30 Nisan 2010 Cuma

Nuh’un gemisi!

Nuh’un gemisi!

Nuh’un gemisini bulmak önemli, çünkü bir destanın, söylencenin ve kutsal sözün kanıtı olarak insanlığa sunulacaktır. Tek tanrılı dinlerden önce başlayan bir destan, tek tanrılı dinler ile devam etmiş ve bugüne kadar gelmiştir.

Nuh Peygamber ile hikayeler Tevrat’dan önce de vardı, sonradan gelen dinlerde de varlığını korumuştur, bu sayede dinlerin devamlılığı sağlanmıştır. Fakat hikayenin geçtiği mekan konusunda çelişkiler vardır, biri Cudi dağını işaret erken, öteki Ağrı dağını işaret ediyor, hatta bazıları için Ağrı Dağı değil de, Urartu memleketinde olduğu vurgulanıyor. Bazılarına göre, Ağrı Dağı Urartu memleketinin sınırları içinde değildir, o yüzden orada gemi olamaz! Tevrat’ın yazıldığı zamanlarında, sesli harf olmadığı için Urartu kelimesi ile Ararat (Ağrı) kelimesi karışmıştır derler. Derler de derler, yüzyıllardır bu tartışma sürer gider. Fakat bu tartışmanın çok önemli tarafı vardır, çünkü toprağa ilk adım atanlar, insanlığın atası konumunu elinde bulunduracaktır! İnsanlık ve diğer canlılar bu gemiden çıkanlar tarafından soyu devam ettirilecektir! O durumda hepimiz Ermeni olabiliriz! Birilerin karşı olduğu cümle hayat bulmuş olabilir, hem de hiç beklenmeyen taraftan!

Tartışmanın boyutu bu şekilde giderken, Ararat ile Urartu kavramı kilit noktaya döner, çünkü bu durumda Ermeniler seçilmiş kavim olma ihtimalini güçlendiriyor ve Ermenilerin yaşadıkları acılar vb konularda, insanlığın temel sorunu haline dönüşebilecektir. Bundan dolayı, bizde birden Cudi dağında olduğunu kanıtlama arayışlarına gidilmiştir. Cudi Dağı ismi Kuran’da da geçmektedir, o halde oradadır! Son gelen kitap; hepsinden daha doğrusunu söyler ve bilir.

Hıristiyanlar ve Yahudiler için; Ararat dağı öne çıkarken, başka şeyleri de öne mi alıyorlar telaşı vukuu bulmuştur. Bu belirsizlik durumu birileri için kafa karışıklığının nedenidir.

Bilimsel çalışmalar içinde; aslında, her iki tarafta değil de başka yerde olabildiğini ve kısıtlı bir coğrafyayı kapsadığı konusunda bulgular vardır. Sinop açıklarında bulunan yerleşim birimleri, bir zamanlar kıyıda olan köyler şimdi denizin altındadır. Marmara Denizinin Karadeniz ile boğaz aracılığıyla birlemesi sonucu, büyük bir değişim yaşandığı bilgileri fısıldanmaktadır. Bu büyük doğa olayında, destanda anlatıldığı gibi bir su baskından söz edilmektedir… Köyleri bir anda su basmış, tatlı su tuzlu suya dönüşmüştür. Bu ani dönüşüm sonucu denizin altında bir çok yapının, sanki mumyalanmış gibi aynı kaldığı değişik çalışmalarda dillendirilmiştir.

Bu olasılıklar dışında, başka bir olasılık ise; bugün ki Irak sınırları içinde Dicle ile Fırat’ın suyunun kabarması ile oluştuğu söylenceleri ve eski kil üzerine yazılan yazıtlarda durmaktadır. Olaylar birbirine benzer ama başka isimlerde adlandırılırlar.

Sonuç olarak, hangisi olursa olsun, bu olay eğer gerçekten var olmuş ise, son bilgi dışındaki olanlar bizim topraklarımızda geçtiği sonucu çıkarabiliriz!

