelimesini unutmuş olabilir) şu anda çok doğal olarak görmekteyiz ve gülmeden seyrediyor ve tüketiyoruz!

Globalizmin belki de diğer anlamı bu reklamlarda gizlidir, ne dersiniz? Firmalar tüketici gördükleri halkı ne olarak görüyor dersiniz? Kaç global firma ülkemizde hastane yaptı dersiniz? Artık ben şahsi olarak okul istemiyorum, çünkü bu okullardan yetişen çocukların kimliklerinin, hayallerinin ve kültürlerinin çalındığı yerler olarak görüyorum. Okullar, şimdiki konumu itibari ile global firmaların istedikleri yönde tüketici nesil yetiştirmek için bire bir alanlar olmuş konumdadır, eğitimde kalitenin düşmesinin sebebi olarak da globalizm politikalarını görüyorum.

Siz hiç Amerika’da yayınlanan bir Türk reklamı duydunuz mu, gördünüz mü? Eğer yayınlanmış olsaydı, ülkemizde övünç kaynağı olacağından bütün kanallar o reklamı haber programları içinde ücretsiz yayınlardı diye düşünüyorum! Bir Türk uçak firması bile reklamlarında kendi ülkesinin oyuncusunu kullandırmıyor, bırakalım oyuncuyu teknik alt yapıda dahi bir Türk görmek mucize olur konuma geldi, reklam sektörü sınır tanımadan, küresel firmaların hizmetinde, sadece küresel reklam firmaları yapar konuma geldi. Yerel reklam firmaları ise, onların şimdilik dublaj ve tercüme işi ile ilgilenmektedir!