Hangisi olursa olsun, bir turizmci gözü ile bakarsak; müthiş bir turisti ülkemize çekecek merkez yaratılabilinir. Nasıl ki Çanakkale’de Troya Atının maketi bulunuyorsa, Cudi ve Ağrı dağına Nuh’un gemisinin maketleri, olduğu kabul edilen yere yapılabilinir. Kim, hangisini kabul ederse etsin, gitsin oralara ziyarette bulunsun. 7 Uyuyanların Mağaraları gibi her yerde de olabilir, yeter ki inananlar oralara gitsin. İbadet etmek isteyenler ibadet edebilir, ziyaret etmek isteyenler ziyaret edebilir… Turizmci gözü ile baktığımda bu sonuca hemen ulaşabilmekteyim. Fakat, ortada bir turizmci gözünü ciddiye alacak bir ortam yoktur, çünkü sorunun arka boyutu daha geniş tartışmaları beraberinde getirmektedir. Gerçek anlamda laik bir devlet olmuş olsaydık, taraf olmasaydı devlet yapımız, sorun daha kolay çözülebilirdi. Laik bir devlet olmadığımız için, taraf konumuna gelmiştir devlet yapımız. O yüzden, bizim resmi tarihçilerimiz ve diyanet işleri başkanlığımız görüşlerini devletin taraflı bakış açısına uygun olarak açıklamak zorunadır. Bu zorunluluk ise, beklenmeyen çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Uzun yıllardır yaşanan Nuh’un Gemisi arama tartışmaları ve dağın bir ara yasaklanan süreci bu çatışmanın üründür.

Nuh’un gemisi bulunduğunda ve gerçek anlamda kabul edildiğinde bir çok konu daha çok netleşecek ve bazıları için önemli kanıt olarak ortada duracaktır. Sorun, kanıtın nerede olduğudur!

Bir Kürt arkadaşım ve Ermeni arkadaşım ile aynı ortamda bulunduğumuzda takılırız bir birimize. Derim ki; ağrıyı kim ilk defa görmüştür? Çünkü ilk gören en eski kavim, halk, vb sıfatlar alır. Kürt arkadaşım der ki; biz orada ateşi tepesinde gördük, o yüzden ağrının bizdeki anlamı ateştir yani agri’dir. Ermeni arkadaşım der ki; biz, ilk adım attığımız yerdir, suların çekildiğinde biz orada karaya adım attık, o yüzden bizdeki adı Ararat’tır. Bana doğru yönelir her ikisi de; neden ağrı dersiniz, bu yüce dağa? Bende derim ki, bizim başımızı o kadar çok ağrıtmıştır ki, Ağrı olmuştur adı!...

Başımızın daha çok ağrımaması için; laik, demokratik bir yapıya kavuşmamız şart, aksi halde ayaklanmalar, söylenceler, destanlar yenilerini yaratarak yaşamaya devam edecektir ve bizim başımız daha çok ağrıtacaktır.

29 Nisan 2010 Perşembe

Paranın gözlüğünden bakanların doğa duyarlılığı…

Paranın gözlüğünden bakanların doğa duyarlılığı…

Geçenlerde HES’lere karşı mitinge katılmıştım ama miting alanında yeşil ile duyarı olduğunu söyleyenlerin çoğu yoktu. Her yürüyüşte olmasa da bir çok yürüyüşlerde ve protesto eylemlerinde gördüğüm insanlar vardı. Alan içinde insan sayısı az olduğu için, her birey ile göz göze gelmek kaçınılmazdı.

HES, (Hidroelektrik Santralar) çevre sorunu yaratan girişimdir. Bu girişim, ülke saffında doğanın en güzel alanlarını hedef almıştır. Sadece orada yaşayanların sorunu değildir, çünkü bugün temiz su olarak kullandığımız kaynaklarında, ticarileşmesi ve temiz suyun doğadan kalkarak sanayileşmesini de beraberinde getirecektir. HES, sadece enerji sorununu çözme projesi değildir, geleceğimizi yok etme projesidir.

Doğa sporları ve dağcılık kulüpleri gibi değişik girişimler şehir yaşantısı içinde kurulmaktadır. Doğadan kopan insan, doğa ile yeniden barışabilmesi için başka bir girişim kendiliğinden geliştirmiş ve başlangıçtaki gibi masum bir girişim olmaktan çıkmıştır, para kazanılan ve ticarileşen bir girişime dönmüştür. Doğa sporlarına uygun kıyafetlerin üretilmesi, o doğanın içine kadar gidecek yolların oluşması ve taşıma araçlarının oluşturulması bir planın ve ihtiyacın sonucunda ortaya çıkmıştır. Dağcılık kulüpleri, dağın eteğine kadar araçlarla gidip, çadırlar kurup, teçhizatlarını hazırlamaları bir plan ve teknoloji sonucunda olmaktadır.

Şehir yaşantısı içinde zaman ve para arasında sıkışan insan, bu gibi etkinliklere kısa zaman içinde katılmak ve doğa içinde aktivite yapmayı, beton yaşamdan kurtuluş olarak görmektedir. 1980 yıllardan sonra gelişen sosyal değişiminde elbette sonucuydu. Sosyal insandan, birey insana dönüştürüldü, yabancılaştırıldı çevresine. Konuşacak insan bulamaz oldu, komşusunu tanımayan, yaralıya yardım etmeyen duyarsız bir insan biçimi oluşturuldu. Kendilerini, küçük gruplar ve kulüpler içinde ifade etmeye çalışan insan, değişik yeni hobiler ile de tanışması bu döneme denk düşer. Paylaşılan hobiler, paylaşım anı için bir ifade ederken, şehir yaşamı içinde bir anlam ifade etmez. Bir program dahilinde; programlara dahil olur ya da olmaz, son dakika katılım düşünelemez, çünkü yerler sınırlıdır! Planlı yaşamak, yeni yaşam biçimdir ve insanlar bu yaşam içinde şizofrenik davranıyormuş önemli değildir!

Doğa sporları, fotoğrafçılık kulüpleri vb adı altında yapılan etkinliklere kariyer sahibi bir çok insan katılır. Bu kulüplere gitmek, belirli bir maliyeti içinde barındırır, bu maliyeti karşılayanlar yan yana gelir, bu sayede bir seçicilik adı konulmadan baştan yapılır. Belirli ekonomik düzeyde olanlar yan yana gelir, bu yan yana gelişler sayesinde hayat arkadaşlıklar yaratılır, flörtler olur. Olması kadar da doğal bir şey yoktur. Bazı ilişkiler uzun sürer, bazıları kısa sürede ayrılıkları beraberinde getirir!

Bu etkinliklerin içinde yer alanların büyük bir bölümü, toplumun dönüşümü ile ilgileri yoktur. Fakat çalıştıkları alanın bu dönüşümün bir parçası olduğunu dahi sorgulamazlar, onlar sadece görevlerini yaparlar, profesyonel işçidirler. İşçi demeyelim, bazı mühendis, doktor vb. etiketi taşıyanlar alınır, memur, uzman… falan filan diyelim! Yan yana geldiklerinde, sosyal olmak babından bir iki laf edebilirken, duyarlı oldukları konulara sözde katılırken, somut olarak hiçbir şey yapmamaları doğallaşmıştır. (etkinliklerin olduğu saatlerde; eğlencelere katılmak, yemek yemek, gibi önceden programlar varken, neden sokakta protesto etsinler ki? İnternet ortamında yapılan çağrılara imza atmak varken, neden kendi seviyesinde olmayanlar ile yan yana yürüsünler ki? Sokak heterojendir, fakat heterojen yaşam onları korkutur, ne kadar az ayrılık olursa, o kadar daha rahat ederler.) Doğayı çok sevdiklerini, doğanın güzelliklerini fotoğraflayanlar, doğanın yok edilmesi karşısında, olması gereken ekonomik sonuç olarak onay vermekteler. Parası karşılığında katıldıkları bu doğa etkinlikleri sayesinde, doğanında para karşılığında bir değeri olduğuna inanırlar. Çünkü, bu gibi insanlar; genelde para ile her şeyi ölçerler. Hatta sırtlarına aldıkları çanta, giydikleri ayakkabının belirli markadan olmasına özen gösterirler. Olmayanları da küçümserler, sessiz bakışlar ile…

Yukarıda yaptığım eleştiriler, doğal bir afet ya da insanın yarattığı afet karşısında duyarlı olup, hiç düşünmeden felaket bölgesine gidenler için değildir. Onlar ne yazık ki, çok azınlıkta kaldılar, adı dağcılık kulübü olan ama dağcılığı laylayom olarak görenlerin çok olması eleştirimin okunu belirlemektedir. Benim eleştirim, doğayı gerçekten korumak için mücadele edenleri kapsamıyor, benim eleştirimin yönü, duyarlı olduğunu söyleyenlerin her şeyleri sözde ama para kazanma olunca pratikte olanlaradır. Para için en yakın dostunu bile harcamaktan çekinmeyen, önüne çıkan engelli yok etmek için her türden dedikodu yapıp, ayak oyunları ile yönetimden kalmayı hedef kılanlaradır. Para için; doğa sporları, para için fotoğrafçılık, para için duyarlılık!

Duyarlılık kavramı da yukarıda anlattığım gibi sübjektif bir kavrama dönüşmüştür. İmza atmayı, protesto edenlerin videolarını paylaşmayı, protesto müzikleri söylemeyi yeterli görürler. Sözde aydındırlar ve her olayı en iyi kendilerinin yorumladığını sanırlar, birden fazla dil bilirler, dış ülkelere gidip gelirler. Onlar kariyerlerini boşuna yapmamışlardır, kariyerleri için doğadan kopmuşlar, çevre ile ilişkileri kalmamış önemli değildir. Emir verecekleri her zaman birileri vardır ve çalıştıkları sürece gözdedirler, işten atıldıklarında çok yalnızıdırlar! Dünyaya para gözlüğünden bakarlar ve her harcamaları önceden planlanmış düzeydedir, plan dışı olunca rahatsız olurlar. Bu plan dışı eleştiriyi okuyunca da rahatsız olacaklarıdır ve bana rahatsızlıkları anlatan mesaj göndereceklerdir! Bazıları hiç üstlerine alınmayacaklarıdır, çünkü yaşamda da üstlerine bir şey almazlar, görevlerini yaparlar!

27 Nisan 2010 Salı

Çingeneler!

Çingeneler!

Çingene biri kitap yazmış, okunur mu bilmem ama okunmasını ve çok satmasını canı gönülden isterim, çünkü içten biri ilk defa kendisini anlatıyor.

İçten biri anlatınca pek değeri olmaz, isteriz ki bizi hep dışarıdan biri anlatsın, övsün! Dışarıdan biri Amerika’da ya da Avrupa’dan olursa eğer, gelme keyfimize, onu baş tacı ederiz. O anlatan kendi ülkesinde bir üniversitede kürsü kurar ve bizim üzerimizden para kazanıyormuş önemsemeyiz. O bizim için yarı tanrı, yarı peygamber gibidir. Ondan ders almak için imkanlar zorlanır yanına gidilir, onun için eğri yollar düz edilir. Yeter ki bizi anlatsın, bizi sevsin! İçimizden bir anlatırsa eğer, onu küçümseriz, önemsemeyiz. Bizim çocuk işte aklı ne eriri ki der burun kıvırırız. Bizim gibi geri kalmış, kişiliği ve kültürü tam gelişmemiş toplumlarda kendi insanımızı küçümseme kültürü vardır, biz adam olamayız deriz ara sıra!

Çingenler devlet olamamış ama içlerinde her türlü zenginliği barındıran heterojen toplumlardır. Bizim ülkemizde Çingene denilince şimdilerde Roman açılımı ile tanır olduk, bir de komedi dizilerinde darbukacı olarak. Çingeneler zengin olmaz, olmuş bir tane zengin Çingene söyleyebilir misiniz? Parası olmaz ama kültürü zengin insanlardır, sazı ve sözü zengindir. Çingenlerin kaderi acılar ile dizilidir, onların en kıvrak ezgileri içinde acıyı duyabilirsiniz.

Hitler önce komünistleri, sonra homoseksüelleri, daha sonra Yahudileri toplama kampına gönderirken, gözlerinin güzelliği ve seslerinin yüreğe dokunan Çingenleri ise, dokuyu bozuyorlar diye toplama kamplarından direkt imha noktalarına götürmüşlerdir. Siz hiç duyuyor musunuz, o döneme ait romanlarda, filmlerde Çingenelerin başlarından geçenlerini, onları kurtaran hiçbir Almandan bahsedilmiyor, Çingenelerin minnet ile andığı Alman yok! Yahudilere sahip çıkan global örgütleri vardı, para karşılığında satın alabiliyorlardı yaşamlarını, ya fakir ve emeğinden başka varlığı olmayan Çingeneleri? Bazı Yahudi işadamları fakir Yahudileri ve Çingeneleri para karşılığında Hitlerin askerlerine sattıklarına dair kayıtları ararsanız İsviçre’de Yahudi müzesinde bulabilirsiniz. Sınırda ticaret yapan Yahudiler, Hitler’in altınlarının da bekçiliğini gurur ile yapmışlardı. Bunu yapanlar azınlıktaydılar ama tarihin izleri içinde bulunur bu gibi olayların izleri… Çingenler ise, ateş içinden kaçtılar, başka ateşlerin ortasında kendilerini buldular. Onlar, her toplumun en altındaki insan dahi kabul edilmeyen kesimi temsil ediyorlardı. Çingeneler göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Yerleşik olmayan bu kültür, yerleşik kültür tarafından korkunun kaynağı olarak sunulmuşlardır. Onları, hırsızlık ve cinayetler ile anlatılan hikayelerde anlatmışlardır. Bu sayede toplumların benliğine korkunun kaynağı olarak sunulmuşlardır. Aslında onlar göçebe zanaatçıydılar sadece ve topluma büyük katıkları oluyordu.

Sözümüz burada noktalayalım ve Çingene’yi anlatmayı bir Çingene’ye bırakalım.
Öncelikle nasıl yazıldı kitabımız? Kitabın içerisindeki örneklerin derlenmesi çok uzun bir zaman aralığında gerçekleşti. Bunların bir bölümü benim ailemde, mahallemizde, komşularımızın hayatında gözlemlediğim olgu ve olaylardır. İkinci olarak son 7-8 yıldır Türkiye'nin her bölgesindeki kardeşlerimizle yakın bir diyaloğa girerek onların yaşam tarzları ve kültürleri ile ilgili çok önemli bilgilere sahip oldum.

Bir konu hakkında yorum yapabilmek için bilgi çok önemlidir. Ama yeterli değildir. Bilginin yanı sıra sağlam bir bakış açısına sahip olmanız şarttır. Bunun için de konu hakkında daha önce yazılmış şeyleri okumanız, fikir dünyanızı zenginleştirmeniz gerekir. Kitabın yazıldığı süre içerisinde bu konuda gerçekten büyük bir emek harcanmıştır. Büyük bölümü henüz Türkçe'ye çevrilmemiş durumdaki kaynaklara ulaşılarak gelecekte başkalarının da yararlanabileceğine inandığımız bir bilgi ve fikir birikimi meydana getirilmiştir.

Tüm bu çalışmaların sonucunda kitap iki açıdan önemli yenilikler getirmiştir. Birincisi kitapta biz kimiz sorusunun yanıtına çok geniş bir çerçeveden bakılmakta, şimdiye kadar ortaya atılanlardan farklı bir yanıt verilmektedir. İkincisi ise kitapta çok sayıda yeni kavram kullanılmaktadır. "Tabiat insanları", "Gaco", "Evrensel millet", "Bağlı Çingene", "Çingene Usulü Geçim Yolları" gibi pek çok insanın ilk kez duyacağı bu kavramlar büyük ölçüde Çingene kültürü ve düşünce dünyasında bulunan bazı yaklaşımların bilimsel yöntemle geliştirilmesiyle ortaya atılmıştır.

Geçmişte pek çok yazarın gözünde Çingeneler sıradan bir kavim olarak düşünülmüş ve o şekilde takdim edilmiştir. Bizim çalışmamız ise bunun aksine Çingeneliğin bir zanaat medeniyeti ve ırklar üstü evrensel bir kültür olduğunu ortaya koyuyor. Kitapta vurgulanan temel nokta Çingene adının göçebe zanaatçı kültürlerden gelen kavimlere bu coğrafyada verilen isim olduğudur. Göçebe zanaatçı kültürlerin ve tarımcı/çoban/savaşçı Gaco kültürlerinin nasıl bir tarihi geçmişin sonucunda ortaya çıktığı ise yine kitabın işlediği temel meseleler arasında yer almaktadır. Bu bağlamda kitap sadece Çingeneleri değil Gaco kavimlerini de incelemekte; Gaco kavimlerini kendi içerisinde kategorilere ayırmaktadır. Tarımcı Gaco, çoban Gaco ve savaşçı Gaco gibi kimi kavramlar Gaco kültürünün de daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamakla kalmayacak tarihe bakış açımızı da değiştirecektir.

Son olarak Çingenelerin kitabı Türkiye'de yazılabilmiştir. Neden Türkiye? Çünkü yalnızca bizim ülkemizde Çingeneler melun Hitler ve yandaşlarının ırkçı soykırımından kurtulabildiler. Çünkü yalnızca Türkiye'de Çingeneler bütün zenginliği ve çeşitliliği ile bu korkunç kıyma makinasının hışmından kurtularak ayakta kalabildi. Balkanlar ve Avrupa'da yaşayan kardeşlerimiz bu korkunç zihniyet tarafından en acı bir biçimde aşağılanarak şeref, haysiyet ve onurları ellerinden alınırken; 1,5 milyon Çingene büyük zulümler altında yaşamını kaybederken Türkiye Çingeneleri herşeye rağmen bu sürecin dışında kalabildiler. Şüphesiz ki binbir zorlukla ve en acı bedelleri ödeyerek savaş dışı kalmayı başaran bu ülkeye ve bu güzel ülkenin yürekli insanlarına hepimizin bir vefa borcu vardır. "Çingenelerin Kitabı"'nın ilk olarak Türkiye'de ve Türkiye Türkçe'si ile yazılmış olması bir ölçüde bu vefa borcunun ödenmesidir.

Ali Mezarcıoğlu, Çingenelerin Kitabı, Cinius Yayınları, 2010 İstanbul, Tel: (0212) 528 33 14

25 Nisan 2010 Pazar

Kadıköy’de bir meydandan HES’lere hayır denildi…

Kadıköy’de bir meydandan HES’lere hayır denildi…

Bugün doğanın katledilmesine karşı bir çevre eylemi vardı, her eylem gibi buda siyasi bir çıkara karşı duruşu ortaya seriyordu. Doğayı yağmalayanlar, kendi kasalarını doldurmak için her türlü fırsatı kollamakta ve onu hayata geçirmektedirler.

Barajların ekonomik enerji kaynakları olmadığını çağdaş enerji anlayışı içinde ortaya çıkmıştır, çünkü barajlar ekolojik yaşamı bozmakla kalmıyor, global dünyanın dengesini de bozmaktadır. Havaların daha ısınması sonucu yetişmemesi gereken meyvelerin yetiştiği, o yöreye özgü bitki ve hayvan örtüsünün yok olduğu artık sonuçları ile elimizde veriler olarak durmaktadır. Harran Ovası tuz gölü görünüme dönmesi, oraya yapılan devası bir barajın sonucu olduğunu unutmayalım. Henüz proje bitmeden sonuçlarını ortaya çıkarmaktadır. Yörenin sosyal yapısı değişmektedir, kültürel geçmiş yanı sıra yok olmaktadır.

Barajların ömürleri ortadadır, ömrü yok olduğunda kalıcı olarak o barajın olduğu yere ne bırakıyor? Enerji için başka olanaklar var iken, neden barajlar konusunda dayatma yapılmaktadır? Barajların yapılması aşaması ve sonrasında ekonomik olarak açıklanamayan ama hissedilen kara para; rüşvetler şeklinde cepten cebe geçtiğini ve sonuçta birilerin karlı çıktığı ortadadır. O süreç içinde yer alanların mal varlıkları ( elbette sadece o kişilerin değil, yakınlarının ve güvendikleri insanların) araştırılmış olsa, nasıl bir sonuca varırız? Uluslararası rüşvet davaları her ülkede açılırken, bizde açılmaması bu sorumuzu haklı çıkarmaktadır. Kuşkulanıyoruz ama kanıtlayamıyoruz, çünkü bizim elde edeceğimiz bilgi kaynakları kısıtlıdır ve sadece hissettiklerimizi söyleyebiliriz. Mavi Akım adı verilen boru hattında bir çok karanlık nokta olmuş olmasına rağmen, o karanlık noktalar aklanarak ortadan kalktığı yasal zeminde sağlanmıştır. Fakat tarih, bu karanlık noktaları ileride nasıl not edecektir, şimdiden bilemiyoruz.

Doğanın yok edilmesi yeni bir süreç değildir. İnsanlık tarihi boyunca insan ile doğa arasında adı konulmamış savaş sürmektedir, fakat bu savaşın bugüne kadar net galibi yoktur ama sonuçta her iki tarafta derin yaralar almıştır. İnsanlık, teknoloji sayesinde doğa karşı savaşında haksız bir üstünlük sağladığı söylenmesine rağmen, son yanardağın kül fışkırtması ile üstünlüğün hala doğa tarafında olduğunu kanıtlamaktadır. Doğa gerek gördüğünde tepkisini acımasız şeklinde ortaya koymaktan çekinmiyor…

Kar hırsı içinde olan insan, daha çok kar için yağmalamaya ve fütursuzca davranışına devam etmektedir. İnsan daha çok kar etmek için yalnızlaştırılmakta ve para ile her şeyi satın alabileceği anlayışın hakim olduğu bir kültür birikimi yaratılma sürecini yaşamaktayız!

Bugün HES’lere karşı yapılan eyleme katılan insan sayısı nüfusun çok altındaydı. Duyarsızlık ve umursamazlık bu politikaları hayata geçirenleri daha da güçlendirmekte ve onların bir anlamda politikasını onaylamayı da beraberinde getirmektedir.

Demokrasi; çoğunluğun istemlerinin azınlıklar üzerine her şeyi yapma özgürlüğünü beraberinde getirmiyor mu? Çoğunluk isterse, yerleşik bir halkı istediği yere tehcir etme hakkına da sahiptir! Her şeyi sayıların belirlediği koşullarda, çoğunluk olan, istediği gibi yasaları düzenleyerek, suç tanımını da değiştirebilmektedir. Demokrasi diye bize öğretilen bilgiler bu gibi şeylerdir ve bunu demokrasi diye alkışlıyoruz! Demokrasi gerçekten neydi, azınlıkların hakkı nasıl korunuyordu? Anımsayan var mı?

Demokrasi oyunu oynayan devletler, gerek gördüklerinde kendilerine karşı protestoları organize ederek, toplumun üzerinde başkaldırının izlerini de yok etmektedir. Devlet gerek gördüğünde kendisine karşı eylem yapabilmekte, bu sayede hareketleri kontrol altında tutabilmektedir. Kontrollü olan her hareket devlet için tehlike değildir, paranın da kontrolü bu yüzden çok önemlidir ve paranın kontrolünü devlet gizli elleri aracılığı ile de kontrol edebilmektedir. Rüşvetler bu kara parayı ortaya çıkarır ve bu kara paranın toplum refahına dolaylı katkısı olur. Her bunalım döneminde kara paranın ortaya çıkarılması ve teşvik edilmesi tesadüfi değildir. Gerek görüldüğünde kara para taşıyanlar ödüllendirilir, gerek görüldüğünde cezalandırılır. Bugün paranın akışı global olarak izlenmektedir ve bunun için yapılar kurulmuştur. Dünya Ticaret Örgütü bu kontrolün sınırlar düzleminde yaparken, bankaların IBAN numarası zorunluluğu getirilerek bankalarda ki para akışı global çapta tek elden kontrol edilebilmektedir. IMF ve Dünya bankası gibi kurumlar yerel ülkelerin bütçelerini organize ederken, karanlık gördükleri her noktayı da kendilerine göre düzenleyebilmektedirler. Seçime giden hükümetler o yüzden IMF ve Dünya Bankasının denetiminde çıkmak için seçim öncesini seçerler. Global dünya birleşmiş milletlerin eyaleti konumunda doğru hızlı adım atarken, yerel çaptaki paranın akışı da kontrol içinde, gerek görüldüğünde protestoların organize edileceği bir düzenlemeye doğru hızlı adımlar atmaktadır. Sistemi rahatsız etmeyen her eylem serbesttir, katılımın giderek azalması için eyleme neden olan tanımların altları gün geçtikçe boşaltılmakta ve anlamları değiştirilmektedir.

HES’lere karşı yapılan eylemler gösteriyor ki, barajlar sadece bir bölge için değil, kültürlerin çeşitliliğin olduğu, doğal güzelliklerin hala eskisi olduğu bölgeler seçilmektedir. Bu sayede, o bölgenin dokusu değiştirilmek sureti ile kontrol içinde hareket eden bir demografik yapı oluşturulmaktadır. Ne yazık ki, bugünkü ilişkiler içinde, yerel işbirlikçiler kısa dönemli çıkarları için hep var olacaklardır ve geleceği bilinçsizce satacaklardır. Eylemlerde, protesto edenlerin sayısı ‘makul’ olarak kaldığı sürece de izin verilmeye devam edilecektir.


Not: Geçmişte bir yazı yazmıştım, kişiliksiz kimlikler diyerek. Gittiğim bu eylem sırasında tesadüfi sonucu o kimliğin sahibini öğrendim. Öğrendiğimde hemen telefona sarıldım ve doğal olanları söyledim. Elbette söylemekle kalmayacağım hayata geçirmek için fırsatını da kollayacağım, çünkü söz teoride kaldın mı anlamı olmaz, pratikte anlam kazanır. Hiçbir şekilde çıkar ilişkisi içinde olmadığım bir insanın neden benim hakkımda dedikodu yaptığını ve neden benim söylemediğim sözleri benim ağzımdan söylenmiş gibi iftira atar anlam veremedim.